Yönetmen: Alfonso Gomez-Rejon
Oyuncular: Thomas Mann, RJ Cyler, Olivia Cooke, Jon Bernthal, Connie Britton, Nick Offerman, Molly Shannon, Katherine C. Hughes, Matt Bennett, Masam Holden
Senaryo: Jesse Andrews
Müzik: Brian Eno, Nico Muhly
Pek girişken olmayan, ama okuldaki her türlü farklı grupla bir şekilde ilişki içinde olmanın faydalarına inanan lise öğrencisi
Greg, en yakın arkadaşı
Earl ile birlikte klasik filmlerin parodisini çekerek hayatına anlam katmaya çalışan bir gençtir. Birgün annesi, okuldaki öğrencilerden biri olan
Rachel'ın ileri lösemi olduğunu söyler ve bir süre
Rachel ile vakit geçirmesi için
Greg'e baskı yapar. Başta bu fikre karşı olan
Greg, annesinin zoruyla bunu yaptığını itiraf etse de, hayata bakışı farklı olan
Rachel ile çok fazla ortak yanı olduğunu keşfeder. Yavaş yavaş güçlenecek bir arkadaşlığın temellerini atmaya başlarlar.
Jesse Andrews'ün kendi romanından senaryo haline getirdiği,
Alfonso Gomez-Rejon'un yönettiği
Me and Earl and The Dying Girl, özellikle Sundance Film Festivali'nde kazandığı Büyük Jüri ve Seyirci ödülleriyle dikkat çekmiş bir komedi / dram.
The Perks Of Being A Wallflower,
Nick and Norah's Infinite Playlist,
Juno,
Thumbsucker, İngiltere'den de özellikle
Submarine gibi pekçok "coming of age", yani çocukluktan yetişkinliğe geçiş sancıları üzerine kurulu yapımın ortak özelliklerini taşıyan film, bu türün hakkını birçok yönüyle veriyor. Ancak önemli eksiklikleri de mevcut. Ona geçmeden evvel,
Me and Earl and The Dying Girl özelinde ismini saydığımız bu filmlerde ele alınan ergenlik anlayışına kısaca değinmekte fayda var. Herkesin bir dönem geçtiği yollardan biri olan bu evrede isyankarlık ve farklı olma arzusunu kimi zaman dramatik, kimi zaman neşeli, çoğu zaman da ayrıksı bir tasarımla anlatma çabasındaki bu filmler, 18 yaş öncesinin bireyleri arasından genellikle farklı ve derinlikli karakterler üzerinden ilerleme ihtiyacı duyar. Yani o şikayet edilen, duyarsız, iletişimsiz, üşengeç, tembel, saygısız ergen tiplerinin dışında kalmış karakterler daha önceliklidir. Zaten öbür türlüsü pek de ilginç olmaz.
Özellikle milenyumun hemen başında dünyamıza giren
Amélie başyapıtıyla çok farklı bir hayalgücünün perdelerini aralayan bu geçiş dönemine bakış, Amerikan bağımsız sineması tarafından kısa sürede sahiplenilip kültürel bir dönüşüme uğratılmak suretiyle servis edildi. En önemlisi de apolitik Amerikan lise öğrencilerinin üniversite öncesi gelecek kaygılarına uyarlandı. Bu filmlerin merkezindeki gençler, hayatları için erken sayılabilecek kırılma noktalarıyla kendi tecrübesizliklerini karşı karşıya getiren senaryolarda türlü duygulara karşı bir kimlik ve varoluş arayışına girdiler. Aile içi iletişimsizlik, boşanma, ilk aşk, gelecek kaygısı, hamilelik, ölüm gibi meselelerle başedebilmeleri için senaryonun onlara bahşettiği özellikleri hazmetmek kimi zaman zordu. Çünkü bu "seçilmiş" karakterler yaşlarından daha olgun tepkilere, alışkanlıklara ve karar mekanizmalarına sahiptiler. Kahramanımız
Greg de onlardan biri. Duyarlı ve ısrarcı annesi, nasıl oluyorsa evde oturup tembellik yapabilen sosyoloji profesörü babasıyla birlikte yaşayan
Greg, okulda hiçkimse ile yakın arkadaşlık kurmayan, ama kendi deyimiyle her gruba kısa süreli erişim sağlayabildiği pasaportuyla düşman edinmeden liseyi bitirmek üzere olan bir genç. En yakın arkadaşı olarak görünen
Earl'ü bile arkadaşı olarak değil, iş ortağı olarak tanımlıyor. Bunun sebebi de filmin en orijinal kanadından biri.
Babası sayesinde küçük yaşta Avrupa sinemasının klasik örneklerine alışan
Greg,
Earl'ün de diğer çocuklardan farklı olarak bu filmleri sevmesiyle ortak bir dalga boyu yakalamış zamanında. İki kafadar bu alışkanlıklarını daha ileri boyutlara taşıyarak klasik filmlerin adını komik biçimde değiştirip kısa remakeler çekiyorlar. Böylece
Jesse Andrews'ün Avrupa sinemasına olan tutkusu sadece
Greg'in odasında asılı
Truffaut klasiği
The 400 Blows'un afişinin ötesine geçip, iki çocuğun ergenliğe geçiş döneminin vazgeçilmez bir parçası şeklinde resmediliyor. Gerçek olamayacak kadar güzel bu hobi, filmin ana gövdesiyle pek ilişkili sayılmaz ama buna rağmen en keyifli anlarından bazıları bu yeniden çekim görüntülerinden oluşmakta. Bu matrak yeniden çekim hadisesini,
Rachel ve
Greg arkadaşlığı ile paralel götürmek isteyen
Andrews, çözümü okulun güzel kızlarından
Madison'dan çıkan bir fikirle "
Rachel için bir film çekme" olarak bulur. Ne var ki
Andrews bunu yaparken
Earl'ü farkında olmadan (farkında olsa bunu yapmazdı diye düşünüyorum) devreden çıkarmaya başlıyor. Hatta
Rachel'ı bile çoğu zaman
Greg'in gölgesinde bıraktığı oluyor.
Jesse Andrews kurduğu bu keyifli çevre düzenine, son derece renkli yan karakterlere, orantısız zeka içermeyen, kıvamında diyaloglara rağmen, çok iyi bir kadroya sahip takımını iyi oynatamayan antrenörlere benziyor. Dikkat edilirse işin
Alfonso Gomez-Rejon kısmından söz etmiyorum. (
Greg ve
Earl'ün çektiği filmlerin tanıtıldığı bölüm,
Greg ve
Rachel'ın konuştuğu 5 dakikalık kesintisiz tek plan vb. gibi çeşitli şık anlarla kendisi üzerine düşeni yapıyor.) Antrenör benzetmesi burada kendi kitabını senaryo haline getiren
Andrews için daha uygun. Kitabın ve filmin adının
Me and Earl and The Dying Girl olması, beklenilen manidarlığı boşa çıkaracak cinsten ne yazık ki. Bir kere bu, anlatıcı görevi üstlenen
Greg'in hikayesi.
Rachel,
Earl ve diğer karakterlerin ikinci planda olması kabullenilebilir. Fakat
Greg'in hikayesinin en önemli parçalarından ilki olan
Rachel'ın ölmek üzere olan kız kıyafetinden biraz daha sıyrılması gerekirdi.
Greg'in
Rachel sayesinde kendi arkadaşlık algısını değiştirmesi üzerine giriş - gelişme - sonuç yönünde atılmış birçok olumlu adım var. Ama
Rachel'ın varlığının
Greg'e hizmet ettiği kadar,
Greg'in de aynı ölçütlerde
Rachel'ı karakterize edici bazı ciddi dokunuşlara ihtiyacı vardı. Bu noktada belki de filmin adının
Me and The Dying Girl olması daha uygundu.
Peki
Earl'e ne demeli? Son yıllarda beyazperdenin gördüğü en cool ergen tiplemelerinden biri olan
Earl, her ne kadar
Greg tarafından öyle tanıtılsa da,
Greg'in iş ortağı olmasının ötesinde tabii ki onun en iyi arkadaşı konumunda. Üstelik
Greg'in bunu kabul etmemesinin sebeplerini de en iyi özetleyen kişi o. Bunun
Greg tarafından keşfini sağlayabilecek tartışma sahnesinin altyapısı zorlama olunca amaca ulaşılamıyor ya da yüzeysel biçimde ulaşıyor diyelim. Üçlünün merdivenlerde dondurma yedikleri sahnede
Earl'ün
Rachel'a
Greg ile ilgili söyledikleri,
Greg'in psikolojik röntgenini çekmişçesine manalı. İşte o dondurma yedikleri ve sonra çektikleri bir filmi
Rachel'a izlettikleri gündeki gibi bir dostluğun daha da boyutlanmasını beklerken
Earl'ün geri plana atılması,
Rachel'ın hastalık sürecindeki bunalımlı günlerine daha çok dahil edilmemesi hiç de adil olmamış. Bu dağınıklık (ya da eksiklik) hali, filmin ismine sırf
Dying Girl'e kafiye olsun diye
Earl eklendiği fikri uyandırıyor.
Jesse Andrews, anlatıcı olarak seçtiği (ve kendisiyle özdeşleştirdiği)
Greg'in karakterini geliştirmeye uğraşırken en yakınındakilerin, hatta çok iyi tasarlanmış bazı yan karakterlerin üzerine fazla düşmüyor. Hatta bazılarını unutuyor.
Okulun en karizmatik öğretmeni olan
Mr. McCarthy'nin ekonomik biçimde kullanılması sineye çekilse de,
Nick Offerman'ın canlandırdığı
Greg'in eksantrik babasının kenar süsü olarak bırakılmasını hazmetmek zor.
Greg'e Avrupa sinemasını aşılamak ve mürekkep balığı, domuz ayağı gibi acayip yemekler yapmak dışında bir baba / arkadaş modeli oluşturması engellenmiş bu karakter resmen harcanmış. Oysa o potansiyel az sayıdaki sahnelerde çok güçlü biçimde hissediliyordu.
Andrews'ün bunu bilinçli yaptığı belli. Zira filmde
Greg'in anne ve babasının isimleri zikredilmiyor. Ama keşke ismi filmin adında bile zikredildiği halde bilinçli olarak potansiyelinin altında bırakılmış
Earl de
Greg kadar ileri uçta mücadele etseydi. Anlatıcı
Greg'in
Rachel'ın akıbeti ile ilgili filmin ortalarında spoiler vermesi, daha sonra bu kez o spoilerın uyandırdığı şüpheyle seyirciyi oyalaması, filmin mendilleri hazırlayın kabilinden duygu yüklü finaline sirayet eden bir etki taşımıyor. Yine de olumlu olumsuz herşeyi bir kenara koyduğumuzda genel anlamda yılın en sevimli yapımlarından biri diyebiliriz. Çeşitli özellikleriyle bazı Güney Kore komedi / dramlarını da anımsatmıyor değil. Hani şu zıt kutuplarda seyreden duyguları birbirine bulaştırmadan, leziz ayrıntılarla dolu hikaye akışını da eline yüzüne bulaştırmadan akan sevimli yapımları...