31 Ekim 2013 Perşembe

Safety Not Guaranteed (2012)


Yönetmen: Colin Trevorrow
Oyuncular: Aubrey Plaza, Mark Duplass, Jake Johnson, Karan Soni
Senaryo: Derek Connolly
Müzik: Ryan Miller

Seattle’da bir dergi çalışanları olağandışı bir gazete ilanıyla karşılaşır. Dergiden üç kişi alaycılık ve şüpheyle bu ilanın ardındaki haberin peşine düşer. Çok geçmeden, tuhaf ve gizemli bir karakter olan Kenneth’in izini sürmeye başlarlar. Süpermarkette çalışan ve paranoyak eğilimleri olan Kenneth, zaman yolculuğunun sırrını çözdüğünü iddia etmektedir. Hatta çok yakın zamanda yeni bir yolculuğa çıkmak üzere hazırlık yapmaktadır. Verdiği ilanda da yanına kendisiyle birlikte bu yolculuğa çıkacak birini aramaktadır. Karşılığında ise geri döndüklerinde ödeme yapmayı vaat etmektedir.

Sundance, Phoenix ve Independent Spirit organizasyonlarından ödüllerle dönen sevimli bir bağımsız olan Safety Not Guaranteed, hamuruna bilim kurgu ve gizem öğeleri katarak, bunu yavaş yavaş filizlenen bir romantizmle pekiştirerek ilgi çekici hale gelen bir film. İnsanoğlunun en büyük fantezilerinden bir olan zamanda yolculuk mefhumuna esrarengiz, sevimli, kendi mantığı içinde elinden geldiğince gerçekçi, biraz gerilimli, hüzünlü ve romantik pencerelerden bakabilen senarist Derek Connolly ve yönetmen Colin Trevorrow ilk ciddi uzun metraj çalışmalarından yüzlerinin akıyla çıkmışlar. Öyle ki, başrol oyuncuları Mark Duplass ve Aubrey Plaza’nın donuk yüz ifadeleri ve yer yer performanslarına yansıyan soğuk duruşları bile bu içten hikaye içinde yumuşatılmış ve rafine biçimde perdeye yansıyor.

Tuhaf Kenneth’i incelemeye ve onun bu olağanüstü projesine yem olmaya çalışırken ondan etkilenen Darius dışında ilanı araştırmak için görevlendirilen diğer dergi çalışanları Jeff ve Arnau’nun filme eklenmeye çalışan minik yan hikayelerinin pek katkısı ve alakası olmasa da, filmin bu içtenliğine az da olsa farklı kanallardan destek oldukları söylenebilir. Ama özellikle Mark Duplass, depresif olduğu kadar zamanda yolculuk konusunda tutkulu Kenneth rolüne seyirciyi ısındırmakta çok başarılı. Hem beklendik, hem de beklenmedik finaliyle içine dahil ettiği seyircileri farklı duygulara sürükleyen Safety Not Guaranteed, ele aldığı fantezinin final sonrası detaylarını yine seyircilere bırakarak zihinlere hayalgücü jimnastiği yaptırmayı başarıyor. Benzer benzemez yönleriyle, içerik farklılıklarıyla iz bırakan bir başka bağımsız olan Another Earth’ün biraz karikatürize edilmiş ama her yönden kendine sadık bir ruh kardeşi sayılabilir.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Nueve Reinas (2000)


Yönetmen: Fabián Bielinsky
Oyuncular: Ricardo Darín, Gastón Pauls, Leticia Brédice, Oscar Nuñez, Ignasi Abadal, Tomás Fonzi, Antonio Ugo, Alejandro Awada, Elsa Berenguer, Ricardo Díaz Mourelle
Senaryo: Fabián Bielinsky
Müzik: César Lerner

Para üstü numarasıyla bir market kasiyerini soymaya çalışan Juan’ı (Gastón Pauls) iş üstünde gören usta dolandırıcı Marcos (Ricardo Darin), çuvallayan Juan’ı zor durumdan kurtarır ve ona birkaç numara öğretmeye karar verir. Birlikte ufak çapta birkaç dolandırıcıık yaptıktan sonra aldıkları bir tüyo sayesinde Dokuz Kraliçe adı verilen bir pul serisinin orijinalini ele geçirme ve bunu zengin bir koleksiyoncuya satma fırsatı elde ederler. Film için bu kadar özet kafi. Zira fazla açıldıkça spoiler verme ihtimali artan bu zeki senaryoyu kaleme alan ve yöneten Fabián Bielinsky’nin 2000 yılında yazıp yönettiği ilk film olarak Nueve Reinas, aradan geçen 13 yıla rağmen hala zeki, akıcı ve zamansız bir suç yapımı.

Nueve Reinas, kendisinden önceki dolandırıcılık temalı Hollywood filmlerinden yer yer izler barındıran, fakat bunlara sadece Bielinsky’nin hayranlık duyduğu o eski yapımlarla aynı atmosfere sahip olma isteği şeklinde düşündüren usta işi bir film. Kurnazlığı yüzünden okunan Marcos’un saf Juan ile ilk karşılaştığı market sahnesinden itibaren temposunu sürekli zinde tutan, zaman içinde ikilinin kapsamlı plan gerektiren büyük bir işi kovalamaya başlamalarıyla iyice ısınan film, arada mühim dramatik duraklara da uğrayarak karakterlerinin insani yönlerini keskinleştiriyor. Juan’ın kurnazlığı ile vicdanı arasındaki mücadelesi, Marcos’un hedefi uğruna her türlü tavizi verebilecek hırsı arasındaki çatışmalar, film içindeki her türlü kurnaz planla birlikte bu güzel senaryonun ana malzemesini oluşturuyor.


Nasıl bir sürprizle bittiği bilinmese de bir filmin sürpriz sonla bittiğini bilmek, film boyunca insanı rahatsız edebilen bir durum. Nueve Reinas’da da sona yaklaşırken kafalarda üretilen teoriler çoğaldıkça bu rahatsızlık nüksedebilir. Ama özellikle Arjantin’deki ekonomik krizi, o sürpriz sona yaklaşırken hikayesine katık eden Bielinsky, son ana kadar ince ince ördüğü suç ağının düğümlerini çözdüğünde filminin geri kalanına ihanet etmeyen çok başarılı bir final tasarlamış. Sürpriz sonlarıyla ünlenmiş filmlerle ilgili bir anket yapılsa, kimlere oy verileceğini az çok biliriz. Bunların birçoğunda da Nueve Reinas adına rastlamışızdır. Artık günümüzde seyirci “sürpriz son” kavramına fazla alıştırıldığı ve efsane örnekler tarafından iyi eğitildiği için, 2000 tarihli bir filmi yeni izlediğinde burun kıvırma eğilimi gösterebilir. Oysa sürpriz bir finalin etkili olup olmadığının sağlamasını en iyi yapabilecek şeylerden biri, o finalin (sonuç artık biliniyor olsa bile) tüm filmi yeniden izleme isteği uyandırmasıdır. Nueve Reinas bence bu sağlamayı yapabilen bir film.

Usta oyuncu Ricardo Darin, genç Gastón Pauls ile uyum içinde. Her ne kadar Pauls fazla sivrilemiyor gözükse de, Darin çoğu sahnede ipleri elinde tuttuğu için onun karşısında hemen her oyuncu Pauls gibi kalırdı büyük ihtimalle. Başta Marcos’ın kızkardeşi Valerie’yi canlandıran Leticia Brédice olmak üzere yan karakterler de iyi yazıldıkları kadar iyi oynanmışlar. Nueve Reinas’ın 2004 tarihli Criminal adında başarısız bir Hollywood yeniden çevrimi de mevcut. Bu filmden sonra 2005’te yazıp yönettiği, yine Ricardo Darin’in ustalığıyla bezenmiş El Aura ile biraz durağan ama kesinlikle güçlü bir suç yapımına daha adını yazdıran Fabián Bielinsky’nin 28 Haziran 2006 yılında henüz 47 yaşındayken São Paulo’da kalp krizinden ölmesi sinema dünyası adına büyük kayıplardan biri. Yaşasaydı daha kimbilir nasıl filmler çekecekti diye iç geçirdiklerimizden biri.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Gravity (2013)


Yönetmen: Alfonso Cuarón
Oyuncular: Sandra Bullock, George Clooney
Senaryo: Alfonso Cuarón, Jonás Cuarón
Müzik: Steven Price

En son yönettiği distopik macera harikası Children Of Men ile bu türün en yenilikçi işlerinden birine imza atan Meksikalı Alfonso Cuarón, tam yedi yıllık bir aradan sonra senaryosunu oğlu Jonás Cuarón ile birlikte yazdığı Gravity’yi görücüye çıkardı. Uzaydaki Amerikalı bir araştırma ekibinin, Rusların bir protokol gereği kendi uydularını yok etmeleri üzerine sebep oldukları zincirleme tepkimeler sonucu felaketle karşılaşmalarını ve aralarından sadece Dr. Ryan Stone (Sandra Bullock) ve tecrübeli astronot Matt Kowalski’nin (George Clooney) kurtulma mücadelesini işleyen Gravity, Children Of Men gibi geniş kitlelerce sahiplenen bir film olmak yerine seyircilerini ikiye bölmüş bir film olarak dikkat çekiyor. Bunun çeşitli nedenleri var elbette. Belki de en bariz olanı, bir roman uyarlaması olarak hem görsel, hem de felsefi metin yönünden dolu dolu bir yapım olan Children Of Men’den sonra hasretle beklenen Cuarón’un kendisi adına yükselttiği çıtanın sinema severler üzerindeki uzun süreli etkisi olsa gerek.

Gravity görsel ve işitsel anlamda gerçek bir şölen. Zaten hakkında yazılan tüm yazılarda ısrarla IMAX teknolojisine sahip salonlarda izlenmesi yönünde tavsiyeler yer alıyor. Buna katılmamak mümkün değil. Alfonso Cuarón ve yüzlerce çalışandan oluşan teknik ekibi olağanüstü yöntemlerle bezeli mükemmel bir atmosfer yaratmışlar. Bunun hakkını vermek için 3D gözlüklerin takılıp 90 dakikalık bu “deneyim”in yerinde yaşanması gerek. Daha ilk saniyelerden itibaren nefesleri kesen, haliyle seyircisini atmosferine dahil etme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen Gravity, detayları çeşitli kaynaklarda mevcut kamera arkasından da anlaşılabileceği gibi bilim kurgu türünün en yenilikçi teknikleri sayesinde unutulmaz hayatta kalma sekansları yaratıyor. Mekik dışında kontrollerini yapan astronotların huzur dolu rutinleriyle başlayan ilk dakikaların bize de yansıyan büyüleyici ruh hali, yerini panik ortamına ve dehşet dolu anların başlangıcına götürüyor.


Seyircisini ilk elden avucunun içine alan Cuarón, oksijeni azalmakta olan Ryan’ın panik içindeki nefes alıp verişine yükleniyor, hatta bununla yetinmeyip kendine yakışır bir plan geçişiyle Ryan’ın astronot başlığının içine kadar girip onun gözüyle etrafa bakıyor. Zaten bulunduğu yerçekimsiz ve oksijensiz ortamı kabullenen seyirci için bu olağanüstü durum müthiş bir içselleşmeyi de beraberinde getiriyor. Aşırıya kaçmamakla birlikte Cuarón yer yer bu POV yöntemine başvurarak dizginleri elinde tuttuğunu hatırlatıyor. Filmin önemli bir yüzdesinin panik anlarından oluştuğu düşünülürse, Ryan’ın kendini mekiğe atmasından itibaren yerçekimsiz ortamın insanı hareket olarak nasıl özgürleştirdiği yönünde huzurla karışık müthiş bir kontrast yaratılıyor. Bu huzur öyle bir boyuta ulaşıyor ki, insan kaç yaşında olursa olsun zahmetsizce cenin pozisyonu alıp ana rahmindeki en masum haline bürünebiliyor.

Mekik dışında gerçekleşen ölümcül bir fırtına misali kaos ortamının mekik içinde de sorunlara yol açmasıyla bir türlü huzur bulamayan Ryan, Alien serisinin efsanevi Ripley’ini anımsatmıyor değil. Fakat buradaki fark, Ryan’ın bir yaratıkla veya bilinmeyen bir güçle savaşması değil, insan hatalarının tetiklediği uzay doğasının hırçınlığıyla mücadele ediyor olması. Üstelik Ripley’nin hayatta kalma mücadelesi belki de dünyanın artık dünya olmadığı uzak bir gelecekte geçiyorken, Ryan’ın içinde bulunduğu mekikte oradan oraya uçuşan basit dünyevi nesneler bile bir şeyler anlatıyor. Ryan’ın mekiği kurtarmak için tekrar dışarı çıkıp mermi hızındaki uydu parçalarının uçuştuğu fırtınaya yakalandığı sahne ise tek kelimeyle muhteşem. Elbette olmazsa olmaz şans faktörünü de göz ardı etmeden Ryan’ın hayatta kalma mücadelesinin en görkemli anlarından biri olan bu sahne, dehşetin boyutlarını biraz daha anlamamıza sebep olan, aynı zamanda filmin bilim kurgu lezzetini sürrealist bir tablo misali boyutlandıran nitelikte.

Hakkında yapılan yorumlar neticesinde seyirciyi ikiye bölen Gravity’nin elle tutulur bir senaryosunun olmadığı iddiası, Children Of Men ile yapılan kıyas sonucu çürütülmesi zor görülüyor. Ama bu hatalı kıyas, Gravity’nin sadece bir hayatta kalma serüveni, hatta belki de kapsamlı bir bilim kurgu senaryosu finalinin yaklaşık 70 dakika kadar uzatılmış hali olarak görülmesine yol açabilir. Oysa yaşamın imkansız olduğu uzayda, yaşam ve ölüm arasında kalmış insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüne yapılan vurguların felsefi verileri inkar edilemez. Belki Cuarón, bazen doğum ile ölüm kavramlarına fazla doğrudan, tahmin edilebilir ve derinliksiz yaklaşıyor görünebilir. Dramatik yönden baş karakterinin kayıplı geçmişinden nemalanan klişe bir altyapıya bel bağlamış olabilir. Ancak üzerindeki ağırlıklardan kurtulunca cenin pozisyonuna geçmenin, kendi gözyaşının boşlukta süzülüşünü görmenin, o gün öleceğini bilmenin, bu bekleme sürecindeki yalnızlaşmanın sonucu telsizde duyulan bir köpekle karşılıklı havlaşmanın insan psikolojisindeki karşılıklarını bulabilmek çok önemli.


Bu aşamaya gelirken bir dolu kötü filmden geçen Sandra Bullock’un tek kişilik performansı göz doldururken, George Clooney’nin Hollywood’daki nüfuzunu kullanarak bir şekilde bu filmin bir parçası olmak için yamandığını düşünüyorum. Zira filme pek bir katkısı olmadığı düşüncesindeyim. Özellikle filmin ikinci yarısındaki Ryan’ın yalnızlığını yıpratma eğilimindeki “geçerken uğrayan” o tek sahnesine gerek bile yokmuş. Gravity’nin destansı görselliğinde önemli pay sahibi usta görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ve yine bu epik yapılanmaya olağanüstü katkılar sağlayan müzikleriyle Steven Price, Alfonso Cuarón’un görkemli dönüşüne eşlik ediyorlar. İnsanoğluna hep çekici gelen yerçekimsiz ortamın tersine, bizi kendine çeken görünmez bir gücün aslında hayatımızda ne kadar değerli olduğunu vurgulayan anlamlı finali ile Gravity, sırtını afili cümlelere, sloganlara bağlamamış, eşsiz görsel / işitsel tasarımlarıyla onları düşünmeyi ve anlamlandırmayı seyircinin zihnine bırakmış filmlerden.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Speed Racer (2008)


Yönetmen: Andy Wachowski, Larry Wachowski
Oyuncular: Emile Hirsch, Susan Sarandon, John Goodman, Matthew Fox, Christina Ricci, Scott Porter, Benno Fürmann, Paulie Litt, Rain, Hiroyuki Sanada, Richard Roundtree, Kick Gurry
Senaryo: Andy Wachowski, Larry Wachowski
Müzik: Michael Giacchino

Pistte fırtına gibi giden, yarış öncesinde, sırasında ve sonrasında toz attıran Speed Racer (Emile Hirsch), direksiyon başında doğal bir yetenektir. Yarış arabalarının içinde doğan Speed, saldırgan, içgüdüleriyle hareket eden, korkusuz biridir. Tek gerçek rakibi, idol olarak gördüğü ağabeyinin anısıdır. Speed efsanevi bir yarışçı olan ağabeyi Rex Racer’ın bir yarış sırasında ölümünün ardından kalan boşluğu doldurmak istemektedir. Ailesinin ve kız arkadaşının desteğiyle, Speed bir zamanlar rakibi olan gizemli Racer X (Matthew Fox) ile işbirliği yapar. Amacı, ağabeyinin canını alan, ölüme meydan okuyan, “Crucible” adlı cross-country rallisini kazanmaktır.

Matrix sonrası Wachowski biraderlerin yeni filmi olan popüler manga uyarlaması Speed Racer, “her film kendi kulvarında değerlendirilmeli” dahilinde değerlendirildiğinde bile eleştirmesi zor bir film. En başta Wachowski’lerin bu filmi bir lunapark eğlencesi olarak tasarladıkları gerçeği ortadayken, tutup orasını burasını çekiştirmek, öküz altında fok balığı aramak gibi olacaktır. Renk ve aksiyon cümbüşünün sağladığı gözkamaştırıcı bir konsept dahilinde bambaşka evrenler tasarlanmasına yardım eden bluebox-greenbox teknolojisinin ulaştığı bir başka nokta olarak Speed Racer, Matrix gibi bir milat değil. Zaten sırf beyin takımı aynı diye Matrix ile kıyaslanacak bir durumu da yok. Ama bunu o beyin takımının kendisi bile inkar edip, promosyon amaçlı Matrix adının kullanılmasına bağıra çağıra izin verince ister istemez elma armut kıyasına zemin hazırlanıyor.

“Devrim niteliğindeki özel efektler” pazarlaması, artık günümüz gelişen teknolojisinde izleyene ne gibi bir farklılık hissettirir bilinmez. Fakat bunun bir devrim olup olmadığını anlayabilmek için artık çok daha belirgin ve aynı zamanda alışılmadık görüntülerin keskinleştirilmesi gerekiyor. Özellikle yarış sahnelerindeki nefes aldırmayan aksiyonun dizayn edilişinde algılanan devrim kavramı, belki bir nebze manga-çizgi roman kaynaşmasının süper hızlı bir kurgusu ile tarifini buluyordur. Lakin izleyicinin bunu tam olarak bir devrim olarak adlandırması için The Lord Of The Rings, Star Wars, Jurassic Park, 300, Sin City ve dahasını hiç izlememiş olması gerekecektir. Kısaca artık dijital teknolojide pek sınır kalmadı ve devrim diye nitelenen numaralar hep başka çağdaşlarını çağrıştırır hale geldi. Yine de büyük konuşmamak gerek. Teknolojide deniz bitmez.



Bunca hengame arasında Speed Racer’ın yücelttiği aile kavramı çizgi film düzeyini pek aşamıyor. Ailecek izlenebilcek, kansız, küfürsüz bir yapım olduğu için her kuşak, kendi beğeni sınırları içinde filmden keyif alabilir. Ancak küçük izleyenler Spritle ve onun şempanzesi Chim Chim ile olan, bir süre sonra sinir bile bozabilen sahnelerde ne kadar eğleneceklerse, büyük yarış kartellerinin birbirlerini alt etme yönündeki ayak oyunlarından, hisse-borsa komplolarından da hiç birşey anlamayacaklardır. Çocuk-yetişkin her kuşağa hitap etme çabası, her iki tarafın da yer yer filmden kopmasına sebebiyet verebilir. Ortak payda ise, hız limitini aşmış fantastik yarış sahnelerinin, artık bir süre sonra hipnotik etkiler gösteren süratinin sağladığı seyir zevki oluyor.

Gençlerle deneyimli popüler oyuncuların çekirdek kadroyu oluşturduğu filmde çeşitli milletlerin (Almanya, İtalya, Japonya, Güney Kore gibi) irili ufaklı oyuncularını kısacık da olsa görmek mümkün. Uzun süresine, beklenmedik biçimde bazı sahnelerde ağırlaşmasına, hemen her yönden abartıyı yüceltmesine karşın Speed Racer, gözalıcı parlak renkleri, yarattığı fantastik atmosferi ve özellikle hız düşkünlerini memnun edecek kitsch aksiyonuyla bir Wachowski meydan okuması. Ama kesinlikle bir Wachowski devrimi veya miladı değil.

7 Ekim 2013 Pazartesi

We Are Legion: The Story Of The Hacktivists (2012)


Yönetmen: Brian Knappenberger
Müzik: John Dragonetti

Brian Knappenberger’in yönettiği We Are Legion: The Story Of The Hacktivists, Anonymous olarak bilinen ve kendilerini “hacktivist” olarak adlandıran topluluğun ortaya çıkışı ve şaka olarak başlayan eylemlerinin küresel bir harekete dönüşmesini adım adım izleyen bir belgesel. 15’li yaşlarındaki Chris “Moot” Poole tarafından 2000’lerin başında kurulan 4chan adlı web sitesinde her şeyin bir eğlence olarak başladığı bu hareket, çok önemli şeylerin sadece başlangıcıydı. Internet ortamında forumlarla, resim paylaşım siteleriyle, akla gelebilecek her kategoriyi içeren kapsamlı gruplarla kendilerini ifade etme özgürlüğü elde eden isimsiz insanların yavaş yavaş ortak bir çatı altında toplanmaya başlaması belgeselde detaylıca ve herkesin anlayabileceği (ya da en azından anlamak için gayret gösterebileceği) şekillerde anlatılıyor.

Belgeselde tanıdığımız Barrett Brown, Mike Vitale, Adrian Chen, Joshua Corman, Peter Fein, Gregg Housh, Mercedes Haefer, Brian Mettenbrink, Ryan Singel, aynı zamanda nicknameleri ile Anon2World, Anonyops, Homocarnula, Vendetta, Commander X gibi isimler Anonymous’un kurucuları, geliştiricileri ve eylemcileri olarak ya hüküm giymiş, ya davası sürmekte, ya da henüz yakalanmamış vaziyette bu hareketin günümüzde aldığı şekle gelişindeki önemli durakları bizlerle paylaşıyorlar. 2006-2007 arasında bu sitelerde örgütlenen insanlar, artık sadece komik resimler paylaşmanın, türlü hacker numaralarıyla başka siteleri veya radyoları işgal ederek hedef aldıkları bazı kişi ve kurumlar hakkında saçma yorumlar yapmanın ötesine geçmek istediler.

İlk ciddi hedef ise ırkçı neo-nazi radyo programcısı Hal Turner oldu. DDOS - Hizmet Alamama Saldırısı (Distributed Denial Of Service Attack) yöntemiyle Turner’ın serverini doldurup onu türlü şakalarla madara ettikten sonra maddi manevi zarar verdiler. Bununla yetinmeyip gerçek hackerlar bularak onları Hal Turner’ın üzerine saldılar. Ama bunların şakası yoktu ve Turner’ın özel serverına, mail hesabına girdiklerinde onun aslında bir FBI muhbiri olduğunu öğrendiler. Bu olay, eşek şakaları yaparak eğlenen sıradan bir topluluktan, sosyal duyarlılık sahibi aktivistlerin oluşturduğu Anonymous’a evrilmelerindeki mühim noktalardan biriydi.


Chanology Projesi, yani Scientology Kilisesi'nin interneti sansürleme çabaları sonucu yapılan yarı organize saldırılar serisi, Anonymous’un tanınmasında en önemli kırılma noktası. Scientology sırlarından bahseden, Tom Cruise’un da yer aldığı gizli bir videoyu ele geçirip yayınladıktan ve paylaştıktan sonra kilisenin DMCA (Digital Millenioum Copyright Act) yani internete yönelik sansürcü bir telif hakkı yasasını süratle uygulamasına tanık oluyorlar. Bu durum Anonymous’u daha da kamçılıyor. Hacktivistler defalarca kilisenin internet sitesini çökertiyorlar, Scientology’ye yapmadıklarını bırakmıyorlar. Ama yasal açıdan çok güçlü olan Scientology, dedektifleri, avukatları ve karanlık adamlarıyla öncüleri bulup takip ediyor, evlerine kadar izliyor. Bu savaş sayesinde zaten sevilmeyen bu yobaz oluşuma karşı dik duran ekip, Anonymous olarak tanındıkça benzeri görülmeyen bir örgütlenmeyle sempati yaratıyor.

Hacker kültüründen çıkan, bir zamanlar nicki Mendax olan ve dünya üzerindeki en iyi hacker olarak kabul edilen Julian Assange’ın WikiLeaks’inin bomba etkisi, gerçeğin ve bilginin özgür kalmasını sağlayarak Anonymous’a en büyük ilham kaynağı oldu. Ama PayPal, Mastercard ve Amazon’un WikiLeaks’e hizmetlerini kapatması yine Anonymous’un tepesini attırdı. Neo-nazi gruplara, kiliselere, Ku Klux Klan’a bile kredi kartlarıyla bağış yapılabilirken, Wikileaks’e yapılamıyordu. DDOS yapılarak bu siteler çökertildi. Ama WikiLeaks’in Tunus’ta yasaklanmasıyla oraya yönelen Anonymous, Tunuslu hackerların da yardımıyla sansürlenen, hesapları çalınan ve mesajları incelenen Tunus halkının diktatörlerinin devrilmesine kadar giden direnişine önayak oldu. Mısır’da da aynı yasaklamanın olduğunu fark edince, türlü teknik buluşlarla Mısır halkının çektiği eziyetlerden tüm dünyanın haberdar olmasını sağladılar. Anonymous’ın Ortadoğu ayağı olan Telecomix’in Twitter üzerinden Mısırlılara dial-up bağlantı sağlamasıyla bu yasak delinmiş oldu. Dünya, internet üzerinden orada yaşananları tarafsız şekilde birinci elden öğrenebiliyordu.

Tüm bunlar yaşanırken rahatsız olanlar mutlaka olacaktı. Bu yüzden bazı siber ajanlar, Anonymous serverlarına sızıp kimlik tespiti yaptılar. Bunların en bilineni, belgeselde de konuşan HBGary Federal adlı teknolojik güvenlik şirketinin CEO'su Aaron Barr’dı. WikiLeaks’in yaptığını tehlikeli bulan Barr’ı istifa ettirecek kadar bunaltan da, güvenlik abidesi HBGary’nin sitesini çökerten de Anonymous oldu. Fakat insanları orijinal Playstation'a yeni özellikler ekledikleri, halkın kullanımına açtıkları için dava eden Sony’den 77 milyon kullanıcının kredi kartı ve kişisel bilgilerini ele geçiren Anonymous’a bağlı LulzSec adlı hırçın bir hacker grubu, beğenmediği her şeyi (ki aralarında bazı medya oluşumları da vardı) hacklemeye başlayınca, Anonymous’un düşünce özgürlüğü ilkesine ters düştüler. Konuşmacıların sağlam fikirlerini ustaca kurgulayan Knappenberger, bu sayede hacker olgusunun etik yönünü de masaya yatırıyor.


Eylemlerinin özünde düşünce özgürlüğü ve gerçeklerin serbest kalması fikri yatan Anonymous’un, kendi bünyesinde bu fikre ters düşenlerin de bilincinde olup onlara onay vermemesini imleyen belgesel, hackerların salt zarar veren, şaka yapıp hit toplayan veya sırf yazdıkları birilerinin hoşuna gitmedi diye medyaya saldıran ergen tipler olmadığını gösteriyor. Tabii fikir özgürlüğü adı altında hareket eden ırkçı, yobaz, sansürcü zihniyetleri haklı olarak bu etiğin dışında tutuyorlar. Lidersiz, sayısız, isimsiz, anonim ve birbirlerine bağlı büyük bir aile gibiler. Dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa uğrayan insanlar gördükçe onlara haksızlık edenlere sembolik Guy Fawkes maskeleriyle sanal alemi dar ediyorlar. Çünkü sanal da olsa, gerçek de olsa dünya dediğimiz yerde haksızlıktan geçilmiyor. Hackerlığın cezasının sübyancılıktan daha fazla olması bunun en çarpıcı örneklerinden. Bu adaletsizlikler, baskı ve yıldırma politikaları, sansürler olduğu müddetçe Anonymous gibi siber vigilantelere, tekno gerillalara hep ihtiyaç olacak.

5 Ekim 2013 Cumartesi

God Bless Ozzy Osbourne (2011)


Yönetmenler: Mike Fleiss, Mike Piscitelli
Müzik: Michael Einziger

Mike Fleiss ve Mike Piscitelli’nin yönettiği God Bless Ozzy Osbourne, an itibariyle 65 yaşında olan ve heavy metal’in yaşayan efsanelerden biri kabul edilen Ozzy Osbourne’un hayat hikayesini konu alan bir belgesel. “Bu filmin yapımcıları, 2 yıldan fazla bir süre Ozzy Osbourne ile birliktelerdi, hepsi hayatta kalmayı başardı” cümlesiyle esprili şekilde başlayan film, Ozzy’nin özel hayatıyla müzik kariyerini harmanlayarak onun efsane tanımına farklı açılardan bakmaya çalışıyor. Gerçi belgeselin yapımcıları arasında ikinci karısı ve menajeri Sharon Osbourne ile oğlu Jack Osbourne’un da yer alması insanı tereddüte düşürmüyor değil. Ancak buna rağmen Ozzy hakkında tarafsız bir bakış geliştirilmesi gayet olumlu. Zira söz konusu Ozzy Osbourne olunca böyle bir tarafsızlığa ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

Birmingham / İngiltere’de altı çocuğun dördüncüsü olarak bir işçi sınıfı ailesinde dünyaya gelen John Michael Osbourne’un çocukluğu, sorunlu gençliği ve aile yaşantısı filmde fazla uzatılmadan ele alınıyor. Hayranı olduğu The Beatles’ı duyar duymaz müzisyen olmaya karar vermesi ve sırf ekipmana sahip olduğu için solist arayan Black Sabbath’a dahil oluşuyla Ozzy için her şey başlıyor. İlk albüm Black Sabbath, özellikle de tüm zamanların en iyi heavy metal albümlerinden sayılan efsanevi ikinci albüm Paranoid çıkınca grup genç yaşta şöhretin ve paranın tadını alıyor. Bu durum beraberinde alkol ve uyuşturucu maddeleri de getirince sorunlar da ortaya çıkıyor. Bu dönem, filmde Black Sabbath’ın diğer saygın üyeleri Tony Iommi, Bill Ward ve Geezer Butler ile yapılan söyleşilerde samimi biçimde sandıktan çıkarılıyor. Ama kendini alkol ve uyuşturucuya en fazla kaptıran, yeni bir şeyler yapıp yola devam etme gücünü kendinde bulamayan Ozzy ile grubun ayrılması kaçınılmaz bir hal alıyor.


Yaklaşık 10 yıllık birlikteliğin ardından gruptan atılınca dibe vuran Ozzy’nin küllerinden doğmasında ona en büyük desteği menajeri Sharon sağlıyor. Blizzard Of Ozz (1980) ve Diary Of A Madman (1981) adlı ilk iki albümün büyük başarısıyla bu doğuş gerçekleşiyor. Tabii bu doğuşta Sharon kadar büyük pay sahibi (hatta bana, Sabbath üyelerine ve bazı ünlü müzisyenlere göre en büyük pay sahibi) olan kişi ise Ozzy’nin gitarist seçmelerinde keşfedilen Randy Rhodes oluyor. İlk iki Ozzy solo albümünde gitar çalmak dışında şarkı yazan, konserleri sololarıyla uçuran, aynı zamanda ona akıl hocalığı ve yarenlik yapan Rhodes’un henüz 25’inde bir uçak kazasında ölmesiyle sarsılan Ozzy için hayat devam ediyor. Akılalmaz çılgınlıklar yapan, 24 saat alkol alıp kokain çeken Ozzy’nin bu durumunu yine hayat arkadaşı Sharon özetliyor.

Hiçbir zaman kendine güveni olmayan, alkol ve uyuşturucu batağına saplanan, bu yüzden Black Sabbath’tan kovulan, ilk eşi Thelma’yı, ondan olan çocukları Jessica ve Louis’i, onu tekrar bir rockstar yapan gitaristi ve yakın dostu Randy Rhodes’u kaybeden Ozzy’nin türlü çılgınlıkları, birgün her şeyi kaybedecek olmanın verdiği boşvermişliğin bir sonucu. Kafası güzelken Sharon’ı öldürmeye teşebbüs edip hapiste hiçbir şey hatırlamaması, Tommy Lee’nin anlattığı otel odası çılgınlığı, güvercin olayı (ki bu mesele yıllarca civciv ezme şeklinde bize yansımıştı) bu kayboluşa çarpıcı örnekler. Tüm bunların farkında olan 60’lı yaşlarındaki Ozzy’nin pişmanlıkları gidenleri geri getirmiyor. “Daha 22 yaşımdayken param, şöhretim, her şeyim vardı, bana Rock Yıldızı kullanım kılavuzu vermediler” dese bile…


Belgesele konuşan Ozzy’nin eski eşinden olan çocukları, Sharon ve ondan olan Aimee, Kelly, Jack, herkes onun iyi bir baba olmadığı yönünde hemfikirler. Özellikle Jessica ve Louis’in anlattıkları Ozzy kadar bizim de yüreğimizi dağlıyor. Ozzy’nin bir rock efsanesi olmasının karşısına bu zayıflıklar konunca çelişkiler kafa karıştırıyor. Bu statüdeki insanların özel hayatlarıyla örnek bir kişilik olması gerekliliği elbette tartışılır. Birçoğu türlü çılgınlıklara imza atmıştır. Ancak Ozzy’nin özgüvensiz, sorumsuz kişiliğinden muzdarip olan çocuklarını ve onların baba eksikliğini dile getirişlerini gördükçe ortada efsane mefsane kalmıyor. Ozzy Osbourne’un belgeseli yapılmaya değecek bir karakter olup olmadığı bence tartışılır olsa da, özellikle içinde Black Sabbath’ın kuruluşuna yer verildiği için arşiv değeri taşıdığı söylenebilir. Ama kendisi henüz hayatta olduğu için ve bir müzik belgeseline bu kadar özel hayat sığdırıldığı için hem erken, hem de gereksiz buldum.

Belki Sam Dunn ve Scot McFadyen ikilisinin sihirli ellerinden daha çok malzeme çıkarabilirdi. Ama onların ya Ozzy’yi fazla tutmadıklarını, ya da benim gibi bu filmi erken, hatta gereksiz bulduklarını düşünüyorum. Oğlu Jack ve şimdilerde her açıdan temiz Ozzy’nin yaptığı resimlerden o ölünce iyi para kazanacağını düşündüğüm tilki Sharon öyle düşünmemişler. Hem Ozzy’nin kendilerini ihmal edişinden ötürü içlerini dökme fırsatı bulmuşlar, hem de onun rock arenasındaki itibarını herkese bir daha hatırlatarak hafıza tazelemek istemişler. Tüm zayıflıklarına karşın o Ozzy Osbourne’dur demek istemişler. Ama bilerek veya bilmeyerek marka değerinin her şey demek olmadığının altını çizmişler bir yerde. Şahsen içinde bu kadar geniş olmamakla birlikte Ozzy’nin de yer alacağı kapsamlı bir Black Sabbath belgeselini buna tercih ederdim.