30 Aralık 2011 Cuma
La piel que Habito (2011)
Yönetmen: Pedro Almodóvar
Oyuncular: Antonio Banderas, Elena Anaya, Marisa Paredes, Jan Cornet, Roberto Álamo, Blanca Suárez, Susi Sánchez, Eduard Fernández, Bárbara Lennie
Senaryo: Pedro Almodóvar, Thierry Jonquet
Müzik: Alberto Iglesias
Fransız yazar Thierry Jonquet'nin Tarantula adlı romanından Pedro Almodóvar’ın senaryosunu yazdığı La piel que habito (The Skin I Live In), karısını bir trafik kazasında kaybetmiş ünlü bir plastik cerrah olan Robert’in (Antonio Banderas) saplantı haline gelen “Gal” adını verdiği yapay deri projesinin ve gen nakli çalışmalarının sebep olduğu trajik sonuçları konu alıyor. Film hakkında spoiler vermeden bir eleştiri yazısı yazmanın zorluğu bir tarafa, hakkında sadece “mutlaka gidin görün” dense bile yeterli olabilir. Zira hem konu olarak, hem de o konunun perdeye aktarımı olarak sıra dışı ve başarılı bulduğumuz bazı filmleri insanlara tavsiye ederken sürprizleri bozmaktan kaçınmanın ardında, onların da aynı dumura uğramalarını istemek gibi değerli bir hedef mevcuttur.
Pedro Almodóvar sineması özellikle baş kadın karakterleri sayesinde kadın ruhunun türlü hallerine getirdiği yorumlarla tanınması yanında, kimi zaman cinsiyet olgusunu paradoksal boyutlarıyla masaya yatırmasıyla ve bunun sosyal hayata yansıma şekilleriyle de sivrilen bir sinema. Erkeklerin çoğu kez sorunlu, arızalı ya da düz oluşları, işini daha da kolaylaştırmakta. Ama şahsen Almodóvar’ın kadın ruhunun kıvrımları arasında gezinirken kritik köşelere yerleştirdiği erkek karakterlerin filmin akışına getirdiği virajları daha çok beğenirim. Bu yüzden Almodóvar deryası içinde Hable con Ella’nın yeri her zaman ayrı olmuştur. Ne var ki travesti baba, matador kadın gibi iç içe geçmiş kimliklerin sağladığı serbest oyun alanını her zaman iyi değerlendirdiğini düşünmüyorum. Fazla gay ya da fazla kadın kaçtığı filmlerindeki bu “fazla” olma durumu ise ancak sıra dışı olmak için kastığını hissettiren bazı hikâyelerde kendini fazla hissettirir. Yine de anormalliklerden çekip çıkardığı tutkulu normalliklerin sayısı hiç de az değil. Yani benim için iyi bir Almodóvar filmi, iyi bir hikâye ile mümkündür. Bunu yönetmen sineması kavramına adını yazdırmış yönetmenlerden biri için söylüyor olsam da.
Almodóvar sinemasının bir başka özelliği de ana temanın etrafında dolanıp duran, sonra bir şekilde birbirine karışıp o temayla birleşen ya da kendi yolunu çizmeye çalışan yan hikâyelerin mevcudiyeti. Bunlar kimi zaman sadece çeşni olsun diye, kimi zaman da akışa doğrudan ya da dolaylı çarpıcı etkilerde bulunsun diye eklenmiş izlenimi yaratan hikâyeler. Geçmişle kapanmamış hesaplar, kadın olmanın her sınıftan kadına yansımış ağırlığı, erkek ruhunun bencil dürtülerden muzdarip tutkudan gözü kör olmuş hastalıklı hali, eş/dost/aile ilişkilerinin naif tanıdıklığı bu eklentilerin ve ana temaların özünü oluşturuyor. İşte La piel que Habito bunların hepsini kanatları altına almış en çarpıcı Almodóvar yapımlarından birisi ve bence Hable con Ella’dan sonraki en iyi filmi.
La piel que Habito bir uyarlama kaynaklı olmasına rağmen sanki Almodóvar için yazılmış gibi duran ya da Almodóvar’ın kritik dokunuşlarıyla dönüşüme uğramış bir senaryo duruşuna sahip. Ama her durumda da iyi bir film. La piel que Habito, insanoğlunun bilim adamı kimliğiyle ete, meyveye, sebzeye, yüzlere, bedenlere, genlere müdahale etmesini, bunu yaparken kişisel çıkarları ve hırslarıyla etik değerleri çiğnemesini, ayrıca son derece tuhaf biçimde iç içe geçmiş aşk ve intikam olgularının marazi biçimde şekil değiştirmesini ele alıyor. Cinsel özeli sebebiyle Almodóvar’ın her iki cinsi de belli ölçülerde anlayıp yorumlayabildiğine dair görüşler hep vardı. La piel que Habito bu görüşleri tazeleyen detaylarla dolu bir film. Almodóvar’ın erkek ve kadın ruhunu, bedenini, ihtiyaçlarını anladığını göstermeyi denediğini, hatta anlamanın ötesine geçip bu iki cinsin imkânlar dahilinde yer değiştirmesini ya da tek bir bedende toplanmasını mümkün kılan deneyselliklerle kendine oyun alanları yaratmaya çalıştığını görmek pek de zor değil.
Almodóvar eski melodramların gölgesinde Hitchcock, Polanski ve başka Avrupalı sinema ustalarının görkemli kariyerlerinden ufak tefek izler taşıyan gerilim yüklü anlatımlarından derlenmiş, kolaj olduğunu hissettirmeyen bir kolaj (ki filmin doktoru Robert Ledgard’ın da üzerinde çalıştığı kısmen buna benzetilebilir) hissi veren sinema duygusu, filmine genel olarak yansımakta. Temeli oluşturan romantizmin gerilime, oradan da büyük sürprize ve finale uzanan rotası hayranlık veren bir kurguyla ilerliyor. Hele biraz anlar gibi olduğumuz o büyük sürprizi geçmiş ve geleceğe ait iki sahneyi üst üste bindirerek yavaş yavaş, sindire sindire açık ettiği müthiş sahne görülmeye değer. Ama tüm Almodóvar karakteristiklerine rağmen La piel que Habito, tıpkı Woody Allen’ın Match Point’i veya Ki-duk Kim’in Time’ı gibi ait oldukları yönetmenlerin kanıksanmış tarzları dışında gerilim genleri de taşıyabildiklerini ortaya koyan virajlardan biri olmuş sanki. En son 1990’daki Átame!’de beraber çalıştığı Antonio Banderas ile tekrar bir araya gelen Almodóvar, hem Banderas’ın, hem de Elena Anaya’nın çekici fiziklerinin içinden oyunculuk yeteneklerini de yeniden çekip çıkarmış adeta.
La piel que Habito geçmişte tohumları ekilmiş aşk ve intikam özelinde, bilimsel kobaylık çılgınlığını kendi ulvî amaçlarına uydurmak suretiyle sınırlarını zorlayan bir modern zaman Frankenstein’ının saplantılı aşkına olağanüstü bir övgü. Aynı zamanda bu saplantılı aşkın çok uzağında olduğu halde ağlarını zalimce ve zekice ören kaderin oyunuyla bu çılgınlığın arzu nesnesi olan bir başka bedenin fantastiğe varan tüyler ürpertici ağır dramı. Böylece o olağanüstü övgüyü tersyüz eden, hudutsuz bir hoşgörü ve affetmenin kanatları altında hayatını sürdüren o aşka lânet okutan başka bir yaşam formuna uzanış. Sonra da yeni bir hayata, yeni bir filme kapı açan bitmemiş, zor, sert, fantastik bir duygular yığını.
25 Aralık 2011 Pazar
Conan The Barbarian (2011)
Yönetmen: Marcus Nispel
Oyuncular: Jason Momoa, Stephen Lang, Rachel Nichols, Ron Perlman, Rose McGowan, Saïd Taghmaoui, Steven O'Donnell, Leo Howard, Nonso Anozie, Raad Rawi
Senaryo: Thomas Dean Donnelly, Joshua Oppenheimer, Sean Hood
Müzik: Tyler Bates
80'lerdeki Teksas, Tommiks, Mister No gibi çizgi roman alışkanlıklarımı ve algımı baştan aşağı değiştiren, adeta devrim yapan Ken Parker, Martin Mystere ve Conan olmuştu. İlk ikisindeki maden henüz sinema sektörü tarafından keşfedilmedi. Beyaz perdeye uyarlanınca rezil edilen örnekleri gördükçe iyi ki de keşfedilmedi diyesi geliyor insanın. Ama Robert E. Howard'ın yarattığı Kimmeryalı Barbar Conan, Arnold Schwarzenegger'ın kariyerinde bir dönüm noktası olan 1982 tarihli John Milius filmiyle o dönemde hayli ses getirecek biçimde sinemaya uyarlandı. Yıllandıkça da kıymeti artan filmlerden biri haline geldi. Aradan yaklaşık 30 yıl geçmişken Conan'ı tekrar sinemada, hem de 3D olarak diriltme projesi tüm hayranları gibi beni de heyecanlandırmadı değil. Yine de günümüz yeniden çekim ya da çizgi roman uyarlamalarında görülen piyasa normlarına uyum takıntısı ve daha pekçok sebepten ötürü temkinli olma duygusu, heyecanın önüne geçer oldu.
Küçükken babası Corin, dönemin zalim kralı Khalar Zym tarafından öldürülünce intikam yemini eden Conan'ın hikâyesi, fazla bir senaryo becerisi gerektirmiyor aslında. O hanede yazan isimlerden Thomas Dean Donnelly ve Joshua Oppenheimer ikilisi, yakın zamanda yine hayranlarının merakla beklediği çizgi roman kahramanı Dylan Dog'u mundar etmeleriyle bilin(m)iyorlar. Burada da yeni Conan üzerine neredeyse yeni ya da orijinal hiçbir şey koyamamışlar. O zaman bu hikâyenin nasıl anlatılacağı daha fazla önem kazanıyor. Belki de yeni nesile bir zamanların efsane çizgi roman kahramanını çağın teknolojik nimetlerinden faydalanarak tanıtma fırsatı elde eden bir filme yönetmen olan kişi ise The Texas Chainsaw Massacre, Friday The 13th yeniden çekimleriyle suyunun suyu olmaktan öteye gidememiş video klip kökenli Marcus Nispel ne yazık ki. Fazla efor gerektirmeyen senaryoyu (aslında kabaca bakıldığında mesela Batman'in hikâyesi bile fazla efor gerektirmiyordu ama ne oldu?) daha olgunlaştırmak biraz da felsefi boyut katmak için kasmayan, kaldı ki o kadar zekâsı da bulunmadığını düşündüğüm senaristlerden o yönde bir beklentisi zaten olmayan Nispel aksiyonun dibine vurmayı hedeflemiş. Ama orada da bilindik CGI şablonlarından hiç de yaratıcı olmayan biçimde faydalanmaktan başka bir numarası yok.
Conan yeniden çekiliyorsa, başrolü oynayacak oyuncunun da önemi artıyor. Epey bir dizi tecrübesi olan, son olarak da Game Of Thrones harikasında gözüken Hawaiili model eskisi Jason Momoa, tüm fiziki ihtişamına rağmen Conan olamıyor kanımca. Hâlâ iyi bir oyuncu olduğunu düşünmediğim Schwarzenegger, 82'deki filmin kült atmosferinin de yardımıyla Conan olmakta pek sıkıntı çekmemişti. Zaten Terminator'e kadar hep Conan diye hatırlanırdı. Ron Perlman dışında rolünü doldurabilen birinin olmadığı zayıf cast da eklenince yılın en ciddi hayalkırıklıklarından biriyle daha zaman kaybetmiş oluyoruz. Şu filmi Conan'ın yüzü suyu hürmetine izlemiş olanların sayısı düşünüldüğünde tuzağa düşmüş gibi hissetmemek zor. Belki çok daha iyi ellerde müthiş bir sinema deneyimine dönüşebilecek bir fırsat kaçmış. Tek dileğim, eğer bir gün Ken Parker, sinemaya uyarlanırsa (bol sezonlu bir dizi de fena olmazdı) John Hillcoat - Nick Cave ikilisinin el atması. Rüya gibi bir şey!
19 Aralık 2011 Pazartesi
The Thing (2011)
Yönetmen: Matthijs van Heijningen Jr.
Oyuncular: Mary Elizabeth Winstead, Ulrich Thomsen, Joel Edgerton, Eric Christian Olsen, Adewale Akinnuoye-Agbaje, Trond Espen Seim, Jørgen Langhelle, Kim Bubbs, Jan Gunnar Røise, Stig Henrik Hoff, Kristofer Hivju, Jo Adrian Haavind, Jonathan Walker
Senaryo: Eric Heisserer, John W. Campbell Jr.
Müzik: Marco Beltrami
Bir fosil bilimcisi olan Kate Lloyd, Dr. Sander Halvorson tarafından hayatının en önemli araştırmasını yapmak için Antartika'nın izole edilmiş bir bölgesine gitmesi için teklif alır. Burada Norveçli bilimadamlarından oluşan bir araştırma grubuna katılan Kate, çok uzun süredir buzun altında donmuş olarak kalan bir organizma keşfeder.Ama kısa bir süre sonra içinde hapsolduğu buzu kırıp canlanan tuhaf yaratık ekibin elinden kaçar. Ekibin başı olan Dr. Sander araştırmaya devam etmekte inat ederken, bu boş ve terk edilmiş geniş arazide dokunduğu her şeye bürünebilen yaratık, insanları da birbirine düşürecektir.
Başlangıçta herkes filmde The Thing adını görünce 1982 tarihli John Carpenter'ın yönettiği kült korku yapımı The Thing'in yeniden çevrimi sanmıştı ve doğal olarak son yeniden çevrimlerin özensizliği düşünülünce bu filme de burun kıvrıldı. Doğrudan DVD'ye düşen o kadar saçma remake ve tutmuş ilk filmlerin ardından B statüsündeki yönetmen, senarist, oyuncu vs. tarafından çekilmiş uyduruk devam filmleri vardı ki, The Thing'in de bu akıma kapılmış bir iş olduğunu düşünmemek olmazdı. Oysa The Thing 2011 bir prequel, yani The Thing 1982'nin öncesini anlatan bir film. John W. Campbell Jr.'ın ilk filme de ilham kaynağı olan kısa hikâyesi Who Goes There?'den çıkış alan ve Bill Lancaster'ın tek dişe dokunur senaryosu olan The Thing 82, bu defa genç senarist Eric Heisserer ile bu filmin öncesine bakıyor. Öncesinde A Nightmare On Elm Street (2010) ve Final Destination 5 gibi hazır materyaller üzerinden senaryo yazma alışkanlığı bulunan Heisserer, The Thing'in senaryosunda da 82 ruhuna bağlı bir tavır içinde. Bir prequel yazdığı için buna mecbur da sayılır.
Özellikle The Thing 82 gibi klâsiklerin ardından çekilen prequel veya sequel yapımların en büyük şanssızlıkları kendinden öncekilerin gölgesinden kurtulamamaları. Bu da çok doğal, çünkü film her ne yaparsa yapsın hazıra konmuş damgasını hep üzerinde taşıyacaktır. O zaman bunları prequel veya sequel olmanın gereklerini ne derece yerine getirdiklerine göre değerlendirmek daha uygun düşer. Sequeller için durum mâlum fakat prequellerin sorumluluğu bana göre biraz daha ciddi efor gerektiriyor. Çünkü bir filmin, hele de kült statüsüne erişmiş bir filmin öncesini anlatmak biraz da o filme hem benzemesini, hem de belli noktalarda ayrı durarak kendi bağımsızlığını kanıtlamasını gerektirir. Genel yapıya bakıldığında Eric Heisserer ilk filmin geçtiği 1982 yılının sadece birkaç gün öncesinde yaşananları yazarken ilk filme olan sevgi ve saygısını muhafaza etmiş ve o atmosferi elinden geldiğince korumaya çalışmış denebilir. Bununla yetinmeyip ilk filmde gördüğümüz bazı ayrıntıların çıkış noktalarını da bilerek ve isteyerek filme iliştirmiş. Bu sayede ekmek kırıntılarının nasıl ufalanıp yere bırakıldığını da görmek ayrıca hoş olmuş. En çarpıcı olanıysa The Thing 82'nin başlangıcı ile The Thing 2011'in finali arasında kurulan kusursuz bağ olmuş. Hatta bu final direk The Thing 82'yi (tekrar veya ilk defa) izleme yönünde kışkırtıcı bile olmuş.
Henüz ilk uzun metrajını çeken yönetmen Matthijs van Heijningen Jr. günümüz teknolojisinin getirdiği bazı avantajları kullanmaktan çekinmese de, zaten Carpenter usta da bu konuda zamanının ötesinde bir iş çıkarmıştı. Teknik atmosfer açısından düzgün bir film kotardığı söylenebilir. Bayat korkutma numaralarına pek prim vermeyen, adeta "ben geliyorum" diyen sahneler tasarlamasına rağmen ürkütücü olmasını bilmiş. Rolünün ciddiyetini iyi idrak etmiş genç oyuncu Mary Elizabeth Winstead'in rolü taşıyabilen duruşu ve oyunu da işin içine girince, The Thing 82 gibi büyük bir sinema olayı olmasa da 82 yılıyla kurduğu bağlantıların tutarlılığı ve hâlâ koruduğu gizemiyle belentilerin aksine yerlerde sürünmeyen bir film ortaya çıkmış. Şimdi bundan sonrası da çok önemli. Hazır bir prequelin altından çok da kötü olmayan bir biçimde çıkmışken, bir başka prequel veya hiç istemem ama bir sequel ile hikâyenin suyunun çıkarılma ihtimali endişe verici. Her ne kadar cevaplanmamış sorular olsa da, onlara cevap vereceğim diye kasmanın âlemi yok. Hem zaten The Thing 82 bile cevap vereceğine vermiş, vermediğini de seyirciye bırakmış bir zekâyla ismini bunca yıl korumuştu. Uyuyan bir canavarı uyandırmanın, hele de bu kadar kurcalamanın ne kadar kötü sonuçları olabileceğini bize hatırlatan filmlerden biri olması da bu açıdan ironik.
17 Aralık 2011 Cumartesi
Senna (2010)
Yönetmen: Asif Kapadia
Senaryo: Manish Pandey
Müzik: Antonio Pinto
Senna, tüm zamanların en iyi yarış pilotu olarak gösterilen Brezilyalı Ayrton Senna’nın, 70’lerin sonunda karting yarışları sayesinde Avrupa’ya açılmaya başlamasıyla, 1 Mayıs 1994’te İtalya’nın Bologna kentindeki yarışlarda trajik bir kazayla ölümü arasındaki dönemi anlatan etkileyici bir belgesel. Kariyerinde pek de önemli filmler bulunmayan İngiliz yönetmen Asif Kapadia’nın derleyip toparladığı görüntülerin kronolojik kurgusu, baştan sona heyecan dolu kurmaca bir yükseliş öyküsü izliyor hissi vermekte. Yakışıklı başrol oyuncusu, kötü adamı, dramatik virajları, duygusal anlarıyla benim diyen spor/aksiyon bir yapımdan hiç farkı yok. Çünkü her şey gerçek ve üzerinde fazla oynamalar yapılamayacak kadar da samimi.
Toleman (1984), Lotus (1985-1987), McLaren (1988-1993) ve Williams (1994) takımlarında yarışmış, 34 yaşında ölmeden önce üç kez Formula 1 şampiyonluğu kazanmış, ünü Formula 1 sınırlarını aşmış, özellikle ülkesi Brezilya’da efsanevi bir halk kahramanına dönüşmüş olan Senna’nın, yarış odaklı yaşam öyküsündeki dramatik malzemeyi Asif Kapadia’nın ve senaryo hanesinde adı geçen Manish Pandey’in en iyi biçimde değerlendirdiği söylenebilir. Film, bazı biyografi beklentilerinden biraz farklı biçimde Senna’nın doğumundan, çocukluğundan, okul hayatından sekip kendini şişirmeden direk Senna’nın adını ilk kez ciddi biçimde duyurduğu 1978’deki karting şampiyonasından başlıyor. Çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi, saf yarışçılığı, saf mücadeleyi öğrendiği, kazanana para verilmediği, bu yüzden para ve politikaların olmadığı gerçek yarışçılığı buradan öğrenmiş olduğu gerçeği onu daha farklı bir konuma yerleştiriyor.
Lotus takımında parlaması, ardından beş parlak yıl geçireceği McLaren takımına geçmesiyle dünyaca ünlü bir yarışçıya, bir fenomene dönüşmesini adım adım izleyen film, Senna’nın çocukluğuna, özel hayatına ait önemli şeyleri birkaç cümle ve görüntüyle geçiştiriyor görünüyor. Aslında Senna’nın yarışçı kimliği dışında kalan şeylerle gereksiz duygu sömürüsü yapmamaya, şan, şöhret ve paranın getirdiği ufak tefek değişimlerin Senna’yı etkilemediğinin altını çizmeye çalışıyor. Gerçekte alçakgönüllü, utangaç, yardımsever bir kişilik olduğu için de bu tip şeylerin altının fazla çizilmesine gerek kalmıyor bir yerde. Özellikle memleketi Brezilya’nın o dönem içinde bulunduğu son derece zor ekonomik şartlarda halkın en büyük moral kaynağı olması, sokaktaki insanın da dediği gibi “Brezilya’nın başına gelen en güzel şey” addedilmesi, başarılı bir sporcu profilinin yanına iyi bir insan tanımının da eklenmesini sağlıyor.
Senna belgeseli, bir yıldızın yükseliş öyküsünü anlatırken, elindeki arşiv malzemesinin genişliğini en iyi biçimde kullanmasıyla dikkat çektiği gibi, birçok belgeselde rastladığımız anlatıcı konumundaki insanların konuşurkenki görüntülerini değil, sadece seslerini ve isimlerini ekrana yansıtarak temposunu yitirmiyor. Anlatıcıların görüntüsünün ekrana yansımasında olumsuz bir taraf yok tabiî. Fakat sözkonusu bir yarışçı ve onun heyecan dolu yarışlarından derlenmiş gerçek arşiv görüntülerinden, pilot kabini çekimlerinden, farklı ruh hallerini yansıtan yüz ifadelerine yakın girmiş kadrajlardan oluşunca kurgu ve gerçek arasındaki çekicilik daha da artıyor. Formula 1 gibi dünya çapında popüler bir organizasyonun neredeyse her saniyesinin filme alınmasının sağladığı avantajı Asif Kapadia’nın değerlendiriş biçiminde hazıra konma hissine de kapılmak mümkün. Ama belgeseli çekilecek bir kişi veya olayın arşiv görüntülerinin fazlalığı, yönetmene her zaman avantaj sağlar diye bir yargı da geliştirilmemeli. Zira o görüntülerin seçimi ve kurgusunu dramatik hale getirmek de çok önemli bir belgesel beceri gerektiriyor. Kapadia’nın kapasitesi de kendini burada belirginleştiriyor.
Üç dünya şampiyonluğu kazanmasına rağmen o günlerde yaşadığı yarış heyecanını sessiz sakin, ama hissedilir biçimde yaşadığı görülen Senna’nın etrafı başka sorunlarla da çevrili. En önemli rakibi olan sevimsiz Fransız pilot Alain Prost’un kıskançlığı, aynı sevimsizlikteki dönemin FIA başkanı Jean-Marie Balestre’nin yanlı tutumu ve alıştığı sürüş tekniğini olumsuz yönde etkileyen fren basıncı ile süspansiyonu ayarlayan anti-patinaj sistemine getirilen yasak, Senna’nın adaletsiz yarış kurallarına muhalif tavrını da yansıtan unsurlar olarak ortaya çıkıyor. Fakat Senna bu tavrını rakiplerini rencide etmeden, polemik yaratmadan, çoğunluğun ortak paydada buluşabileceği mantıksal açıklamalarla dile getiriyor. Çünkü büyük paraların döndüğü, insanların birbirlerinin ayağını kaydırmak için fırsat kolladığı bu kurtlar sofrasında dürüst kalabilmek için en büyük erdemin kişiliğinden ödün vermemek olduğunu, hayatının ve yarış kariyerinin her döneminde gösterdiği mütevaziliğiyle kanıtlıyor.
Geçirdiği trajik kazanın ardından yaşanan şok ve sonrasındaki dramatik cenaze töreni, hayati tehlikesi en fazla sporlardan biri olan araba yarışlarının tam olarak hangi amaca hizmet ettiğini de sessiz sedasız sorgulatan tarifi güç bir öfke/hüzün dalgası yaratıyor. Tabiî bu sorgulatma duygusu, benim gibi Formula 1 yarışlarına en ufak bir ilgisi olmayanlar için çok daha belirgin bir durum. Kendinizi Senna gibi azimli, dürüst, yardımsever, temiz, sevimli, naif bir kişiliğin ne uğruna canından olduğuna kafa yorarken buluyorsunuz. Verdiği röportajlar sayesinde aslında direksiyon salladığı yol hakkında kendi ağzından çeşitli mesajlar içeren bir şeyler duyma fırsatını bir nebze elde ediyoruz. Bunların en etkili olanlarından biriyse şu cümlelerde saklı:
“Öğrenme sürecimin yavaşladığını hissedersem mutsuz olurum. Bunu sadece kariyer ve yarışçılık açısından değil, insan olarak da söylüyorum. Pilot olarak öğreneceklerimden çok insan olarak öğreneceklerim var. Kariyerim daha uzun süre devam etmeyebilir. Ama umarım hayatım uzun sürer.”
14 Aralık 2011 Çarşamba
Rogue (2007)
Yönetmen: Greg Mclean
Oyuncular: Radha Mitchell, Michael Vartan, Sam Worthington, Caroline Brazier, Celia Ireland, John Jarratt, Heather Mitchell, Robert Taylor, Mia Wasikowska
Senaryo: Greg Mclean
Amerikalı gezi yazarı Pete, yeni hazırlayacağı yazısı için Avustralya’nın kuzeyinde küçük bir turistik tekne ile nehir turuna çıkar. Bir yardım çağrısı duyduğunu sanan tekne rehberi Kate, teknedeki turistlerle birlikte çağrı sandığı işareti anlamak için rotayı değiştirir. Ama büyükçe bir timsahın saldırısına uğramaları tekneleri parçalanır ve bir kaya parçasına sığınırlar. Nehrin suları gün batımına doğru yükselmeye başlayınca bu bir grup insan için korku dolu saatler başlar. Çünkü timsah, bu kara parçası üzerindeki insanları kendi yiyecek deposu gibi gördüğünden vazgeçmeye niyeti yoktur.
2005 yılında Wolf Creek adında yine Avustralya kırsalında geçen bir bağımsız slasher’a imza atan Greg Mclean, bu kez de klasik bir canavar timsah hikayesiyle geri dönüyor. Bu yapımların alışıldık giriş, gelişme ve sonuç rotasından neredeyse hiç sapmayan film, Jaws devam filmleri, piranha, anakonda vs. türü ıslak gerilimlerden farklı ve yeni hiçbir unsur barındırmıyor. Hatta bunların çoğundan bile gerilim yönünden daha zayıf denebilir. Her ne kadar yine alışıldık bir sapık dehşetine maruz kalan üç genç konulu Wolf Creek ile türdaşlarını fazlaca çağrıştırsa da, bence yarattığı açık alan gerilimi ve gizemi ile çok daha sağlam bir duruşu vardı.
Amerikalı gezi yazarı Pete, yeni hazırlayacağı yazısı için Avustralya’nın kuzeyinde küçük bir turistik tekne ile nehir turuna çıkar. Bir yardım çağrısı duyduğunu sanan tekne rehberi Kate, teknedeki turistlerle birlikte çağrı sandığı işareti anlamak için rotayı değiştirir. Ama büyükçe bir timsahın saldırısına uğramaları tekneleri parçalanır ve bir kaya parçasına sığınırlar. Nehrin suları gün batımına doğru yükselmeye başlayınca bu bir grup insan için korku dolu saatler başlar. Çünkü timsah, bu kara parçası üzerindeki insanları kendi yiyecek deposu gibi gördüğünden vazgeçmeye niyeti yoktur.
2005 yılında Wolf Creek adında yine Avustralya kırsalında geçen bir bağımsız slasher’a imza atan Greg Mclean, bu kez de klasik bir canavar timsah hikayesiyle geri dönüyor. Bu yapımların alışıldık giriş, gelişme ve sonuç rotasından neredeyse hiç sapmayan film, Jaws devam filmleri, piranha, anakonda vs. türü ıslak gerilimlerden farklı ve yeni hiçbir unsur barındırmıyor. Hatta bunların çoğundan bile gerilim yönünden daha zayıf denebilir. Her ne kadar yine alışıldık bir sapık dehşetine maruz kalan üç genç konulu Wolf Creek ile türdaşlarını fazlaca çağrıştırsa da, bence yarattığı açık alan gerilimi ve gizemi ile çok daha sağlam bir duruşu vardı.
Oysa Rogue, finaldeki uzun ve karanlık mağara sekansı dahil gerilim yaratmaktan, karakter geliştirmekten ve bana göre Wolf Creek’in klişeden ufak çapta da olsa bir fark yaratma becerisinden çok uzak. Böyle olunca Wolf Creek’te de gördüğümüz aralara serpiştirilmiş Avustralya doğası ile bezeli estetik görüntülerin de bir anlamı kalmıyor. Kariyerinde gayet iyi yapımlar bulunan Avustralyalı oyuncu Radha Mitchell’ın varlığı da olsa olsa filmin şeref sayısı olur. Fakat ilk filmi ile şahsen beni umutlandıran bir başka yönetmenin daha böylesi zayıf bir filme adını yazdırması üzücü. Hele de afişe "Wolf Creek'in yönetmeninden" cümlesi hiç yakışmıyor.
11 Aralık 2011 Pazar
Drive (2011)
Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Oyuncular: Ryan Gosling, Carey Mulligan, Bryan Cranston, Albert Brooks, Ron Perlman, Oscar Isaac, Christina Hendricks, Kaden Leos
Senaryo: Hossein Amini, James Sallis
Müzik: Cliff Martinez
Gündüzlerini kendine çeşitli işler ayarlayan Shannon’ın (Bryan Cranston) tamirhanesi ile aksiyon filmleri dublörlüğü yaptığı setler arasında geçiren, geceleri ise yine Shannon’ın önayak olduğu bazı soygunlarda şoförlük yapan isimsiz sürücünün (Ryan Gosling), tek çocuğuyla yaşayan güzel komşusu Irene (Carey Mulligan) ile olan isimsiz ilişkisini izlediğimiz Drive, James Sallis’in kitabından İranlı senarist Hossein Amini’nin senaryosunu yazdığı, Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü kazanan Danimarkalı Nicolas Winding Refn’in yönettiği başarılı bir suç dramı. Bu isimsiz ilişkinin içine Irene’in hapisten çıkan başı belâdaki kocası Standart ve onu borcuna karşılık soygun yapmaya zorlayan mafya girince bir suç filmi için gereken tüm malzeme hazır hale geliyor. Müthiş Pusher üçlemesinin ardından Bronson gibi sert ve stilize bir film ile yönetmenlik becerisini ülkesi dışına taşıyan Refn, Drive ile şimdi de Amerika’yı keşfe çıkıyor.
Amerika’yı keşif benzetmesi boşuna değil. Anlatım olarak o dili konuşmak adına şık bir 80’ler, Tarantino, Scorsese, western, neo-noir kolajı meydana getiriyor. Bu kolaj parçacıklarının eğreti durmaması için karışık olmayan, hatta mümkün olduğunca basit bir suç öyküsüne ve kıvrak yönetmenlik becerilerine ihtiyaç doğuyor. Böylece Refn’in Pusher sonrası tarz arayışında özellikle Bronson ile kazandığı ivme Drive ile son şeklini almış görünüyor. Drive’ın hikâyesi üzerine söylenecek, karakterler ve aldıkları pozisyonlar üzerine derinlemesine analizlerde bulunulabilecek gerçekten pek fazla şey yok. Olay akışı sürprizsiz. Çünkü sözü edilen ve edilmeyen birtakım geleneklerin bir araya getirilmesinden sonra Refn’in kendi tercihleri sonucu bu basit hikâyeyi dramatize edişindeki stil becerisi, gözalıcı oyuncu kadrosu ve şahane müzikleri filmin konu ve senaryo basitliğinin çok önünde seyrediyor. Tüm bu artılar yanında bir de orijinal hikâye beklentisi fazla lüks kaçmıyor aslında. Zira eldeki malzemelerin kalitesine ve o kalitenin işleniş biçimine rağmen sofradan doymadan kalkmış gibi hissedebiliyorsunuz.
Drive benim izlediğim beşinci Nicolas Winding Refn filmi. Henüz izlemediklerimi bilemeyeceğim ama kendisinin Drive’a gelene kadarki anti kahraman yaratmada veya yaratılmış olanı perdeye aktarmadaki ustalığı uzun uzun tartışılabilir nitelikte. Pusher üçlemesinin üç baş karakterlerini oluşturan Frank, Tonny, Milo ve İngiltere yapımı Bronson’da ise Michael Peterson bu Refn filmlerinin hemen her sahnesinde nefes kesiyorlardı. Seyirciyi o bedene hapseden öfkeleri, hataları ve diken üstündeki ruh halleri filmin geri kalan her şeyini ikinci ve sonrası plânlara atıyordu. Drive’daki isimsiz sürücü de görünüş olarak Refn’in bu vizyonuna yakın bir potansiyel barındırıyor. Etrafındaki suç çemberinin giderek daralması ve finale doğru bu çemberin patlaması elbette beklenen bir şey. Ama sözünü ettiğim dört Refn filmindeki “finalsiz” tavrın kazandırdığı Avrupai gizem, Drive’da yerini “finalli” (her ne kadar öyle gözükmese de!) bir Amerikan sonuna bırakıyor. Sürücünün geçmişi hakkında bilgilendirilmiyoruz. Ama gerek yüz ifadesinden, gerek vücut dilinden, gerekse Irene ve çocuğunu sahipleniş biçiminden mutlaka kayda değer şeyler yaşadığı çıkarımında bulunabileceğimiz bir iklim yaratıyor Refn. Ne var ki bu iklim filmin selâmeti için yeterli midir o da tartışılır.
Benim izlediğim Nicolas Winding Refn filmlerindeki suç batağına saplanmış karakterlerin ortak özelliklerinden biri de bencil oluşlarıdır. Yaptıkları ve yapacaklarının kendi paçalarını bir şekilde kurtarmak olduğunu anlarız. Elbette hepsi daha iyi bir hayatı arzularlar. Ama bunun için donanımlı değillerdir. Sistemle, kanunlarla, kadınlarla nasıl geçineceklerini bilemezler. Karizmatik yanları vardır ama çoğu zaman sevimsizdirler. Oysa bizim sürücümüz bu özellikleri pek taşımaz. Sanki iyi eğitim görmüş bir ajan eskisi gibi kötülüklere karşı hazırlıklıdır. Sevdiği dostu ve patronu Shannon’ın ayarladığı bazı soygunlarda rol almıştır ama bu soygunlarda araba sürmek dışında uyuşturucu kullanmak, alıp satmak, adam öldürmek, kadın dövmek gibi (Blanche’a attığı tokadı saymazsak) bir kötülüğü yoktur. Üstelik Irene ile oğluna karşı sevecen ve korumacı davranır. Hatta bu durumu daha da ileri götürerek Irene’in işe yaramaz kocası Standart’ın mafyaya borcunu ödemesi için zorlandığı soyguna şoför bile olur.
Burada Refn’in tipik Amerikan sahipleniciliğine haiz gizemli, yakışıklı, fedakâr iyi adamını görürüz. Aslında şahsen pek de görmek istemediğim, çünkü benzerlerini Amerikan sembolü olmuş pek çok kişiden defalarca gördüğüm için görmek istemediğim bir kahraman ortaya çıkmış. Refn gibi özgün bir yönetmenin Avrupa dışına çıktığında baş karakterine ve onun içinde yer aldığı filmine fazladan Transporter, Pulp Fiction, Goodfellas vs. eklemeleri ya da kısa omuz atışları yapacağına pek ihtimal vermiyorsunuz. Göze sokulan akrep olgusu, kendi gecesine dublör olmuş bir adamın, gündüzleri dublörlük yapıyor olması, hoşlandığı kadının gönlünü adım adım fethetmesi pek orijinal hamleler sayılmaz. Herşeye rağmen Drive kendine ruh sağlamayı bilen bir film. Birini çekiçle tehdit ederken şaşırtıcı biçimde tuhaf bir kabare ambiyansı yaratan, bir kavga sahnesinde sadece yere düşen gölgeleri izleten, asansör sahnesinde etkileyici bir romantizm zirvesinden koruma içgüsünün vahşiliğine dönen ve başka fikirlerini düz biçimde çekmemeye özen gösteren Refn, içeriği çok güçlü olmayan filmini bu tip kestirme yollarla kendine bağlamasını biliyor.
Ryan Gosling ve Carey Mulligan gibi ışığı olan iki oyuncunun çarpıcı kimyası filme yansısa da, Gosling’in karakterini iyi özümsemiş naif, gizemli, heyecanlı ve öfkeli ruh hallerini aktarma becerisi yanında Mulligan’ın hemen her sahnesinde yüzündeki gülümseme ifadesinin de yarattığı vasatlık seziliyor. Filmin performans olarak en fazla yükseldiği anlar ise Breaking Bad ile üç Emmy ödülü kazanmış Bryan Cranston ve tecrübeli aktör ve yazar Albert Brooks’un sahneleri oluyor genelde. Kötü adamlığı kendine yakıştıran usta oyuncu Ron Perlman, 2013 yılındaki Coen kardeşlerin Inside Llewyn Davis projesinde başrol şansı yakalayarak gelecekte adından daha fazla söz ettirecek Guatemala kökenli Oscar Isaac ve filmdeki fonksiyonu bir türlü anlaşılmayan Christina Hendricks filmin künyesindeki diğer isimler. Bir diğer başrol ise filmin atmosfer yaratan sahnelerinin gücüne güç katan, hatta bazen o sahnelerin önüne geçip kendi atmosferini kendi yaratan müzikleriyle Cliff Martinez. Sonuç olarak Drive belki Nicolas Winding Refn’in en iyi filmi sayılmaz. Ama Avrupalı bir yönetmen olarak örneklerini sıkça gördüğümüz diğer Avrupalı yönetmenlerin Amerika’da yaşadığı hüsranı yaşamayacağı, yeteneğini çok fazla sorgulatmayacağı iyi bir film çekmiş diyebiliriz.
7 Aralık 2011 Çarşamba
Tomboy (2011)
Yönetmen: Céline Sciamma
Oyuncular: Zoé Héran, Malonn Lévana, Jeanne Disson, Sophie Cattani, Mathieu Demy
Senaryo: Céline Sciamma
Babası, hamile annesi ve küçük kızkardeşiyle birlikte yeni bir daireye taşınan 10 yaşındaki Laure, fiziki görünümünün de etkisiyle kendini bu yeni muhitteki çocuklara Michaël adlı bir erkek olarak tanıtır. Çocuklar onun bu durumunu anlamaz, hatta aralarından Lisa ondan hoşlanmaya bile başlar. Laure işin sonunu düşünmeden bu yalanı sürdürmek ister ama günler geçtikçe onun için gerçek çemberi daralmaya başlar. 1980 doğumlu genç yönetmen Céline Sciamma'nın yazıp yönettiği ikinci film olan ve Philadelphia, Torino, San Francisco gibi üç önemli Amerikan gay/lezbiyen festvali ödülleriyle birlikte Berlin Film Festivali'nden jüri özel ödülüyle dönen Tomboy, festival filmlerinin sade ama etkili minimalliğine sahip örneklerinden biri.
Laure'un cinsiyet tabanlı kimlik bunalımını sessiz bir anlatımla dile getiren Céline Sciamma, onun bir erkek gibi görünmek istemesini yargılamaktansa, onun çevresine böyle bir yalan söylemesinin ve bu yalanı sürdürmesinin sonuçlarına dikkat çekmeye çalışıyor. Böylece kolaylıkla istismar edilebilecek bir meseleyi sırf gay/lezbiyen hassasiyetlerine değil, kız-erkek farklılığına bakışıyla genele yönlendirebiliyor. Bunu yaparken zaten kısa olan süresini dakikalarca çocuk aktiviteleri izleterek harcadığını düşündürebiliyor. Ama orada da amacının Laure'un bir gruba (bu grup hem yeni bir çevre, hem de erkekler olarak beliriyor) dahil olma arzusunu nasıl yönlendireceğini tam olarak kestirememesinden kaynaklı bir masumiyete vurgu yapma olduğunu hissettiriyor. Bu çıkarımımı ise tamamen Laure'u canlandıran Zoé Héran'ın manalı yüz ifadesinden faydalanmasını bilen Sciamma'nın yakaladığı konuşan yüz ifadelerine dayanarak yapmaktayım.
Laure'un erkek gibi davranması sonucu sebep olduğu sorunların çözümü için onun kandırdığı çocuklarla yüzleşme cezası da gayet anlamlı. Burada onun kız olduğu için değil, bunu gizleyip yalan söylediği için cezalandırılması normalliği, gay/lezbiyen ötekileştirmesinden farklı bir okumaya sahip. Céline Sciamma'nın karakterini sömürmeyen, sadece yalan söylediği için sitemkâr davranan duyarlılığı, bireyin kendisine verilen cinsiyetin tam karşısında bir konum belirlemesi normalliğine de sahip çıkar nitelikte. Bu normalliğin yalan söylemek gibi kötü bir davranış biçiminden ayrılması gerektiği noktasıyla kıvrak bir dramatik ikilem yarattığı da söylenebilir. O gizemi ve ruhu verebilmesi için Zoé Héran'ın seçilmiş ve iyi idare edilmiş olması, bu amaçların hedefine ulaşmasına yarar nitelikte. Onun yanında, çakma da olsa birdenbire çok arzu ettiği ağabeye sahip olmaktan şikayetçi olmayan ve Laure'un yalanına ortaklık eden sevimli küçük kardeş Jeanne'ın ve onu canlandıran Malonn Lévana'nın fonksiyonu da unutulmamalı.
4 Aralık 2011 Pazar
Stay (2005)
Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Ewan McGregor, Ryan Gosling, Naomi Watts, Bob Hoskins, Janeane Garofalo, Kate Burton, Elizabeth Reaser
Senaryo: David Benioff
Müzik: Asche & Spencer, Tom Scott
Bir ileri çağ metropolünü andıran atmosferiyle tekno-bunalım New York tasviri, Trainspotting emeklisi Ewan McGregor, Naomi Watts, Ryan Gosling, Bob Hoskins, Janeane Garofalo gibi itinayla seçilmiş kadro, Monster’s Ball, Finding Neverland gibi hiç beğenmediğim iki filmin (sonrasında Stranger Than Fiction ile durumu çok iyi toparlayan) Alman yönetmeni Marc Forster, ölümün kıyısındaki genç bir sanat öğrencisi şeklindeki konusu, sürpriz final, filmden önce gardımı almak için öğrenmiş olduğum taktiklerdi. Film benim için şu haliyle hiçbir çekicilik içermiyordu aslında.
Aşk, ölüm, sanat.. İşte bu üçlü bir filmi izletmeye ikna edebilir. Her ne kadar bu üçlünün sonuçlarının da garanti veremeyebileceği ihtimal dahili olsa da. İşte tam o sırada devreye elektrik giriyor. Bende şöyle bir durum var: Bazı filmler (popüler ya da vizyon filmleri olmuyor genelde) kimi zaman afişiyle, kimi zaman oyuncuları, kimi zaman yönetmeni, konusuyla garip bir çekicilikle beni çağırır. Bu 10 kişiden 9’una olan bir şeydir diye düşünebilir ve haklı olabilirsiniz. Ama bu çekicilik üzerine izlediğim 10 filmden 10’u da beni yanıltmadı. Bu 10 kişiden kaçında gerçekleşen bir orandır? Hatta hakkında yukarıdaki kadar bilgi sahibi olmadığım halde, yani tam kapalı kutu diye düşündüğüm filmler bile, sırf o çekicilikleriyle beni çağırdılar. Bu spiritüel bir safsata olarak düşünülmesin, burada “deprem olacağını önceden hissettim” veya “onun öleceğini rüyamda gördüm” türü bir tuhaflıktan bahsetmiyorum. Bu son derece normal ve çoğumuzun da sahip olduğu kişisel bir his. Beni Stay’e çağıran iki unsur oldu: Panic Room dönemlerinde David Fincher’in bir zamanlar senaryoyla ilgilendiğini okumam ve Ryan Gosling’in filmden alınma bir resmi.. O stabil ama yine de hüzün dolu yüz ifadesini bir yerlerden tanıyorum. Bu çağrı üzerine filmi izlemeye koyuldum.
New York’tayız. Pisikiyatrist Sam Foster (McGregor), zamanında intihardan kurtarıp evlendiği ressam eşi Lila (Watts) ile birlikte bir yaşam sürmekte. Bir gün ortağından devraldığı bir hasta olan genç sanat öğrencisi Henry Letham (Gosling)’dan çok etkilenir. Henry, olacakları önceden tahmin edebilen, depresif ve gizemli bir tiptir. Aralarında babasının da olduğu, gördüğü bazı insanları sadece sima olarak önceden tanımaktadır. Ama o insanlar Henry’yi ilk kez görmektedirler. Sam’e, hayranı olduğu ressamın 21. yaşgününde intihar etmesinden esinlenerek, Cumartesi geceyarısı intihar edeceğini söyler. Çünkü o gece de Henry’nin 21. doğumgünüdür. Henry’yi takibe alan Sam, gittikçe Henry’nin sırlarla dolu dünyasına doğru çekildiğini fark eder. Yeterince ilgi çekici sayılabilecek bu hikaye New York’lu David Benioff tarafından yazılmış.
Film ilerlerken, “kim bu Letham” sorusunu sormaktan, Sam Foster gibi bitap düşüyoruz. Ama bir yandan da bu bitaplığı sineye çekiyor, kalkıp son bir gayretle filme asılıyoruz. Son bir gayretle! Bu sonlar uzadıkça hikayenin tam bir deli saçmasından ibaret olduğu fikri uyanarak, yarı yoldan geri dönme tehlikesi de barındırdığı söylenebilir. Bazıları bu söylediğime “sıkıcılık” derler. İtiraf etmeliyim, bu tuzağın kıyısından döndüğüm oldu. Ama o kadar çok birleştirilmesi gereken parça çıktı ki önüme, bunların bir manası olmalı diye düşündüm. Malum, manasız parçalardan birşey çıkardığınız vakit New York çevrelerinde “sanatçı” etiketi ve dokunulmazlığı kazanıyorsunuz.
Genelde uyarlama senaryolara el atan, şu sıralar Game Of Thrones senaryolarıyla izlediğimiz David Benioff'un kendi senaryosu ve yönetmen Marc Foster'ın yarattığı gizemli, biraz da masalsı atmosfer, hikâyenin muğlaklığa sonuna dek sahip çıkan rotasıyla ilgiyi koparmıyor. Zaten yerden fazla havalanmadan o masalsı halini uzun süre hissettirmiyor. Özellikle de dramatik finaliyle yakaladığı ivme filmin gerçeklikten fanteziye uzanan, nihayetinde her ikisinin karmasından oluşan bir tümevarıma işaret ediyor. Ewan McGregor ve Naomi Watts filmin sahip olduğu yoğunluğu taşıyabilecek nitelikte oyuncular olduklarından o cephede herşey normal. Ama son yıllarda haklı olarak popülaritesi hızla artan Ryan Gosling'in ilk dönem filmlerinden olan Stay'deki normalin üzerine çıkan hüzünlü oyunu, filmin ilginç konusundan ve onun perdeye aktarılış biçiminden sonraki en büyük artısını oluşturmakta.
Final sekansını spoiler vermeden anlatmak biraz zor. Spoiler vermek ve almaktan hoşlanmam. Merak eden izlesin, anlamazsa spoiler veren bir yer mutlaka bulunur. Ama bu kadar yazdıktan sonra spoilersız bir şeyler söylemek gerek. Bu öyle bir final ki, tüm soruları cevapladığı gibi, cevaplanmadığını hissettiklerimizi de ikinci, belki de üçüncü izleyişte cevaplayacakmış gibi duran, karmakarışık eden, donduran bir son. O malum ihtimallerden birini, finale bu kadar planlı programlı, bu kadar kurnazlıkla (aslında kurnazlık yaptığı da söylenemez) taşıyan filmlerin hepsi şu an birer klasik. Stay’in klasikleşmesi kimi sebeplerden zor gözükse de, benim nazarımda, onunla gözgöze geldiğim vakit, zamanında beni bir filme inanmama uçurumundan kurtaran eski bir dostu hatırlayacağım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)