28 Haziran 2024 Cuma

Albert Nobbs (2011)


Yönetmen: Rodrigo García
Oyuncular: Glenn Close, Janet McTeer, Mia Wasikowska, Brendan Gleeson, Aaron Johnson, Pauline Collins, Bronagh Gallagher, Maria Doyle Kennedy, Jonathan Rhys Meyers, Brenda Fricker
Senaryo: István Szabó, Gabriella Prekop, John Banville, Glenn Close
Müzik: Brian Byrne

George Moore’un kısa hikâyesini ünlü Macar sinemacı István Szabó’nun genişlettiği, Macar Gabriella Prekop, İrlandalı John Banville ve filmin başrol oyuncusu Glenn Close’un birlikte senaryo haline getirdiği Albert Nobbs, televizyon dünyasının en özgün işlerinden olan In Treatment’a yapımcı, senarist ve yönetmen olarak emek vermiş, aynı zamanda birkaç vasat Hollywood filmi de çekmiş Kolombiyalı Rodrigo García’nın çektiği başarılı bir dönem dramı. 19. Yüzyıl İrlanda’sında bir otelde uzun zamandır kadın olduğunu gizleyerek şef garsonluk yapan Albert Nobbs’un, bir gün otelin bir bölümünü boyamak için gelen ve kendisi gibi kadın olduğunu saklayan Hubert Page ile tanışmasını konu alan film, bu iki kadının birbirleriyle adım adım kurdukları dostluktan dokunaklı bir kimya yaratıyor. Bu kimyayı ekonomik biçimde çok olumlu yönde kullandığı gibi, zemini çok müsait olduğu halde klişe duygu sömürülerine prim vermeyen bir olgunlukla naif kalmayı beceriyor.

Dönem şartlarının işçi sınıfına getirdiği zorluklar bünyesinde kadın olmanın ekstra yükünü taşımaktansa, erkek kılığına girerek toplumda iş ve sosyal statü kazanma avantajı elde eden benzer karakterlerin hikâyelerinden farklı olarak, Albert Nobbs’un çok daha sıradan ve bu sayede gerçekçi gerekçeler öne sürdüğü görülüyor. Bir kere hem Albert’ın, hem de Hubert’ın erkek kılığında, erkeklere ait olduğu düşünülen işlerde çalışıp hayatlarını sürdürüyor olmalarının altında tipik “ezilen kadın” feminizmi çok fazla öne çıkmıyor ki, bu hikâyenin belki de en orijinal noktası bu. Albert ve Hubert’ın farklı hikâyeleri sonucunda öğrendiğimiz, onların değişik sebeplerle kendilerini bir anda karşı cins konumunda bulmaları, bu konumu kendi çıkarlarını zedelememek, mutlu bir evlilik, başarılı bir iş hayatı ve huzurlu bir yaşam hayallerini gerçekleştirebilmek uğruna sürdürerek, ait olduklarını hissettikleri gerçek cinsel kimlik bünyesinde varoluşlarını keşfetmeleri.


Özellikle Albert’ın geçmişte yaşadığı acı tecrübe sonrası bir cinsel konum belirlemesi her ne kadar ona haklı olarak olmazsa olmaz “ezilen kadın” karakteri yüklüyor olsa da, aslında filmin geri plânda vurgusunu yaptığı şey “ezilen birey” fikri. Zira Albert’ın geçmişine yapılacak flashbacklerle ya da dozu abartılmış dramatik sahnelerle karakterin suistimal edilmesi çok kolayken, film bunu daha ılımlı fakat yine de gücü yerinde bir üslupla ifade ediyor. O dönemlerde kadınlar da çalışma hayatında aktif, erkekler de basit bir sakarlık yüzünden işten kovulabiliyor. Sınıfsal farklılık, cinsel farklılıktan daha önde resmediliyor. Şımarık üst sınıfın, hizmetçiyi bacak kadar bir çocuğun önünde bile hareketsiz kılan sözde görgü kurallarıyla bunalttığı alt sınıf bireyinin cinsiyeti o kadar da önem arz etmiyor. Kısacası film, takındığı temkinli tavırla hem alt sınıfa, hem de alt sınıf kadınına eşit mesafede durarak bir taşla iki kuş vuruyor.

İki otel işçisi olan Helen ve Joe’nun sözde aşkları, çıkarcı erkek – teslimiyetçi kadın düzleminde esasen filme kadın yanlısı – erkek düşmanı bir tondan daha önce, Albert’ın saflığına, fedakârlığına ve duyarlılığına dokunarak hizmet ediyor. Bunun yanında Albert ve Hubert’ın kadın kıyafetleri giyerek sokağa çıkmaları, Albert’ın kendi cinsel kimliğine ait o kıyafetler içindeki tedirginliği, hatta sahilde özgürce koşarken takılıp düşmesi, kendi özüne yabancılaşmış bir kadının konumunu çok iyi yansıtan örneklerden biri. Güzel bir gelecek hayalleriyle işini en iyi şekilde yapmaya çalışan Albert’ın Hubert ve onun sıra dışı evlilik pozisyonundan etkilenerek Helen’e yakınlaşması güzel bir fikir olsa da, Albert ve Helen arasında -tek taraflı da olsa- bir çekim yaratması, bu çekimi de filmin ilk bir saatine ufak ufak yayması gerekirdi. Yine de Albert’ın evlilik düşüncesine ısınmaya başladığında yakınında buna en uygun kişinin Helen olması filmi dağıtmıyor.


Senaryoya katkıda bulunan, filmin yapımcılarından biri olan ve başrolü üstlenen Glenn Close’un Oscar adaylığı da kazanan Albert Nobbs performansı, oyuncunun kariyerine parlak bir halka daha ekleyen türden. Yine Oscar adaylığı alan Janet McTeer’in Hubert Page yorumu da oldukça etkileyici. Aynı filmde biri hassas ve savunmasız, diğeri güçlü ve soğukkanlı iki erkek kimliğine bürünmüş kurgu kadın karakterler izlemenin ilginçliği yanında, bu iki oyuncunun filmin ruhunu oluşturan oyunculuklarını izlemek ayrı bir keyif. Albert Nobbs, Oscar adaylıklarından biri olan makyaj işçiliğiyle, dönemin ruhunu sade biçimde yansıtan kostümleriyle, iç ve dış alan çekimleriyle de hüzünlü ve umutlu bir dram.

15 Haziran 2024 Cumartesi

La mesita del comedor (2022)

 
Yönetmen: Caye Casas
Oyuncular: David Pareja, Estefanía de los Santos, Josep Maria Riera, Claudia Riera, Eduardo Antuña, Gala Flores
Senaryo: Cristina Borobia, Caye Casas
Müzik: Esther Méndez

Jesús ve Maria, ilişkilerinin zor bir dönemini atlattıktan sonra bir erkek bebek sahibi olmuş, yeni bir eve taşınmış, yepyeni bir başlangıç yapmış orta yaşlı bir çifttir. Alışverişe çıktıkları bir gün Jesús, mobilyacıda bir kahve masası görür ve almak ister. Maria bu masayı hiç beğenmeyip karşı çıksa da Jesús masayı alır, eve getirir ve kurar. Her ikisi de bu masanın onların hayatını toptan değiştireceğinden habersizdir. Cristina Borobia ve Caye Casas'ın yazıp, kısa filmleri uzunlardan fazla olan Casas'ın yönettiği La mesita del comedor (The Coffee Table) hakkında bu özet kadarını bilmemiz, hatta bu özeti de bilmeden başına oturmamız, filmden alacağımız zevki daha da arttıracaktır. Gerçi "zevk almak" sözü bu film için ne kadar doğru tartışılır. Filmin tamamına bakınca kısa film olarak da gayet vurucu bir iş olabilecek iken 1,5 saatlik uzun metrajın çok iyi kurgulandığı söylenebilir. Trajik kırılma noktasından önce mobilyacıda, sonra da apartmanda komşuları olan kadın ve 12 yaşındaki kızı Ruth ile olan sahnelerdeki bir miktar uzatılmışlık, filmin belki de ilk başta kısa film olarak tasarlanmış olabileceğini düşündürüyor. Özellikle de Jesús'a aşık küçük Ruth'nın şantaja varan iftiracılığından üretilen aks, her ne kadar finalin boğucu etkisine bir miktar katkı sağlasa da, Ruth sanki hiç var olmamış gibi senaryodan çıkarılsa pek bir şey fark etmeyebilirdi. Yine de gereksiz bir uzunluktan söz edilemez. Zira filmin çok daha vurucu bir trajedisi var.

Baştaki mobilya mağazası sekansı ve kısa market sahnesi dışında tamamı Jesús ve Maria'nın dairesinde geçen film, sözünü ettiğimiz trajediyle eline öyle bir koz geçiriyor ki, bir korku filmi olmamasına rağmen son yılların en gerilimli, hatta korkunç filmlerinden biri haline geliyor. Kahve masasını almakta ısrar eden Jesús üzerinden olağanüstü bir gerilim şeması yakalayan senaryo, yönetmen Casas'ın bu şemayı acelesi olmayan bir tempoyla pratiğe dökme becerisiyle takdiri hak ediyor. Bu temponun sadece Jesús ve Maria üzerinden uzun soluklu olmayacağının bilinciyle, aynı gün yemeğe davet ettikleri Jesús'ın erkek kardeşi Carlos ve onun kız arkadaşı Cristina da bu gergin ortamın içine dahil ediliyor. Casas, film içinde en olmak istemeyeceğimiz yere, Jesús'un kafasına bizi peyderpey hapsettikçe o trajediden kaçmanın imkansızlığıyla apartman dairesi dar gelmeye başlıyor. Psikolojik gerilimin zirvelerinde gezindiğimiz bu anlar, filmin kendi iç kurgusunda olduğu kadar biz seyircilerde de adrenalin yükselmeleri yaratıyor. Bazı stilize gerilimlerde çok iyi çekilen kimi sahnelerin aslında rüya sahnesi olduğu ortaya çıkınca hevesimiz kaçar. Ancak bu filmde içine düşülen durumun çaresizliği o kadar boğucu bir hal alıyor ki, bunun bir rüya (daha doğrusu kabus) olmasına razı duruma gelebiliyorsunuz. Zaten filmin fikri, ihtimal dahilinde olan, dehşet verici şekilde gerçek bir açmazı bir güne sığdırma becerisiyle parlıyor. Üzerine daha fazla konuşulduğu takdirde sürprizini kaçırma tehlikesi olabileceği için bu deneyimi özellikle psikolojik gerilim seven seyircilerin kaçırmamasını önerelim.

La mesita del comedor'un bu senaryo ve yönetmenlik başarısı yanında bir diğer güçlü tarafı da iki başrol oyuncusunun etkileyici performansları. David Pareja (Jesús) ve Estefanía de los Santos (Maria) senaryo gereği içine düştükleri durumun farkındalığını ve habersizliğini çok iyi yansıttıkları gibi, filmin sunduğu psikolojik gerilim ruhuna çok hakimler. İkinci yarıda oyuna giren yan karakterler Josep Maria Riera (Carlos) ve Claudia Riera (Cristina), hatta küçük Ruth rolünde izlediğimiz Gala Flores bile göründükleri sahnelerde iyiler. Özellikle Estefanía de los Santos, bir korku filmine çok uyan yüz ifadesi ve oyunculuğuyla, bir korku karakteri olmasa bile Maria'yı benzersiz bir korku öğesi gibi canlandırıyor. Teknik olarak bir korku ve fantastik film olmamasına rağmen San Sebástian, Macabro, Grimmfest, HorrorFest International, A Night Of Horror gibi hepsi korku ve fantastik filmler konseptli festivallerden 20 ödül alan La mesita del comedor, korku/gerilim filmi diye ortalıkta gezinen birçok filmden daha korkunç, psikolojik gerilim yönünden çok daha vurucu bir yapım. Caye Casas, kilit sahnesini göstermediği halde bu sahneyi seyircinin kafasında sık sık canlandırmasına sebep olan bu boğucu atmosfer başarısıyla bile övgüyü hak ediyor. Normal sahnelerin tepesinde bile Azrail'in orağı gibi bekleyen korkunç gerçek yüzünden seyirciye bir an olsun rahat yüzü göstermiyor. Çözülme düzlüğündeki psikolojik sıkışma da aynı atmosfer bünyesinde yerini  "artık ne olacaksa olsun" teslimiyetine bırakıyor. Tüm bu unsurları göze alan seyirci için La mesita del comedor özel bir deneyim.

5 Haziran 2024 Çarşamba

Wild Roots (2021)

 
Yönetmen: Hajni Kis
Oyuncular: Gusztáv Dietz, Zorka Horváth, Éva Füsti Molnár, Viktor Kassai
Senaryo: Hajni Kis, Fanni Szántó
Müzik: Oleg Borsos

Araçla cinayete sebebiyet vermekten dört yıl hapis cezasına çarptırılan Tibi, hapisten çıktıktan sonra bir gece kulübünde fedai olarak çalışmaya başlamıştır. Kızı kazada öldüğü için onu suçlayan kayınvalidesi, torunu Niki'nin babasını görmesini yasaklamıştır. Yedi yıl ayrı kaldığı babasını merak eden 12 yaşındaki Niki bir gece onun çalıştığı kulübe gizlice girer ve babasının bir müşteriyle yaşadığı kavgaya tanık olur. Uzun zaman sonra kızını gören Tibi onu bırakmak istemez. Ama kalıcı bir işi, kalacak bir yeri bile olmadığı için bu o kadar kolay olmayacaktır. Hajni Kis ve Fanni Szántó'nun yazıp Hajni Kis'in yönettiği Külön falka (Wlid Roots), her ikisi de hayatlarında farklı sorunlarla boğuşan bir baba-kızın bu olumsuzluk ve zorluklar içinde taze bir başlangıç yapmaya çalışma hikayesi. Film, özellikle baba ile kızının yıllar içinde birbirlerini ne kadar özlediklerini küçük ama etkili dokunuşlarla anlatma becerisiyle öne çıkıyor. Senaryo olarak benzerlerine çokça rastlamış olabiliriz. Hayata tutunamamış bir ebeveyn ve hiç olmazsa bir ebeveyne sahip olmak isteyen bir çocuk. Birbirlerini bulduklarında, daha doğrusu Niki ilk adımı attığında her ikisinin de sevgi ve sığınma açlığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine iyi geldikleri, baba olma ve bir ebeveyne sahip olma duygularının rahatlatıcı etkileri hissediliyor. Film özellikle yıllar sonra birbirini bulma ve haklı olarak kaybetmek istememe duygularının bu paslaşmalarına yakın giriyor. Sözlere fazla ihtiyaç duymasa da, duyduğu anlarda hisleri sömürme niyeti taşımıyor.

Ne var ki hem Tibi, hem de Niki birbirlerinden ayrı geçirdikleri hayatlarında farklı sorunlarla boğuşuyorlar. Hapisten çıkan, bar fedailiği yapan, evli kardeşinin evinde kalan Tibi, bu sefil hayatıyla Niki'ye fazla bir şey vaat edemiyor. Yaşlı anneannesi ve yatalak dedesiyle oturan, okul hayatında akranlarıyla sorunlar yaşayan, ailesiyle ilgili arkadaşlarına sürekli yalanlar söyleyen Niki ise, artık yokluğunu hissetmek istemediği, elindeki sınırlı bilgileri izleyerek bulduğu babasını tanımak istiyor. Senaristler, kulüpte yaşanan kavganın yasal sürecini, Tibi'nin sefaletini, geçmişteki kazayla ilgili Niki'nin bilmediği gerçeği, yine Niki'nin okuldaki sorunlarını dikenli teller gibi baba-kız etrafına sararak bu kavuşmayı daha hassas ve değerli hale getiriyorlar. Basit konuşmalar, şakalar, bakışmalar, küsmeler, barışmalar ve dahasından oluşan süreç içinde baba-kızın birbirlerini keşfetme, yeni bir başlangıç yapma gayretlerini görüyoruz. Hayatlarında yaptıkları bazı yanlışlara rağmen Tibi ve Niki birlikteyken o kadar güzel ve iyi niyetli insanlar ki, beraber müzik dinleyişlerinde, yemek yeyişlerinde, okul çıkışı buluşmalarında, el ele tutuşup yürüyüşlerinde aralarındaki kimyanın ekrandan taşması en büyük artılardan. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz dikenli tellere yaklaştıkça irili ufaklı çizikler almaları kaçınılmaz hale geliyor. Doğal olarak bu çizikler bizi de etkiliyor. Mesela yeni bir çift spor ayakkabı bile Tibi ve Niki arasındaki ilişkinin çok yönlü okumalarına katkı sağlıyor.

Ülkesi Macaristan'daki ve bazı komşu ülkelerdeki festivallerden genelde En İyi Film ve En İyi İlk Film ödülleri kazanan Wild Roots, birbirlerini tekrar kaybetmemek, yeni bir başlangıç yapmak, iyileştirmek isteyen ve bunun için çabalayan baba-kız ilişkisinin sunacağı sınırlı iniş çıkışları iyi kullanan, doğallığını bir koz haline getirmeyi başaran dramlardan. Doğallık demişken iki başrolünden övgüyle bahsetmemek olmaz. Tibi rolündeki Gusztáv Dietz aslında profesyonel bir oyuncu değil, profesyonel bir dövüşçü ve bu da onun ilk filmi. Aynı zamanda Niki olarak izlediğimiz Zorka Horváth'ın da ilk filmi. Henüz ilk yönetmenlik denemesinde oyuncu bile olmayan iki başrolle çalışan Hajni Kis, onların ekranı çok iyi dolduran fiziksel görünümlerini hakkını vererek kullandığı kadar, abartısız performanslarını da ortaya çıkarmayı başarmış. Üstelik bu performanslar, çoğu profesyonelim diyenden bile daha iyi. Kis'in bu ikiliyi özellikle seçtiği, onların tecrübesizliklerinden elde edeceği performansı bilinçli olarak filme almak istediği ifade edilmiş. Bu oyuncu yönetme tercihi, kamera hareketlerindeki doğallıkla, mekan ve kadraj seçimleriyle birleştiğinde aslında hiç de ilk film gibi durmayan hacimli bir festival yapımı kimliği taşıyor. Bu hacmini büyük ölçüde hayatın içinden bir dramı abartı ve sömürüye fazla kaçmadan yansıttığı için elde ediyor. Empati de kurulunca özellikle kız babalarını ve babalarını özleyen kızları daha bir etkiliyor.