27 Ekim 2007 Cumartesi

Little Miss Sunshine (2006)


Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris
Oyuncular: Greg Kinnear, Toni Collette, Steve Carell, Alan Arkin, Abigail Breslin, Paul Dano
Senaryo: Michael Arndt
Müzik: Mychael Danna, DeVotchKa
 
Hoover ailesi, herbiri farklı aile birayleri ve takıntılarıyla normal bir Amerikan ailesidir. Kendisini takıntı derecesinde başarıya endekslemiş baba Richard, aile düzenini korumaya sağlayan anne Sheryl, savaş pilotu olana dek konuşma orucu tutan Nietzche hayranı ağabey Dwayne, küfürbaz, başına buyruk büyükbaba, iş ve özel hayatında hayalkırıklığı yaşayarak intihar girişiminde bulunmuş eşcinsel Frank Dayı ve Little Miss Sunshine güzellik yarışmasına katılma hakkı kazanmasıyla çılgına dönen dünya tatlısı, biraz kilolu ve zeki Olive.. Olive'in bu hayalini gerçekleştirmek için tüm aile külüstür sarı minübüslerine atlayıp Kaliforniya'ya doğru yola çıkarlar. Bu yolculuk sırasında yaşadıkları onları biraz daha birbirlerine yaklaştıracak, sürprizlerle dolu bir deneyim geçirmelerini sağlayacaktır.
 
Kazanmak, kaybetmek... Kazananlar, kaybedenler... Hayatımızda kazandığımız şeyleri, kaybettiklerimizle kıyasladığımızda nedense hiç tatmin olmayız. Pek bir şey kazanmadım ama çok şey kaybettim deriz. İnsanoğlunun doyumsuzluğu akıl almaz boyutlardadır. Dünyaları verseniz yaranamazsınız. Kazandıkları değil, kaybettikleri ön plandadır. Kazandığına veya sahip olduklarına şükretmek yerine, kaybettikleriyle duygu sömürüsü yaparak daha çok kazanmanın yollarını eşeler. Kendi kazandığı yetmezmiş gibi, başkalarının kazanmasından da zevk alır hale gelmiştir ki bunun altında da doğrudan veya dolaylı olarak kendi çıkarı yatmaktadır. Kazananların karşısındaki kaybedenleri umursamaksızın, iki tarafın mücadelesiden bencilce haz duyar. Böylece bireysel kazanma duygusu, kitlesel hatta ulusal bir hal almış olur. Spor müsabakaları bunun bir örneği. Hem bireysel, hem takım olarak kazanmanın sağladığı mutluluk tadına doyulmaz bir duygudur. Kendi kazandığı bir yana, başkalarının kazançlarından nemalanıp günü kurtarsa da, kendi gerçeğine geri dönmek zorundadır. Çünkü başkalarının kazandığı paranın, şanın, şöhretin, itibarın, yarışmanın, maçın ona verdiği geçici rahatlık, yerini gerçek dünyanın soğuk ve yağışlı iklimine bırakacaktır.

Güzellik yarışmaları, belki de yarışmaların en anlamsızı. Eline bir sihirli değnek verildiğinde ilk işinin dünya barışına katkıda bulunmak olduğunu söyleyen, sülün gibi salına salına yürüyerek, bel kırarak, göz süzerek yarışan ve hatta bu sayede para kazanan, bir avuç jürinin insafına kalan kaderleriyle oynanmasına izin veren bu güzel kızların kazanma anlayışları aslında insan evladının kazanma oburluğunun geldiği en çarpıcı noktalardan biridir. Güzel bir yüzü ve fiziği aptalca bir yarışma ile tescilleme ihtiyacı, genlerden gelen o kazanımı kayıp haline getirmiyor mu? İşte Little Miss Sunshine, 7 yaşındaki dünya güzeli küçük Olive’in (Abigail Breslin) hayatında yaşayacağı en etkili kazanım deneyimine yaptığı yolculuğu anlatan bir film.


Red Hot Chili Peppers, REM, Smashing Pumpkins, Janet Jackson gibi müzisyenlerin çeşitli kliplerinde imzaları bulunan Jonathan Dayton ve Valerie Faris çiftinin yönettiği Little Miss Sunshine, Olive’in katılacağı minikler güzellik yarışmasının adı.. Michale Arndt’ın yazdığı hikayede küçük Olive’den ibaret değil. Filmin açılışında kısa kısa gördüğümüz aile fertleri, bizi nasıl bir filmin beklediğinin sinyallerini veriyor. İnsanı heyecanlandıran sinyaller bunlar. Ailenin babası Richard (Greg Kinnear), hani şu bilgelikler yumurtlayan kişisel gelişim kitaplarından birinin yazarı. Onun kitabı 9 adımda kazanmanın sırlarını veriyor. Zaten onun kazanmakla ilgili kurduğu cümleler, sadece kendi ailesine değil, izleyene de sıkıcı gelmeye başlıyor:

“Hepimizin varlığının derinlerinde uyanmayı bekleyen bir kazanan vardır.”
“Kaybedenler kendinden vazgeçmiş insanlardır.”
“Şans, kaybedenler tarafından başarısızlıklara verilmiş bir isimdir.”
“Özür dilemek zayıflık belirtisidir.”
“İğneleme, kaybedenlerin sığınağıdır.”
“İğneleme, kaybedenlerin kazananları kendi seviyelerine çekme çabasıdır.”


Zaten kişisel gelişim kitaplarının bir çoğu da buna benzer sloganlardan beslenen, 8-10-20 maddeyle hayatın sırrını verdiğini sanan ukalalıklarla doludur. Sigarayı bırakmanın, zayıflamanın, kilo almanın, iş dünyasında tutunmanın veya Kemal Sunal’ın Dokunmayım Şabanıma filmindeki gibi kız tavlamanın maddeler halinde sunulması, bu kitapların yazarları ve yayımcıları tarafından ne tür bir haz içeriyor acaba? Sorsanız onlar bunu para için değil, “kaybedenlere” yardımcı olmak için yapıyorlardır. Kaybedenlerin sırtından para kazanmak, para icat olduğundan bu yana düzenli olarak yapılan bir faaliyettir zira.


Yarışmaya katılacak kızına ve intiharın eşiğinden dönen Proust uzmanı eşcinsel kayınbiraderi Frank’e (Steve Carell) yukarıdaki cümleleri söyleyip duran Richard, sarı bir minibüse doldurduğu ailesiyle yarışmanın yapılacağı şehre doğru yola çıkar. Ne olursa olsun kendine destek çıkan eşi Sheryl (Toni Collette), edepsiz dede (Alan Arkin), Nietzche hayranı olan, savaş pilotu olmak isteyen, ailesini sevmeyen ve onlarla yazı yazarak iletişim kuran sorunlu büyük çocuk Dwayne (Paul Dano) ile 6 kişilik tuhaf bir yolculuk başlar. Hani yol filminin klasik özelliklerinden biridir. Kilometreler ilerledikçe kesik yol çizgileri sorunları delik deşik eder, yolda yaşananlar, yolda konuşulanlar, yolda karşılaşılanlar yolculara farklı pencere kenarı bakış açıları sağlar. Uzun yolun sağladığı zoraki beraberlikler, bir de bakmışız ki beraberinde hoşgörüyü, itirafları, birlik-beraberliği, samimiyeti de getirmiş. Little Miss Sunshine’ın aynı minibüse binmiş 6 karakterinin kan bağından başka ortak noktaları bulunmaması, bizi çok katmanlı bir yol hikayesine davet ediyor gibi görünüyor.

Filmin en büyük şansı bir kere oyuncu kadrosu. Çok fazla yükselen performansları olmamasına rağmen Alan Arkin, Steve Carell ve gerek oyunculuk, gerekse kadın olarak beğendiğim Toni Collette gibi artistlere kayıtsız kalmak zor. Kinnear ile genç oyuncular Paul Dano ve Abigail Breslin’in ikna kabiliyetlerinde de sorun yok. Bu kimyanın birleşimi, iletişim kopukluğu yaşayan aile bireylerinin soğuk atmosferini vermekte pek sıkıntı yaşamıyor aslında. Ama yönetimden ziyade, yazım kaynaklı bazı arızalar da yok değil. Mesela başlangıçta baba Richard’ın kızının dondurma yemesine karşı çıkmasından, finaldeki hoşgörüsüne uzanan halkanın zincirlerinde eksiklikler var. Belki yol ve yolda yaşadıkları onu bu noktaya getiriyor. Belki de baştaki “kazanma” takıntısının ve kendi ilkelerinin yersiz oluşunu yüzüne vuracak bir olay veya itiraf yaşamamasıdır buna sebep.. Yine de Richard’ın aile reisi oluşundaki ölçülü pozisyon korunmuş denebilir. Porno dergi okuyan, torununa kızlarla yatmasını salık veren dede karakterine, tutarsızlığına rağmen tadımlık bir geçiş layık görülmüş.


Upuzun tasvirleriyle meşhur Marcel Proust uzmanı eşcinsel Frank ise başka bir muamma. Film boyunca sakin, olgun ve makul bir profil çizen Frank’in bir gönül ilişkisi yüzünden intihara kalkışmış olabileceği fikri biraz ciddiyetten uzak gözüküyor. Hele benzin istasyonundaki “tesadüfün böylesi” durum, Frank’e olmasa da, filme olan samimiyeti sorgulatıyor. Niye Frank’in samimiyetini sorgulatmıyor derseniz, onun cevabı Steve Carell’in sevimli-bunalım kompozisyonundaki başarısından kaynaklanıyor. Bir de neden Nietzche hayranı olduğunu ve neden savaş pilotu olmak istediğini anlayamadığımız tipik Amerikan ergeni Dwayne üzerinden daha yapıcı bir dram çıkabilirmiş diye düşünmeden edemiyor insan.. Anne Sheryl ise Collette sayesinde öyküdeki varlığının çizgilerini çoktan çizmiş ama ailesiyle dans bile etmiyor nedense.

Çocuk güzellik yarışması ambiyansını çok iyi yakalayan film, o eğlenceli gibi görünen ortamdaki makyajlı ve sözde bakımlı yarışmacı küçük kızların büyümüş de büyümüş görüntüleriyle amaçladığı etkiyi uyandırıyor. Hele de değil küçük kızınızı, hamsterinizi bile emanet etmeye korkacağınız bir yarışma sunucusuyla, bu yarışmaların toplumsal ironisine çok ustaca dikkat çekiyor. Tüm bunlara rağmen Little Miss Sunshine’ı film olarak tıpkı afişi gibi anlatmak da mümkün: İçinde 6 iyi oyuncunun ve aslında çok daha katmanlı 6 hayali karakterin bulunduğu, ama arkasından itilmeye ihtiyacı olan sarı bir “loser” minibüs. Ama Abigail’e “gerçek kaybeden, kazanamamaktan korkandır, onlar denemez bile” şeklinde cesaret veren dedenin söylediği üzere, onlar deniyorlar. Hem de iyi deniyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder