2004 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2004 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2024 Cuma

Undertow (2004)


Yönetmen: David Gordon Green
Oyuncular: Jamie Bell, Devon Alan, Dermot Mulroney, Josh Lucas, Kristen Stewart, Eddie Rouse
Senaryo: Lingard Jervey, David Gordon Green, Joe Conway
Müzik: Philip Glass

Amerika’nın güney kasabalarından birinde iki oğluyla yaşayan dul John hem çiftçilikle, hem de sorunlu oğulları Chris ve Tim ile uğraşmaktadır. Sık sık polisle başı derde giren büyük oğul Chris ve sindirim sorunu bulunan 10 yaşındaki Tim’in hayatı, varlığından heberdar olmadıkları hapisten çıkmış amcaları Deel’in birgün aniden kendilerini ziyarete gelmesiyle değişecektir. John, kardeşi Deel ile geçmişte yaşadıkları sorunlara sünger çekmek için çiflikte ona iş ve yatacak yer verir. Ama Deel’in amacı, zamanında babalarının John’a verdiği altın paralara sahip olmaktır.

2000 yılında senaryosunu yazıp yönettiği George Washington ile çok sayıda ödül ve adaylık kazanan David Gordon Green’in çektiği, yapımcıları arasında Terrence Malick’in bulunduğu, müziklerini büyük usta Philip Glass’ın bestelediği Undertow, bu isimlerin büyüklüklerini taşıma gayreti içinde iyi bir dram. Bir taşra epiği olma yönünde potansiyel sahibi olmasına rağmen, kendisini kaç-kovala öyküsüne kilitleyen, bunun yanında Malick’in felsefi, şiirsel, içedönük anlatımından solgun izler de taşıyan film, bu karma özellikleriyle sürükleyici ve durağan tempo ayarını Malick ustalığında iletemiyor. Öyle bir iddiası olduğu söylenemese de, en azından dürüst bir özenti olarak kabul edilebilir. Dokuz canlı kötü adam, zorlama tesadüfler klişeleri yanında, filmin başlarında Chris’in sevgilisi olarak gördüğümüz genç ve yetenekli Kristen Stewart’ın oynadığı kısa rolün fonksiyonsuz ve gereksiz oluşu da dikkat çeken olumsuzluklar. Fakat yine de Green, İngilizce’deki en güzel kelimelerden biri olan Undertow’un edebi anlamını filmde kaybolmaya yüz tutan hayatlara uyarlamaya çalışan, kendi iç yoğunluğuna sahip çıkan, gerilimi de elden bırakmayan, özellikle Jamie Bell ve Josh Lucas’ın oyunculuklarıyla taçlanan elle tutulur bir drama adını yazdırmış.

17 Temmuz 2016 Pazar

Shutter (2004)

 
Yönetmen: Banjong Pisanthanakun
Oyuncular: Ananda Everingham, Natthaweeranuch Thongmee, Achita Sikamana, Unnop Chanpaibool
Senaryo: Banjong Pisanthanakun, Sopon Sukdapisit, Parkpoom Wongpoom
Müzik: Chartchai Pongprapapan

Genç fotoğrafçı Tun ve kız arkadaşı Jane bir gece arkadaş toplantısından dönerken kazara birine çarparlar. Panikleyen çift, olay yerinden hemen uzaklaşmayı tercih ederler. İlerleyen günlerde Tun’ın çektiği fotoğraflarda gizemli gölgeler fark etmeye başlamalarıyla sakin yaşamları yavaş yavaş kabusa dönmeye başlar.

Bir Tayland filmi olan Shutter, son dönem Uzakdoğu sinemasının açtığı yolda başarıyla ilerleyen bir korku-gerilim.. Özellikle bu alanda yapılmış filmlere baktığımızda The Ring, Dark Water, Ju On gibi referans filmlerinin Shutter üzerindeki etkisini fark etmemek mümkün değil. Yönetmenler Banjong Pisanthanakun ve Parkpoom Wongpoom, ilk ve tek hedef olarak korkutmayı seçmişler ve bu hedefi kusursuz olarak yerine getiriyorlar.

Ancak bu tip filmler, referanslarının gölgesinden kurtulma yolunda sıkıntı çekmekten de kurtulamazlar. Shutter'ın sıkıntısı da burada başlıyor. İlk başlarda özgün ve güçlü olan bu filmler zamanla referanslarını tekrar ederek klişeleşmeye aday oluyorlar. Shutter'ın özgünlüğü, çekilen fotoğraflarda zaman zaman bizim bile rastlayabileceğimiz tuhaf gölgelerle, silüetlerle ilgilenmesi diye düşünülebilir. Ne de olsa bu tarz fazla film yapılmadı. Böyle bir konunun işlenme fikri bile daha filmi görmeden seyirciyi etkileyebilir. Shutter konuyu işlerken başarılı bir şekilde gizem halesi oluşturuyor, bir sonraki hamlesini nerede yapacağını, bir sonraki darbesini nerede vuracağını saklıyor. Buraya kadar prosedürü takip ediyor ama hamle ve darbe bazen o kadar zorlama ve klişe olabiliyor ki, “rahatsız” etmesi gerekirken “rahatsız” ediyor! Tabiî ki o zorlama yola bir kez girildiğinde mantık hataları da beraberinde gelebiliyor. Aslında fantastik bir öyküde mantık hatası aramak doğru değil ancak yukarıda adı geçen fantastik korku klasiklerindeki fantastik mantık tıkır tıkır işlerken, Shutter’da akrep ve yelkovan, konumunu ve hareketini şaşırabiliyor. Öyle ki, film artık bir noktadan sonra izleyiciye rahat yüzü göstermiyor. Takip sahnesi ile, film ipini koparmış bir hal alıyor.


Son dakikalarda aydınlığa kavuşan bazı gerçekler, sanıldığının aksi bir görünümü perdeye yansıtma başarısını sağlıyor ancak hatırı sayılır sayıda film izlemiş olanlarda deja-vu etkisi yaratmıyor değil.. Ama kimi sahnelerdeki gerilim dozu her ne kadar benzerlerini çağrıştırsa da, ürkütücü ani nota vuruşlarının desteğini de arkasına alarak kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir gerilimden beklenen de bu değil midir zaten? Görüntü olarak her şey kitabına uygun ve eksiksiz..Özellikle kapı camından yansıyan filmin son karesi ise gerçekten tüyler ürpertici.. Shutter'ı kısaca gerilim eksperleri için orta karar, gerilim severler için çok başarılı şeklinde özetlemek de mümkün.

Genç oyuncular Ananda Everingham ve Natthaweeranuch Thongmee toplamda yakışıklı ve güzel olmanın dışında çok fazla beklentiye cevap verecek durumda değiller. Ama Natre rolündeki Achita Sikamana’nın o kadar ürkütücü bir yüz ifadesi var ki, neredeyse rol yapmasına bile gerek yok denebilir. Eğer amacınız bir gerilim filmi izlemekse kaçırmayın. Ancak izlediğiniz filmde tarzdan başka şeyler de arayanlardan iseniz, hevesin kursak ile olan bağlantısı tatmin edici olmayabilir. Hala izlemediyseniz orjinalleri olmak şartıyla önce The Ring, Ju On, Dark Water gibi klasikleri görmüş olacaksınız ki bu filmi daha sağlıklı eleştirmeyi başarın. Her şeye rağmen, seyredildiğinde kesinlikle vakit kaybı olarak tanımlanmayacak bir film ile karşı karşıyasınız.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Clean (2004)


Yönetmen: Olivier Assayas
Oyuncular: Maggie Cheung, Nick Nolte, Béatrice Dalle, James Johnston, Martha Henry
Senaryo: Olivier Assayas, Malachy Martin,Sarah Perry
Müzik: Brian Eno, David Roback

Uyuşturucu bağımlısı rock yıldızı Lee aşırı dozdan ölünce, eşi Emily uyuşturucu bulundurmaktan suçlu bulunup hapse atılır. Bir anda herkesin ona düşman kesilmesiyle arkadaşlarını, parasını ve oğlunun velayetini kaybeder. Altı ay sonra salıverilen Emily, Lee’nin Kanada’daki yaşlı anne-babasının yanında kalan oğlunu yanına alabilmek için toparlanıp “temiz”, yeni bir hayata başlamaya karar vererek Paris’e taşınır. Uyuşturucuya, eski sevgililerine ve yoksulluğa direnip ucuz lokantalarda çalışarak, ucuz kıyafetler satarak, bir yandan da müzikte kariyer yapmayı hayal ederek yaşamını düzene sokmaya çalışır. Fransa-İngiltere-Kanada ortak yapımı Clean, Maggie Cheung için çekilmiş hissi uyandıran oldukça zengin bir yapım. 2004’te Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Cheung, müzisyen kocasını aşırı dozdan kaybeden ve kendisi de aynı batağa saplanmış, ancak temizlenmek için mücadele veren Emily rolüyle ne kadar değerli bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Konusu ve yaptığı çağrışımlar itibariyle fena halde Courtney Love veya Yoko Ono hikayelerini anımsatsa da, film hiç o yollara girmeden, şiddete veya aşırı doza bulaşmadan karakterler etrafında kendi yolunu çizmekte.

Filmin zenginliği, sadece üç ülke ortak yapımı olmasından kaynaklanmıyor elbette. Emily’nin hayata tutunma çabasına Paris, Londra ve Vancouver fon oluşturuyor. Oliver Assayas hikayesini anlatırken kullandığı şehirleri turistik amaçlı değil, karakterlerin yaşam çevrelerini betimlemek için sade ve ekonomik şekilde kullanıyor. Ülke ve karakter zenginliği beraberinde dil zenginliğini de getiriyor tabiki. Filmde İngiliz ve Amerikan İngilizcesi, Fransızca ve Çince konuşuluyor. Ancak ne konuşulursa konuşulsun, insana özgü duyguların ortak bir dili olduğu mesajı özellikle verilmese de alınabiliyor.
 

Maggie Cheung’dan özellikle bahsedilmesi gerek. Zira zenginliğin ana kaynağı kendisi. Yukarıda bahsedilen dillerin hepsini filmde konuşmasından başka, oyunculuk olarak ne kadar geniş bir yelpazeye sahip olduğuna tanık olma fırsatı elde ediyoruz. Hero, In The Mood For Love gibi onun ismini tüm dünyaya tanıtan filmlerin epik atmosferinden uzakta bir filmde Cheung’u izlemek farklı bir anlam taşıyor. Hüzünlü yüzüne alıştığımız aktrisin hüznü, bu filmde daha bir hayata dair duruyor sanki. Sigara içmesi, ağlaması, gülmesi, şarkı söylemesi, afro saçları, diğer filmlerindeki masalsı kadının imajına yeni ve sarsıcı eklentilerde bulunuyor. Tüm bu özellikler onu, dünyanın aşık olunmaması en zor kadınlarından biri yapıyor belki de.

Emily’nin kayınpederi rolü için Nick Nolte mükemmel bir seçim olmuş. Acılı ama ölçülü Albrecht Hauser, bugün 64 yaşında olan Nick Nolte ile ancak bu kadar kanlı canlı hale gelebilirdi. Özellikle Cheung ile karşılıklı sahneleri çok etkili. Nolte, yaşlandıkça kağıt üzerindeki karakterlere karakter katan bir oyuncu. Elena rolündeki Béatrice Dalle ve kısa bir süre görünen Trip-Hop şarkıcısı Tricky ise sofranın zenginliğine katkıda bulunan elementler. Clean başta Maggie Cheung hayranları olmak üzere bağımsız film severler ve kaliteli oyunculukları sade bir filmde görmek isteyenlerin kaçırmaması gereken dil ve karakter zengini bir film.

27 Nisan 2016 Çarşamba

The Assassination Of Richard Nixon (2004)


Yönetmen: Niels Mueller
Oyuncular: Sean Penn, Naomi Watts, Don Cheadle, Jack Thompson, Michael Wincott
Senaryo: Kevin Kennedy, Niels Mueller
Müzik: Steven M. Stern

Samuel Bicke
, orta halli, evli ve iki çocuk babası bir satıcıdır. Her şey yolunda gibi giderken, Vietnam savaşı ve devamındaki ekonomik krizler sebebiyle önce işini, sonra da karısının güvenini ve çocuklarını kaybetmeye başlar. Artık kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşündüğünde, başına gelenlerin tek sorumlusu olarak gördüğü kişiyi, yani dönemin ABD Başkanı Nixon’ı öldürmeye karar verir.

Amerikan Rüyası üzerine çekilen onca filmin ortak noktası, bu rüyanın kabusa dönüşünü bir tokat etkisi yaratarak izleyiciye sunmaktı. Amerikan sinemasının kendi rüyasını parçaladığı bu filmlerin hemen hemen hepsinin temelinde siyasi ihtiraslara kurban verilmiş kaybedenlerin hayatlarından kesitler izlemişizdir. Bu yüzden dönemin başkanlarının da ilgili filmlerde hatırı sayılır rolleri vardır. Richard Milhous Nixon, 69-74 yılları arasında görev yapmış ABD’nin 37. başkanı.. Gerek Vietnam politikaları, gerek Watergate skandalı, gerekse 70’li yılların bunalımlı geçmesine yol açan başarısız ekonomik ve sosyal yönetimine rağmen ilginçtir, Amerikan tarihinde hem sevilen, hem de nefret edilen bir başkan figürü olmuştur. The Assassination Of Richard Nixon filmini anlamak için 70’lerin buhran ortamını anlamak da önemli. Zira film, az çok Nixon ve icraatları hakkında fikri olanları daha bir içine alacaktır.
 

Bu filmden bahsetmek, büyük ölçüde Sean Penn’den bahsetmek anlamına geliyor. Yakın geçmişe ait I Am Sam, Mystic River gibi filmlerdeki profesyonellik gösteriyor ki, 46 yaşındaki Penn çok kaliteli bir şekilde yaşlanıyor. Bu güne kadar girmediği kalıp kalmamışken hala araştıran, deneyen, popülaritenin yanında sıra dışı da olabilen bir oyunculuk yelpazesine sahip. I Am Sam'deki rolü bize nasıl gerçek hayattaki Sean Penn’i unutturduysa, bu filmdeki, sıradan hayatındaki tüm aksiliklerden dolaylı da olsa dönemin başkanı Nixon’u suçlayıp onu öldürmeyi planlayan Samuel Bicke karakteri de aynı etkiyi uyandırıyor. Sıkıcı, sıradan, dengesiz, nevrotik, çaresiz, korkak, beceriksiz Samuel Bicke performansı, gerçek bir hikayeye dayanan filmin kendisinden bile daha gerçek. Bu, oyunculuk okullarında, drama derslerinde öğrencilere izletilmesi kaçınılmaz bir kompozisyon. Hatta bu sıkıcı adamı o kadar iyi oynayıp, bazı izleyicileri gerçekten sıktığı bile söyleniyor. Özürlü baba Sam’in anormal ama sevimli duruşu ile Amerikan Rüyazedesi zavallı Bicke’in iniş çıkışları, başka hiçbir aktörün üzerine bu kadar oturamazdı.

Samuel Bicke’in karısı Marie rolündeki Naomi Watts, güzelliği yetenek ile buluşturan ve Penn’in klasına yakışır bir partner. Zaten ikilinin eşsiz kimyasına 21 Grams'de şahit olmuştuk. Her iki filmdeki karşılıklı sahnelerinde adeta gövde gösterisi yapıyorlar. Kocasının tutarsızlıklarından ve güçsüzlüğünden bunalmış eş rolündeki Watts da her rolün kadını olduğunu ispatlıyor. Kadro bu kadarla kalmıyor, son yılların en yetenekli ve çalışkan siyah aktörlerinden Don Cheadle’da Bonny tiplemesiyle kısa da olsa kendini gösteriyor. Ayrıca Bicke’in abisi Julius olarak yine kısa bir rolde kötü adam tiplemelerinde sıkça rastladığımız Michael Wincott’u izliyoruz.
 
Yönetmen Niels Mueller, bu yaşanmış olayı anlatırken, bu kadar zengin oyuncu kadrosunu isabetli planlarla, oyunculukları gölgelemeyecek gölgelerle ve sakin bir anlatımla ekonomik ölçülerde kullanarak kontrolü elinde bulundurduğunu hissettiriyor. Ayrıca Bicke’in gittikçe artan gerilimini finale kadar parça parça izleyiciye aktarma işini de mütevazi bir şekilde hallediyor. Prodüktör koltuğunda bir başka ünlü isim Alfonso Cuarón var. Onu da Great Expectations, Y tu mamá también, Harry Potter and The Prisoner of Azkaban ve Children Of Men filmlerinin yönetmeni olarak tanııyoruz. The Assassination Of Richard Nixon, ağızları sulandıracak kadrosuna rağmen gişe filmi olmaktan fevkalade uzak, düşük bütçeli, mütevazi bir dram-trajedi. Özellikle Sean Penn’i bir kez daha normal olmayan, ama Taxi Driver filmindeki ruh kardeşi Travis Bickle kadar sert de olmayan bir karaktere hayat verirken izleme fırsatı.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Enduring Love (2004)


Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Daniel Craig, Rhys Ifans, Samantha Morton, Bill Nighy, Lee Sheward
Senaryo: Ian McEwan, Joe Penhall
Müzik: Jeremy Sams
 
Ian McEwan'ın aynı adlı best-seller romanından Changing Lanes, The Mother, Notting Hill ve Venus filmlerinin yönetmeni Roger Michell'in yönettiği film, tuhaf bir balon kazasının ardından yolları kesişen bir yazar / üniversite hocası Joe (Daniel Craig) ile aynı kaza sonrası ona musallat olan garip adam Jed'in (Rhys Ifans) gerilimli hikayesini işliyor. Birkaç şok sahne barındıran film, kitaba ne kadar sadık kalıyor, kitabı okuyana sormalı. Ama anlatımda pek roman tadı yoktu. Kopukluklar yaşanması veya istenilen gerilimi hakkıyla verememesi filmi biraz zayıf göstermiş denebilir. Gizemin tırmandırdığı sürükleyici kalıbı nedeniyle uzunca bir Alacakaranlık Kuşağı tadı da yakalanabilir. Bunun yerine bir roman tadı verilebilecek doneleri de yok değil.
 
Son James Bond, Daniel Craig'in başrolündeki film, kendisinin oyunculuk yeteneği hakkında iyi bir fikir olabilir. Onun yanında Samantha Morton, Rhys Ifans, Bill Nighy gibi çok beğendiğim İngiliz oyunculardan kurulu kadroyu barındıran Enduring Love (bu arada neden Sonsuz Aşk, o da bende tam oturmuş değil!), yine de vasatın üstünde bir film olmuş bana göre. Şimdiye dek çeşitli ödüller kazanmış olan Enduring Love ile London Critics Circle film ödüllerinde Daniel Craig, yılın İngiliz aktörü seçilmiş. Ayrıca filmin başındaki nefis balon kazası sahnesi Empire Ödüllerinde yılın sahnesi ödülü almış. Adı geçen oyuncuları sevenler için atla deve olmasa da, izlendikten sonra geriye girişteki balon kazası ve finaldeki şok sahneler dışında birşeyler bırakmayacak olsa da Enduring Love tümüyle boş bir film de sayılmaz.

15 Mart 2014 Cumartesi

A Love Song For Bobby Long (2004)


Yönetmen: Shainee Gabel
Oyuncular: John Travolta, Scarlett Johansson, Gabriel Macht, Deborah Kara Unger, David Jensen, Dane Rhodes
Senaryo: Ronald Everett Capps, Shainee Gabel
Müzik: Nathan Larson

Florida… Genç bir kız olan Purslane Hominy Will (Scarlett Johansson) erkek arkadaşından gecikmiş bir haber alır: Annesi ölmüştür. Purslane, annesinin cenazesi ve yaşamını devam ettirmek için doğduğu şehre, New Orleans’a dönmeye karar verir. Ancak evine döndüğünde garip bir durumla karşılaşır. Annesinin harabeye dönen evinin yeni sakinleri iki sarhoştur. Eski bir İngilizce profesörü olan Bobby Long (John Travolta) ile eski asistanı Lawson Pines (Gabriel Macht)… Bu acayip ikili, dokuz yıldır Bobby Long’un hayatı üzerine devamlı başarısızlıkla sonuçlanan bir kitap yazmaya çalışmaktadırlar. Genç kız cesur bir karar alır ve evi onlarla paylaşmaya karar verir. Bir süre sonra bu zorlu ilişki, değişik bir boyuta taşınacak ve en derin sırlar paylaşılmaya başlanacaktır.

A Love Song For Bobby Long gerçekten sıcak bir Amerikan dramı. Benzerlerini de izlediğimi söyleyebilirim. Ama “tipik” bir dram demektense, “kaliteli” bir dram demeyi tercih ediyorum. Her ne kadar benzerleri ifadesini kullanmış olsam da, hikayenin tıpatıp benzeri değil kastettiğim. Giriş, gelişme ve sonuç itibariyle sıkça kullanılan şablonlara bağlı kalmak şartıyla samimi hikayeler anlatmış benzerleri gibi diyebilirim. Filmin başında Lawson’un espirisini yaptığı Driving Miss Daisy gibi şu an aklıma gelmeyen pek çok filmin kullandığı bu şablondaki samimiyeti yakalamak, en az yeni bir şablon yaratmak kadar güç olsa gerek. Çünkü benzer kalıplarla oynadıktan sonra yitip giden ve bu yitip gitmeyi hak eden onlarca dram arasında o içtenliğe ulaşma başarısını göstermek, saygı duyulası bir hareket.


Daha açılışta Bobby Long’u rengarenk evlerin, yapıların önünden geçerken izlediğimizde, biraz da fondaki blues tınılarının da yardımıyla havamızı buluyoruz. Bobby, Pursey, Lawson üçlüsü arasında yaratılan sıcak ilişkinin, o sözünü ettiğimiz şablonlara bağlı kalarak da olsa nakış gibi işlenmesi, bu ilişkiye adeta dokunulmazlık katıyor. Bobby ve Pursey’nin zıtlaşması, Bobby ve Lawson’un kader birliği, Lawson ve Pursey’nin birbirlerine karşı yarattıkları çekim/itim alanları sevimli olduğu kadar dokunaklı da. Bunun yanında diğer yan karakterlerin bu çekirdek üçlüye kimi zaman hedef şaşırtmak, kimi zaman telafisi mümkün sorunlar çıkarmak amaçlı, fakat gidişata fazla müdahale etmeksizin dostça katılımları da aynı derecede sade bir meltem misali.

Geçmişe ait sırların parça parça ortaya çıkışı, karakterlerin hatalarıyla yüzleşmeleri, telafi çabaları, bu çabalar esnasında birbirlerine destek olmaları, kaliteli gördüğümüz Amerikan dramlarında sıkça rastladığımız unsurlar. Ama şayet kaliteli bulduysak sıkça rastlamış olmamızın ne mahsuru var? Önemli olan biryerlerden bizi yakalamış olmaları ve klasik giriş, gelişme, sonuç şablonu dahilinde kendi yolunu çizmeyi başarmış, aralara kendi güzelliklerinden güzellikler katmasını bilmiş bir film olması. Dostlarla barda kırda içerek hoş sohbetler etmek, nehir kenarında gitar çalıp şarkı söylemek ve özellikle yarattığı pastoral huzur sayesinde taşra hissiyatını edebi okşamalarla renklendirmek A Love Song For Bobby Long’un en güzel anlarından. Özellikle Travolta ve Johansson yerinde sunumlarda bulunuyorlar. Ama bence onların yerinde kendi kalemlerinden başka oyuncular da olsa fark etmezdi. O tatlı ve huzur dolu atmosferi barındıran hikaye ile doğal güzelliklerin sağlayacağı uyumun başka oyuncularla bozulacağını sanmıyorum. Böylesi bir film onları da kendi naifliğine ortak etmede sıkıntı çekmezdi.

9 Ocak 2014 Perşembe

Winter Solstice (2004)


Yönetmen: Josh Sternfeld
Oyuncular: Anthony LaPaglia, Aaron Stanford, Mark Webber, Allison Janney, Michelle Monaghan, Ron Livingston
Senaryo: Josh Sternfeld
Müzik: John Leventhal

Jim Winters için karısını kaybetmek büyük bir yıkım olmuştur. Yokluğunda kendisini sessiz bir hayatın içine hapseder. Başarılı bir bahçıvan olarak toprakla olan meşgalesi tek avuntusudur. Bu sakin yaşamda onu üzmeye devam eden tek şey ise oğullarıdır. Büyük oğlu Gabe'in tek derdi Florida'ya kaçmaktır. Diğer oğlu Pete ise, içinde hayata karşı büyük bir öfke biriktirmekte ve çevresi ile iletişime geçmeyi reddetmektedir. Jim, oğullarının bu durumuna içten içe çok üzülse de elinden bir şey gelmez. Ailesinde geride kalan hiçbir şeyin iyi gitmediği bu dönemde yeni komşusu Molly'nin hayatlarına girmesi, Jim'in herşeye farklı bir şekilde bakmasını sağlayacak ve hayatlarına yeni bir pencere açacaktır.

Hani içimden “severim ben bu filmi” diyordum ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Bir baba-oğul(lar) filmiydi Winter Solstice ve ben artık bu türe ait en dolu örneklerden bazılarını izlediğimi farzederek yeni şeyler söyleyeceğini düşünmüyordum. Aslına bakarsak söylemiyor da.. Ama mutlaka yeni bir şeyler söylemesi değil mesele. Bir şeyler söylemesi. İlişkileri en doğal, en samimi haliyle göstererek de yüreklerde küçük sarsıntılar yaratabiliyorsunuz. Özellikle sorunlar yaratmaya çalışmayıp, zaten hayatın akışına kapılmış giden yaşamların rutini içinde olan sorunlardan bir hikaye/hikayeler çıkarabiliyorsunuz. Kurmaca olduğunu bile bile “play” tuşuna bastığınız bir öykünün, esasen ne kadar içten ve gerçek bir kesit olduğunu görerek mutlu oluyorsunuz. 1,5-2 saatiniz ayırdığınız bir filmde kendi tecrübelerinize ait kırıntılar bulduğunuzda ise, o size hiç de film gibi gelmiyor. Tam aksine, o filmdeki tecrübeler, duygular bize tanıdık gelmese dahi, bizi yakalayan sıcak bir atmosfer sanki onları yaşamışçasına sarıp sarmalıyor. Hatta ilginç biçimde o basit rutinin içinde siz de olmak, o havayı solumak, parçası olmak isteyebiliyorsunuz. İşte Winter Solstice bana bunları ve dahasını hissettirdi.
 

Karısını trafik kazasında kaybeden Jim Winters, her yönüyle sorunsuz bir babaydı bana göre. Pete ve Gabe adındaki iki oğlu ile ilişkisi çok dengeliydi. Çoğu babanın hayalidir böylesi dengeli ilişkiler. Fazlaca yüz göz olmayıp, boğazlamayan bir disiplini elden bırakmayıp da arkadaş gibi olabilmek. Mesafeli de olsa bir arkadaşlık seziliyordu. Jim’in örnek babalığına karşılık küçük oğul Pete’in lisedeki başarısızlığı, büyük oğul Gabe’in, küçük yerleşim yerlerinde veya filmdeki gibi banliyö Amerika’sında büyümüş gençlerin ortak sıkıntısı olan sıkışmışlık hissi, son derece olgun, derli toplu, kazasız belasız ama güçlü bir akıcılıkla işlenmiş.

Jim’in oğulları ile ilişkisinde hissedilen üstü kapalı, altı çizili gerilimin yansımaları hiç rahatsız edici abartılar barındırmıyordu. Zaman zaman yaşanan yükselmeler, olması gerektiğinden ne eksik, ne de fazlaydı. Hayranlık verici bir denge hakimdi. Mesela komşularının evine üç aylığına bakmak için yerleşen orta yaşlı bekar Molly Ripkin’in, Jim ve oğullarını yemeğe davet etmesi, ama oğullarının bu yemeğe gelmemesine sinirlenen Jim’in onların yataklarını dışarı atmasının ardından iplerin kopacağını düşünüyorsunuz. Fakat ertesi gün hiç birşey olmamış gibi hayatlarına devam etmeleri, çoğumuzun ailesinde rastlanabilecek rahatsız etmeyen, bilakis ilişkilerimizin sağlamlığına işaret eden dengesizliklere benziyordu. Aile içi ilişkilerde denge kadar, bu çeşit zararsız dengesizliklere de ihtiyaç oluyor. Dengesiz oluşları, biz o ailenin bir ferdi olmadığımız, dışarıdan gördüğümüz kadarıyla öyle. Oysa o aileler için bu durum, sağlıklı bir ceza sistemi veya yazılı olmayan pedagojik davranışlardan başka bir şey değil.


Jim’in oğullarıyla ilişkisi yanında, Molly ile olan yakınlaşması, Pete’in tarih öğretmeni ile, Gabe’in kız arkadaşı Stacey ile, kardeşlerin birbirleri ile ilişkileri de filmin ekonomik süresi içine yerleştirilmiş taze yan hikayelerdi. Pete ve Gabe’in yüzmeye gittikleri, üçünün beraber lokantada yemek yedikleri kısa bölümler ve finaldeki veda sahnesi, bir bağımsız filmi neden severiz sorusuna alternatif cevaplar olabilecek kadar sadeydi. Ama bu sadelik, etkileyici olmadığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Böyle yalıtılmış sahneler hislerimize hücum ederler neredeyse. Ortada duran şeye bakarak yoğun anlamlar çıkarırız. İşte finalin sadeliği de bağımsız film severleri etkileyecek ölçüde farklı hislerin ortak tercümesi gibiydi. O sahne bana şunu söyledi: İnsanoğlu, sevdiklerinin binip gittiği arabanın arkasından bakarken, kaç yaşında olursa olsun biraz daha büyüyor.

Without A Trace dizisinin oyuncusu olarak daha fazla tanınan Anthony LaPaglia, ölçülü oyunu ve ağır duruşuyla rolüne çok yakışmış. Pete ve Gabe rollerindeki oyuncuların durgun ama hissedilir performansları da öyle. Filmin etkileyici tema müziğinin ve yağmur damlaları gibi huzurlu akan gitar nağmelerinin sahibi John Leventhal da, bu güzel fotoğraftaki yerini alıyor. Filmi izlerken bahçe düzenlemeleri ile uğraşan Jim’in ne güzel bir mesleği olduğunu düşündüm, ona imrendim. Kimbilir ne kadar huzur verici bir meslektir. Hele de geniş bahçeli banliyö evlerini düzenlemek ne kadar keyiflidir. İnsan Gabe’in neden oradan kurtulmak istediğine anlam veremiyor. Fakat bizim gördüklerimizin dışında zor bir hayatın olduğunu, özgürlük hissinin bir noktadan sonra her şeye baskın geleceğini de yansıtıyordu sanki. Bittikten sonra karakterlerin hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerini hissettirmeyi başaran, hatta olası sahnelerini gözümüzde canlandırabileceğimiz, sayıları çok fazla olmayan filmlerden biriydi Winter Solstice. Filmin başında Jim bulaşıkları bitirip, iki arada bir deredeki huzurla bahçeye sigara içmeye çıkıyordu. İşte benim için bu duygunun filmiydi Winter Solstice.

21 Kasım 2013 Perşembe

Kekexili: Mountain Patrol (2004)


Yönetmen: Chuan Lu
Oyuncular: Duobuji, Zhang Lei, Qi Liang, Xueying Zhao, Ma Zhanlin
Senaryo: Chuan Lu
Müzik: Lao Zai

Kekexili’deyiz. Burası Çin’in el değmemiş son bölgesi. Rakımı 4700 metreyi bulan Kekexili aynı zamanda Tibet antilobunun geriye kalan son doğal ortamı. Avcılar, dış piyasada kaliteli yünleri iyi gelir getiren bu antilopları zalimce avlıyorlar. Sayıları 1 milyondan 10.000’e inen bu hayvanlar, avcılara karşı 1993’te kurulan gönüllü korucular tarafından korunmaya başlıyor. Ekibin başında ise filmde Duobuji’nin canlandırdığı emekli Tibet subayı Ri Tai bulunuyor. 1996’da avcılar bu kez bir korucuyu öldürünce Pekin’de bir gazete Kekexili’nin hikayesini öğrenmesi için muhabir Ga Yu’yu gönderiyor. Muhabiri de aralarına alan Ri Tai ve ekibi amansız takibine başlıyor.

Tibetçe anlamının “güzel dağlar ve güzel kızlar” olduğunu söyleyen korucuların Kekexili’ye Pekin’den gelen bir jeologun Kekexili’de bir adım attığında, o güne kadar o noktaya ayak basmış tek kişi sen olabilirsin dediğini ve daha sonra o jeologun kaybolduğunu söylemeleri de çok ilginç. Uçsuz bucaksız Tibet alanlarında gördüklerimiz, bu konuda bırakın haber yapmayı, romanlara, filmlere konu olacak evrensel bir trajediyi önümüze seriyor. Korucularla birlikte iz sürüyor, öfkeli hava şartlarına, kum bataklığı gibi ilginç ötesi doğa olaylarına korucularla birlikte karşı koymaya çalışıyor, yöresel iz sürme tekniklerini öğreniyor, çamura saplanan arabamızı itiyor, korucu karakolunda mola veriyor, böylece antilopların dramatik kaderlerinin yanında, onları koruma idealizmi ile bütünleşmiş bu insanların dramlarına da şahit oluyoruz.

Çevre duyarlılığına sahip olmak, yok olmakta olan türleri korumak için savaş vermek çok erdemli davranışlardır. Bu yola baş koymuş insanlara hayranızdır. Ama bunu popülist yaklaşımlarla şova dönüştürenleri kolayca ayıklayabilir miyiz? Kimi uzmanlar Greenpeace’in bile kendi içinde hala ortak bir çevre bilinci geliştiremediği yönünde birleşebiliyorlar. Tabiat dengesine insan müdahalesi her zaman tartışılır. İyi veya kötü yönde dahi olsa bu müdahalelerin altında hep bir takım komplo teorileri de üretildiğini okuyor, duyuyoruz. Kirletilen hava ve deniz, yakılan orman, yok edilen canlı türleri üzerine akıl almaz oyunlar oynanıyor. Sıra insan nesline ne zaman gelecek diye bir beklenti içindeyiz.



Ama filme bakarak bu noktada bazı etik tartışmalar ortaya çıkabilir. Bir insan, hangi koşullarda kendisinin ve başkalarının hayatlarını antiloplar uğruna feda edebilir? Ri Tai, yakaladığı avcı veya onlara yataklık edenlere para cezası kesiyor. Sırf mecburiyetten onları soğukta bırakmak zorunda kalıyor. Belki ölüme terk ediyor, belki de onlara bir şans daha tanıyor. Ama öldürmüyor. Peki avcılar, ister insan, ister antilop olsun kime şans tanıyor? Bazı hayvanları, bazı insanlara değişmeyebileceğimiz anlar vardır. TV kanallarını gezerken onca ucuzluğun arasında rastladığımız doğa ve hayvan görüntüleri bile içimizi ne kadar ferahlatır. Peki ya o haberlerde gördüğümüz bazı insan müsveddeleri? İnsan olmak, bedenen insana benzemek midir? İnsan hakları denen haklardan faydalanmak için önce insan olmak gerekmez mi?

Birçok filmde insan denen yaratığın aşağılık yönüne tanık olup, üstü kapalı insan yerine hayvan tercihi yapmamızı sağlayan trajedilere rastlıyoruz. Çevre şehitleri denen bazı insanlar, unutulmakta olan “insanın kendi dışındaki canlılara olan yaklaşımı”nı göstererek, tarifi güç bir insanlık örneği göstermişler ve hatta canlarını vermişlerdir. National Geographic katkılarıyla yapılmış Kekexili: Mountain Patrol, trajik bir belgesel dram. Belgesellerin diğer türlerle ne kadar esnek ve güçlü bağlar kurabileceğinin kanıtı. Ri Tai ve diğer korucuların hayatları, izlediğimiz bu mükemmel filmdeki gibi gerçekti. İster kişisel menfaat için, ister savaş ortamından uzaklaşıp görünmez olmak için, ister azalmakta olan milli değerlere idealistçe sahip çıkmak için, ne için olursa olsun, doğayı, onun güzelliklerini can pahasına korumak çok ulvi bir duygu. Şimdiye dek başka yaşanabilecek bir gezegen bulunamadı. Alternatifimiz yok. O kutsal dengeyi bozma hakkımız da yok. Yasalardaki boşlukları gözden geçirmek ve yeniden yorumlamak, Kekexili gibi daha önce hiç duymadığımız hikayeleri tüm dünyaya duyurmak gerek. Dünyamız iyi ve kötüyü, yaşamı ve ölümü bir arada barındıran, (henüz) benzerine rastlamadığımız bir gezegen.

9 Ağustos 2013 Cuma

Millions (2004)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: Alexander Nathan Etel, Lewis Owen McGibbon, James Nesbitt, Daisy Donovan
Senaryo: Frank Cottrell Boyce
Müzik: John Murphy

Film, İngiliz Sterlini’nin yürürlükten kalkıp yerini Euro’nun aldığı zamanda geçiyor. Bir soygun sayesinde birden 237 bin Sterlin bulan Anthony ve Damian kardeşlerin hikayesi. Büyük olan Anthony harcamak isterken, küçük Damian'ın ise maneviyatı biraz daha kuvvetlidir; o parayı fakirlere dağıtmak ister. Ellerindeki parayı bir hafta içinde harcamak zorundadırlar. İkisi bu zıt fikirleri savunurken parayı arayanlar ortaya çıkınca işler karışmaya başlar.

Filmle ilgili yorumda bulunmadan önce Danny Boyle sinemasının iniş-çıkışlarına kısaca değinmek gerek. Televizyondan sinemaya geçişi 1994 yılı yapımı Shallow Grave ile yapan Boyle, iki yıl sonraki Trainspotting ile tüm dünyayı yepyeni bir sinema dili ile tanıştırdı. Oyuncuları birer yıldız oldu ve film kült mertebesine erişti. Hala beğeniyle izlenen, her izlenişinde aynı etkiyi yaratmayı başarabilen bu safkan, zamansız İngiliz yapımı için, uyuşturucu üzerine yapılmış bir 5. Senfoni deyimini kullananlar bile var. Haliyle Danny Boyle ismi de tüm dünyaca ve yine haliyle Hollywood tarafından kabul gördü. Trainspotting ile çıtayı en yükseğe çıkarınca beklentiler arttı. 97’deki bol Amerikan yıldızlı uzun bir video-klip gibi duran A Life Less Ordinary, 2000’deki DiCaprio’lu The Beach, Hollywood sinemasının baskıcı tutumunun Boyle üzerinde ne derece etkili olduğunun işaretleri gibiydiler.

Büyük umutlar beslenen bu iki film, istemese de Boyle’un çıtasını düşürmesine yol açtı. Uluslar arası arenada pek duyulmamış birkaç filmin ardından 2002’de kıyamet senaryolu vampir-zombi filmi 28 Days Later geldi. Cillian Murphy, Christopher Eccleston gibi tanınmış İngiliz oyuncularla çektiği bu son film, bir nevi özüne dönüş gibi gözükse de bu kez arızalı veya fazla Amerikanvari bir konuyu klişeli bir şekilde işlediğinden, belki de zamanında bulaştığı Amerikan etkisinden ötürü bu film de azalmaya yüz tutmuş Boyle hayranları tarafından fazla benimsenmedi. Çünkü bir sürü filme rağmen, o her zaman Trainspotting’in yönetmeniydi. 2004 yılı yapımı Millions ise Danny Boyle için “özüne dönme” çabasının pozitif yansıması olarak adlandırılabilecek bir film.


Başrolde herkesten rol çalan bir Alex Etel var ki, filmde ne varsa onun etrafında dönmekte. Büyük kardeş Anthony’nin masumane paragözlüğünü, küçük Damian kendi etik değerleri ve maneviyatı ile çok güzel dengeliyor. Rol yaptığı kesinlikle söylenemez. Zira bu, yüz ifadesi ve konuşmasından da rahatlıkla anlaşılabilir. O kadar gerçek ki, tüm filmde ona kamerayı göstermeden filme almışlar sanki. Onun varlığı, sadece kardeşinin hırsının değil, Boyle’un Trainspotting döneminden kalma asiliğinin de balans ayarını ustaca yapıyor. Yine onun gerçekliği sayesinde filmin fantastik öğelerinden rahatsız olmuyoruz. Ama Boyle, bu küçük çocuğun ahlaki duruşuna rağmen, konu itibarıyle olası gereksiz mesaj kaygısına ve dinsel temalarla örülü sıkıcı ahlaki söylemlere pek fazla prim de vermiyor. Verdiği primler de senaryo ve görüntülerin zekasında kendini buluyor. Bloody Sunday'in unutulmaz oyuncusu James Nesbitt’i de çocukların babası Ronnie rolünde görmek ayrı bir zevk. Nesbitt gibi güçlü bir oyuncu da bu güzel filmin önemli bir artısı. Millions, para, din, aile kavramları üzerine yormadan düşündüren ve de en önemlisi eğlendiren mütevazi, sıcacık bir film...

Anthony ve Damian kardeşlerin farklı perspektiflerinden para kavramını ele alması, dolayısıyla maddiyat-maneviyat tartışmasını oldukça sade, eğlenceli, duygulu ve fazla olmasa da politik yönlerden işlemesi açısından çok parlak bir film. Özellikle Shallow Grave ve Trainspotting filmlerindeki Boyle’un, konu olarak olmasa da, kurgu, işleyiş ve dinamizm olarak geri dönüşünün müjdesi. Bu başarılı geri dönüş, eski başarısızlıkları tekrarlama kaygısıyla gelen bir zorlamanın sonucu değil, adı geçen kült filmlerde zaten şahit olduğumuz potansiyel Boyle büyüsünün bir eseri. Joint çeken azize ve yalnız Damian’e gözüken tuhaf görevlere sahip diğer azizler, soygunun anlatıldığı flashback, ayrıca finalin ustaca çözümlenmesi Boyle’un perdeye yansıttığı eski sıra dışı gerçekliğin hala yaşadığının işaretleri.

7 Ağustos 2011 Pazar

Yesterday (2004)


Yönetmen: Darrell Roodt
Oyuncular: Leleti Khumalo, Kenneth Khambula, Harriet Lenabe, Lihle Mvelase, Camilla Walker
Senaryo: Darrell Roodt
Müzik: Madala Kunene

Kocası, sınır ötesinde, Johannesburg'da çalışan bir maden işçisi olan, kendisi ise Afrika’nın bir Zulu köyünde beş yaşındaki kızı Beauty ile yaşayan, haftanın bir günü evinden kilometrelerce uzaktaki sağlık ocağına kızıyla birlikte yürüyen Yesterday, uzun kuyruğun sonuna yetişmesine rağmen bir türlü muayene olma şansı yakalayamaz. Öksürük nöbetleri ve halsizlikle boğuşan annenin sağlık sorunlarına bir de bayılma eklenir. Köyün diğer kadınlarıyla arası iyidir. Köye yeni gelen sevimli ve insancıl öğretmenle de hemen kaynaşır. Ama bir türlü doktora görünüp hastalığını öğrenemez. Neyse ki birgün öğretmenin tuttuğu taksi ile sağlık ocağına erkenden gidip muayene olan Yesterday testler sonucunda HIV virüsü taşıdığını öğrenir.

Kocasıyla aşk evliliği yapmış, Beauty gibi güzel bir kız çocuk sahibi olmuş, köyünde kızıyla kendi halinde geçinip giden saf, temiz ve fedakâr bir anne Yesterday. Hastalığını öğrendikten sonra bunu Johannesburg'daki kocasına söylemek zorunda kalıyor. Hastalığın bütün belirtilerini gösteren kocası bunu şiddetle inkâr ediyor. Yılmayıp kocası ve kızı için mücadele etmeye karar veriyor. Hastalığı duyulduktan sonra köylülerin tepkilerine rağmen ölmeye yakın kocasını eve alan genç kadın, artık hem hastalığıyla hem de köylülerle yalnız başına mücadele etmek zorunda kalıyor. Güney Afrika’lı sinemacı Darrell Roodt’un yazıp yönettiği, 2005 yılında En İyi Yabancı Film Oscar adayı olmuş Yesterday, öleceğini öğrenen bir annenin kendinden önce kocası ve çocuğu için endişelenmesi sonucu gösterdiği fedakârlıkları konu alan sade ama çok güçlü bir film. Yıllarca hastalıklar ve açlıkla mücadele etmiş, hâlen de etmekte olan büyük Afrika’nın küçücük bir parçasından duygu yüklü bir dram.


Hastalığını bir kenara bırakarak herşeyden önce Beauty’nin okula gitmesi için savaş veren, hasta kocasını kabul etmeyen hastanelere karşı çıplak elleriyle kendi hastanesini inşa eden Yesterday’in hikâyesinin anlatımı, pek çok fedakârlık öyküsünün aşırıya kaçtığı duygu sömürüsü yanlışına düşmemiş. Öyle görülme ihtimalinin bile bir yanılsama olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yesterday her ne kadar bir azim ve fedakârlık kesiti de olsa, hissedilir derinliğinde yatan yalnız, çaresiz, naif, güçsüz bir kadının kendini bulma, ümitlerini ve hedeflerini insanca ayakta tutma gayretini anlatıyor. Darrell Roodt, sahip olduğu benzersiz coğrafyanın da avantajını kullanarak, bu yalnızlığı belgesele ve dramaya eşit uzaklıkta bir gerçeklikle yorumluyor. Bu filmden sonra Terry George (Hotel Rwanda) ve Clint Eastwood (Invictus) gibi yönetmenlerle çalışma fırsatı bulmuş Leleti Khumalo’nun etkileyici oyunu, Yesterday’in sahip olduğu her özelliği yansıtma becerisine sahip.

Bir insan isimi olarak Dün’ün temsil ettiklerinden biri de, ölmek üzere olan bir kadının bundan böyle dünde kalacak olmasını bir çırpıda kabullenmeyerek, hayatındaki tek Güzellik olan kızı Beauty’nin Yarın’ı için verdiği müthiş emeğin zıtlığında kendini buluyor. Bir film olarak Yesterday ise, hüzün dolu gerçekliğine bağlı kalan öyküsüyle, görüntü yönetimiyle, müzikleriyle harika bir sinema dili konuşuyor.

6 Şubat 2011 Pazar

Incident At Loch Ness (2004)


Yönetmen: Zak Penn
Oyuncular: Werner Herzog, Zak Penn, Gabriel Beristain, Steven Gardner, Michael Karnow, Kitana Baker, Robert O'Meara, David A. Davidson
Senaryo: Werner Herzog, Zak Penn

Usta Alman yönetmen Werner Herzog, The Enigma Of Loch Ness adlı bir belgesel çekme hazırlığındadır. Bu arada John Bailey ise onun hayatı ve çalışmalarıyla ilgili Herzog In Wonderland adında bir başka belgesel çekme aşamasındadır. Bailey, Herzog’un da izniyle kamerasıyla onun hayatına girip çekimler yapmaya başlar. Herzog, daha çok senarist olarak ün yapmış (Last Action Hero, Behind Enemy Lines, X2, X-Men: The Last Stand, Suspect Zero, Elektra, The Incredible Hulk senaryoların sahibi) Zak Penn’in yapımcılığında ekibini toplayarak İskoçya’nın yolunu tutar. Tüm çekim ekibi, kiraladıkları bir tekneyle Loch Ness’e açılırlar. Ama Zak Penn’in tutarsız davranışları ve çekim süresince yaptığı kötü sürprizler, Herzog’un belgeselini tehlikeye düşürür. Loch Ness Canavarı’nın varlığı hakkındaki teorilerin masaya yatırılacağı bu belgesel, göldeki garip olayların birbirini izlemesiyle bambaşka bir şeye dönüşmeye başlar.

Filmin başlarında maceraperestliğiyle de ünlü Werner Herzog’un çekmeyi düşündüğü The Enigma Of Loch Ness hakkında verdiği bilgilerin tutarlılığından hareketle, Loch Ness gizemine etkileyici bir bakışta bulunacak bir belgesel izlediğimi düşünürken, çekim ekibinin toplanma ve yola çıkma hazırlıkları esnasında yaşananlardan aslında Incident At Loch Ness’in bir mockumentary (kurmaca belgesel) olduğu anlaşılınca hayalkırıklığı yaşadım. Bu da benim filme ısınmamı hayli zorlaştırdı. Zira mockumentary de olsa, daha önce yapılmış kaliteli örnekler gibi olmayı beceremeyen bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Herzog gibi ciddi bir sinema adamının ve belgesel aşığının böyle vasat bir çakma belgesele alet oluşu da beni için ayrı bir burun kıvırma nedeni oldu. Filme başlarken sahte olduğunu bilmeden bir belgesel ciddiyeti bekliyor olmam sebebiyle yaşadığım şaşkınlık, dakikalar ilerledikçe yerini “ne zaman bitecek acaba” sıkıntısına dönüştürdü. “Tüm bu Loch Ness olayı az çok bizim hayal gücümüzün bir ürünü ve ben bu durumu gerçek canavardan çok seviyorum” diye bir mantıkla sözde belgeselini çekmeye koyulan Herzog’un işgüzar yapımcı Penn ile, diğer ekip üyelerinin birbirleriyle ve teknenin kaptanıyla yaşadığı atışmalar, bir süre sonra kurmaca olduğunu sezdirecek derecede “rol”e dönüştükçe keşke The Enigma Of Loch Ness projesi gerçek olsaymış dedim içimden.


Film, This Is Spinal Tap ile The Blair Witch Project arasında bir denge kurma amacını (amacının hemen hemen bu olduğunu varsayarak) gerçekleştiremediği gibi, aktüel kameranın kullanılış biçimindeki inandırıcı olamama durumu da teknik yönden zayıf kalıyor. Bu kadar iş güç sahibi insanın böyle bir projeye katılmış olmalarının altında yatanın Herzog ismi olduğunu tahmin etmek zor değil. Ama Herzog ve Penn’in ortak fikri olan bu film, hafif sıyırmış bir kriptozoolog (tanımlanamamış hayvanlar üzerine çalışmalar yapan bilim adamı) ve kısa süre sonra aslen Playboy güzeli olduğu anlaşılan güzeller güzeli bir sonar operatörü ile renklendirilmeye çalışılsa da, sonlara doğru yaratmaya çalıştığı gerilimle bile sıkıcılığını koruyor.

Aslında fikir olarak iyi bir mockumentary malzemesi olmasına rağmen, potansiyelini Herzog ve Penn’in çok da ciddiye almadan spontane biçimde tasarladıklarını düşündüren senaryosu filmi geliştiremiyor, ilginçleştiremiyor. Zak Penn’in, çekimlerden vazgeçen Herzog’u ikna etmeye çabalarken Jacques Cousteau bu iş için sol taşağını verirdi” gibi komik motivasyonları fazla karikatür kaldığından, canavar saldırısı sahneleri de germekten uzak klişelerle plânlandığından, film ne güldürüyor, ne de ürkütüyor. Oysa mockumentary’lerin bu ikisinden birinin, bazen ikisinin birden hakkını vermesi beklenir. Belki bu sayede Herzog, varlığına inanmadığı Loch Ness Canavarı hakkında ufaktan dalgasını geçme fırsatı bulmuştur. Zira elle tutulur başka bir amaç aklıma gelmiyor.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Love Battlefield (2004)


Yönetmen: Pou-Soi Cheang
Oyuncular: Eason Chan, Niki Chow, Kenny Kwan, Carl Ng, Hailu Qin, Zhiwen Wang, Ho-Yin Wong
Senaryo: Kam-Yuen Szeto

Yui ve Ching, tanışırlar, birbirlerinden hoşlanır, sevgili olur ve beraber yaşamaya başlarlar. Alışkanlığın getirdiği tutku azalmasını yenmek için Avrupa gezisi ayarlarlar. Ama yola çıkacakları günün sabahı arabaları çalınır. Bunun üzerine hırsızlar yerine birbirlerini suçlamaya başlarlar. Hem de ne suçlama! Geçmişte ne varsa ortaya dökerler. Yok yemek pişir dedin pişirdim, yok pilavı lapa gibi yaptın, yok dalma kursuna sen istedin diye gittim gibi bahanelerle kavgaya tutuşan çift ayrılır. Yui arabayı bulur, ama bunun yanında babayı da bulur. Çünkü arabayı aralarında hamile bir kadının da bulunduğu polisten kaçan bir çete çalmıştır. Sıcağı sıcağına olay yerine gelen polislerle girilen çatışma sonrası geriye ölü polisler, yaralı gangsterler ve az önce sevgilisinden ayrılan acil servis doktoru Yui kalmıştır. Yui’yi kaçırıp doktor, şoför, aşçı niyetine kullanan çete üyelerinden habersiz salya sümük ağlamakta olan Ching ise sevgilisinin aramasını beklemektedir. Yui ve Ching’in sevgisi, bir çiftin görebileceği en zalim sınavlardan birine tabi tutulacaktır.

Nick Cave bir röportajında “aşkın tarifi mümkün, ama ben hala arıyorum” demişti. Herkesin kendine göre bilimsel, duygusal, matematiksel, kimyasal, tensel tanımı vardır. Aşk, tanımı değil, yorumu yapılabilecek bir olgu. Bunun farkında olan Mozart, Picasso, Fellini gibi insanlar çareyi yorumda bulmuşlar. Üstelik aşkı aşk yapan ayrıntılardır. Milyarlarca ayrıntının hangisinden bahsederek tanım yapacaksınız? Şu anki eşiniz veya sevgilinizle, aşık olmadan önce birbirinize ait ne kadar ayrıntı tespit ettiniz? Birbirinizi bulmadan önce, ne aradığınızı biliyor muydunuz? Hayatınızın anlamının yüzde kaçı aşka aitti? Şu an yüzde kaçı ait?


Eternal Sunshine Of The Spotless Mind ... Adına methiyeler düzmek isterdim. Ama yapamam. Kendini bu kadar özgür bırakmış çok az film izledim. Adıyla bile bir aşk yorumu yapan ve o yorumların ucu bucağı olmadığını haykıran bir başyapıt. Love Battlefield da gerek adıyla, gerek tadıyla o farklı yorumlardan birini yapıyor. Mukayese yapmak değil amacım. Söz konusu aşk olunca artık sinemada da farklılık peşinde koşar olduk ve bu çok sağlıklı bir duygu. Love Battlefield farklı mı? Yüzde yüz! Film onca kan-revan, top-tüfek arasında yolunu arayan gerçek bir aşk filmi. Hani ne olur, adam ve kadın tutkuyla bağlıdır, sonra araya ufak tefek yanlış anlamalar, kişiler, olaylar veya egolar girer, ayrılırlar. Sonra bazı ayrıntılar her ikisine de doğru insanın “o” olduğunu anlatır. Gerçekle yüzleşen çift bu dünyada birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını anlar ve mutlu son. Love Battlefield bu düzenekte ilerleyen bir film değil. Ancak bu farklılığa rağmen aşkın gücünü o kadar sarsıcı yaşıyor ki, Yui ve Ching’in yaşadığı sınavdan geçtiğimizi düşünürsek ne yapardık diye düşündüğümüzde verdiğimiz cevap, aşkımızın gücünü ortaya koyuyor. Bekara boşaması kolaydır ama bu filmin sunduğu her türlü gerilimin çıktığı kapı aşka dair.

Filmin hem aksiyon, hem de sevgi yönünden göndermede bulunduğu savaş alanı tamlaması o kadar yerinde ki, bunu Mr. & Mrs. Smith ucuzluğunda anlamamak gerek. Yüzeyden, bir anlık öfkelerle kırdığımız sevdiğimizin değerini anlamamız için yapılmış bir uyarı gibi gözükse de altında, iki kişinin yarattığı bir savaş alanında, ilişkinin gideceği güzergahı belirlemek için yapılan basitten zora tüm fedakarlıkları düşünmeye zorlayan ve o alanı sevişme alanına çevirmenin gerekliliğine işaret eden bir Hong Kong filmi. Üstüne üstlük, aşka iyi adam-kötü adam tarafından da bakacak kadar adalet sahibi. Öfke uğruna kimseyi kırmaya değmez gibi yapış yapış bir mesajı yok. Bireysel mutluluğum için, başkasının mutluluğunu feda ederim diyor ve bunda sonuna kadar haklı bence. Bencillikse bu uğurda bencilim ve bunun gibi filmler, yalnız olmadığımı hissettiriyor. Yine de bu başımıza gelmedikçe anlayamayacağımız bir his.


Başta Eason Chan ve Niki Chow olmak üzere tüm oyuncular çok iyi oynamışlar. Ama bu iki oyuncu, sevginin gücüne vurguda bulunma misyonunun altından çok başarılı şekilde kalkıyorlar. Yui’nin arabasını bulmasıyla başlayan aksiyon ve girilen gerilimli süreç, sevgilisi Ching’in, aralarındaki ilişkiye gönderme yapan elektronik saat sayesinde sevgilisinin izini bulmasıyla daha da hız kazanıyor. Ama bu süreç, iki sevgilinin buluşması ve aşkın kazanmasını beklemekten başka çare bırakmıyor önümüzde. Hep aklın bir kenarında olan sona yaklaştıkça çaresiz oturup bekliyoruz. Film bitince de… Aslında aşk da öfke gibi bir hediye. Ona bir kere sahip olduysak ne pahasına olursa olsun kaybetmememiz lazım. Korna çalarak öfke gösterdiğimiz ölçüde sevgimizi gösteriyorsak işimiz oldukça zor olur. Yine buralarda biryerde “pişmanlık insanlıktır” demişti şair. Pişman olacak bir şey yapmayalım demek de çare olamıyor bazen. Ama en azından öfke kadar sevgiden de vazgeçmeyelim. Aşırı da olsa sevgi sevgidir. Bu hediyeleri kaybetmemek gerek. Elde edeceğimiz ganimeti düşünürsek, aşk gerçekten bir savaş alanıdır.

8 Eylül 2009 Salı

Dead Man’s Shoes (2004)


Yönetmen: Shane Meadows
Oyuncular: Paddy Considine, Toby Kebbell, Gary Stretch, Jo Hartley, Paul Hurstfield, Seamus O'Neill, Stuart Wolfenden
Senaryo: Paddy Considine, Shane Meadows
Müzik: Aphex Twin

Dead Man’s Shoes bir intikam filmi. İngiltere’de bir kasabada 7 kişilik küçük bir uyuşturucu çetesi, kendi aralarında çılgınca eğlenirken aralarına zihinsel özürlü Anthony’yi de alırlar. Zalimce onunla alay eder, türlü eziyetlerde bulunurlar. Birkaç yıl sonra Anthony’nin ordudan dönen ağabeyi Richard, ona yapılanların intikamını almak için kasabaya gelir. Olaylar gelişir. Hem de nasıl gelişir. Tipik bir intikam hikayesi olan bu kısa künyeyi okuduğumda beni tek cezbeden yönü İngiliz aktör Paddy Considine olan filmi izleyip izlememe konusunda tereddüt ettim. Shane Meadows'u tanımıyordum. İzledikten sonra ise, “tipik” kelimesinin bu film için düpedüz hakaret olduğunu anladım. O kadar da basit değil. İçim acıdı, boğazım düğümlendi, uyuyamadım. Dead Man’s Shoes herhangi bir intikam filmi değil. Hatta herhangi bir film bile değil. İlk anlarından itibaren yakamıza yapışan, sürükleyen, bittiğinde serbest bıraktığı sanılan, ama iyileşmesi günler sürebilen yaralar bırakan kusursuz bir dram. Kusursuz oluşu, kusurlarını göremeyecek kadar etkilenmiş olmamdan kaynaklı bir kusursuzluk. Dead Man's Shoes hakkında yapılacak her türlü yorum, kesilecek her türlü ahkam, aranacak her türlü sembol / metafor / anafor, boşlukta amaçsızca savrulan cisimlerden farksız olacaktır. Tıpkı bu yazı gibi.



İntikam olgusu sinemanın vazgeçilmezlerinden. Bir intikamı işlemek öyle kolay değildir, olmamalı da. İntikam duygusu ele alınırken yüksek dozda ikna gerektirir. Hristiyan öğretisindeki gibi yapılan kötülüğe diğer yanağını çeviren anlayışa haiz şekilde davranan bir karakter, ödeşme kavramını ailevi mesaj kaygılarıyla kötüleri bile yola sokacağına inanan saflıktaki Amerikan sit-com mantığıyla özümsemişler dışında kimsenin ilgisini çekmez. Madem diğer yanağını çevirmeyecek, bari intikamı alınacak unsurların temelleri sağlamlaştırılmalı ve hakkıyla öcünü almalı ki izleyen başkasının aldığı intikamla ekran başından mutlu ayrılabilsin. The Sting veya Dogville gibilerini gördükten sonra intikam temalı filmler için kendi çıtamı hayli yükseltmiş, her önüme gelen intikam filmine pas vereceğimi düşünmemiştim. Dead Man’s Shoes’ı gördükten sonra ortada ne çıta kaldı, ne de pas!

Çünkü Richard'ın intikamı, hem Richard'ın intikamı, hem bizim intikamımız, hem de insanlıktan çıkmış kötülere karşı insanlıktan çıkmaktan başka bir çözüm yolu bulamamış sıradan bir insanın sıradışı intikamı. İstesem de kafa karıştırmaya çalışamam. Kafam zaten karışık. İntikam gerekçeleri, intikamın kendisi kadar anlamlıdır bir yerde. İntikam bir insanın yüreğini soğuturken, başka birinin yüreğindeki muhtemel pişmanlık hislerine kulak asamayacak kadar gözünü karartmış bir duygudur. Pişman olmak, onun geçmişini temize çıkarmaya yetmez her zaman. Geç kalınmıştır bir yerde. İşlediği suçun cezasını yıllarca çekmiş bir mahkumun yıllar sonra hapisten çıkınca intikam almak istemesi ile tam tersi, normal bir insan olmak isteme hakkı arasındaki masumiyet, suçlu veya suçsuz oluşu ile ilişkilendirildiğinde kafalardaki adalet terazisi de yolunu şaşırıyor. Bu hikayeyi başımıza çorap gibi ören Considine ve Meadows, intikamdan gözü dönmüş bu yolunu şaşırma halinin izini sürerken aslında gözlerinin gayet açık olduğunu vurguluyorlar.

Dead Man’s Shoes sadece intikamın değil, zalimliğin, saflığın, pişmanlığın, korkunun da altını çizen bir kesit. İzleyeni belli bir ana kadar çok güzel oyuna getiren, finalinde akıl almaz (belki de alır) bir manevra yapan ve bazı intikam temalı filmlerin top, tüfek, lazer şovunun sağlamakta zorluk çektiği sürükleyiciliği baştan sona özünde bulunduran bir keder bulutu. İntikam peşindeki Richard’ın 6-7 kişilik bu çeteye tek başına kafa tutması, çetenin de bu intikamı gerektiren yedikleri haltın bilincinde olup açıkça korkmaları ortaya çok gerçekçi bir psikolojik savaş tablosu sunuyor. Richard’ın bu cesareti ve infaz kararlılığı onu tam bir ölüm meleği haline getiriyor. Peki Richard’ın intikamından, kötülerin bu şekilde avlanmasından aldığımız keyif nasıl açıklanmalı? Belki de artık o kadar çok kötülükle kuşatıldık ki Dead Man’s Shoes gibi filmler, hatta bir ötesi gerçek yaşamdaki linç girişimleri insanoğlunda açıklaması zor bir coşku yaratıyor. O bir kısım intikam filmlerinde kötülerin hacamat edilişini izlerken abur cubura uzanacak dermanı ve linç keyfini kendinizde bulabilirken, Dead Man’s Shoes’da tuhaf biçimde kötülerle empati bile kurabilirsiniz. Bu empati, onların kötü girişimlerinde ve hamurlarında değil, yaptıklarının ardından başına geleceklerin verdiği ölüm korkusu ile yüzleşmelerinde yaşanması muhtemel bir özdeşleşme.

Zavallı Anthony’ye yapılanları, çete elemanlarının onunla acımasızca nasıl eğlendiğini gösteren siyah-beyaz flashbackler tüyleri diken diken ediyor, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alınabildiğini önümüze seriyor. Aklıma geldikçe hâlâ yüreğim yanıyor. Mahallenin delisine veya başıboş bir kedi-köpeğe eziyet eden çocuklar hakkında hissettiklerimizi birebir duyumsamamız mümkün. Bu siyah-beyaz sahneler, izleyene Richard’ın intikamını yeterince mazur gösteriyor. Bu yüzden filmle bağımız bu denli kuvvetli, öfke dolu, fikirlerimiz bu denli kesin ve illegal. Yılların klişesi "intikam soğuk bir yemektir" üzerine daha önce hiç kafa yormadım. Muhtemelen bulmaca çözerken bile kan ter içinde kalan bir obezin parlak buluşudur bu söz. Ama kendi fikrim odur ki, intikam ne soğuk, ne de sıcak bir yemektir. İntikam ("kişinin kendine yakışanı giymesidir" kötü espirisinden kıvrak bir hamleyle sıyrılarak) umarsız bir isyandır! Sonuçları ağır veya değil, o hep şikayet ettiğimiz tepkisizliğe verilmiş kendince haklı bir tepkidir en azından. Elbette o intikam bizden alındığı vakit hiç de öyle değildir. "Pişmanlık, insanlıktır" lafını bile umursamayacak kadar canı yanmış bir tepkidir üstelik. İntikamda hamurumuzda olan ve olmayan bir sürü tepki vardır. Gerekirse kendi özünü inkar vardır. Farklı bir adalet suretidir intikam. Bir başkası veya bir başkasının hazırladığı yasalar, sizin arzu ettiğiniz gibi alamaz o intikamı.


Paddy Considine, Toby Kebbell, Shane Meadows, Will Oldham

Aynı zamanda Dead Man’s Shoes’un senaryosunu da yazan Paddy Considine, bir grup serserinin üzerine kabus gibi çöken ağabey Richard rolüyle olağanüstü karizmatik. Ona bakarken güven ve tedirginlik duyguları yakanızı bırakmıyor. Ne yapacağını temelde bilmemize rağmen, ne zaman ve ne şekilde yapacağının belirsizliği bizi bizden alıyor. Zaten finalde hem Richard, hem de senarist Considine, feci bir ters köşe ile bu duygularımızı haklı çıkararak, kolay kolay unutulmayacak bir son ve (anti) kahraman profili yaratıyorlar. Zihinsel özürlü Anthony rolündeki Toby Kebbell’e de uğramak lazım. Filmi izlerken bu çocuğun sahiden özürlü olduğunu düşünmekten kendimi alamayabilirsiniz.. Meğer o da bir aktörmüş. Henüz kariyerinin başındaki oyuncu, gözüktüğü sahnelerde gerçekten ışıl ışıl parlıyor. Kebbell, Anthony’nin bir bebek kadar saf ve sevimli olduğu kadar çaresiz kişiliğine son derece profesyonel bir teşhis ile yaklaşıyor. Bizi üzüyor, hatta kızgın yağda haşlanmış gözyaşlarımızı dışarı taşırıyor. Güney Kore yapımları Marathon ve Oasis performansları kadar ekranda fazla gözüküyor olmasa da, o kompozisyonlardan uzak hiçbir tarafı yok.


Dead Man's Shoes'u izlediğim sıralarda Shane Meadows kimdir bilmezdim. Considine’in senaryosuna yardımcı olmasının yanında, görkemini sadeliğinde taşıyan, iniş çıkışları çok iyi betimleyen yönetimi alkışlara boğulmalı. Üstüne bir de müzmin efkarlı Will Oldham’ın filmin ruhuna tencere kapak uyumu sağlayan dingin ve acıklı şarkıları da eklenince Dead Man’s Shoes’a bir başyapıt dememi kimse engelleyemez. Kimbilir daha bulunmayı bekleyen nice Meadowslar, Considineler, Dead Man’s Shoeslar vardır. Aramak gerek. Sonra da anlamak...

18 Şubat 2009 Çarşamba

Lila dit ça (2004)


Yönetmen: Ziad Doueiri
Oyuncular: Vahina Giocante, Moa Khouas, Karim Ben Haddou, Lotfi Chakri, Hamid Dkhissi, Carmen Lebbos, Edmonde Franchi, Ghandi Assad
Senaryo: Chimo, Ziad Doueiri, Mark Lawrence, Joelle Touma
Müzik: Nitin Sawhney

İlk filmi West Beyrouth ile Lübnan’da geçen çocukluk yıllarını usta bir sinema diliyle aktaran Ziad Doueiri’nin ikinci filmi Lila Says (Lila dit ça), Fransa’da Arapların yoğun olduğu Shady Grove adlı bir mahalleye taşınan sarışın güzel Lila ile, zengin iç dünyasıyla yazarlığa yeteneği olan 19 yaşındaki duygusal arap genci Chimo’nun adı konmakta zorlanan ilişkisi üzerine kurulmuş hüzünlü bir hikaye. Erotik, hatta pornografik hayalleri olan, bunlara geleceğine dair planladığı daha masumlarını ekleyen ve hepsini kendisine yakın gördüğü Chimo ile paylaşan Lila, kendi tabiriyle “araba mezarlığının ortasındaki bir Ferrari” ukalalığına rağmen, aslında kendisini aşık olacağı erkeğe saklayan, fahişe ruh ile serseriliğin karıştırılmaması gerekliliğinin sembolü bir karakter.

Öte yandan filmi, yazdığı hikayesinin iç sesiyle izlediğimiz Chimo ise, şiirselliği, benzetmeleri, sıkıntıları, tutkuları ve en önemlisi Lila’ya duyduğu aşkıyla bezeli cümlelerin renklendirdiği senaryonun sözcülüğünü yapıyor. Lila’nın bakire edepsizliğiyle orasını burasını Chimo’ya göstermesi, ona baştan çıkmış bir erotizmle uydurduğu hikayeler anlatması, buna karşın Chimo’nun ona duyduğu saf ve tertemiz aşkının yarattığı şaşırtıcı uyumu samimice aktaran diyaloglar, filmi dengeliyor. “Yaşam yanımdan geçip gidiyor” diyen Chimo’nun “eğer vajina ile özgür Filistin arasında bir seçim yapmam gerekseydi vajinayı seçerdim” ile “ona sudan çıkmış bir balık gibi susadım” arasında gidip gelen bu dengeli, sevimli, romantik ve hüzünlü dertleşmeleri, biraz da “işler olacağına varır” kolaycılığına kaçan trajik finali ile sekteye uğrar gözükse de, gerçek dünyanın böylesi acımasızlıkları, bazı filmlerin hassas dokularını daha da öne çıkarabiliyor.

Kamera ve teknik detaylarda ustalaşmış Ziad Doueiri, bu tecrübesini dinamik ve sabit kamera hareketleri, fotoğraf tadında görüntüleri ve doğru yer-zamanda durduğunu hissettirdiği akıcılığıyla belli ediyor. Ayrıca Nitin Sawhney tema müzikleri ve Vanessa Daou, Air, William Orbit şarkıları da, hüzün olup yağan atmosferler yaratarak bu senaryo-görüntü estetiğine frekans ortaklığı ediyor.

20 Temmuz 2008 Pazar

Beyond The Sea (2004)


Yönetmen: Kevin Spacey
Oyuncular: Kevin Spacey, Kate Bosworth, Bob Hoskins, John Goodman, Brenda Blethyn, William Ullrich
Senaryo: Kevin Spacey, Lewis Colick

Walden Robert Cassotto ya da sahne adıyla Bobby Darin, Bronx’dan çıkıp şov dünyasının önemli isimlerinden biri olmuş, yedi yılda on film çekmiş, 1963’de rol aldığı Captain Newman, M.D. filmiyle En İyi Yardımcı Oyuncu dalında Oscar’a aday olmuş, iki Grammy kazanmış, yedi tane ilk ona giren parça çıkarmış bir sanatçıydı. Kendine güveni tam, hatta fazlaca kibirli yapısına rağmen karizması ve azmi sayesinde itici olmamış, kendi döneminin efsane yıldızı Frank Sinatra’ya rakip olarak bile gösterilmişti. Hayatında çok önemli rolü olan annesi Polly’den büyük destek görmüş, fakat hiç tanımadığı babasının özlemini duymuş olan Darin, hemen her ünlünün biyografisinde rastladığımız çalkantılı özel hayatın getirileriyle müzik yaşamını bir arada götürme yolunda yıllara yayılan iniş çıkışlar yaşamış. 2000 yapımı Beyond The Sea, Bobby Darin’in hayat hikayesini değişik bir kurgu, koreografik müzikal performansların da yer aldığı renkli anlatımıyla başarılı bir film. Sinema biyografilerinin amacı, tanınmış isimlerin meslekleri ile özel hayatlarının bilinmeyen yönlerine ışık tutmak olduğu kadar, geniş kitlelerce fazla bilinmeyen isimleri de milyonlara tanıtmaktır aslında. Bu anlamda Beyond The Sea amacına ulaşmış, ayrıca gerçek bir yaşam öyküsünü, kronolojik oynamalar yaptığı kurgu düzeni ve sinemasal düzeyiyle sıkıcılıktan kurtarmış denebilir.

Annesinin öğretileriyle büyümüş Bobby Darin, başarılı olma, hayallerini gerçekleştirme yolunda ilk önce bir planı olması gerektiğini benimsiyor. Ayrıca doğruyu söyleme adına da hatırı sayılır öğütler ediniyor. Döneme damgasını vuran hit parçalar, sahne şovları ve film çekimlerinin birbirini izlemesiyle bunların meyvelerini topluyor. Tabi Darin’in başarısında önemli payı olan akraba, eş, dosttan oluşan ve yıllar boyu kendisine sağdık kalan renkli ekibini de unutmamalı. 1961 yapımı Come September filminin setinde tanıştığı genç ve güzel aktris Sandra Dee ile olan evliliği Darin’in hayatındaki pekçok dönüm noktasından biri. Her ikisi de şöhret olan çift, hem bu şöhret ve iktidar yarışının yarattığı krizler, hem de Darin’in turneler, konserler, filmlerle yoğunlaşan temposu ile kritik testlerden geçiyorlar. Sağlık sorunları, kaybedilen Oscar ödülü, üzerine bir de yıllar sonra ortaya çıkan son derece sarsıcı bir aile sırrı eklenince Darin kendini herkesten uzakta bir karavanda izole bir yaşama kilitliyor. Politik olarak aktif biçimde desteklediği Robert Kennedy suikastini bu dönemde öğrenince çok farklı bir Bobby Darin olarak geri dönme girişiminde bulunuyor. Özellikle Vietnam savaşı hakkındaki muhalif duruşunun etkili olduğu duyarlılıkla, bir zamanlar cıvıl cıvıl sahne şovlarıyla renklendirdiği dünyaca ünlü Copacabana klübünde seyirciler tarafından alay konusu olan bir “hippi”ye dönüşüyor.


Her müzisyenin geçirdiği inişli dönemin tekrar çıkışa geçmesi ise eşi Sandra Dee’nin kurduğu sihirli bir cümleyle gerçekleşiyor: İnsanlar gördükleri şeyi duyarlar! Bu yüzden Simple Song Of Freedom gibi kolaylıkla hippi damgası yiyebilecek şarkısı şov dünyasının ışıltılı ellerinde dakikalarca alkışlanan bir gösteriye dönüşebiliyor. Dinleyici ya da tüketicinin kaliteli de olsa bir ürünün kendisinden önce onun sunuluş biçiminden etkilendiğinin çarpıcı bir örneği Simple Song Of FreedomCharles Trenet’nin klasikleşmiş La Mer isimli parçasının İngilizce uyarlaması olan, filme de adını veren Beyond The Sea yanında Mack The Knife, Dream Lover, Splish Splash, That's All gibi şarkıları müzik dünyasına kazandırmış, rock’n roll dönemini caz ve rhythm & blues anlayışıyla sallamış, kibiri, perukları ve filmde işlendiği üzere kendisini hiç terk etmemiş çocukluğuyla Bobby Darin, bir planı olan ve ona sadık kalarak başarıyı yakalayan saygın bir müzisyen. Usta aktör Kevin Spacey’nin bir söyleşisinde bu filmin her şeyi olduğunu söylemesi boşuna değil. Bir Bobby Darin hayranı olması, bu biyografiyi senaryolaştırmasını, yönetmesini, finanse etmesini ve filmdeki tüm Darin parçalarını bizzat seslendirmesini sağlamış, bu sayede Bobby Darin’i tanıma zevkini bizlere de yaşatmış.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Crónicas (2004)


Yönetmen: Sebastián Cordero
Oyuncular: John Leguizamo, Damián Alcázar, Leonor Watling, Henry Layana, Tamara Navas, Raymundo Zambrano, Washington Garzón
Senaryo: Sebastián Cordero
Müzik: Antonio Pinto

Erkek çocuklarını kaçırıp tecavüz ettikten sonra işkenceyle öldüren bir sapık, Meksika/Babahoyo’ya dehşet saçmaktadır. Medya ise bu olaylardan rating sağlama peşindedir. Kamuoyunu meşgul eden “Babahoyo Canavarı”nın peşindeki ünlü muhabir Manolo Bonilla (John Leguizamo), iki kişilik ekibiyle birlikte son kurbanın cenazesine katılır. Amacı çocuğun ailesini ekrana çıkarıp, zaten yükseklerde olan ratingini daha da arttırmaktır. Çocuğun diğer kardeşi ile bir söyleşi koparmak isterken çocuğu ürkütür. Cenazeden kaçan çocuğa yolda bir kamyonet çarpar ve çocuk orada ölür. Bir çocuğunu sapık katile, diğerini de trafik kazasına kurban veren baba, arkasına aldığı orada bulunan halkla birlikte arabanın şoförü Vinicio’yu (Damián Alcázar) linç etmek ister. Tabi Manolo Bonilla’nın kamerası hemen çekime başlar. Linç girişimini engelleyen polis hem Vinicio’yu, hem de acılı babayı hapse atar. Haber kokusunu çoktan almış olan Manolo, cezaevine giderek taraflarla konuşmak ister. Ama umduğunu bulamaz. Tam bu olaydan haber çıkmayacağını düşünüp geri dönmek üzereyken Vinicio, meşhur Babahoyo Canavarı’nı gördüğünü, kendisini hapisten kurtarıp hamile karısı ve çocuğuna kavuşturması için bir haber yapması karşılığında bildiği her şeyi anlatacağını söyleyerek Manolo’yu ikna eder.

Cronicás, biryerlerde unutulmaya yüz tutmuş, ama buna rağmen son zamanlarda yapılmış en iyi medya eleştirilerinden birisi. Bir kere yönetmen Sebastián Cordero, kurduğu hikaye örgüsünde sert ve acımasız. Benzer bir medya taşlaması yolsuzluk, hırsızlık, fuhuş yerine, çocuk istismarı gibi bıçak sırtı bir suç üzerinden ilerlemekte. Bu polisiye olay, sağlam bir medya yergisi ile o kadar iyi kaynaşıyor ki, filmden sonra gerçek yaşama dair medyatik şüpheler, komplo teorileri veya göz önünde duran, ama emin olunamayan Ali Cengiz oyunları insanın zihninde fink atıyor. Cronicás bununla da kalmıyor, hem adalet sistemine, hem ilahi adalete, cezaevi şartlarına ve halkın baş tacı yaptığı, ekranın vitrininde duran kahraman(!) habercilerin yaşadıkları çelişkilere de yerli yerinde dokundurmalarda bulunuyor. Bazı medya kişilerine Medya Maymunu deniyor ara sıra. Lakin öyle adamlar var ki medya gezegeninde, artık maymuna ayıp oluyor. Üstelik yaptıklarını “haber yaptık, alın yeyin” diye yutturmaya çalışanlar ve bunu yutanlar, hatta alkışlayanlar varken biz hala benzetmelerimizi günahsız hayvanlar aleminden seçiyoruz. TV’de çıktıysa doğrudura şartlanmışız. Bize gösterdikleriyle, bize anlattıklarıyla yetindiğimiz muhabir, haber yapımcısı, reality kumkuması insanlar, haber uğruna başkalarının değerlerini hiçe sayanlar, yargısız infazcılar, infazcı yargıçlar ve televizyonları babalarının çiftliği sananlarla kuşatılmışız. Bu televizyon öyle bir şey ki, canlı yayın dilencileri yaratıp, sonra da onları ümitlerle besleyerek kahraman olanların yuvası adeta.

TV fenomeninin sadece haber yönünü konuşacak olursak, burnu iyi koku aldığı halde yanlış ava oynayanları çok fazla görmekteyiz. John Leguizamo’nun canlandırdığı Manolo Bonilla, artık TV haberciliğinin yıldızlarından olmuş, zehir muhabirliği sayesinde Meksika halkı arasında ünlenmiş bir haberci. Kazara bir çocuğa çarpıp öldürerek hapse düşen Vinicio ile yaptıkları anlaşma gereği parlak kariyerine Babahoyo Canavarı’nı yakalayarak devam etmeyi saplantı haline getiriyor. Sözünde durması için içerideki Vinicio’yu kamuoyuna sevimli ve masum bir şekilde tanıtacak ki, bu işlerin nasıl yapıldığını az çok biliyoruz. Alttan verilen dramatik müzik eşliğinde kurbanın yakınları onun hakkında birkaç kelam ederler, çoluk çocuğun duygularını sömürebildikleri kadar sömürürler. Müziğin sesi artar. Sosyal baskılar, ekonomik yokluklar, anılar dökülür. Müziğin sesi biraz daha artar. Sonunda habercimiz sazı eline alıp birkaç afili cümleyle finalini yapar. Sonra sıradaki, Karabaş’ın emzirdiği üç kedi yavrusu veya defilede iki saniyeliğine topless kalan manken haberlerine geçilir.


Manolo Bonilla işinin ehli, şüpheci, sağlamcı ve dürüst bir muhabir. Ama mesleğin kendisi birçok yönden öyle değil. Haberden önce artık başka kaygılar var. Dolayısıyla Manolo dedektif gibi araştırdığı haberini yaparken ister istemez bu medya çarkında öğütülecektir. Çünkü gerçek hayat, hiçbir zaman haberlerde ve haber programlarındaki gibi olmadı. İşin içine Manolo gibi vicdanınızı da sokarsanız, o iş sizi suya götürür, susuz getirir. En tepede, Manolo’nun binbir zorlukla hazırladığı haberi biz izleyenlere hımını hımını okuyacak olan anchorman kişisine altın tepside sunulan haberin/sunumun ahlaki yönü fazla sorgulanmaz, bir süre sonra da önemini yitirir. Acaba ekranlardaki kaç haberci, haber yaptığı meselenin vicdani, ahlaki ve insani boyutunu kendi rating kaygılarının önünde tutuyordur? Cevabı biliyoruz sanki.
 
Sebastián Cordero çok çarpıcı bir film yapmış. Temposunu iyi ayarlayan, Meksika’nın sefaletini tekinsizliğiyle kol kola resmeden, taşlamasına sıkı sıkı tutunan ve vicdanımızı silkelemeyi bilen yapımlardan biri. Mesela linç sahnesi ve hapishane görüntüleri ustaca organize edilmiş. Star muhabir Manolo Bonilla’yı oynayan Kolombiya asıllı John Leguizamo, Hollywood’a transfer olup çektiği onca garnitür film yerine bir-iki Cronicás ile daha ciddi bir kariyer edinebilirdi belki. Latin egzotizmini, tadında bir oyunculukla birleştirdiği filmde, inandığı haber uğruna her riski göze alabilecek bir muhabirden, belli bir an sonra inandığını sorgulayıp ondan şüphelenmeye başlayan bir tarafsızlığa dönüşümü sıkıntı çekmeden veriyor. Fakat filmin ikinci planda kalan yıldızı ise bir diğer Meksikalı oyuncu Damián Alcázar. Sırlarla dolu gezgin satıcı Vinicio’yu ve onun sağlıksız, hüzünlü ve rahatsız halini ödüllü yorumuyla aktaran oyuncu, Leguizamo ile güçlü bir ikili oluşturup, yan karakterlerle de onları sıkı şekilde destekleyince ortaya soğukkanlı, dirayetli bir film çıkıyor. Kemikler bu derece sağlam olunca tek bir plan bile çok şey anlatıyor. Film bitip de yazılar akmaya başlamadan önceki en son kare buna en güzel örnek. İnsansız, hareketsiz bu kare o kadar fazla şeyi, o kadar tüyler ürpertici biçimde anlatıyor ki, sinemanın tek bir resimle bile neler başarabileceğine yine, yeniden şahit oluyoruz. Bir yandan da aklımıza, medyanın yerin dibine soktuğu veya temize çıkarıp melek ilan ettikleri geliyor. Onların nereden nereye geldiğini düşünüyor, sonra düşünmek bile istemiyoruz.