31 Mart 2018 Cumartesi

Last Flag Flying (2017)


Yönetmen: Richard Linklater
Oyuncular: Steve Carell, Bryan Cranston, Laurence Fishburne, J. Quinton Johnson, Yul Vazquez, Deanna Reed-Foster
Senaryo: Richard Linklater, Darryl Ponicsan
Müzik: Graham Reynolds

2003 yılında geçen filmde, geçmişinde Vietnam’da sıhhiye olarak askerlik yapmış, bir karışıklık sonucu askerliğin son günlerini hapiste geçirmiş olan Larry 'Doc' Shepherd'ın (Steve Carell) Irak’ta askerlik yapan oğlu öldürülmüştür. Oğlunu defnetmek için 30 yıldır görüşmediği eski asker dostları olan bar işletmecisi Sal (Bryan Cranston) ve rahip Mueller'dan (Laurence Fishburne) yardım ister. Oğlunun ölümünün arkasındaki gerçekler ortaya çıkınca üç dost kendi geçmişleriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Çıktıkları bu yolculukta geçmiş anılarıyla şimdiki akıllarını karşılaştırma fırsatı bularak tekrar yakınlaşırlar. Darryl Ponicsan'ın aynı adlı romanından Richard Linklater ile birlikte senaryosunu yazdığı, Linklater'ın yönettiği Last Flag Flying, dramatik yoğunluğunda komedi unsurları da bulunduran, özünde savaşın anlamsızlığını iki kuşaktan farklı şekillerde tecrübe etmiş üç veteranın yol hikayesi olarak kendini tanımlıyor. Romanın senaryolaşmasına ne ölçüde katkı sağladı bilinmez ama bir diyalog ustası olan Linklater, tam kendi kalemi olan bir filme adını yazdırıyor.

"Müzmin bir baba, ağzı bozuk bir ateist ve geçmişine sünger çekmiş bir rahip yola çıkmışlar" diye başlayan bir fıkranın birçok versiyonunu dinlediğimiz Last Flag Flying, aslında trajik bir olayın arka planında tekrar biraraya gelmiş üç arkadaşın fıkra gibi diyalogları kadar, kederli yönleri, savaşın anlamsızlığını geç idrak etmiş eski deniz piyadelerinin pişmanlıklarından da bolca beslenmiş bir senaryo sırtlanıyor. Ne zaman ciddileşeceğini, ne zaman hüzünleneceğini, ne zaman cıvıtacağını bilen, hepsini dozunda kullanan film, temelinde yatan sorgulayıcı tavrını ise hep koruyor. Din ve savaş gibi yüzyıllarca insanoğlunun başına bela olmuş olguları lokal biçimde sorgulayarak belli bir genel çerçeve oluşturabiliyor. Fakat asıl amacı lokal kalabilmek ve özellikle Amerika'nın savaş politikalarının bedelini ödemek zorunda kalan gencecik insanların yasını tutarken, geç kalan hesabını da sormak. Önce kahramanca ölmenin (şehitlik mertebesi gibi), askeri bir cenaze törenini hak ettiği yönündeki onur mücadelesi ile, arkadaşlarına kola alırken haince vurulmanın arasındaki fark misali suni bir tartışma yaratılıyor. Neyse ki bu tartışma başka bir noktaya evriltilerek kör milliyetçi söylemler savuşturuluyor.

Bu noktada acılı baba Larry "ben bir deniz piyadesi defnetmiyorum, oğlumu defnediyorum" diyerek bu yol hikayesinin seyrini bir nebze değiştiriyor. Bu yüzden Irak'tan "eve", yani ölen askerleri onurlandırmak için defnedildikleri Arlington Mezarlığı'na gönderilecek oğlunu, gerçek evinin bulunduğu New Hampshire'a götürmek istiyor. Filmde sudan sebeplerle savaş çıkaran, hayatının baharındaki gençleri onur, gurur, üniforma masallarıyla kandırarak ateşe atan, cansız bedenlerini ülkeye getirdikten sonra da ailelerine ve topluma başka masallar okuyan sisteme karşı genel bir ümitsizlik hakim. Mesela filmin en muhalif ve renkli karakteri Sal, "her kuşağın kendine ait bir savaşı var. İnsanlar savaşları yaratıyor, savaşlar da insanları. Bu asla son bulmayacak" şeklinde bu haklı umutsuzluğu dile getirirken Mueller ise "belki birgün farklı birşey deneriz" diye ütopik bir umut taşıyor. Özellikle Sal- Mueller diyalogları, iki farklı hayat görüşünü temsil etmesi açısından akıcı, komik, düşündürücü anlarıyla müthiş bir enerji taşıyor. Bunların ortasında kalan Larry ise, evladını kaybetmiş bir baba olmanın vakurluğu ile savaş ortamını paylaştığı eski dostlarıyla buluşmanın buruk keyfinin arasındaki dengeyi buluyor.


Evrensel olmak gibi bir misyon üstlenmeyen, ama Vietnam ve Körfez Savaşı gibi Amerikan hükümetinin uydurduğu, sonuçları Amerika kadar pekçok ülkeye de acılar yaşatan iki büyük savaşın gölgesinden kurtulamamış bireylerin içini döktüğü film, vatan sevgisini bu savaşları çıkaran zihniyetten bağımsız ele alıyor. Yani Amerika'yı sevmek, Amerikan hükümetinin yıllar boyu aldığı savaş kararlarını, Vietnamlılara veya Ortadoğululara karşı kin ve nefret beslemeyi onaylamak anlamına gelmiyor. Film bunları tamamen Amerikan bakış açısıyla düşündüğü için, içerdiği mesajların kimi zaman lokal seviyede kalması gayet normal. Tıpkı Larry'nin trende yaptığı "Doc Hollywood" esprisi gibi, muhalifliği de, mizahı da sıklıkla bu yerellikte kendini gösteriyor. Komutanların acılı aileleri askeri kahramanlık zırvalarıyla, din adamlarının cennet vaatleriyle avutmaları ise artık yerel olmaktan çıkıp, 20'li yaşlarında bir gencin öldürülmesinin suçunu üstünden atma genelliğinin dışavurumu. Hükümetler, kendi yarattıkları düşmanlarla savaşmak, kendilerinin tehlikeye attıkları ülkeyi korumak için öne sürdükleri genç insanların hayatlarını hiçe sayıyorlar. Bunu da "kahramanlık", "onur", "gurur", "Arlington" gibi süslü payelerle allayıp pulluyorlar. Çalışarak, üreterek, araştırarak, tarım ve hayvancılığı geliştirerek, küresel ısınmayla mücadele ederek değil, savaşarak ülkeye hizmet edildiği algısı yaratılıyor.

Last Flag Flying, Amerika özelinde savaşlar ve savaş sonraları ile ilgili bunun gibi daha pekçok şeyi akıllara getiren bir film. Larry'nin ölen oğlu haricinde, onun Irak'taki arkadaşı ve aynı zamanda defin yolculuğuna eşlik eden genç asker Washington, üç arkadaşın Vietnam'dan tanıdıkları bir başka ölen asker (tabii onun yaşlı annesin ziyaret edildiği hüzünlü sahne), savaşların en büyük kaybedeninin bu genç insanlar olduklarına dair bir vurgu. Vietnam'dan sağ dönmüş üç gencin, yaşlandıklarında artık herşeye eski gözle bakmadıklarına, savaşların ise şekil değiştirerek yerli yerinde durduğuna acı bir gönderme. Tabii bu üç arkadaşın etkileşiminden ortaya çıkan canlı bir mizah. Carell, Cranston, Fishburne üçlüsünün kimyası, filmin keyifli diyalog trafiğinin, hazırcevaplılığının, eleştirel yönlerinin, mizahının, kederinin üstesinden kolaylıkla geliyor. Üç usta aktör, filmi çok iyi taşıyarak Linklater'ın işini kolaylaştırıyorlar. Espriler, küfürler, eleştiriler havada uçuşuyor. Hatta bazen bu üçlüyü Vietnam'daki halleriyle gözümüzde bile canlandırabiliyoruz. Yerelliği itibariyle propagandaya kaçtığı düşünülmesi muhtemel anların üstünü, Amerikan politikalarının sebep olduğu bu savaşların anlamsızlığını türlü şekillerde dile getirerek örtüyor. Oğlunu Arlington yerine evinin bahçesine gömmek isteyen bir babanın masum isteği, filmin asıl varoluş sebebi haline geliyor.

26 Mart 2018 Pazartesi

Annihilation (2018)


Yönetmen: Alex Garland
Oyuncular: Natalie Portman, Jennifer Jason Leigh, Oscar Isaac, Tessa Thompson, Gina Rodriguez, Tuva Novotny, Benedict Wong
Senaryo: Alex Garland, Jeff VanderMeer
Müzik: Geoff Barrow, Ben Salisbury

Yıllar önce bir gök cisminin bir deniz feneri yakınına düşmesi sonucu anormal faaliyetler görülmeye başlanan, hükümet tarafından gizlice karantinaya alınan Area X bölgesi, kıtanın geri kalanından ayrı bir konumdadır. Karantina altında sürekli incelenen, keşif grupları gönderilen ve The Shimmer (Parıltı) adı verilen bu bölge, tüm araştırma ve çabalara rağmen gizemini korumaktadır. Çünkü gönderilen hiçbir keşif grubu geri dönmediği gibi, içeriden dışarıya haberleşme ve bilgi akışı da mümkün değildir. Bu gruplardan en sonuncusunda görev alan Kane (Oscar Isaac) yaklaşık bir yıldır kendisinden haber alamayan eşi Lena (Natalie Portman) ile yaşadığı eve çat kapı geliverir. Öldüğünü düşündüğü, üstelik tuhaf davranışlar gösteren kocasını bir anda karşısında gören Lena daha ne olduğunu anlayamadan hükümet görevlileri hastalanan Kane'i apar topar Area X tesislerine götürür. Orada Lena'ya bölge hakkında bilgi veren Dr. Ventress (Jennifer Jason Leigh), kadınlardan oluşturulan 12. ekibin başında Parıltı'ya gitmeyi planlamaktadır. Kocasına ne olduğunu merak eden eski asker, aynı zamanda biyolog Lena da ekibe katılır. Böylece bir biyolog, bir antropolog, bir psikolog, bir dilbilimci ve bir araştırmacı bilinmeyene doğru yola çıkarlar.

Yazar, senarist, yapımcı ve ikinci filmiyle yönetmen Alex Garland'ın, Jeff VanderMeer romanından senaryosunu yazdığı, 2014'teki Ex Machina'dan sonra ikinci kez yönetmen koltuğuna oturduğu Annihilation, Marvel, DC, Star Wars gibi gündemlerle ve popüler kaygılarla iyice içi boşaltılan, kabak tadı veren fantastik bilim kurgu türüne Arrival misali yeni bir soluk katmaya oynayan filmlerden. Sırf bu yüzden bile saygıyı hak ettiği söylenebilir. Tabii Arrival veya Ex Machina'da olduğu gibi bilim kurgu / gizem yapımlarının olmazsa olmaz arızalarına sahip oluşu bu saygıyı zedelememeli. Çünkü fantastik popcorn filmlerden farklı olarak daha ciddi, gizemli, teori ürettiren, en mühimi de gerçeküstü bir karamsarlıkla geleceğe dair gerçek endişeler üretebilen filmler bunlar. Isaac Asimov, Philip K. Dick, Ursula K. Le Guin gibi bilim kurgu ve fantezi edebiyatının ufku geniş ustalarının okuyucuyu esere dahil etme, eser boyunca onu takip etme, sonuçta teknoloji ile olduğu kadar doğa - insan ilişkisindeki konumunu da ona sorgulatma becerisi, bu tavır ve tarzın şekillenmesinde önemli bir role sahip. Garland da bu şekillenmeden nasibini almış, sinema metinlerindeki yansımalarını incelemiş, başka tarzlardan beslenmek suretiyle kendi tarzını arayan bir adam. Söz konusu arızalarıyla beraber bazı açılardan yavaş yavaş bulmaya başladığı da söylenebilir.

Annihilation'ı tarif ederken başta Stalker olmak üzere sinema tarihindeki birtakım filmlerin referans olarak kullanılması, bu tip tartışmalı filmleri tartışmanın doğasında var. Örneğin birinin Lena - Ripley benzetmesini film için olumlu bulmasına rağmen, başka birinin ucuz taklit olarak algılaması filmle kurulan bağlarla ilgili. Filmde bunun gibi pekçok ikilem pusuda bekliyor. Fakat asıl üzerinde durulan nokta, dünyayı yavaş yavaş yutmaya başlayan bu anormal doğaüstü atmosferin günümüz bilimsel yetkinliklerinin dışında kalmış bilinmezliği üzerine beyin fırtınaları yaratma kapasitesi. Daha doğrusu bu kapasitenin sınırlarının zorlanması. Yani gelsin teoriler, gitsin komplolar. Zira film kendini ancak bu şekilde 115 dakikalık süresinin dışına farklı suretlerle taşıyabilir. "Uzaylılar dünyayı istila etse, yapay zeka kontrolü ele alıp casus misali topluma karışsa ya da hafızalarımızı sildirip geçmişimizi unutabilsek" benzeri fantezilerin asla tek bir karşılığı, tek bir yorumlanış şekli yok. Annihilation'ın sunduğu şey ise, biyolojik sınırların kalkmış olduğu, birbirlerinin genlerine müdahale edebilen, böylece birbirlerini taklit edebilen insan, hayvan, bitki topluluğunun can bulduğu anormal bir atmosferin gittikçe büyüyerek normal yaşamı tehdit eder hale gelmesi. Yani oldukça iddialı bir mesele. Arrival'ın bilim kurgu yapılanmasında bile sadece iletişim ve ona bağlı yan kollara temas edilirken, Annihilation ömre bedel bir fanteziyi zemin ediniyor.


Aslında bir filmin (veya romanın) paradokslarla örülü bu kadar komplike bir meseleyi baştan sona ele alıp, hele de çözüme ulaştırması, ona bilimsel gerekçeler bulması veya kendince nedenler uydurması kolay değil. İşte belki de filmin kapasitesinden büyük beklentiler içine girmiş bir kısım bilim kurgu seyircisi için hayal kırıklığı kaçınılmaz olabiliyor. Oysa karşımızda üç kitaptan sadeleştirilmiş, üstelik bir TV platformuna uyarlanmış (neden Netflix dizisi olmadığı da anlaşılır gibi değil) bir film var. Romanın acelesi olmaması, hayal gücüne kapılarını daha geniş açabilmesi, işini bir nebze kolaylaştırabilir. Film formatına uydurma adına yapılacak kesintiler, edilecek feragatlar, olay ve karakter törpülenmeleri filmi hiç umulmadık bir halde bırakabilir. Belki de bu sebepten, sadece Lena elle tutulur biçimde işlenmiş görünümde. Romana değil de bu filme bakarak, "diğer karakterler iyi işlenmiş olsa ne fark edecekti" sorusu da sorulabilir. Yani ortada asıl meselesine odaklanma adına diğer yan olay ve karakterleri kenar süsü yapmış, geri kalanı üzerine fazla kafa yormayan, odağını betimlemek amacıyla kendine yer ve zaman açmak için acelesi olan bir film var.

Peki bunda başarılı mı? Beklenti çıtası yüksek olanlar için tabii ki değil. Ama sıradışı gen değişimi meselesini insan, hayvan ve bitkiler açısından çeşitli numunelerle ele alış şekli kötülenecek düzeyde de değil. Zaten altına girdiği her meseleyi paketleyip çözüme ulaştıracak kadar büyük bir film olduğu iddiası yok. Birbirlerinin suretlerine, seslerine, renklerine kolayca sahip olabilen canlıların yaşadığı tuhaf bir coğrafyanın vahşi, huzurlu, gizemli, gerilimli, dramatik, trajik, hatta trajikomik yönlerini kendince betimleyişindeki bilinmezliğin çekiciliği hiç kaybolsun istemiyoruz. Üstelik bu coğrafyanın giderek sınırlarını genişletiyor olması nedeniyle olağanüstü post apokaliptik bir evrene doğru ilerleyen dünya hayatını film bittikten sonra zihnimizde tasvir edişimizdeki ürkütücü estetiğe de farkında olarak veya olmayarak zemin hazırlanıyor. Bu durum, kimilerince tüm bu gizemi seyircinin kucağına bırakıp kaçma korkaklığı şeklinde görülse de, kucağa bırakana kadar o gizemi ne ölçüde olgunlaştırmış ve zihinlerde ne ölçüde kontrolsüz bırakmış olduğunuzun da önemi ortaya çıkıyor.

İyi bir bilimkurgunun önceliklerinden biri, bittikten sonra bile ektiği tohumların büyümesini sağlayacak uygun bir zihin tarlası yaratabilmesidir. Alex Garland, Ex Machina'nın sonunu da bu düşünceyle bitirmişti. Fakat oradaki ağır ve ağdalı üslup, bazen tohum, bazen de tarla yaratımında sıkıntılara sahipti. Annihilation ise, kendi kendini hızlandıran bazı uyarlama dezavantajlarına, kendi kendini yavaşlatan karakter oluşturma gayretlerine (Lena'nın yasak ilişkisine yapılan geri dönüşler veya ekip üyelerine, hele de Ventress'e yüzeysel bakılması) rağmen kendi limitlerinin özgür bıraktığı bir film olmuş denebilir. İnsanoğluna karşı zaten öfkeli olan doğanın, bir de eline böyle bir dönüştürme gücü geçirdiğinde neler yapabileceğini, bize bir su damlası, bir nefes kadar yakın olabileceğini, bizi ele geçirmesinin bir parmak şıklatmasına bağlı olduğunu hayal ettirmek dahi gerçeküstü bir ürperticiliğe sahip. İmha edilişten, yok oluştan sonra da yeni bir başlangıç yaşanacak ne de olsa.

20 Mart 2018 Salı

Forgotten (2017)


Yönetmen: Jang Hang-jun
Oyuncular: Kang Ha-neul, Kim Moo-yeol, Moon Sung-keun, Na Young-hee, Nam Myung-ryul, Lee Eun-woo
Senaryo: Jang Hang-jun

Oyuncu, senarist ve yönetmenlik yapan, ama Güney Kore dışına sızmış kayda değer bir başarısı olmayan Jang Hang-jun'un yazıp yönettiği Forgotten, artık yönetmen için kayda değer bir başarı olarak sayılabilecek nitelikte bir gerilim/dram karışımı. Her konuda tuttuğunu koparan, başarılı ve çevresi tarafından sevilen abisi Yoo Seok'un en büyük hayranı, kardeşi Jin-seok'tur. İki kardeş, ebeveynleriyle birlikte yeni bir muhite taşınırlar. Ev sahibi, bir ay içinde almak üzerine eşyalarını bir odaya koymuş, o gelene dek odaya kimsenin girmemesini rica etmiştir. Zaman zaman odadan bazı sesler duyduğunu sanan Jin-seok, anksiyete hastasıdır ve buna benzer sesler yanında kötü rüyalar da görmektedir. İki kardeş bir gece yürüyüşe çıktıklarında Yoo-Seok birkaç kişi tarafından kaçırılır. 19 gün sonra geri dönen Yoo-Seok kaçırılmasıyla ilgili hiçbir şey hatırlamamakta, eskisi gibi de davranmamaktadır. Evdeki yasak oda, Yoo-Seok'un kaçırılıp geri dönmesi, garip rüyalar derken Jin-seok kendi başına bu sırları çözmeye çalışır.

Konu olarak buradan ilerisine gitmek, filme dair sürprizleri bozacağından, filmi ayakta tutan en önemli unsurlardan biri de bu sürprizler olduğundan, fazla açılmayıp filmi yorumlamak için kıvrak manevralar yapmak gerekiyor. Yasak oda, kaybolup birkaç gün sonra geri dönen karakter, gerilimli rüyalar gibi anahtar klişeleri aynı klişelikte kullanan Jang Hang-jun, önce yeni taşınılan evdeki gizemli oda (ki ne hikmetse kapısı kilitli değil) üzerinden artık kabak tadı veren bir hayalet hikayesi mi anlatacak derken, Yoo-Seok'un dönmesiyle birlikte yavaş yavaş onun asıl meselesinin hayaletle, öcüyle olmadığını anlamaya başlıyoruz. Fakat bu defa da zayıf ve tahmin edilebilir tarafından bir mafya meselesine dümen kırdığını düşündürüyor. Tabii son dakika yetişmeleri/kurtulmaları gibi klişeler de hız kesmiyor, bunların nasıl sonuçlanacağını bilen seyirciyi sıkma ihtimali taşıyor. Ama çok önemli bir kırılma noktasıyla rotası öyle bir değişiyor ki, bazı sürprizli yapımlarda gördüğümüz "seyirci kandırma" hadisesi ile birlikte sürprizler otomatiğe bağlanıyor veya filmin geçmişi ile kırılma anı sonrasında ortaya çıkan gerçekler birbiri ardına sürpriz etkisi yaratıyor.

İntikam ve vicdan muhasebesi hikayelerini çok seven Güney Kore sineması, bu filmde olduğu gibi tesadüflere karşı da çok ilgili ve bu tesadüfleri senaryo güçlüklerini aşmak için sık sık başvurduğu bir yol olarak kullanıyor. Bu tesadüfleri, sürprizleri, geri dönüşleri iyi kurgulayıp senaryoya sürükleyici bir hal veren Jang Hang-jun, finalde biraz daha itidalli davransaymış filmini çok daha etkili biçimde bağlayabilirmiş. İntikam hikayelerinde, çözülmeyi bekleyen polisiye gizemlerde veya temeli geçmişte yapılan hatalara dayalı trajik olaylarda Güney Kore sinemasının takındığı ortak tutum dışına fazla çıkmaması rağmen, merakları hep ayakta tutmasını biliyor. Bu ortak tutumun bir parçası olarak, uzun bir zaman dilimine sabırla yayılmış sıradışı planlar tasarlamayı seven senaristler, bir süre sonra bu sıradışılığın sıradanlaştığını fark edince ele avuca sığmayan, mantık hatalarıyla dolu yeni fikirler üretme ihtiyacı duyabiliyorlar. Jang Hang-jun ise tasarladığı kırılma noktası ve sonrası ile hem filmine, hem de avucuna aldığı seyircisine daha ikna olunabilir bir çevre düzeni kuruyor. Seyirciyi biçimsel olarak kandırma riskini göze alarak ve büyük oranda bu riskin meyvelerini toplayarak çaresizlik, pişmanlık, vicdan, adalet üzerine bir dram kurguluyor.

15 Mart 2018 Perşembe

Patti Cake$ (2017)


Yönetmen: Geremy Jasper
Oyuncular: Danielle Macdonald, Siddharth Dhananjay, Bridget Everett, Mamoudou Athie, Cathy Moriarty, McCaul Lombardi, Sahr Ngaujah
Senaryo: Geremy Jasper
Müzik: Jason Binnick, Geremy Jasper

İki müzik videosu ve iki kısa filmin ardından yazıp yönettiği ilk uzun metrajı Patti Cake$ ile Sundance ve Cannes'da ilgi toplayan New Jersey doğumlu Geremy Jasper, kendi memleketinden bir hayatta kalma mücadelesi anlatıyor. Tabii bu mücadele, hayatın sosyal, ailevi ve ekonomik zorlukları karşısında birey olma ve dipten yüzeye çıkma mücadelesi. Hasta ninesi ve yaşına rağmen ele avuca sığmayan annesiyle birlikte yaşadığı evi ile, çalıştığı küçük bar arasında geçirdiği sıkıcı hayatını rap müzik ile anlamlandırmaya çalışan 23 yaşındaki Patricia'nın hikayesi. Eczanede çalışan en yakın arkadaşı Jheri ile iş çıkışı söz yazıp rap yapan Patti'nin en büyük hayali, rüyalarına da giren ünlü rapper O-Z ile çalışmak, onunla düet yapmak. Patti gerçekten çok iyi sözler yazıp onları profesyonel bir rapçi gibi akıcı biçimde seslendirebiliyor. Ama New Jersey gibi country rock ile, Bruce Springsteen ile büyümüş (hatta bir sahnede onun The Time That Never Was şarkısını da duyuyoruz) Amerikalıların yaşadığı bir şehirde, beyaz bir kadın olarak rap müzik yapması, geçmişinde rock vokalistliği yapmış annesi Barb ile sürtüşmeler yaşamasına yol açıyor.

Patti ve Jhari bir konserde tanıştıkları gizemli müzisyen Basterd'ı da zorla kafalayarak üç kişilik PBNJ'i kuruyorlar. Hatta bir şarkıda Patti'nin ninesinin sesiyle sample yapıyorlar. Ama yırtmanın o kadar kolay olmadığı, sabırla mücadele etmenin gerektiği bu ormanda hem Patricia, hem de Killa P (ya da Patti Cake$) rollerini idare etmek durumunda kalınca, onları çok da iyi idare edemeyince sorunlar baş gösteriyor. İri fiziği ve yaşadığı çevrede hor görülme eğilimi bulunan bir müziğe ilgi duyuyor olması neticesinde "öteki" konumuna itilmesi ile mücadelesi ortaya iyi bir bağımsız karakter / film koyuyor. Geremy Jasper, "rap yapan şişman beyaz kız" düşüncesindeki potansiyel feminist sloganları, kör göze parmak önyargı mesajlarını, duygu sömürülerini ufak sıyrıklarla savuşturuyor. O sıyrıklar da, bağımsız bir ilk film olmanın getirdiği doğal ve aslında lüzumlu acemilikler şeklinde yansıyor. Zira bu olmasa, filmin bazı anlarda sahteleşmesinin önü açılabilirdi. Mesela Patti'nin zorlama bir tesadüfle de olsa O-Z ile karşılaşması ve bu karşılaşmayı rüyalarıyla kıyaslaması gerekliydi.

Dizi ve kısa film geçmişi olan Avustralyalı oyuncu Danielle Macdonald'ın güzelliği ve sempatikliğine güçlü bir oyunculuk eklediği Patti, ayakları üstünde durabilen gerçek bir ana karakter. Çok kısa göründüğü Lady Bird filmindeki Christine'in başka bir Amerika coğrafyasındaki hali. Bu rol için rap söyleme ve aksanlı konuşma çalışan Macdonald'ı başka projelerde de görecek olmak heyecan verici. Filmde ayrıca 1980'de ilk kez Martin Scorsese efsanelerinden Raging Bull ile sinema dünyasına adım atan yılların oyuncusu Cathy Moriarty'yi de Patti'nin anneannesi olarak izliyoruz. Duyduğumuz enfes rap şarkılarının söz ve müziklerini de yazan Geremy Jasper, müzikal sahneleri filmin atmosferinden tamamen koparmadan, video klip özeniyle çekiyor. Jasper, bağımsız film festivallerinin bağrına bastığı, Cannes'ın da içindeki bu acemi cevheri görebildiği ilk filmiyle, tüm olumsuzluklara rağmen umudun yitirilmemesi gerektiği fikrinin arkasında durarak, bireyin kendini her koşulda sevmesi ve güvenmesinin öneminin altını çizerek iyi bir başlangıç yapıyor.

7 Mart 2018 Çarşamba

Roman J. Israel, Esq. (2017)


Yönetmen: Dan Gilroy
Oyuncular: Denzel Washington, Colin Farrell, Carmen Ejogo, Amanda Warren, Lynda Gravatt, Tony Plana, DeRon Horton
Senaryo: Dan Gilroy
Müzik: James Newton Howard

İdealist bir savunma avukatı olan Roman J. Israel, Esq., ortağı felç geçirince hukuk firmasının başına geçip onun davalarına bakmak zorunda kalır. Durumu pek iyi olmayan firma, daha büyük bir firmanın ortağı olan George Pierce tarafından satın alınır. İşsiz kalan Roman, başvurduğu her yerden geri çevrilir. Onun eski usul çalışma tekniğini ve olağanüstü hafızasını fark eden George, Roman'ı kendi firmasında işe almak ister. Başta buna karşı çıkan Roman, kötüye giden maddi durumu ve uzun yıllardır üzerinde çalıştığı hukuki projesini hayata geçirebileceğini düşündüğü bu varlıklı firmada çalışmayı kabul eder. Ama bu yeni çalışma ortamı onun değer verdiği ilkelerinden sapmasına, önü alınamayan olaylar zincirine sebep olur. En son yazıp yönettiği Nightcrawler ile eleştirel yönü çok güçlü başarılı bir gerilime imza atan, daha çok senarist olarak tanınan Dan Gilroy'un herşeyi kendine ait ikinci filmi Roman J. Israel, Esq., bu beklentiler ışığında vücut bulan bir dram. Medya odaklı Nightcrawler sonrası bu defa adalet ve hukuk sistemi üzerine söyleyeceklerini merak ettiğimiz Gilroy, filme adını veren baş karakteri ile daha büyük meydan okumalara yelken açıyor.

70'lerin ırkçı faşist Amerika'sında devrimci bir aktivist olarak hukuk okumuş, değerlerini oturtup onlardan ödün vermeyerek deyim yerindeyse ruhunu şeytana satmamış bir avukat olan Roman, zaman ilerledikçe, devir değiştikçe, fikir ve tavırlar çağın getirdikleri doğrultusunda evrim geçirdikçe bu değişime kendini adapte edemediğini fark ettiği bir sürece giriyor. İşte iyi bir zamanlama hamlesi olarak filmini tam bu sürecin başında kuran Gilroy, Roman'ı ortağı ve akıl hocasının rahatsızlanıp artık çalışamaz duruma geldiği bir kırılma noktasında yakalıyor. Bir anda boşluğa düşen, uzun süre masa başında kaldığı için firmanın elindeki davalarda ön saflara çıkarak insiyatif almaya çalışan Roman'ın artık hukuki reflekslerinin zayıfladığına şahit oluyoruz. Firma asistanının uyarısı üzerine sürmekte olan davaların bu beklenmedik sağlık sorunu yüzünden iptal edilmesi kararı alınmış olmasına rağmen sürdürmek isteyen, mahkemede ne zaman susup konuşacağını ayarlayamayan, aktivist yıllarından kalma asiliğini hakime yansıtarak para cezası alan Roman, tıpkı dış görünümü gibi eski usül, isyankar, dağınık ve tuhaf bir adam. Gilroy ikinci ve belki de en büyük voleyi bu anti kahraman tasarımıyla vuruyor.


Roman'ın 7 yıldır üzerinde çalıştığı, modern hukuk tarihinde çığır açacağını iddia ettiği, eski 3500 müvekkilinin davalarındaki belge ve delillerle desteklenmiş, ama kendisinin tek başına bitiremeyeceği bir toplu dava projesi var. Bu dava, kamuya karşı işlenen suçların jüri ya da hakim tarafından dikkate alınmadığını, zira davaların yüzde 95'inin bilinmediğini savunuyor. Suç veya masumiyet, bütün günü mahkemede geçirmekten korkmakla yer değiştiriyor. İnsanlar uzun dava süreçlerinden ve masraflardan yılıyorlar. Ayrıca Roman'a göre savcıların, anlaşmaya yanaşmayanlara kafalarına göre ceza vermesini engelleyecek yapısal bir reform gerekiyor. Suçsuz bile olsalar, kapalı kapılar ardındaki bu anlaşmalar yüzünden hapis yatabiliyorlar. İnsanların aşırı ve orantısız cezalar almamak için suçu kabul etmeye zorlandıkları bu sistemi değiştirmek gibi büyük idealleri olan bir adam Roman. Ama ideali daha çok para kazanmak olan George'un modern hukuk firmasına kapağı atınca, kuralına göre oynamak istediği oyunda nerede nasıl duracağının acemiliğini çekiyor. Bu acemilik de ona masum bireysel isteklerini hatırlatıyor, onları gerçekleştirmek adına tehlikeli riskleri göze alma cüreti veriyor.

Öte yandan, konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda ayakta kalan genç aktivist kıza yer verilmesini istediğinde aynı kızdan cinsiyetçi olma suçlamasıyla fırça yiyecek veya yolda ölü sandığı bir adamı önce morga, sonra da kimsesizler mezarlığına (ya da yakmaya) götürmek isteyen polislere onun da bir birey olduğu konusunda diklenebilecek kadar da modası geçmiş bir adam Roman. Yaptığı bir katakulli sonrası kazandığı parayla gerçekleştirdiği hayali de bunu doğruluyor. Gilroy, politik doğruculuğunu ve yıllarca çalışıp elinde avucunda birşeyi olmayan memur zihniyetini rahatlıkla Roman üzerinden tartışmaya açmayı başarıyor. Ancak yeldeğirmenlerine karşı savaşmanın ümitsizliğiyle modern hukuk sisteminde iyice öğütülmüş bu doğruculuğun da modası geçtiğinden, Roman'ı fazla değiştirmeyi, vicdansızlaştırmayı göze alamıyor. Öyle ki, yaptıklarından dolayı Roman'ın kendine dava açmasına kadar işi götürüyor. İpin ucu bir miktar kaçınca da, filmin hak ve adalet tabanlı idealist duruşuna yakışmayan, kahramanına "anti" deyip dememe arasında sıkışan, eden bulur nasihati vermeye çalışan bir öğretmen edasıyla kötü finale razı gelmemizi istiyor. Oysa Gilroy, kendi yarattığı ve Danzel Washington'ın klasına yakışır biçimde canlandırarak üç boyutlu hale getirdiği Roman'ın boyutlarıyla oynama işini Hollywood doğruculuğuyla yapmaya çalışıyor. Roman'ın toplu dava hayali, Amerikan tabanlı da olsa adalet arayışındaki her bireyin hayali üzerine güçlü hisler uyandırabiliyor. Fakat Gilroy öyle bir film yapıyor ki, film baş karakterinin kişiliği ve idealleri altında zayıf kalıyor, eziliyor.

2 Mart 2018 Cuma

Coco (2017)


Yönetmen: Lee Unkrich,  Adrian Molina
Seslendirenler: Anthony Gonzalez, Gael García Bernal, Benjamin Bratt, Alanna Ubach, Renee Victor, Alfonso Arau, Edward James Olmos, Selene Luna
Senaryo: Lee Unkrich,  Adrian Molina, Jason Katz, Matthew Aldrich
Müzik: Michael Giacchino

12 yaşındaki Miguel'in büyük büyük ninesi Coco ve Coco'nun annesi Imelda, yıllar önce müzisyen olmak için evden ayrılan baba tarafından terk edilmişlerdir. Bu yüzden ailede değil müzisyen olmak, müzik dinlemek bile kuşaktan kuşağa yasaklanmıştır. Ayakkabı yapımında ustalaşan ailesine rağmen Miguel müziğe tutkuyla bağlıdır. Gizli gizli müzik dinler ve gitar çalıp şarkı söyler. Bir kaza sonucu sahnede ölen idolü Ernesto de la Cruz gibi bir müzisyen olmak istemektedir. Kasabada yapılacak yetenek yarışmasına katılacağı sırada ninesi Abuelita'ya yakalanır ve gitarı parçalanır. Yarışmaya katılmak için gitar ararken, Ernesto de la Cruz'un anısına yapılan şapelde sergilenen gitarı almaya çalışır. O gitarın, Coco'nun evi terk eden babasının gitarıyla aynı olduğunu fark eder. Fakat Miguel gitarı alır almaz kendini Ölüler Diyarında bulur. Orada ölü akrabalarını, en önemlisi de Ernesto de la Cruz'u bulup aile tarihi ile ilgili gerçekleri öğrenmenin, sonra da tekrar gerçek hayatına dönmenin yollarını aramaya başlayacaktır.

Toy Story 2-3, Finding Nemo, Monsters Inc. gibi animasyonlarda yardımcı yönetmenlik yapmış Lee Unkrich'in yönettiği (ona da yardımcı yönetmen olarak Adrian Molina'nın katkıda bulunduğu) Pixar yapımı Coco, kökü Azteklere dayanan ve 31 Ekim - 2 Kasım arasında Ölüler Günü (Dia de Muertos) adı verilen Latin Amerika geleneğinin izinden çok güzel bir hikaye kuruyor. Festival havasında geçen bu gelenek, ölmüşlerin bu tarihlerde sevdiklerini ziyaret etmeleri, yaşayanların da onları sevdikleri eşyalarla, yiyeceklerle, şarkılarla karşılamaları üzerine kurulu. Ama hepsinin altında yatan şey ise, yaşayanların onları unutmadıkları, gelecek kuşaklara da unutturmayacakları fikri. İşte bu fikri hikayeleştiren Unkrich, Molina, aynı zamanda Jason Katz ve Matthew Aldrich, eğlenceli, dramatik, komik ve mesajı kıymetli bir film ortaya koyuyorlar. Ölüleri unutturmamak için gerekli fotoğraf öznesinden, kendi kurulu düzenine sahip hayali bir Ölüler Diyarı tasarımından, gizemli geçmiş faktöründen, enfes müzikal anlardan beslenen Coco, hepsinin üstesinden gelebilen dengeli ve tempolu anlatımıyla son yılların en iyi animasyonlarından biri olarak ışıl ışıl parlıyor.

Şimdiki zamanında yaşadığı sıkıntıları, doğru bildiği yanlışları düzeltmek için zamanda yolculuğa benzer biçimde Ölüler Diyarına gitme fırsatı bulan, bu sayede uzun yıllar sürdürülmekte olan bir geleneği kolayca anlayıp yorumlayan Miguel'in Ernesto de la Cruz hayranlığı ile kesişen ailevi tesadüfü açıklığa kavuştırmaya çalışması, beraberinde geçmişe dair farklı bir hikaye daha ortaya çıkarıyor ki, çoğu normal filmde bile rastlanmayan bu çok boyutluluk filmi cicili bicili, şarkılı danslı bir animasyondan öteye taşıyor. WALL·E, Up, Toy Story, Inside Out gibi ana temasını katmanlaştıran, mesajlarını her kuşağa iletebilen dengelerle yapılmış animasyonlar arasına bundan böyle Coco'yu da dahil edebiliriz. Sevdiklerimizi unutmamak, kendimizi de unutturmamak, alttan sürekli yenilenen nesillere geçmişimizde izler bırakmış büyüklerimizi tanıtmak, onların da hatırlamasını sağlamak, yapabildiğimiz ölçüde bu geçmişi affetmek üzerine çok yaratıcı, duygusal, eğlenceli, dinamik fikirlerle dolu bir film Coco. Ayrıca bizi sesini iyi kullanan, filmdeki çok güzel şarkıları çok güzel söyleyen Anthony Gonzalez adlı yetenekle tanıştırıyor. Gael García Bernal, Benjamin Bratt, Edward James Olmos, Renee Victor gibi tecrübeli isimlerin latin aksanlı seslendirmeleri de halkayı tamamlayarak çocuk yetişkin herkesin izlemesi gereken filmi taçlandırıyorlar.