26 Eylül 2017 Salı

Going By The Book (2007)


Yönetmen: Ra Hee-chan
Oyuncular: Jeong Jae-yeong, Son Byung-ho, Lee Young-eun, Ko Chang-seok, Lee Chul-min, Joo Jin-mo-I, Kong Ho-seok, Jo Si-nae, Hwang Hyo-eun, Son Byeong-wook, Uhm Soo-jung
Senaryo: Jang Jin, Lee Gyoo-bok
Müzik: Jae-kwon Han

Şehirde gerçekleşen bir dizi banka soygunu, hem şehir sakinlerinin paniklemesine, hem de emniyet teşkilatının güvenilirliğinin sorgulanmasına neden olmuştur. Üst makamlar ve kamuoyu, yeni atanmış polis amiri Lee Seung-man'den suçluların yakalanmasını ve bu soygunların son bulmasını beklemektedirler. Seung-man'in ilk icraatı, gerçeğe yakın bir soygun tatbikatı yapmaktır. Yapılacak olan tatbikatla başarı elde edip polis teşkilatını halkın gözünde yüceltmek amacındadır. Teşkilattaki tüm güvenlik personeline bu tatbikatta kimin ne görev alacağına dair kura çektirir. Ama kimin soyguncu olacağı çok önemlidir. Kurada bu görev başkasına çıkmasına rağmen Seung-man soyguncu rolü için, şehire girerken kendisine trafik cezası kesen polis memuru Jung Do-man'i seçer. Teşkilatta dürüstlüğüyle, alay konusu olacak derecede herşeyi kitabına uygun yapmasıyla ünlü, hatta bu özelliği nedeniyle valinin karıştığı yolsuzlukların üstüne gitmesi yüzünden trafik polisliğine düşürülen Do-man, bu tatbikatta soyguncu olarak çok ciddi bir seçimdir. Seung-man ondan işini gerçekçi yapmasını ister. Üstlendiği işi kitabına uygun yapan Do-man ise soyguncu rolünü ciddiye aldığı anda işler karmaşık bir hal alır.

Japon Kunihiko Toi ve Hiroshi Saitô'ya ait olan orijinal hikaye ve senaryodan, Jang Jin ve Lee Gyoo-bok'un uyarladığı, Ra Hee-chan'ın yönettiği Going By The Book, her senarist ve yönetmenin ağzını sulandıracak bu enfes konunun hakkını verir nitelikte komedi ağırlıklı bir polisiye yapım. Tabii bir Güney Kore klasiği olarak bu komedi yapısının içine ustalıkla sızdırılmış dramatik öğelerin de unutulmadığı bir film aynı zamanda. Dürüstlük timsali Do-man'i kısa ama etkili anlarla kabul ettirip seyirciye sevdiren film, amirinin ona bir soyguncu rolü vererek soygun tatbikatının ciddiyetini arttırmasını da ikna edici hale getiriyor. Dürüst, namuslu ve işini ciddiye alan bir polisten rol icabı nasıl soyguncu olabilir sorusuna yaratıcı detaylarla bezeli birçok cevap veriyor. Basit ve sevimli olduğu kadar, zeki bir mizah anlayışına sahip olması sonucu, komik anlar birbirini izliyor. Do-man'in bankada rehinelerle girdiği türlü komik durumlar ve diyaloglar, bu mizah seviyesi sınırları içinde ayakları yere sağlam basar vaziyette seyrediyor.

Kanun adamı - soyguncu kontrastının Do-man üzerinde yarattığı baskıyı, aynı zamanda işini kitabına göre yapmayı şiar edinmiş bir görev adamının soğukkanlılığını aynı potada eritmeyi çok iyi beceren film, dürüstlük tanımına getirdiği bu yaratıcı zemin sayesinde dinamizmini hep diri tutuyor. Patladığı varsayılan silahlar, öldüğü varsayılan rehineler, bir türlü başarıya ulaşamayan kurtarma operasyonları ve tüm bunların bir oyun olmasının verdiği konfor üzerinde kendini dürüstçe tanımlayabilen bir film. Tabii soyguncu olduğu varsayılan, gerçekte anne babası ve kardeşiyle kıt kanaat yaşayan genç bir polis memurunun kamuoyuna vereceği önemli mesajı da bu görev bilincine katık etmesi, klişenin dibi bir tabirle, güldürürken düşündürüyor. Renkli yan karakterler bir yana, Güney Kore sinemasının en beğenilen aktörlerinden biri olan Jeong Jae-yeong'un zeki, soğukkanlı, kestirilemez, aynı zamanda güven veren saf bir dürüstlük ve hüzün içeren Do-man performansı filmin güçlü dokusuna tam oturuyor. Going By The Book, bu ülke sinemasını neden sevdiğimize dair gösterebileceğimiz kanıtlardan birisi.

21 Eylül 2017 Perşembe

Persepolis (2007)


Yönetmen: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Senaryo: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Müzik: Olivier Bernet

Kendi dinini kurmayı hayal eden, öğrenmeyi seven, Bruce Lee hayranı küçük Marjane, Şah idaresindeki İran şehri Tahran'da yaşamaktadır. 70'lerin sonlarında Marjane ve ailesi, baskıcı Şah iktidarının devrilmesini büyük bir sevinç ile karşılarlar. Yıllarca ekonomik ve toplumsal anlamda yaşanan zorlukların sona ereceği düşünülmektedir. Sancılı yılların ardından demokratik bir yönetimin geleceğini ümit eden İranlılar, Şah’ın baskısından sonra bu defa mollaların baskısının gelmesiyle bir kez daha hayal kırıklığına uğrarlar. Ülkedeki siyasi boşluğu fırsata çevirmek isteyen Saddam sayesinde İran-Irak savaşının da başlamasıyla hayatları iyice zorlaşan Marjene'in ailesi, kızlarını Avusturya'ya bir liseye gönderir. Orada da ekonomik, siyasi, sosyal ve duygusal sorunlarla karşılaşan Marjane, İran ve Avrupa arasında sıkışmış özgürlüğüne sahip çıkmaya çalışacaktır.

Marjane Satrapi’nin aynı adlı otobiyografik çizgi romanından Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud'nun beyaz perdeye siyah beyaz animasyon olarak aktardıkları Persepolis, Şah döneminin son günlerinde hayatını izlemeye başladığımız Marjane'ın çocukluk ve genç kızlık çağlarındaki kişisel büyüme sorunlarını, İslam Devrimi, İran - Irak savaşı gibi tarihsel süreçlerin bünyesinde ele alan bir film. Şah iktidarının sona erişi, Avrupa günleri ve rejim değişikliği sonrası tekrar İran dönemi olmak üzere üç bölüme ayırabileceğimiz film, Marjane özelinde hem bireysel, hem de genel çıkarımlarda bulunabilen yapısıyla dikkat çekiyor. Bunu yaparken bir animasyon olmasının avantajlarıyla dinamik bir kurgu, şiirsel bir anlatım, mizahi bir dil geliştirdiği çeşitli anlar yaratıyor. Politik ve duygusal yönler birbirinden rol çalıyor gibi görünse de, esasen filmi politik çalkantıların gölgesinde şekillenen bir büyüme hikayesi olarak özetlemek mümkün.

Persepolis'in, Marjane'ı bu farklı yaşam koşulları altında incelerken, onu sadece bir birey olarak değil, kadın bir birey olarak belirlemesi, eleştirel alanlarının daha da genişlemesine sebep oluyor. Makul, bilinçli ve zeki bir rotada ilerleyen feminist ton, "İran'da kadın olmak" yanında "Avrupa'da kadın olmak" başlıklarını genel anlamda kadın olmanın ince ruhlu, aynı zamanda çile yüklü boyutlarına taşımasını biliyor. Saf bir oyun çocuğu, isyankar bir üniversiteli ve duygusal özgürlük elde etme uğruna evlenme ironisine itilmiş genç bir kadın kimliklerinin hepsi Marjane'ın üzerine oturuyor. Bunlar aslında hem modern toplumlarda, hem de İran gibi rejim değişikliğinin neden olduğu kafa karışıklıklarından muzdarip kapalı yapılarda yaşayan kadınlara dair ortak sorunlar. Tabii her kadının Marjane gibi anlayışlı ebeveynleri, Büyükkanne ve Anoush Amca gibi bilge yakınları olmayabiliyor. Fakat koşullar nasıl olursa olsun, bu koşulları zorlayabilecek, onlara göğüs gerebilecek kadar güçlü, aynı zamanda seçimlerinde masum hatalar yapabilecek kadar da zayıf gerçeklikte bir kadın karakter olarak Marjane, baskı ve savaş ortamında olduğu kadar, huzur ve refah simgesi Avrupa'da da kendi iç savaşlarını vererek evrensel bir kimliğe bürünebiliyor. Persepolis, Catherine Deneuve, Sean Penn, Gena Rowlands, Iggy Pop gibi konuk seslendirmeleri bile gölgede bırakan hikayesi ve estetik yapısıyla Cannes 2007'de Jüri Ödülü dahil 30 ödül kazanmış, Oscar ve BAFTA dahil 50 küsür adaylık elde etmiş bir yapım.

15 Eylül 2017 Cuma

Guardians Of The Galaxy Vol. 2 (2017)


Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Michael Rooker, Kurt Russell, Karen Gillan, Pom Klementieff, Elizabeth Debicki, Sean Gunn, Sylvester Stallone, Chris Sullivan
Senaryo: James Gunn
Müzik: Tyler Bates

Galaksiyi korumak için biraraya gelen Star-Lord lakaplı Peter Quill, Gamora, Drax, Rocket ve Baby Groot, bu kez Sovereign Gezegeni'nin çok değerli bataryalarını korumak üzere tutulmuşlardır. Gezegene musallat olan boyutlararası bir canavarı yok edip ödüllerini küstah ve diğer ırkları aşağılayan Baş Rahibe Ayesha'dan alırlar. Fakat ayrılırken Rocket bu bataryalardan birkaç tanesini çalar. Bunu fark edip gurur meselesi yapan Ayesha, ordusuyla Galaksinin Koruyucuları'nın peşine düşer. Gizemli bir uzay gemisi tarafından kurtarılan kahramanlar, bu uzay gemisinin kaptanı, aynı zamanda kendine ait bir gezegene sahip olan Ego sayesinde hayatta kalırlar. Ego'nun amacı, Peter'ı kendi gezegenine götürmektir. Çünkü Ego, Peter'ın hiç tanışmadığı babasıdır. 2014 yılında Dan Abnett ve Andy Lanning'in çizgi romanından James Gunn'ın uyarladığı Guardians Of The Galaxy, yine Gunn'ın imzasıyla Vol. 2 olarak geri dönüyor. İlk filmde tanınıp sevilen kahramanlarımız yeni maceralar peşinde sürüklenirken, biz de ilk film ile kıyaslamalar yapmaktan geri durmuyoruz. Yine bol esprili, atışmalı, aksiyonlu ve duygusal anlar barındıran Vol. 2, bu dinamik tarzından ötürü bazı Marvel devam filmlerinin vasatlıklarına yenik düşmemiş, iyi ki dönmüş dedirten bir yapım.

Bu defa ana konusunu Ego ve Peter arasındaki baba oğul meselesi etrafında şekillendiren film, bu konu etrafında dallanıp budaklanan, başka canlı türlerinin de işin içine dahil olmalarıyla renklenen, görkemli aksiyonu ile şenlenen stilini sürdürüyor. Ego'nun harikulade gezegeninde baba özlemini giderme fırsatı yakalayan, öte yandan gizemli ve tehlikeli bu adam karşısında kafası karışan Peter, onun amacını ve bu gezegenin varlık sebebini anlamaya çalışıyor. Diğer taraftan Yondu'ya karşı çıkan isyan, isyancılara esir düşen Yondu, Rocket ve Baby Groot'un kurtulma çabaları başka bir katman oluşturuyor. Peter'ı çocukken kaçıran Yondu, Gamora'nın yarı makine kızkardeşi Nebula gibi ilk filmden hatırladığımız karakterlere bu defa Ego'nun yardımcısı Mantis, isyan sonucu kendi adamlarına esir düşen Yondu'yu kurtaran Kreglin ve Galaksinin Koruyucuları'nı yakalamayı saplantı haline getiren Ayesha gibi yenileri ekleniyor. James Gunn, üzerimize CGI boca ederken atmosfer yaratma ve tasarladığı evrenlere ruh katma peşinde olduğu için elinden geldiğince ilk filmde tanıştırıp sevdirdiği karakterlerini serinin ikinci ayağında da taze tutmaya çalışıyor.


Artık oturmuş olan bu karakterlerin öfkeli, neşeli, temkinli, alaycı, esprili ve atarlı yanlarını yine sahnelere serpiştiren Gunn, film içinde ikişerli kader birlikleri kurarak ekibin dramatik dengelerini de kuruyor. Rocket ve Yondu'nun hapiste başlayan birbirini anlama, Gamora ve Nebula kardeşlerin yüzleşme, Peter ve babası Ego'nun birbirlerine yönelik farklı beklentilere girme, Drax ve Mantis'in hem komik, hem de saf dürüstlük içeren yakınlaşma hislerinden kolektif bir bütünlük elde ediyor. Tabii tüm şirinliğiyle Baby Groot'un eğlenceli ve bir o kadar da kritik varlığı bu bütünlüğe renk katıyor. Marvel klişelerini mümkün olduğunca göze batırmamak gayreti her zaman işe yaramasa da, o klişelerden farklı versiyonlar oluşturmak, son dakika gollerini epik hale getirmek, absürt veya durumlardan devşirilen küçük samimi anlarla mizahını güçlendirmek bu seriye az da olsa kendine özgü bir karakter katıyor. Aslında bu sayede grafik roman mantığının beyaz perdeye aktarımındaki sahici amaç ortaya çıkıyor. Görkemli aksiyon ve etkileyici teknik görsellikten fazlası olmaya, Peter ve Ego ile baba - oğul, Rocket ve Yondu ile ötekileştirilmiş bireyler, Gamora ve Nebula ile sevgi - nefret içeriğinde kendini arayan kardeş bağı gibi meseleleri özüne dahil etmeye çalışıyor. Eksantrik türler, birbirinden ilginç gezegenler, tuhaf düşmanlar, komik yan karakterler ve dahası Guardians Of The Galaxy evrenini kemikleştiriyor.

Çekirdek oyuncu kadrosuna tecrübesiyle takviye yapan Kurt Russell ve Kreglin rolüyle James Gunn'ın başarılı oyuncu kardeşi Sean Gunn, Kanadalı genç oyuncu Pom Klementieff, ayrıca Sylvester Stallone, Ving Rhames, Michelle Yeoh sürprizleri, Stan Lee, David Hasselhoff, Jeff Goldblum, Don Johnson, Pacman cameoları filmin diğer renkli anlarını oluşturuyorlar. Tyler Bates'in güçlü tema müzikleri yanında, ilk filmden de bildiğimiz üzere filmde çalınan şarkılara ayrı bir önem bahşeden James Gunn, Vol. 2'de yine 70'lerin kaliteli şarkılarından bir demet sunuyor. Biri aksiyon, biri duygusal olmak üzere iki güzel final barındıran, "end credits" bölümünü bile küçük esprilerle donatan Guardians Of The Galaxy Vol. 2, genel olarak ilk filmin gölgesinde kalmayan, malzemesinin bolluğuyla sonraki devam filmleri için umut vaat eden keyifli bir Marvel deneyimi. Elbette diğer Marvel filmleri gibi popüler gişe sinemasının para basan bir mamülü. Bu sınırları aşmayacak biçimde izlenmesi ve değerlendirmesi gerek. Fakat yine diğer curcunalı Marvel filmleri arasında çizgi roman ruhuna en yakın filmlerden biri olarak değer bulması da boşuna değil.

10 Eylül 2017 Pazar

Perfetti sconosciuti (2016)


Yönetmen: Paolo Genovese
Oyuncular: Giuseppe Battiston, Marco Giallini, Kasia Smutniak, Valerio Mastandrea, Anna Foglietta, Edoardo Leo, Alba Rohrwacher, Benedetta Porcaroli
Senaryo: Filippo Bologna, Paolo Costella, Paolo Genovese, Paola Mammini, Rolando Ravello
Müzik: Maurizio Filardo

Yedi kişilik samimi bir arkadaş grubu, bir akşam yemeği için biraraya gelmek üzere estetik cerrah Rocco ve psikolog Eva çiftinin evinde toplanırlar. Neşe içinde hem yemek yer, hem de sohbet ederler. Arkadaşlıklarının ne kadar güçlü olduğundan, birbirlerinden saklayacak hiçbir şeyleri olmadığından dem vururlar. Bu iddia büyür ve yemek boyunca bir oyun oynamaya karar verirler. Herkes telefonlarını masaya koyacak, gelen telefonlara, resimlere, mesajlara hep beraber bakacaklardır. Başlangıçta eğlenceli süren bu oyun, saatler ilerledikçe gergin ve can sıkıcı bir hal almaya başlar. Çünkü hepsinin gizlediği önemli sırlar vardır ve bunlar teker teker açığa çıkacak gibi görünmektedir. Beş kişilik bir senaryo ekibinin yazdığı, bu beş kişi arasında bulunan Paolo Genovese'nin yönettiği Perfetti sconosciuti (Perfect Strangers), tek mekanda geçen, son derece akıcı diyalogların yer aldığı, komedi, dram, hatta trajedi öğelerini büyük bir ustalıkla biraraya getirmiş müthiş bir yapım. Mükemmel bir tiyatro oyunundan uyarlanmış hissi veren, zekice diyalogların, esprilerin, olay örgülerinin birbirine bağlandığı Perfetti sconosciuti, aralarında Tribeca'nın da bulunduğu çeşitli festivallerden senaryo ağırlıklı ödüllerle dönmüş bir film.

Yemekte buluşacak olan üç çiftin evlerinde yaptıkları hazırlıklarla açılan film, burada kurduğu diyalogların bazılarını gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar gündeme getirmek üzere kısa ama kalıcı bir girizgah yapıyor. Yemeğe yeni sevgilisi ile beklenen Peppe'nin, sevgilisinin rahatsızlık bahanesi ile katılmaması yüzünden tek başına gelmesi ile ekibin tamamlanması, yemekte girilen neşeli diyaloglar ve alkolün de verdiği özgüven sayesinde birbirlerinden saklayacak hiç sırları olmadığı iddiasına kadar gelen genel hava, modern çağda adeta insanın bir uzvu haline gelmiş cep telefonlarının masaya konup gelecek tüm mesaj ve aramalara birlikte bakılması yönünde kurgulanan bir oyuna dönüşünce çok geçmeden sadede geliniyor. Birkaç itiraz olsa da, böyle bir amaçla oynanacak oyuna itiraz etmek, saklayacak birşeyleriniz olduğu anlamına gelebileceği için herkes razı gelmek durumunda kalıyor. Zaten o ana kadar da gayet güzel ilerleyen muhabbet, telefonlar ortaya konduktan sonra gelmeye başlayan arama ve mesajlarla iyice çeşitleniyor.

Aile, dostluk, evlilik, eski sevgililer, çocuk sahibi olma, ayrılık, fiziksel görünüm, cinsel kimlik, sırlar ve daha birçok konunun konuşulacağı bu oyunun gidişatı o kadar ustaca ayarlanmış ki, gelen arama ve mesajların niteliğine göre dozu yavaş yavaş artan bir tansiyon sayesinde karakterlerle yaşanan özdeşleşme de giderek artıyor. Mesela hoparlöre verilen aramalarla hissedilen gerilim, o arama sonlandıktan sonra belirlenen gündem, çiftler arasında yükselen gerilim, tarafların kendilerini haklı çıkarmak için ortaya koydukları argümanlar, çatışmalar, konuya uzak olan diğerlerinin yorumları, gizlenen tek bir sırrın bile ne kadar önemli ve çok katmanlı olduğunu gösteriyor. Tam o aramanın ateşi sönmeden başka birine bir mesaj geliyor ve gündem bir anda değişiveriyor. Aynı süreç, farklı tasarım ve boyutlarla tekrar dolaşıma giriyor. Birbiriyle alakasız bu olaylar arasında yapılan geçişlerin doğallığı, tartışılan konuların bir anda değişmesi, ilginin bir karakterden diğerine geçişi hayranlık verici. Bu sürecin bir süre sonra sıkıcı olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran senaristler, yine müthiş bir hamle tasarlayarak hiç çaktırmadan filme bir başka kırılma noktası daha ekliyorlar.


Telefonları aynı olan Lele ve Peppe'nin, Lele'nin her akşam belli bir saatte gelmesini beklediği uygunsuz olabilecek bir mesaj yüzünden gizlice telefonları değiştirmesi üzerine yaşananlar, komedi ve gerilimin iç içe geçtiği, filmin kendinden başka kısa filmler çıkarabilecek kadar muktedir bir senaryoya sahip olduğu çok güçlü anlar yaratıyor. İnsanların kara kutusu haline gelmiş telefonların, başkasıyla değiştirildiğinde bile ne kadar tehlikeli olabileceğine dair emsal teşkil edebilecek bu bölümden sonra dramatik dozunu iyice arttıran film, çiftlerin ve çok yakın arkadaşların dahi birbirlerinden ne kadar çok şey gizlediklerini teker teker ifşa ediyor. Gelen her telefon ve mesajın kendi içinde sağlam mesajları var. Bu mesajlar bazen afili cümlelerle, bazen de seyircinin duygusal zekasına güvenerek iletiliyor. WhatsApp, Facebook gibi paylaşım hesaplarını da barındıran bu telefonların, içindeki sırlarla birer canlı bomba gibi taşınıyor olmasındaki dehşeti bu yedi karakter aracılığıyla yüzümüze vuran film, yaşanan birtakım yüzleşmelerle seyirciye ayna tutmasını da çok iyi beceriyor. İnsanların iş ve özel hayatlarında sakladıkları sırların açığa çıkıyor olmasından duyacağımız rahatsızlık / rahatlama kontrastı da böylelikle mükemmel biçimde o aynadan ekrana, yani bize yansıyor.

İçinde onlarca sürpriz barındıran Perfetti sconosciuti, teker teker açığa çıkan gerçekler sayesinde çiftlerin, arkadaşların birbirlerine karşı ne kadar sırdaş, aynı zamanda ne kadar ikiyüzlü olduklarını göstermesi açısından rahatsız edici yönlere de sahip. Ama bu, filmin gerçekçiliğini daha da sivrilttiği için, bazı sırların ve ikiyüzlülüklerin yüzümüze vuruluyor olmasından kaynaklı bir rahatsız etme hali. İşinde gücünde olan, çoluk çocuk ve sorumluluk sahibi insanların kendilerine ait güvenli alanlar yaratma ihtiyaçlarıyla, tutkularını, kaçamaklarını, fetişlerini boca ettikleri bu telefonlar insanların vazgeçilmezi olduğu kadar celladı da olabiliyor. Zaten bu yedi kişinin birbirleriyle yüzleşmeleri kadar kendileriyle de yüzleşmiş olmalarından kaynaklı müthiş bir trajik canlılık hakim senaryoya. Karakterlerin hepsinin kendine ait zayıf anlarından, onları canlandıran oyuncular güçlü performanslar ortaya çıkarıyor. Bunu sağlayan da cıva gibi yerinde duramayan, ne zaman ne şekilde karakterleri sıkıştıracağı, ezeceği, yok edeceği belli olmayan tekinsiz senaryo. Ama film en büyük ters köşesini sona saklıyor ki, burada da asıl darbeyi seyirciye vurarak misyonunu tamamlıyor adeta. Onlara gelen her telefon veya mesaj üzerine, onların yaptığından çok daha fazlasını tartışmamız, üzerine çok şeyler söylememiz mümkün. Perfetti sconosciuti'yi basitçe özetlemenin imkanı yok. 2016'nın en iyi 10 filminden biri olduğunu söylemek belki bir özet sayılabilir.