25 Şubat 2011 Cuma

Black Swan (2010)


Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Vincent Cassel, Barbara Hershey, Winona Ryder
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz, John J. McLaughlin
Müzik: Clint Mansell

The Wrestler sonrası kısa bir aradan sonra Black Swan ile tekrar dönen Darren Aronofsky, salaş Amerikan Güreşi ringlerinden görkemli bale sahnelerine zıplıyor. Bir yönetmen için başlıbaşına bir meydan okuma gibi görünse de, bir izleyici için bu iki film arasındaki ruh ve biçim benzerliklerinin yarattığı patikalara yeniden girmek büyük keyif. Benim için tüm zamanların içine girilmesi en zor filmlerden biri olan Eraserhead’in tuhaf ruh kardeşi olarak gördüğüm 1998 tarihli ilk Aronofsky filmi Pi’den, ardından gelen Requiem For A Dream ve The Fountain’dan aldığım farklı tatların üzerinden geçen her yılın bu filmlere şarap yıllanmışlığı kattığını görüyorum. Aronofsky’nin The Wrestler ile denediği sade dram üslubunun önceki filmlerine olan mesafesi, pek çok hayranı gibi beni de tedirgin etmişti. Ne kadar hayranı da olsanız, bir filmi sevmediyseniz buna yönetmenin o ihtişamlı geçmişi ve markaya dönüşmüş adı bile bir şey yapamaz. (Bkz. David Fincher)

Oysa Aronofsky, belki de tam olarak doğru biçimde adlandırılmamış tarzının dışına çıktığını düşündürdüğü The Wrestler anında bile o geçmişe ve isime leke sürdürmemiş bir sinema adamıdır benim gözümde. Çünkü normallik içinde ucubeye dönüşmüş bireylerin uçlarda yaşadıkları hayatlara baktığı üçüncü gözün, bu kez şov amaçlı uçlarda salınan insanî bir yalnızlığa sade bakışı da aynı derecede etkileyicidir. Artık karakterleri ile seyirci arasında yarattığını düşündüğüm kısmî yabancılaşmanın yerini, başrolünün peşinden ayrılmayan aktüel kamera sahiplenmesi almıştır. Bu sahiplenme sadece yönetmenin değil, seyircinindir aynı zamanda. Hatta biraz da dayatmayla onu zorla sahiplenmemizi bekler Aronofsky. Her karede başrolü vardır. Kamerasıyla peşinden yürüdüğü kadar, onun önüne geçip film çektiğini gözüne gözüne sokar adeta. Onu kızdırana, ağlatana kadar üstelik.


Güreş ve bale arasındaki uçurumu birbirine yakın yalınlıkla ele alabilmek, ancak bu iki filmi çekmiş yönetmenin harcı olsa gerek. The Wrestler ve Black Swan sanki unutulmaz bir üçlemenin ilk iki filmi gibiler. Randy ve Nina, sınıfsal farklılıklar yüzünden yolları asla kesişmeyecek iki yılgın karakter olsalar da, onların gerçek yaşamdaki karşılıkları çeşitli figüratif refereanslarla tekvücut olabilir. Tıpkı Randy gibi Nina’nın hayatına da ortasından dahil olup, eksikliklerimizi filmin akışıyla beraber yavaş yavaş tamamlıyoruz. Filmin konusunu uzun uzun anlatmaktan veya karakterleri tanıtıcı yüzeysel cümlelerden pek hoşlanmam. Ama Nina’yı analiz etmek için onu çevreleyen faktörleri bilmek çok önemli. Kendini baleye adamış, bir sosyal ortamı olmadığı için kötü alışkanlığı da olmayan, kendisini yumuşak biçimde disipline etmeye meraklı annesiyle yaşayan Nina, yeni sezonda sahnelenecek Kuğu Gölü Balesi’nde başrol almak için büyük bir çaba ve stres içinde yaşıyor.

Aynı zamanda eski bir balerin olan annesi Erica, 28 yaşında Nina’yı doğurmak uğruna kariyerini bırakmak zorunda kaldığı için, tipik bir ebeveyn refleksi olarak Nina’nın zirveye çıkmasını ya da yarım kalan işini tamamlamasını istiyor. Seçimi yapacak olan Thomas Leroy zor ama ne istediğini bilen bir yönetmen. Onun Nina’daki tutku eksikliği üzerine gitmesi Nina için ayrı bir baskı unsuru. Eski kuğu Beth, bir zamanlar sahip olduğu ışıltılı şöhretin Nina’yı aydınlatmasından öfke duyuyor. Gösteri ekibindeki kızlardan biri olan Lily ise Nina için en önemli tehditi oluşturuyor. Her kız gibi onun da bu başrolde gözü var. Nina her ne kadar Beyaz Kuğu’yu canlandırmada hiç problem yaşamıyor olsa da, kilo alabilme ihtimalini dert etmeden çizburger yiyen, speed atan, hareketli gece hayatını seven, o geceyi yeni tanıştığı bir adamla tuvalette veya o adamın evinde bitirebilen bir balerin olan Lily, bu persona ile Siyah Kuğu’ya mükemmel bir uyum sağlıyor.

Bu keskin karakter çerçevesinin tam ortasında başrol oynamak zorunda kalan, ama bir türlü Siyah Kuğu olmayı beceremeyen Nina, halüsinasyonları sayesinde Siyah Nina ile tanışıyor. Asla onun gibi olmayı beceremeyeceğinin endişesiyle kendine psikolojik ve fiziksel zarar vermeye başlaması, içindeki karanlık taraf ile olan mücadelesine bir halka daha ekliyor. Anne, yönetmen, arkadaş zorlamalarına eklenebilecek en acımasız halka da Nina’nın kendisi, daha edebî bir ifadeyle onun bedenine hapsolmuş, çıkmak için uğraş veren Siyah Kuğu oluyor. Bu çıkarımları yapmak, tıpkı The Wrestler’dan kendine has çıkarımlar yapmak kadar kolay. Ancak Black Swan, fiziksel eforun ve ruhsal baskının yıprattığı bu kırılgan kişiliklerin hayata tutunma çabaları yanında, kendi özünü tanıma yolunda zorlu engeller barındıran bir psikolojik gerilim. Andres Heinz’in bir psikolojik gerilimde aranıp bulunmayacak derecede önem taşımayan hikâyesinin basitliği, tam da The Wrestler’ın dramatik basitliğine benziyor. Bu tevazuyu perdeye taşıma işi ise hikâye yazmaya hiç benzemiyor. Aronofsky, senaryosuna katkıda bulunmadığı bu iki filmi o denli içselleştirmeyi başarmış ki, The Wrestler’ın naifliğine Black Swan ile artı bir gerilim katarak bir modern zaman Kuğu Gölü Balesi çekmiş adeta. Bu durum hem anlatım açısından bağımsız, hem de elit açıdan yoğun bir film olarak karşımıza dikiliyor.


Nina’nın gösteri gününün sabahında uyandığı andan, filmin son karesine kadar uzanan yaklaşık 17 dakikalık sürenin anatomisi, ancak koşulsuz bir teslimiyetle yapılabilir. Bu bölüm siyah-beyaz (aynı zamanda iyi-kötü) zıtlığının gelgitlerini müthiş bir tempoda sunduğu kadar, rüya ve gerçek arasında nefes kesen bir iletişim ortaya koyuyor. Aronofsky’nin eşsiz Tchaikovsky estetiğini abartmadan kendi imkânlarıyla sunduğu gösteri sahneleriyle, sahne arkasında yaşananları harmanlanması, filmin bu finalde yarattığı her iki evrenin birbirini disipline etmesini ve birbirine hizmet etmesini sağlıyor. Bir aşk tragedyası olan Kuğu Gölü hikâyesi, Aronofsky’nin ellerinde bir varoluş trajedisine dönüşüyor. Bittikten sonra etkisinin sürmemesi çok zor bir zirve yaratmasının sorumlusu da bu karışım. Sihirli Tchaikovsky notalarının yükselişi, soyunma odasındaki aynanın önemli bir fonksiyon üstlendiği dönüşüm, sonra tekrar sahneye dönüp bambaşka bir duyguya bürünen Kuğu Nina, yine Tchaikovsky, yine Natalie Portman… Tam anlamıyla iki sanatın buluşması. Vincent Cassel ve Barbara Hershey’in ustalıklarıyla içini çok iyi doldurdukları olgunlukları, Mila Kunis’in her sahnesiyle tedirginlik veren alternatif mevzilenmesi, tüm sanatına, zirvesine, duygusuna rağmen mütevaziliğini koruyan filmin önemine önem katmaktalar.

Natalie Portman 13 yaşındayken oynadığı ilk filmi Léon’dan bu yana irili ufaklı pek çok filmde rol aldı. Ama belki de en iyi performansı Black Swan’a ait olacak. Hüzünlü yüzüne, kolayca iniş çıkış yaşayabilen konsantrasyonuna ve saflığını öne çıkarabilen oyununa alışkın sayılırız. En seçkin performanslarını gördüğümüz Léon, Closer ve V For Vendetta’yı bile bana göre geride bırakan bir Nina portresi çizen genç yıldız, rolünün gerektirdiği mesleklerin inceliklerini uygulayan oyuncuların fiziksel değişimlerini yansıttığı gibi, Nina’nın psikolojisini de bu değişime denkleştirmiş. Aronofsky’nin oyuncularını çok zorladığı bilinir. Mickey Rourke’u perişan ettiğini Rourke’un kendisinden defalarca duyduk. Filmde Leroy’un provalarda Nina’ya çektirdiklerinin fazlasını Aronofsky’nin de Portman’a çektirmiş olduğu çok belli. Oyuncunun rolüyle bütünleşmesi gerekliliğini Mickey Rourke-Randy ikilisinin eski günlerine dönme özdeşliğinde görmüştük. Black Swan’da ise kendini canlandıracağı iki kuğuya adayan Nina ile, kendini Nina’ya adayan bir Natalie Portman görüyoruz.

Bir oyuncudan güreşçi veya balerin çıkarabilmek için yapılması gerekenleri çok iyi bilen yönetmenin idaresinde Portman’ın içindeki iki farklı kuğuyu çıkarışı çok etkileyici. Kendisiyle beraber yarışa katılacak diğer dört adayın kusurlarını gösterebilecek kadar hem de…Tartışmalı veya tartışmasız, Black Swan yılın en iyilerinden. Çünkü (varolduğu hâlâ tartışılan) çizgisinde oynamalar yaptığında bile filmlerine anlam katabilen Darren Aronofsky’nin filmi.

20 Şubat 2011 Pazar

The King's Speech (2010)


Yönetmen: Tom Hooper
Oyuncular: Colin Firth, Geoffrey Rush, Helena Bonham Carter, Guy Pearce, Derek Jacobi, Jennifer Ehle, Michael Gambon, Eve Best, Timothy Spall
Senaryo: David Seidler
Müzik: Alexandre Desplat

Bu yılın haklı olarak en çok ses getiren filmlerinden olan The King's Speech, görkemli kraliyet atmosferinin sinematografik zenginliğine sırtını dayamamış, bir adamın naif kusurunun üstesinden gelme gayretlerini merkezine almış bir dram. Kral da olsa, normal bir insanın sahip olabileceği bu konuşma probleminin geçmişe dayalı analizlerinde ise kraliyet baskısı altındaki çocukluk sıkıntıları, işi başından aşkın bir baba, büyük kardeş ile yapılan kıyaslar, baskıcı dadılar ve kalabalık içinde yaşanılan yalnızlıklar yatıyor. Gerçi kralların normal insanlar olmadıklarını kimse söylemiyor. Sadece içinde bulundukları mevkinin, kuralların, protokolün yarattığı stresin daha farklı boyutlarda algılanabilmesi üzerine "normal" bir insanî yetersizliğin çözüm aşamalarını izliyoruz. Bu sayede Tanrı'nın temsilcisi sayılan krallık mevkisini, etten kemikten oluşan bir kralın bireysel eksiklikleri ile tezatlaştırmak suretiyle empatiye kapı açıyor.

Kral 6. George'un (Albert Frederick Arthur George ya da filmde geçen adıyla Bertie) geçmiş kaynaklı bu sıkıntılarının, sorumluluk bilinci zayıf ağabeyi 8. Edward'ın aşkı uğruna tahttan feragat etmesi yüzünden katlanması, içine düştüğü zoraki durum gereği bir meydan okuma gerektiriyor. Bertie'nin kekemeliğinin tüm bu zayıflıklarının temsilcisi konumunda yüzeyde kalışı, derinlere inilmesini mecburi hale getiriyor. Görünmeyen sorunların görünenleri beslemesi ve sürekli tetiklemesi, ülkenin en tepesinde yer alan kralın karar mekanizmasının çarklarını da etkileyeceğinden, destek almak kaçınılmaz oluyor. Başarısız birkaç girişimden sonra Elizabeth'in bulduğu Lionel Logue devreye girdiği andan itibaren filmin anayola girişi ve seyri başlıyor. Avustralyalı terapist Logue'un kendine has yöntemleri, başlangıçta Bertie'nin konumunun getirdiği birtakım üstünlüklerini, kibirliliğini, dokunulmazlığını hiçe sayma cüreti taşısa da, herşeye rağmen güçlü görüntüsünün altında naif bir insanın ruhsal-fiziksel zayıflıkları, doğal bir teslimiyeti de beraberinde getiriyor.


Türlü soyut ve somut erdemlere sahip olduğu kabul edilen kral dediğimiz bir asilin tekerlemeler, şarkılar söylediğini, yerlerde yuvarlandığını, zıpladığını, küfrettiğini, tuhaf yüz ve ses egzersizleri yaptığını, hüzünlü bir içtenlikle kendini açtığını, ağladığını görmek, Bertie'ye bu kez çok farklı bir asalet katmakta. Ona bunları yaptıran Lionel Logue'un da filmde ayrı bir dramatik duruşu var. Oyuncu olma ideali için geç kalmış olmayı kabullenmeyen, mütevazi ailesiyle mutlu bir hayat süren Logue'un bu mesleki idealizmini Bertie vasıtasıyla bileyleme arzusundaki cesaret, sonlara doğru anlaşılan sürpriz bir gelişmeye rağmen samimiyetini koruyor, hatta daha da samimi kılıyor. Bir bakıma Logue'un bireysel dramı hem kendini, hem de Bertie'nin motivasyon sürecini besliyor. Filmde Logue'un Bertie'ye sağladığı psikolojik ve fiziksel destek, tıpkı filmin hikâye, senaryo ve oyunculuk boyutlarındaki destek seviyesinden şaşmıyor. Bilinçli olarak öne çıkarılmayıp, güçlü bir yan dram yaratıyor.

Oyunculuk demişken, tabiî ki The King's Speech'i cazip kılan en mühim kulvardan ayrıca söz etmemek olmaz. Yaşanmış bir kraliyet dramını bireysel bir handikapa indirgeyebilme, oradan da genel bir karakter analizine ulaşma başarısının altında yatan sade anlatım, belki de bu oyunculuklar sayesinde geniş kitlelere ulaşamayan bir BBC dizisinden daha farklı duruyor. Colin Firth ve Geoffrey Rush'ın birbirini sık sık dengeleyen ve denetleyen uyumu, Bertie ve Logue'un dengeleriyle örtüşüyor. Firth, Bertie'nin zaman zaman ümitsizliğe kaptırdığı potansiyel erkini yeniden kazanmak için gösterdiği azmi ve kırılganlığı yansıtmakta çok başarılı. Rush ise kalitesini Logue'un bastırılmak zorunda kalmış tutkularını, doğal yeteneğini insanlar üzerinde deneme cüretini ağırbaşlı bir performansla ifade ediyor. Farklılıklarına rağmen belli yönlerden birbirine benzeyenbu iki adamın yaşadıkları deneyimi pay edişleri, filmin olası monarşik ve diplomatik sıkıcılığına düşündürücü bir dram, kontrolünü yitirmeyen bir dinamiklik kıyafeti giydiriyor.


Yönetmen Tom Hooper'ın mekan, kostüm gibi çevresel faktörlerin desteğini de hiçe saymadan sunduğu sadelik, yer yer poza kaçan görüntülerle ve özellikle Colin Firth'e gereğinden fazla yapılan yakın çekimlerle genele ters düşse de, rahatsız ediciliği kişiden kişiye değişecektir. Kendisi de zor geçen çocukluğunda kekemelik geçirmiş olan senarist David Seidler ise, 30'lu yaşlarından bu yana Kral 6. George'un hayatını incelerken, Logue'un oğlunun günlüklerine ulaşmış. Fakat anlaşma gereği ancak kraliçe öldükten sonra günlüklere erişim sağladığı için bu güzel hikâyeyi senaryolaştırmak gecikmiş. Dönemin savaş öncesi kızışmış atmosferine fazla eğilmeden, sadece Kral ve Logue arasındaki ilişkiye odaklanan senaryo, bu apolitik yapısıyla biraz boşluklar yaratmıyor değil. Ancak filmin diğer pozitif unsurları arasında bu boşluklar filmin kendi sınır çizmişliğinde eriyor denebilir. Firth ve Rush'ın başı çektiği bu pozitifliklere oyunculuk olarak Elizabeth rolündeki Helena Bonham Carter, Derek Jacobi, Guy Pearce, Timothy Spall gibi oyuncular da yan rollerle destek çıkıyorlar. Müzikleriyle Alexandre Desplat'nın, görüntü yönetimiyle de Danny Cohen’in Oscar adaylıkları hiç de boşuna değil.

The King's Speech, sadece bir kralın oğlu olarak dünyaya gelmiş olmanın avantajıyla ülkenin başına geçmiş bir bireyin, konuşma sıkıntısı ile kendini dışa vuran zincirleme güvensizliklerini yenme uğruna gösterdiği çabanın izini sürüyor. Kişisel gelişim kitaplarının veya seminerlerinin artık banalleşmiş bazı söylemlerinin, temeli yüzyıllar öncesine dayalı elit bir sistem içinde aynı anda bir baba, bir koca, bir evlat, bir kardeş bir kral ve nihayetinde zoraki bir hatip olmak durumunda kalmış Bertie üzerine yansımaları olarak da görülebilir. Ama onu banalleştirmeyen bir içtenliğe, kralın da bir insan olduğu klişesinin rahatça kabul edilebilir normalliğine sahip bir film. Kralın konuşmasını yaptığı sahnenin, savaşın eşiğine sürüklenmiş halkın çaresiz bekleyişini de içine alan başarılı kurgusu, aslında kan ve acıyla dolu yıllarca sürecek bir başka filmin de ayak seslerini duyuracak kadar etkileyici bir final sunuyor.

17 Şubat 2011 Perşembe

127 Hours (2010)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James Franco, Kate Mara, Amber Tamblyn, Treat Williams, Kate Burton, Clémence Poésy
Senaryo: Danny Boyle, Simon Beaufoy
Müzik: A.R. Rahman

Yönetmen Danny Boyle, yapımcı Christian Colson, senarist Simon Beaufoy, görüntü yönetmeni Anthony Dod Mantle, müzisyen A.R. Rahman’dan oluşan Oscarlı teknik kadro, Slumdog Millionaire’den sonra tekrar işbaşında. 127 Hours, maceraperest dağcı Aron Ralston'ın Between A Rock and A Hard Place adlı kitabının uyarlaması. Bu kez Ralston’ın 2003 yılında Utah kanyonlarında 127 saat boyunca trajik mahsur kalış öyküsü işlenmekte. Film genel anlamda bu etkileyici öyküyü benimsetme yönünde sorun yaşamasa da, bu harika ekibin Slumdog Millionaire’de yakaladığı renkli, dinamik ve dramatik çekicilik belli yönlerden korunuyor görünse de, hikâyenin dayatmış olduğu sınırlanmışlıkla ve o sınırları aşma kaygılarıyla farklı bir telden çalıyor. Boyle’un bu telleri daha dinamik hale getirme gayretleri ise ilgiyi çoğunlukla teknik yönden canlı tutabiliyor bana kalırsa. Bu yüzden Ralston’ın dramı belki de olması gerektiği kadar izole görünmedi, görünse de hemen işin içine kalabalık yaratacak başka unsurlar sokulduğu için derinlemesine odaklanma sorunu yaşadım sanırım.

Hemen hemen aynı döneme denk gelen bir başka tek kişilik kapana kısılma hikâyesi olan Rodrigo Cortés filmi Buried’in yarattığı etkiye benzer bir çarpma umduğumdan ötürü 127 Hours bir parça tatminsizlik yarattı. Oysa iki film arasında konu itibariyle karşılaştırma yapmak ile yapmamak arasında gidip gelmenin normalliği kadar, ortaya koydukları amaç ve tarz farklılığı da göz önüne alındığında bu kıyas doğru gelmiyor. Teknik açıdan ve sunduğu insani detayların samimiyeti yönünden çok iyi bir yapım olmasına rağmen filmin eleştirel bir boyutu yok, varsa da iyi işlenmemiş. Bunun şart olması gerekmiyor. Ancak Aron Ralston’ın insanüstü kurtuluş mücadelesinin sonucunda “sahip olduklarımızın değerini bilelim” mesajından başka bir gerçeklik bulunmuyor. Yeterince klostrofobi yaratamıyor (ki bunun bilinçli bir tercih olup olmadığı da tartışılabilir), halüsinasyonlarla, geçmişe dair anı kırıntılarıyla anlatım zenginliği yaratmaya çalışıyor. Kimi zaman fazla süslenmiş, cilâlanmış, gösteriş meraklısı bir hal alıyor. Bence bu yöntemle merkezdeki Ralston’a daha fazla odaklandığını sanarak, aslında bir dağınıklığa yol açıyor.


Ralston’ın sıkıştığı, kendince felsefi anlamlar yüklediği o kayadan nihai kurtuluş plânını uygulamaya koyduğu mâlum sahne, ondan sonra seyirciye de geçirilebilen huzur hissi, kendisiyle TV söyleşisi yaptığı sekans, mastürbasyon girişimi, bunun yanında 15 dakikalık güneş, dakik kuzgun, su içme anları gibi, çaresiz veya sıkıcı bir ortamı kısa süreli de olsa çekici hale getirme pozitifliğiyle bulunan samimi rutinler, filmin gerçekliğini arttırıyor. Ama kanyonda tanıştığı kızlarla geçirilen hoş vakitler, sonra halüsinasyonlar, hızlı geri dönüşler, ekranı üçe bölen video klipsel hamleler, A.R. Rahman’ın tema müzikleri yanında tempolu şarkıların eşlik ettiği çeşitli sahneler, hizmet ettikleri anlara hizmette kusur etmiyorlar belki. Lâkin bu durumun benim dikkatimi tam anlamıyla Ralston’a ve onun içinde bulunduğu olağanüstü duruma yakınlaştıracağı yerde uzaklaştırmaya başladığını fark ettim. Hele o aile ve dostların hatıra fotoğrafı çektirir gibi Aron’ın önünde belirdiği sahneleri son derece gereksiz buldum. James Franco ise gerek sevimliliğini, gerekse rolünün gereklerini ekonomik biçimde kullanan, sıkıştığı yerden türlü duyguları sağ salim verebilen, abartıya kaçmayan (hatta abartıya kaçması gereken bazı yerlerde de ters köşe yaparak olgunluk sağlayan), dürüst bir performans çiziyor.

Bana olumsuz görünen özelliklerine rağmen, Slumdog Millionaire ile hakkıyla Oscar ve daha birçok ödül kazanmış olan ekibin, kendi kulvarlarından ortak bir bütüne ulaştıklarını hissettiren uyumlarını görmek mümkün. Fakat belki de daha karanlık ve klostrofobi yaratması halinde fark oluşturabilecek bir kurtuluş öyküsünü, aynı Oscar normlarıyla elden geçirmeye çalışmalarından memnun olmayanlar da çıkabilir. Mesela Buried’i izleyip beğendikten sonra 127 Hours’a olan bakışta bu tip tatminsizlikler veya kan uyuşmazlıkları belirebilir. Kendi kişisel zevkleri ve seçimleri sonucu başına gelen trajik olaydan Aron Ralston’ın bize sunduğu çıkarıma ne derece ihtiyacımız olduğu değişkendir. Mesele bir noktadan sonra, çekici olan/olmayan bir konuyu anlatım olarak çekici hale getirme becerisine dayanıyor. O noktada da Danny Boyle ve arkadaşlarının yetkinliği su götürmez. Ne var ki bazen her şey teknik-taktikten ibaret olmayabiliyor. Mesela bu ekip Man On Wire belgeseli belgesel olmadan evvel, çılgın Philippe Petit’nin İkiz Kuleler macerasını aynı üslup ve donanımla ele alsalardı seyrine doyum olmazdı diye düşündüm nedense. Çünkü o olayda gittikçe anlamlanan bir amaç, samimi bir macera ruhu ve meydan okuma, hayata bakış, olağanüstü bir agorafobi sıkışmışlığı vardı. Kıyıdan köşeden 127 Hours’un ihtiyacı olan şeyler yani.

14 Şubat 2011 Pazartesi

44 Inch Chest (2009)


Yönetmen: Malcolm Venville
Oyuncular: Ray Winstone, Ian McShane, John Hurt, Tom Wilkinson, Stephen Dillane, Joanne Whalley, Melvil Poupaud
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto
Müzik: Angelo Badalamenti

Kıskanç koca Colin’in (Ray Winstone) dört arkadaşıyla birlikte karısının aşığını kaçırması üzerine kurulu 44 Inch Chest, 2000 yılı yapımı stilize suç dramı Sexy Beast’in senaristleri olan Louis Mellis ve David Scinto tarafından yazılmış bir başka güçlü dram. Çok sevdiği karısı Liz’in itirafı sonucu 21 yıllık evliliği bitmenin eşiğine gelen Colin, Liz’e şiddet uyguladıktan sonra arkadaşlarının yardımıyla bir restoranda garsonluk yapan sevgilisini bulur ve onu bir eve hapseder. Archie (Tom Wilkinson), Meredith (Ian McShane), Peanut (John Hurt) ve Mal (Stephen Dillane), Colin istediği taktirde adamı hemen öldürmeye hazırdırlar. Filmin bize söylemediği, ancak anlamanın pek de zor olmadığı beş kişilik sağlam dostluklarla kurulu bu çete, Colin’in karısının aşığı hakkında ne karar vereceğini beklerken, aşk acısıyla kıvranan Colin, yıkılan evliliği ve onun yıkılmasının sebeplerinden biri olan bu adamla yüzleşme yaşamak istemektedir.

İngiliz sinemasının güçlü isimlerini bir araya getiren film, konusu bilinmeden sanki kulağa son bir iş çevirmek için bir araya gelen veteran bir soygun çetesinin maceraları gibi gelme ihtimali taşıyan, fakat içine girildiği andan itibaren kolayca etkisi altına alabilen bir atmosferde seyrediyor. Gerçi yasadışı işler çevirmiş bir çete oldukları belli bu adamların önceki maceraları hakkında bilgimiz olmamasına rağmen (kimbilir bu zamana kadar neler yaşamışlardır!), bu kez özel bir nedenden dolayı apar topar bir araya gelmeleriyle bir gecede ne olduklarını anlamamız hiç zor olmuyor.


Büyük bölümü, kaçırdıkları adamı alıkoydukları mekânda geçen film, çoğu kez bir tiyatro oyunu keyfi yaşatıyor. Küfürlerle, aşağılamalarla, ağır tahriklerle, grup içi atışmalarla, esprilerle şekillenen diyalog ağırlıklı anlatım, bu tiyatro sahnesinin temposunu hiç düşürmüyor. Tüm bunlara rağmen 44 Inch Chest özünde bir aşk, evlilik, ihanet, sadakat eleştirisi. Kaba saba yapısına rağmen aşka ve evliliğe inanmış Colin’in aldatılma hazımsızlığını, intikam ikilemleriyle beraber basit ama çarpıcı biçimde karıştıran senaryo, geri dönüşler, hayali sahneler, Samson and Delilah (1949) gibi Colin’in durumuna uygun düşen göndermelerle köşelerini sağlamlaştırıyor.

Fakat temelden oldukça basit bir aldatılma hikâyesinden senaryonun sağlam çıkarımlarda bulunuşu kadar, başroldeki beş İngiliz aktörün şanlarına yakışır oyunculuk gösterisi filmin en güçlü kozunu oluşturuyor. Ray Winstone öne çıksa da, bu oyunculara usta denmesinin sebeplerinden biri de ustaca rol çalışları ki, Mellis-Scinto ikilisi Tom Wilkinson’ın onlardan biraz geri kalması haricinde hepsi için rol çalmaya meydan vermeyecek harika bölümler tasarlamışlar. Bu durumdan parsayı toplayanlar ise bana göre Old Man Peanut rolüyle fena halde sinirli ve küfürbaz babacanlığıyla John Hurt ve karizmatik eşcinsel Meredith olarak izlediğimiz Ian McShane olmuş. Sexy Beast’te de Winstone ve McShane’i izlemiştik. (Ben Kingsley de olsa fena olmazdı hani.)


Normalde bu kadroyu gişe kurdu bir yapımcı toparlasaydı, sonra da direk Hollywood’a sevk etseydi belki de ortaya aksiyonu bol saçma sapan bir “emeklilikten önce son bir iş” saçmalığı çıkacaktı. Böylece dört arkadaşın garson çocuğu gebertmesi için Colin’i gaza getirdikleri olağanüstü bölümü, Colin’in karısının aşığıyla yalnız kaldığında kırılgan bir öfkeyle yaptığı tiradını, onlar yalnızken dışarıda bekleyen dört arkadaşın muhabbetlerini izleyemeyecektik büyük ihtimalle. Zaten Premier Lig’deki bu beş oyuncuya yazdığınız bol küfürlü mütevazi bir senaryoyla bile farklı bir aksiyon dalgası yaratabilirsiniz. 44 Inch Chest bunun ispatı. 2009’un en iyi filmlerinden biriyle daha yeni tanışmamdan ötürü hafif bir burukluk yaşasam da, bu müthiş oyuncuların yarattığı enerjiyi tümden ıskalamamış olmak en büyük tesellim. Louis Mellis ve David Scinto hep böyle senaryolar yazsınlar, kendi küçük, etkisi büyük filmlere adlarını yazdırsınlar isterim. Hiç ummadığınız bir filmden aşk acısı çıkarabiliyorlar. Sessiz sakin aşk, sevgi, sadakat, ihanet, intikam çeşnisi sunuyorlar. Hatta finaliyle aşk hakkında sarfedilmiş binlerce aforizmadan birini hayata geçirebiliyorlar.

10 Şubat 2011 Perşembe

The Fighter (2010)


Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Mark Wahlberg, Christian Bale, Amy Adams, Melissa Leo, Mickey O'Keefe, Jack McGee, Frank Renzulli
Senaryo: Scott Silver, Paul Tamasy, Eric Johnson, Keith Dorrington
Müzik: Michael Brook

Amerika'daki sanayi devriminin doğum yeri sayılan Lowell’da 1980’lerde yerel boks müsabakalarından daha geniş çaplı başarılara ulaşmış "Irish" Micky Ward ve onun bir zamanların efsane boksörlerinden Sugar Ray’i nakavt etmiş ağabeyi Dicky Eklund ile ilişkilerini anlatan The Fighter, mütevazi ve doğal altyapısıyla derdini gayet iyi ifade eden bir film. Annesinin menajerliği, ağabeyinin de antrenörlüğü ile istediği noktalara gelemeyen Micky’nin bir yol ayırımına geldiği dönemi iddiasız bir senaryoyla işlemesi, onu samimiyetsiz büyük bir film olmaktan alıkoyuyor.

Micky’nin kalabalık ailesi ve dominant annesi Alice ve barmaid Charlene ile evliliğe uzanacak ilişkileri, bunun yanında Dicky’nin uyuşturucu sorunları ile sadece bir boksörün yükseliş hikâyesi olmaktan çıkmaya, artık kuru ekmek misali bu filmlerde altı sıkça çizilen aile, özgüven, bağlılık, fedakârlık, cesaret gibi kavramları bir halk kahramanı edasıyla görmemeye çalışsa da, bir boks filminin bunlardan uzak durmasının çok zor olduğunu biliyoruz. Yani niyetini pratiğe dökmesinin önündeki en büyük engel, daha en başından bana göre gerçek bir boksörün başarı hikâyesini anlatıyor olması. Artık kabak tadı veren, boks sporuyla bu olguları harmanlama yöntemi, The Fighter ile kendini yine belli ediyor. Film bu yüzden şık duran doğal anlatımına rağmen alışıldık konusu ve onu cilâlayamayan senaryosu ile yerinde sayıyor ne yazık ki. Filmde HBO televizyonunun Dicky üzerine yaptığı bir belgeselin çağrıştırdığı üzere Micky Ward, benzerleri defalarca çevrilmiş filmlere bir halka daha eklemek yerine, bir TV belgeseli olarak tanıtılması daha uygun bir başarı figürü bana kalırsa.


The Fighter, oyuncu kadrosunun gücüyle olası açık veya eksikliklerini tamamlamayı vaat eden bir film. Başta Dicky Eklund’ı gözalıcı biçimde canlandıran Christian Bale olmak üzere, Melissa Leo ve Amy Adams çok dirayetli performanslar ortaya koyuyorlar. Mark Wahlberg ise bir boksörü canlandırmasına karşın biraz tutuk geldi açıkçası. Filmi yapılmış bütün boksörler gibi sonradan açılma olayını ringde gerçekleştirse de filmde idare eder sınıfından öte gidemedi bana göre. Ama o da dahil olmak üzere, filmde Dicky’nin hapisten çıkıp Micky’nin antrenman yaptığı salona geldiği andan başlayan yaklaşık 10 dakikalık bölümde tüm oyuncuların filmin standartlarını aşan tansiyon yükseltişleri görülmeye değerdi.

1999’daki Three Kings öncesinden ve sonrasından bu yana iyi bir filmini görmediğim David O. Russell, burun kıvırtan klişe boksör dramlarına yakınlığına ve Dicky’nin kişisel renkliliği dışında hikâyenin hamurunda bağlayıcı özellikler bulunmamasına rağmen The Fighter ile akıcı, sempatik ve kesinlikle sıkmayan bir film ortaya koyuyor. Üslubunun sahiciliği bir kenara, ruh ikizi olarak görebileceğimiz 1997 yapımı Jim Sheridan filmi The Boxer’ın arkasına alev alev IRA fonunu koymuş sportif varoluşu yanında The Fighter’ın biraz zayıf kaldığını düşünüyorum.

6 Şubat 2011 Pazar

Incident At Loch Ness (2004)


Yönetmen: Zak Penn
Oyuncular: Werner Herzog, Zak Penn, Gabriel Beristain, Steven Gardner, Michael Karnow, Kitana Baker, Robert O'Meara, David A. Davidson
Senaryo: Werner Herzog, Zak Penn

Usta Alman yönetmen Werner Herzog, The Enigma Of Loch Ness adlı bir belgesel çekme hazırlığındadır. Bu arada John Bailey ise onun hayatı ve çalışmalarıyla ilgili Herzog In Wonderland adında bir başka belgesel çekme aşamasındadır. Bailey, Herzog’un da izniyle kamerasıyla onun hayatına girip çekimler yapmaya başlar. Herzog, daha çok senarist olarak ün yapmış (Last Action Hero, Behind Enemy Lines, X2, X-Men: The Last Stand, Suspect Zero, Elektra, The Incredible Hulk senaryoların sahibi) Zak Penn’in yapımcılığında ekibini toplayarak İskoçya’nın yolunu tutar. Tüm çekim ekibi, kiraladıkları bir tekneyle Loch Ness’e açılırlar. Ama Zak Penn’in tutarsız davranışları ve çekim süresince yaptığı kötü sürprizler, Herzog’un belgeselini tehlikeye düşürür. Loch Ness Canavarı’nın varlığı hakkındaki teorilerin masaya yatırılacağı bu belgesel, göldeki garip olayların birbirini izlemesiyle bambaşka bir şeye dönüşmeye başlar.

Filmin başlarında maceraperestliğiyle de ünlü Werner Herzog’un çekmeyi düşündüğü The Enigma Of Loch Ness hakkında verdiği bilgilerin tutarlılığından hareketle, Loch Ness gizemine etkileyici bir bakışta bulunacak bir belgesel izlediğimi düşünürken, çekim ekibinin toplanma ve yola çıkma hazırlıkları esnasında yaşananlardan aslında Incident At Loch Ness’in bir mockumentary (kurmaca belgesel) olduğu anlaşılınca hayalkırıklığı yaşadım. Bu da benim filme ısınmamı hayli zorlaştırdı. Zira mockumentary de olsa, daha önce yapılmış kaliteli örnekler gibi olmayı beceremeyen bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Herzog gibi ciddi bir sinema adamının ve belgesel aşığının böyle vasat bir çakma belgesele alet oluşu da beni için ayrı bir burun kıvırma nedeni oldu. Filme başlarken sahte olduğunu bilmeden bir belgesel ciddiyeti bekliyor olmam sebebiyle yaşadığım şaşkınlık, dakikalar ilerledikçe yerini “ne zaman bitecek acaba” sıkıntısına dönüştürdü. “Tüm bu Loch Ness olayı az çok bizim hayal gücümüzün bir ürünü ve ben bu durumu gerçek canavardan çok seviyorum” diye bir mantıkla sözde belgeselini çekmeye koyulan Herzog’un işgüzar yapımcı Penn ile, diğer ekip üyelerinin birbirleriyle ve teknenin kaptanıyla yaşadığı atışmalar, bir süre sonra kurmaca olduğunu sezdirecek derecede “rol”e dönüştükçe keşke The Enigma Of Loch Ness projesi gerçek olsaymış dedim içimden.


Film, This Is Spinal Tap ile The Blair Witch Project arasında bir denge kurma amacını (amacının hemen hemen bu olduğunu varsayarak) gerçekleştiremediği gibi, aktüel kameranın kullanılış biçimindeki inandırıcı olamama durumu da teknik yönden zayıf kalıyor. Bu kadar iş güç sahibi insanın böyle bir projeye katılmış olmalarının altında yatanın Herzog ismi olduğunu tahmin etmek zor değil. Ama Herzog ve Penn’in ortak fikri olan bu film, hafif sıyırmış bir kriptozoolog (tanımlanamamış hayvanlar üzerine çalışmalar yapan bilim adamı) ve kısa süre sonra aslen Playboy güzeli olduğu anlaşılan güzeller güzeli bir sonar operatörü ile renklendirilmeye çalışılsa da, sonlara doğru yaratmaya çalıştığı gerilimle bile sıkıcılığını koruyor.

Aslında fikir olarak iyi bir mockumentary malzemesi olmasına rağmen, potansiyelini Herzog ve Penn’in çok da ciddiye almadan spontane biçimde tasarladıklarını düşündüren senaryosu filmi geliştiremiyor, ilginçleştiremiyor. Zak Penn’in, çekimlerden vazgeçen Herzog’u ikna etmeye çabalarken Jacques Cousteau bu iş için sol taşağını verirdi” gibi komik motivasyonları fazla karikatür kaldığından, canavar saldırısı sahneleri de germekten uzak klişelerle plânlandığından, film ne güldürüyor, ne de ürkütüyor. Oysa mockumentary’lerin bu ikisinden birinin, bazen ikisinin birden hakkını vermesi beklenir. Belki bu sayede Herzog, varlığına inanmadığı Loch Ness Canavarı hakkında ufaktan dalgasını geçme fırsatı bulmuştur. Zira elle tutulur başka bir amaç aklıma gelmiyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Addicted (Jungdok) (2002)


Yönetmen: Young-hoon Park
Oyuncular: Byung-hun Lee, Seon-yeong Park, Mi-yeon Lee, Eol Lee
Senaryo: Won-mi Byun
Müzik: Jae-hyeong Jeong

İki kardeş, Ho-jin ve Dae-jin, aile olarak sahip oldukları yegane şey kendileridir. Ağabey olan Ho-jin, Eun-soo ile evlenerek aileyi 3 kişiye yükseltir ve hep birlikte mutlu ve huzurlu şekilde yaşarlar. Ancak bir gün Ho-jin'in itirazlarına rağmen Dae-jin bir otomobil yarışı finallerine katılır. Tam aynı anda ama farklı yerlerde, her iki kardeş te trajik birer trafik kazası geçirirler ve her ikisi de bilinçlerini yitirirler. Bir yıl sonra, bir mucize olur ve Dae-jin komadan çıkar. Ama çıktığında, Ho-jin olduğunu iddia eder. Dae-jin'in hastanedeki bakımından sonra, Eun-soo ve Dae-jin eve döner ve yaşamlarına birlikte başlarlar.


Birbirine deliler gibi aşık, iflah olmaz romantik Ho-jin ile, başarılı bir iş kadını olan pürüzsüz güzel eşi Eun-soo ve onlarla birlikte yaşayan, bu her anı mutlu çifte karşı en ufak bir kıskançlık beslemeyen Ho-jin’in yarışçı kardeşi Dae-jin. Aynı anda farklı yerlerde gerçekleşen iki ayrı trajik kaza.. Bir yıl sonra komadan ilk çıkan Dea-jin’in, ağabeyi Ho-jin olarak uyanması ve ayrıntılarıyla onun gibi davranmaya başlaması. Bedeni Dae-jin, ruhu Ho-jin olan yeni bir insanla karşılaşan Eun-soo. Mükemmel bir üçgen, benzersiz bir kombinasyon. Her oyuncunun ağzının suyunu akıtacak karakterler. Ama bir o kadar da yalın, içten ve terbiye edilmiş bir duygusal gerilim. Birbirinden dokunaklı, birbirinden anlamlı iki final.

Sevdiğimiz insanın bir gün aynı ruh fakat farklı bir bedenle çıkagelmesi bize ne hissettirir? Çok kazık bir soru. Ama Jungdok’un acıması yok. Ya o çıkıp gelen, kardeş gibi gördüğümüz birinin bedeninde ise? diyerek soruyu daha da zorlaştırıyor. Peki ya Jungdok, erkek ve kadın vicdanına da çok kazık sorular soruyor desem! İkisi arasında bir çizgi var çünkü. Hani bir film biter de, geride bıraktığımız sahneleri gözümüzün önüne getirmeye çalışırız ya, Jungdok benim için o filmlerden biri.. Böylesine hacimli ve çetin bir romantizmin bu denli sade işlenmesi Güney Kore sinemasının bizlere bir lütfu. Fakat bu hediyenin kıymetini bilemeyip tatsız tuzsuz versiyonlarla bizi oyalayan da yine Güney Kore sineması olabiliyor. Şahsen samimiyetine hiç inanmadığım Hollywood melodramı Ghost’u hepimiz biliriz. Oradaki bozuk paranın işlevini (ya da işlevsizliğini) Jungdok’daki bozuklukla karşılaştırdığımızda, basit bir objenin bile nasıl manidar kılınabileceği dersi veriyor Jungdok.


Güney Kore romantizmi aşk üçgenlerini pek bir sever. Ama o üçgenleri deforme etmeyi daha da çok sever. Hoş, “aşk üçgeni” dediğimiz şey zaten hisleri deformasyona uğratan bir çıkmaz değil midir? Normal kabul ettiğimiz, sağlıklı bulduğumuz ilişkilerin iki kişilik yaygın versiyonlarına bir üçüncü şahsın dahil olması mutlaka arızalar çıkaracaktır. Bu halkada kimler yoktur ki: Sıradan insanlar, sapıklar, katiller, polisler, her şeye sahip olanlar, hiçbir şeyi olmayanlar, erkekler, kadınlar. Her üç köşeye de bakıldığında, üçünden de farklı çıkarımlarda bulunmak, hepsinden ayrı filmler çıkarmak mümkün. Aşk üçgenlerini klişeler yumağı sanan küflenmiş zihniyetler bize hep birbirinin fotokopisi filmler dayattılar. Gönül kapısından içeri sızamadılar, üçgenin üç köşesine birden bakamadılar, hep taraf tuttular, kaçak güreştiler. Jungdok gibi filmler ise bu üçgenin ebatlarının, çapının, yarıçapının hesaplarını nakış gibi işlediler. Biz masum seyircileri alıp, alev alev yanan o üçgenin göbeğine bıraktılar. Bermuda şeytan üçgeninden kurtulmanın bile daha kolay olabileceğini düşündürdüler neredeyse.

1 Şubat 2011 Salı

The Tourist (2010)


Yönetmen: Florian Henckel von Donnersmarck
Oyuncular: Johnny Depp, Angelina Jolie, Paul Bettany, Timothy Dalton, Steven Berkoff, Rufus Sewell, Christian De Sica, Alessio Boni
Senaryo: Florian Henckel von Donnersmarck, Christopher McQuarrie, Julian Fellowes, Jérôme Salle
Müzik: James Newton Howard

Jérôme Salle’ın yazıp yönettiği 2005 tarihli Fransız yapımı Anthony Zimmer’ın yeniden çevrimi olan The Tourist, başrollerinde Johnny Depp ve Angelina Jolie olduğu duyulunca geri kalan her şeyin unutulduğu bir film olarak milyonların sabırsızlıkla beklediği bir film oldu. Oysa filmin yönetmeni The Lives Of Others ile 2007’de En İyi Yabancı Film Oscar’ı kazanmış Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck, senaryoda onunla birlikte adı geçenlerden biri de 1996’da tek başına yazdığı The Usual Suspect senaryosuyla En İyi Senaryo Oscar’ı kazanmış olan Christopher McQuarrie’dı. Ne var ki bu müthiş kadronun Anthony Zimmer gibi kıytırık bir Fransız remake’i için bir araya gelmiş olması çok acı. Öte yandan Donnersmarck, ödül aldığı 2007’den beri tembellik edip hiç film çekmemişti. McQuarrie’ın da The Usual Suspect’ten bu yana iyi bir senaryosunu görmedim. İkisi de paslanmış. Gerçi Donnersmarck, teknik olarak yönetmenlik kabiliyetinden fazla bir şey kaybetmemiş. Ama ne Depp’ten, ne de Jolie’den iyi verim almayı becerememiş. Muhtemelen onlara ya söz geçirememiştir ya da “bunlar zaten cümle âlemin bildiği oyuncular, onlara ilkokul piyesi de oynatsam izlenir” diye fazla kasmamıştır. Çünkü bu ikili yönünden bakıldığında ortada aktörlük diye bir şey göremedim ben. Ele avuca gelir bir senaryo olmaması da onlar için hem arkasına sığınılacak bir mazeret, hem de değil.

Filmin konusu, gelişatı, gidişatı, kırılma noktaları, şusu, busu ikinci sınıf bir polisiye entrikadan daha üst düzey değil kesinlikle. Sadece kurnazca göz boyayarak üst düzey olduğu iddiasını dayatma iddiası var o kadar. Dünya çapında milyonlarca hayranı bulunan iki oyuncunun boş bakışlarını veya yapmacık kırıtmalarını izlemek, bu birçok hayran için filmin neyi nasıl anlattığından daha önemli. Angelina Jolie’nin bu filmde giydiği kıyafetlerden sipariş veren, reklâmı yapılan Grete, Regina, Danieli gibi otellerde konaklamak için rezervasyon yaptıran burjuvaziye çanak tutmak da böyle filmlerin gizli amaçlarından biri. Çanak tutulmuyor, reklâm yaparak özendirmiyor savunusuyla beraber, sadece hiç gidemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz, kalamayacağımız yerlere bizi götürmesi bile yeter diye düşünenler de vardır.

Bana göre The Tourist bir sinema filminden önce başrolünde iki yıldızın rol aldığı uzun bir reklâm filmi. Bu iki yıldız için sağılacak kocaman bir inek. Dünyaca ünlü ve pahalı büyük bir mağazanın vitrini. Donnersmarck ve McQuarrie ikilisinin bu filme alet olmaları diye bir şey söylenebilir mi bilemiyorum. Ama aletleri kullananlar zaten bizzat kendileri. Filmin başından itibaren anlaşılan finalin sözde sürprizi, gelmiş geçmiş en sürpriz finallerden birine sahip The Usual Suspects diye bir polisiye başyapıt yazmış olan McQuarrie’ın bir şakası değilse eğer, bu adam seyirciyi hâlâ istediği gibi manipüle edebileceği gibi yanlış bir fikirde takılmış kalmış anlaşılan. Yani neresine baksam bir sürü eleştiri yazabileceğim bir film The Tourist. Usta müzisyen James Newton Howard’ın alâkasız sahnelerde bile hiç susmayan müziği de buna dahil.


Tıpkı James Mangold’un Tom Cruise ve Cameron Diaz’a kısa bir Avrupa turu yaptırdığı Knight and Day gibi, The Tourist de tamamen gişeyi hedef almış son derece sıradan bir film. Kırk yılda bir biraraya gelebilecek kadrosuna rağmen hani neredeyse sırf Venedik görüntüleriyle filmi kurtarmaya çalışma girişimleri vardı. Oldum olası kadın moda dergilerinden veya dekorasyon kataloglarından çıkma mekan/kıyafet tasarımlarının zorla göze sokulduğu filmlerden hoşlanmadım. Belki birkaç istisna vardır. Yaratılan bu aşırı elit havanın, popüler ötesi başrol oyuncularının, klişe bir konunun neticesinde ortaya çıkan filmin daha fragmanlarından ne mal olduğunu anlamak zor değil. Buna rağmen izledik, izliyoruz, izleyeceğiz. Çünkü sistem, mutlaka kendine özgü senaryo/yönetim/oyunculuk sunmuş isimleri cezp edici rakamlarla kandırmayı bilecektir.

Bence bütün iş, kendini bir şekilde ispatlamış dişli bir yönetmenin (ki büyük ihtimalle senaryoya da ortak olmuş veya fikir beyan etmiş bir yönetmendir) daha prodüksyon öncesinde önlemini alması, sanatını konuşturacağı bir film olup olmadığına inanmasında bitiyor. Örneğin Iñárritu, Babel’de Brad Pitt ve Cate Blanchett gibi iki gözde ismi bir araya getirmiş, ama onları filminin merkezine koymayıp filmin konusunun özüne ve sanatına katık etmiş bir yönetmenlik örneği sunmuştu. Demek ki henüz The Lives Of Others’tan başka büyük bir başarısı bulunmayan Donnersmarck o kadar dişli değilmiş. Tez zamanda titreyip kendine gelmesi, yazacağı etkili senaryolarla önce kendi ülke sinemasının nimetlerinden faydalanan bir sinema vizyonu edinmesi gerekiyor.