27 Ocak 2016 Çarşamba

Spotlight (2015)


Yönetmen: Tom McCarthy
Oyuncular: Michael Keaton, Mark Ruffalo, Rachel McAdams, Liev Schreiber, John Slattery, Brian d'Arcy James, Stanley Tucci, Billy Crudup,
Senaryo: Josh Singer, Tom McCarthy
Müzik: Howard Shore

Josh Singer ve Tom McCarthy'nin gerçek olaylardan ve kişilerden uyarlayıp yazdıkları, McCarthy'nin yönettiği Spotlight, The Boston Globe gazetesinin bazı yazarlarından oluşan “Spotlight” takımının, gazete yönetimin başına gelen Marty Baron'dan sonra Katolik Kilisesi’ndeki taciz iddilarıyla ilgili araştırmaları derinleştirmesini ve tüyler ürperten sonuçlara ulaşmasını konu alıyor. Cesur gazetecilerin ortaya çıkardığı tarihi skandallardan yapılan filmler akla geldiğinde en iyilerden biri olan 1976 tarihli All The President's Men'in izinden gittiği dikkat çeken film, tıpkı bu film gibi seyirciyi yoğun biçimde araştırma sürecine dahil ediyor. Haliyle yoğun ve zekice ilerleyen diyalog tabanlı senaryo, yer yer polisiye tadı veren bir yapıda. Ancak bu dinamik yapı, dramatik ve abartılı yükselmeler yaşamadan, çok müsait olmasına rağmen sulandırılmış duygu sömürüsü tuzağına düşmeden kendini inşa ediyor. Mark Ruffalo'nun canlandırdığı Rezendes'in bir sahnesi dışında neredeyse hiç yükselmeyen bireysel tansiyon (ki o da ihtiyaçtan), filmin itidalli biçimde dengede durmasını sağlıyor.

Daha önce birçok filmde dile getirilmiş, artık gerçekliği tartışılmaz olan din adamlarının çocuklara uyguladığı taciz ve tecavüz vakalarını kabullenmek ne kadar zor olsa da, bu sarsıcı gerçeğin üzerine gitme cesareti göstermenin ihtiyacını bir kez daha hissettirebilmiş bir film Spotlight. Daha önce 2006 tarihli Amy Berg belgeseli Deliver Us from Evil'da bir rahip üzerinden olayın boyutlarını izleyip hayrete düşmüştük. Sadece Amerika ile sınırlı kalmayıp tüm dünyada trajik yansımaları görülen bu boyutlar, Spotlight'ta da bir başka rahip üzerinden başlayıp derinleşen araştırmalarla gözler önüne seriliyor. Tutucu Boston civarında görülen bu vakaların kilise tarafından örtbas edilmesi, kilise avukatlarının da bunda önemli payı olması, kurbanların (intihar etmeyip hayatta kalan kurbanların) inandırma baskısı yüzünden konuşma cesareti bulamaması, konuşmaya veya dava açmaya kalkanların da kilisenin gücü karşısında sindirilmesi filmde dile getiriliyor. Yine kilisenin, tespit edilen bu rahipleri görevden almayıp "hastalık izni, atanmamış, acil durum izni" gibi sebeplerle başka yerlere tayin etmesi, bu rahiplerin de gittikleri yerlerde sapkınlıklarını sürdürmeleri, Spotlight ekibinin araştırmalarıyla ortaya çıkıyor.

Kilise, yargı, bir kısım medya ve saygın üyeleri bulunan Katolik Kilisesi’ne bağlı bazı cemiyetlerden oluşan bu kurumsal örtbasa karşı kenetlenen Spotlight ekibi, araştırmaları sırasında dışarıdan da yardım alıyor. Başta kurbanlardan bazılarının avukatlığını yapmış olan Mitchell Garabedian olmak üzere, bazı cesur mağdurlar, SNAP (Survivors Network Of Those Abused By Priests - Rahipler tarafından taciz edilenler arasında hayatta kalanların iletişim ağı) kurucusu Phil Saviano, ekibin bu korkunç gerçekleri haber yapması için her türlü malzemeyi ve imkanı sağlıyorlar. Ayrıca sadece telefonda sesini duyduğumuz, uzun süre cinsel istismarda bulunan rahiplere terapi uygulayan ruh sağlığı danışmanı Richard Sipe da el altından Spotlight muhabirlerine dudak uçuklatan bilgiler veriyor. Bu bilgiler Boston çapında rakamlar içerdiği gibi, rahipler arasında yapılan bir incelemeyle elde edilen "Bekarlık Kuralı" bulgusunu da kapsıyor. (Bu kurala göre %50'si evli rahiplerin düzenli cinsel hayatları varsa, diğer %50'sini oluşturan bekarların da tatmin olabilmesi için çocukları kullanabilmelerine dair bir gizlilik kültürü var ve kilise bu pedofililere göz yumarak, onları koruyor.)


Spotlight'ın karşı safında Katolik Kilisesi, ona destek olan nüfuzlu kişiler, ruhunu şeytana satmış hınzır avukatlar, en önemlisi de inandırmak zorunda oldukları bir cemaat var. Ancak filmin en iyi yanlarından biri de, tüm bu bıçak sırtı meselelerin araştırılma, haber yapılma süreci esnasında gereksiz Hollywood gerilimi ve aksiyonu yaratılmadan, gayet ciddi biçimde meselenin ele alınıyor olması. Tıpkı All The President's Men gibi sadece sürecin bilgi edinme, onu kullanma zamanlaması, muhabirlerin kendi iç dinamiklerinde yaşadığı bazı sıkıntıların seslendirildiği ölçülü bir dram söz konusu. Gişe düşkünü bir senarist ya da yönetmenin eline düşmüş olsa, takip ve tehdit edilen, hattta dayak yiyen muhabirler, yakılan ofisler, birbirine bağırıp çağıran gazeteciler, orantısız dramatik yükselişler izleyebilirdik. Öyle ki, 1-2 sahne dışında filmde çocuk bile görmüyoruz. Film, göstermediği ile korkutmayı başaran korku filmleri gibi adeta. (Hatta filmin tanıtım sloganlarından birinde "yılın en korkunç filmi" şeklinde çok doğru bir cümle de düşünülmüş.) Güvenilir kaynaklardan ve tanıklardan duyulanlar, bunların değerlendirilmeleri, boyutların gittikçe genişlemesi ile spontane bir gerilim zaten oluşuyor.

Birer dedektif gibi bilgi toplayan, eldeki verilerle bağlantılar kurup taşları yerine oturtan, ısrarcı ve cesur Spotlight ekibi, gazetecilik kavramında olması gerekenleri ahlaki değerleri hiçe saymadan göstererek, bu mesleğin evrensel değerlerine de atıflarda bulunuyor. Bu isim ve sıfatlara "özeleştiri" kelimesini de eklemeyi unutmadan. Şöyle ki, tacizci rahiplerin avukatlarından biri olan Eric Macleish'in yıllar önce 20 rahiple ilgili Spotlight'a ilettiği taciz haberlerinin o dönemde dikkate alınmayıp üzerine gidilmemesinin sorumlusu da Michael Keaton'ın canlandırdığı Walter 'Robby' Robinson. Ama haberin ölçeği düşünülünce geçmişte yapılan ihmallere kafa yormaktansa, gelecekte yaratması umulan farkın üzerinde duruluyor. Yazıp yönettiği filmler arasında çok beğendiğimiz The Station Agent ve The Visitor gibi iki naif film bulunan Tom McCarthy, (bir Adam Sandler komedisi olan The Cobbler ile yürekleri ağıza getirse de) Spotlight ile unutulmaması, unutturulmaması gereken büyük bir meseleye belki de tam ihtiyacı olan temkinli bir üslup ile bakmayı beceriyor. Bu açıdan Spotlight yılın en önemli filmlerinden birisi.

21 Ocak 2016 Perşembe

The Revenant (2015)


Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Domhnall Gleeson, Will Poulter, Forrest Goodluck, Paul Anderson, Kristoffer Joner, Melaw Nakehk'o, Joshua Burge, Fabrice Adde
Senaryo: Mark L. Smith, Alejandro González Iñárritu, Michael Punke
Müzik: Bryce Dessner, Carsten Nicolai, Ryûichi Sakamoto

Michael Punke'nin The Revenant: A Novel Of Revenge kitabının bir bölümünden Mark L. Smith ve Alejandro González Iñárritu'nun senaryo haline getirip, 2015 yılında Birdman ile Oscar kazanan Iñárritu'nun yönettiği The Revenant, 1820'li yıllar Amerikası'nda kürkleri için hayvan avlayan bir organizasyonda rehberlik yapan Hugh Glass'ın insanüstü hayatta kalma ve intikam öyküsünü anlatıyor. Geçmişte yerli karısı bir köy baskınında Fransız askerleri tarafından öldürülen, aynı baskında oğlu Hawk ile kurtulduktan sonra onu hiç yanından ayırmayan Glass, iz sürme ve avcılık tecrübesiyle ekibi yönlendiren bir konumdadır. Bir kızılderili kabilesi olan Ree'lerin vahşi saldırısı sonrasında büyük kayıp veren ekip ormana sığınır.

Burada geçen günlerden birinde bir ayının saldırısına uğrayıp ağır yaralanan ve ölmesine kesin gözüyle bakılan Glass, peşlerindeki kızılderili tehditi ve zor hava şartları yüzünden ekip tarafından uzun süre taşınamayınca oğlu Hawk ve avcılardan Fitzgerald ve Bridger eşliğinde öldükten sonra gömülmesi amacıyla ormanda bırakılır. Avcılar bunun karşılığında Kaptan Andrew Henry'den para alacaklardır. Ama ekipten çok uzaklaşmak istemeyen ve Glass'tan hiç hoşlanmayan Fitzgerald, Glass'ın izin vermesiyle onu öldüreceği sırada araya giren Hawk'ı öldürüp kaçınca yaralı halde bir başına kalan Glass, oğlunun intikamı için hayatta kalma mücadelesi vermek zorundadır. Filmin bundan sonrası bu mücadeleyi anlatmaya başlar. Böylece basit bir intikam hikayesi, olağanüstü vahşi doğa görüntüleriyle, insanüstü yaşam savaşıyla, gerçeküstü rüyalarla çiğ bir şiirselliğe yelken açar.

Glass'ın uğruna uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıktığı intikam olgusu, felsefi açıdan derinleştirilemeyip Allah'a havale ediliyor ve temelde intikamın kayıpları geri getirmeyeceğinin altı çizilerek adeta Amerika yeniden keşfediliyor. Ancak filmin kendini ifade ettiği asıl mecra o uzun ve meşakkatli yolculuğun kendisi. Antolojilere girecek ayı saldırısının ardından Glass'ın mantık sınırlarını zorlayan, abartılı sahnelerle dolu hayatta kalma mücadelesi, filmin çiğ sanatsal dokusunda çaresizce tadı çıkarılacak anlara dönüşüyor. En azından The Martian'daki Mark Watney'nin teknik detaylara boğulmuş, samimiyet yoksunu "survivor" işlenişinden çok daha dramatik, trajik ve özdeşleştirici. Dönemin tüm vahşiliğini, o vahşiliğin temel taşları olan iklime, hayvanlara, bitki örtüsüne de çok güçlü roller bahşederek betimleyen Iñárritu, insanoğlunun bu vahşiliğe sağlamaya çalıştığı uyumdan bireysel bir varoluş ilkesi inşa ediyor. Buna yönelik en önemli motivasyonu da intikamdan alıyor. Bu motivasyonun filmdeki tatmin edici yönü tartışılsa da (Glass ve oğlu Hawk arasındaki ilişki tam randımanlı sayılmaz), yaratılan masalsı vahşi atmosferin emici gücü, Glass'ın hayatta kalma serüvenini hep önde tutuyor.


Birdman'den sonra çok farklı bir filme daha imza atan Iñárritu, yönetmenlik sanatını filmin diğer unsurlarının önüne koymayı amaçlayan anlayışını The Revenant ile daha da güçlendiriyor. Her ne kadar birazdan değineceğimiz üstün Leonardo DiCaprio performansı filmin en mühim kalemi gibi görünse de The Revenant, Iñárritu sinemasının geldiği son noktayı göstermesi açısından çok önemli bir yapım. Aksiyon devamlılığını nefes kesici hale getiren uzun planlar, filmin içine dahil olma halini daha da arttıran panoramik çekimler, gerçeklik duygusu yüksek özel efektler ve iki Oscarlı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki'nin katkılarıyla sanatsal açıdan tavan yapan onlarca sahne, The Revenant'ın herşeyden önce gerçek bir yönetmen filmi olduğunu gösteriyor. Amores Perros, 21 Grams, Babel üçlüsünü Guillermo Arriaga ile yazıp sanki bir üçleme gibi çeken, Arriaga'dan ayrıldıktan sonra Biutiful, Birdman ve The Revenant üçlüsüyle adeta kendini bulan Iñárritu, yeniden sinema dünyasının en heyecan verici yönetmenlerinden biri haline geliyor. The Revenant ile de çıtayı iyice yükselterek üstesinden gelemeyeceği tür olmadığını ilan ediyor.

Leonardo DiCaprio'ya uzun süredir hak ettiği ödülleri kazandıran performansı ise ayrı bir yazı konusu. Bundan böyle efsaneleşmiş "survivor" rollerinden biri olarak anılacak Hugh Glass yorumuyla karakter oyunculuğunu meydan okumacı bir fiziksel performans ile bütünleştiren aktör için 40'ından sonraki dönüm noktası. Bu filme dek oynadığı her rolde bebek yüzünün dezavantajlarıyla uğraşmak zorunda kalanlar için de sabır ve azmin zaferi adeta. Kötü adam olarak görmeye alışmadığımız Tom Hardy için de ayrı bir meydan okuma olarak bakabileceğimiz Fitzgerald rolü, filmin güçlü atmosferine ait rüzgarı etkilemeyip, DiCaprio gibi kendi rüzgarını yaratabilen nitelikte. Yıllandıkça değerlenecek, western başyapıtları arasında sayılması kimseyi şaşırtmayacak, birbirinden etkileyici sahnelerle bezeli The Revenant, vahşi batının tek vahşilerinin kızılderililer olmadığını, intikamın da bu vahşilikten nasibini almış itici güce sahip bir duygu olduğunu söylüyor. Ama başka bir yüzyılda da olsa, intikam alındıktan sonra geriye kalacak boşluk hissini hiçbirşeyin dolduramayacağı gerçeğini de unutmadan.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Legend (2015)


Yönetmen: Brian Helgeland
Oyuncular: Tom Hardy, Emily Browning, Christopher Eccleston, David Thewlis, Colin Morgan, Paul Anderson, Taron Egerton, Tara Fitzgerald, Chazz Palminteri, Paul Bettany, Sam Spruell, Jane Wood, Joshua Hill
Senaryo: Brian Helgeland
Müzik: Carter Burwell

1950'li ve 60'lı yıllarda İngiltere'de yükselişe geçen gangster ikizler Ronald ve Reginald Kray kardeşlerinin gerçek hikayesinin anlatıldığı Legend, John Pearson'ın "The Profession Of Violence" kitabından Brian Helgeland'ın senaryosunu yazıp yönettiği bir film. O Helgeland ki, L.A. Confidential ile Oscar almış, Man On Fire, Conspiracy Theory, Payback, Mystic River, Robin Hood gibi farklı türlere ait uyarlama ve özgün senaryolarla kariyer yapmış bir senarist / yönetmen. Amerikalı Helgeland'ın çektiği İngiliz filmi Legend, özellikle Scorsese'nin gangster filmlerinden etkilenen bir üslubu benimsemiş görünüyor. Ama onlar kadar gösterişli olmayan, bazı eksik malzemeler yüzünden pek tat bırakmayan film, çocukluk, gençlik faslına hiç girmeden direk Reggie'nin büyük aşkı Frances ile tanışması sonrasından başlıyor. O zamana kadar kendi ürkütücü şöhretlerini yaymış olan ikizlerin tek amacı, yasadışı iş ağlarını daha da genişletip büyümek. Aynı bölgedeki rakipleriyle olan sert mücadeleleri, peşlerindeki polis teşkilatı, en önemlisi de farklı karakterlere sahip iki kardeşin birbirleriyle yaşadıkları ihtilaflar, Reggie - Frances arasındaki inişli çıkışlı ilişkiyle birarada yürüyor.

Paranoid şizofren tanısı konmuş şiddet düşkünü eşcinsel Ron ile, daha aklı başında, romantik ve gerektiği yerde sert çıkışları olan Reggie arasındaki hem fiziksel, hem de kişilik farklılıkları sanki iki farklı oyuncu tarafından canlandırılmış gibi durmakta ki, bunda en büyük pay Tom Hardy'nin üstün performansına ait. Filmle ilgili başka söylenecek pek önemli bir şey de yok. Tam bir baş belası olan Ron'un pisliklerini kavga dövüşle de olsa sırf aile kavramına olan sadakati yüzünden bazen temizleyen, bazen de görmezden gelen Reggie'nin iyi, tekinsiz ikizinin de kötü görünümü zaman zaman yer değiştirebiliyor. Yine de onları efsane yapan gelişim hikayelerinden ziyade, özel hayatlarına ağırlık verilmesi filmin gardını düşürmüş. Bu yüzden pek de efsane gibi durmamışlar. Ayrıca Emily Browning'in fazla çıtı pıtı duruşu, Hardy ile birlikte bir kimya uyuşmazlığı yaratmış. Christopher Eccleston, David Thewlis, Chazz Palminteri, Paul Bettany gibi güçlü isimlerin yarattığı yan karakter zenginliği de pek faydalı olmamış. Kısacası, çeşitli dönemlerde sinemaya olduğu kadar edebiyata, televizyona, tiyatroya, hatta müziğe de esin kaynağı olmuş Kray ikizleri için Tom Hardy dışında güçlü bir unsurdan söz etmenin zor olduğu bir film Legend.

14 Ocak 2016 Perşembe

45 Years (2015)


Yönetmen: Andrew Haigh
Oyuncular: Charlotte Rampling, Tom Courtenay, Geraldine James, Dolly Wells, David Sibley
Senaryo: Andrew Haigh

David Constantine'in kısa hikayesinden Andrew Haigh'in uyarladığı 45 Years, evliliklerinin 45. yılını bir partiyle kutlamak üzere olan Geoff ve Kate Mercer çiftinin aldıkları bir mektupla evliliklerinin farklı bir boyuta geçmesini anlatan bir yapım. Mektupta, İsviçre Alplerindeki buzullar içerisinde bir kadın cesedi bulunduğu yazmaktadır ve bu ceset 50 yıl önce Geoff'un Katya adındaki sevgilisine aittir. Böylece 45 senelik bir evliliğin hangi değerler üzerine kurulduğunun muhasebesini yapmaya soyunan Andrew Haigh, sakin, karamsar ve söylemediği pekçok şeyi bile seyircinin anlayabileceği basitlikle bir drama adını yazdırıyor. Bu basitlik, festival yapımlarının sık sık başvurduğu ağır, kasvetli, zahmetsiz bir anlatımla sağlansa da, herşeyin karı koca arasındaki tansiyonu küçük dozlarla arttırmaya yönelik olduğu fark ediliyor. Filmin yormayan felsefi derinliği, manidar göndermeleri, rutinlikten devşirilen bunalımı, diyaloglarındaki doğal akıcılık, hepsi bu uzun evliliğin örümcek ağlarını ören unsurlar.

45 Years'ın en önemli meselesi olan iletişimsizlik, aslında Geoff ve Kate arasında 45 yıldır var olan iletişimin üzerinde yükseldiği temellerin geç sorgulanışıyla ortaya çıkıyor ki, konunun en can alıcı noktası da burası. Birlikte olan çiftler arasında paylaşılmayan, sır olarak kalması uygun görülmüş bir sürü hikaye, o hikayelerin içinden geçen bir sürü kişi olması normal. Bu hikaye ve kişilerin o anki beraberliğin huzurunu kaçırmaması istendiğinden hiç eski defterlerin açılmaması veya yüzeysel geçilmesi de öyle. Peki o sırlardan biri küçük bir açık bulur da evliliğe sızarsa? Gerçi Geoff ve Kate, bu Katya meselesini çok önceden konuşmuşlar. Fakat Geoff'un bir sahnede de söylediği gibi asıl mesele Katya değil. Yarım asır sonra Katya'nın öldüğünü öğrenmek Geoff'un duygusal, sosyal, hatta ideolojik tüm sıkıntılarının yüzeye çıkmasına sebep oluyor. Geoff'un duygu dünyasını karmaşıklaştıran bu yoğunluk, başlangıçta Kate'i fazla etkilememiş görünse de, bir süre sonra eşinin bu durumunun, kabullenmesi güç bir hal almaya başladığını fark ediyor. 45 yıldır evli bir çiftin olgunluğuna tuhaf gelecek konuşmalar, teorik sorular, o sorulara verilen dürüst cevaplar sayesinde buzlar altına gömülü Katya'nın, Geoff - Kate çiftinin evliliğinin de buz tutmuş olduğu gerçeğine ayna tuttuğunu anlıyoruz.

Tüm bunların üstüne ortaya çıkan tavan arasındaki bir sürpriz, Geoff'un duygusal düşüşüne daha da anlam katıp, öte yandan Kate'in duygusal çöküşüne neden olunca, bir evliliğin 100 yıl da sürse belli bir süre sonra biryerlerinden erimeye başlayacağını anlıyoruz. Evlilik gibi zor bir bağlılık formunun kusursuz olabilmesi için çok fazla şey gerekiyor. Bunu 45 yıl sonra fark etmenin trajik kısmı bir yana, artık küllendiği düşünülen evliliklerde bile içe düşen şüphelerin telafisinin mümkün olup olmadığı finalde çok güzel (hatta şaşırtıcı biçimde gerilimli) bir üslupla önümüze konuyor. Filmin içine girmek, iki karakterin de duygu dünyasının açmazlarına empatiyle yaklaşabilmek usta oyuncular Charlotte Rampling ve Tom Courtenay olmasa nasıl mümkün olurdu bilemiyorum. Courtenay'in zaman zaman Ozzy Osbourne'un TV şovu The Osbournes'daki hallerini anımsatan doğallığı bir yana, 70 yaşındaki Charlotte Rampling'in canlandırdığı karakterin görünen yönü kadar, görünenin ötesine de geçmeyi başaran eforsuz gücü olağanüstü. Adeta bir duygular haritasına benzeyen yüz hatlarını, gözlerini, az sayıdaki mimiklerini büyük bir ustalıkla istediği kanala yönlendirebilen oyuncu, Kate Mercer'a et ve kemik verdiği kadar ruh da bahşediyor. 45 Years, Michael Haneke'nin Amour filmiyle birlikte yıllanmış bir evliliğin anatomisinin birçok farklı stil ve hassasiyetlerle çıkarılabileceğinin kanıtı yapımlardan biri.

8 Ocak 2016 Cuma

The Hateful Eight (2015)


Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Kurt Russell, Jennifer Jason Leigh, Walton Goggins, Tim Roth, Demián Bichir, Michael Madsen, Bruce Dern, James Parks, Channing Tatum, Dana Gourrier, Zoë Bell, Gene Jones, Belinda Owino
Senaryo: Quentin Tarantino
Müzik: Ennio Morricone

Ödül avcısı John Ruth (Kurt Russell) ve cinayet suçundan yakalayıp adalete teslim edeceği Daisy Domergue (Jennifer Jason Leigh), altı atlı posta arabasıyla Red Rock kasabasına doğru ilerlemektedirler. Yolda eski bir askerden amansız bir kelle avcısına dönüşen Binbaşı Marquis Warren (Samuel L. Jackson) ve kasabanın yeni şerifi olduğunu iddia eden güneyli bir asker kaçağı olan Chris Mannix (Walton Goggins) ile karşılaşırlar. Kar fırtınası yüzünden yollarını kaybeden Ruth, Domergue, Warren ve Mannix, dağ geçidinde posta arabalarının durak yeri olarak kullandığı Minnie’nin Tuhafiye Dükkanı’na sığınırlar. Oraya vardıklarında dükkanın sahipleri Minnie ve Sweet Dave yerine dört yabancı adam ile karşılaşırlar; Minnie annesini ziyaret ederken dükkana bakan Bob (Demián Bichir), Red Rock kasabasının İngiliz celladı Oswaldo Mobray (Tim Roth), Noel için annesini ziyaret ederken dükkana sığınan Joe Gage (Michael Madsen) ve Konfederasyon Generali Sanford Smithers (Bruce Dern). Fırtına, iyice etkisini arttırdıkça bu birbirinden tekinsiz 8 yolcu arasında gerilim tırmanmaya başlar.

"Quentin Tarantino'nun 8. Filmi" The Hateful Eight, üç yıl önce yönetmenin Django Unchained ile yaşadığı western özüne dönüşün devamı niteliğinde 167 dakikalık bir başka hezeyan. (120 dakikada da işini halledebilirdi pekala.) Aslında Tarantino söz konusu olduğunda bu kelimeyi olumsuz almamak gerek. Reservoir Dogs'dan bu yana hangi yılda ve ortamda geçerse geçsin, yılların ve filmlerin birikimi sonucu hep varlığını hissettiren o western özü, son iki filmdir doğal ortamında, doğal kostümlerinde kendini gösteriyor. Bu kez Tarantino yine chapterlara böldüğü hikayesinin büyük bölümünü Minnie’nin Tuhafiye Dükkanı olarak tasarlanmış özel bir sette işliyor. Böyle bir set, Tarantino diyaloglarıyla birleşince çoğu kez bir tiyatro oyununa yakışır nitelikte sahneler izliyoruz. Kuzey-Güney savaşı sonrası bu savaşın tarafları arasında geçen konuşmaların fazla Amerikan olmasının (ve ilginç olmamasının) getirdiği bir tempo düşüklüğü hissediliyor. Bu açığı kapatmak için edepsiz yolları iyi bilen Tarantino, Warren'ın General Sanford Smithers'ı tahrik etmek için anlattığı hikaye ile tansiyonu yükseltip yavaş yavaş sevdiği kanlı sulara doğru yüzmeye başlıyor. Genel olarak bu uzun diyalogların diğer Tarantino filmlerinden fazla üstün bir tarafı yok gibi sanki. Hatta kimi zaman sıkıcı bir hal aldığı bile oluyor. En iyisi de tartışmasız Marquis Warren'ın kahveye zehir koyan kişiyi bulmaya yönelik teorilerini bir Agatha Christie dedektifi gibi sıraladığı bölüm. Ne var ki bu tiyatro atmosferini biraz daha ısıtmak için Tarantino'nun başka planları var.


Bol diyaloglu bir teatral atmosferi, hele de hiçbir yere kaçamayacak suçluyu bulmaya yönelik dedektif janrıyla spagetti western evrenine uyarlamak ancak Tarantino kalemindeki cesur sinemacıların aklına gelir. Ama Tarantinoluk etmeden duramayacağı için yıllar sonra Django ile kavuştuğu western çeşmesinden kana kana kan içmeye şartlanması nedeniyle kendi parodisi olmaktan kurtulamayan işler peşine düşüyor. Pulp Fiction'da başvurduğu unutulmaz geri dönüş yönteminin bir benzeri (bana göre çakması) olarak Ruth, Domergue, Warren ve Mannix'in dükkana geldiği günün sabahına dönerek yaptığı sürpriz, taşları yere koymak, filme o saatten sonra farklı bir açıdan bakmak / baktırmak amacı taşıyor ki, daha önce ondan böyle açıklayıcı bir yöntem görmediğimiz için tuhaf gelebiliyor. Sekiz karakter evde ilk toplandığı sırada farklı kombinasyonlar oluşturarak ikili, üçlü diyaloglar deneyen Tarantino, iş düellolara geldiğinde ilk zamanlar çok iyi gitse de, sanki işin içinden kolay çıkamayacakmış (ya da bir zamanlar çaldırdığı söylenen senaryoyu yeniden kaleme alırken bazı acelecilikler göstermiş) gibi dokuzuncu oyuncuyu sokup filmin ayarlarıyla oynuyor. Tabii ki o ayarlar kendisine ait. Seyirci olarak her zaman Tarantino'dan beklenmeyeni beklemeyi öğrendik. Fakat Reservoir Dogs'da hiç görmediğimiz kanlı soygunun sonrasındaki hesaplaşmalar, Pulp Fiction'daki Butch - Vega karşılaşması, Jackie Brown veya Kill Bill finalindeki düellolar, adı western olan Django Unchained (Dr. King Schultz'un şerifi vurduğu sahnenin hakkını teslim ederek) ve The Hateful Eight'ten daha fazla western minimalliğine sahiptiler. Lakin Tarantino spagetti seviyor, o da sossuz yenmiyor.

İki Tarantino westerninde dikkat çeken şey sadece oluk oluk akan ketçap değil elbette. "Zenci" muhabbetinin de ikinci bir western filminde bu kadar göze sokulması kabak tadı veriyor açıkçası. Samuel L. Jackson altın değerinde bir oyuncu. Pulp Fiction ve Jackie Brown onsuz nasıl olurdu hiç bilemiyorum. Django Unchained de doğası gereği köleliğin western janrına yansımasından güçlü bir siyah kahraman yaratma başarısına sahipti. Ancak bu defa The Hateful Eight'te Kuzey-Güney savaşının fonuna sinmiş ırkçılığı kaşımanın Tarantino yansımaları kendini tekrar ederek diş kamaştırıyor. İki tane kapı gibi western çekti ama onun kızılderililere nasıl baktığını doğru dürüst bilmiyoruz mesela. Tıpkı Joe Gage diye bir karakterin bu filmde şüpheli listesini kalabalık tutmanın dışında neden var olduğunu, en mühimi de Tarantino'nun yıllardır çalışmak için yanıp tutuştuğu efsane Ennio Morricone'nin müzikal yönden bu filmin neresinde iz bıraktığını bilmediğimiz gibi. Üç Oscarlı görüntü yönetmeni Robert Richardson'a bile çok fazla iş düştüğü söylenemez. En iyi Tarantino tiradlarına sahip Samuel L. Jackson, Walton Goggins ve Jennifer Jason Leigh'in performanslarıyla, Kurt Russell'ın da karizmasıyla dikkat çektiği The Hateful Eight, şahsen adını ilk duyduğum, sonra konusunu öğrendiğim, tek mekanda geçeceği söylendiğinde iyice heyecanlandığım bir filmdi. Hayal ettiklerimle geride bıraktığım film arasındaki mesafeye rağmen, 1-2 sene sonra tekrar izlemek isteyebilirim. O da bazı sahneleri filmin bütününden kopuk olmayacak şekilde tekrar görmek istediğimden.

5 Ocak 2016 Salı

Sicario (2015)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Emily Blunt, Benicio Del Toro, Josh Brolin, Daniel Kaluuya, Victor Garber, Jon Bernthal, Maximiliano Hernández, Raoul Max Trujillo, Julio Cedillo
Senaryo: Taylor Sheridan
Müzik: Jóhann Jóhannsson

Incendies, Prisoners, Enemy gibi son dönemin başarılı filmlerine adını yazdıran Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve dram, psikolojik gerilim ve aksiyonu harmanladığı Sicario ile üretkenliğini sürdürüyor. Rehine kurtarma biriminde görev yapan idealist FBI ajanı Kate Macer'ın, hükümet yetkilisi Matt Graver tarafından Meksika'daki uyuşturucu kartelleriyle alakalı tehlikeli bir görev için oluşturulan ekibe seçilmesi sonrası yaşananları takip ediyoruz. Bulunduğu birimde yerinde sayan, suçluları yakalamak yerine sadece geride kalan pislikleri temizlemek zorunda kalan Kate için ekibe katılmak kaçınılmaz. Bu ekibe, az konuşan, gizemli bir adam olan Alejandro'nun da dahil edilmesiyle şekillenen operasyon hakkında bilmediği pekçok şey olan Kate'in idealist duruşu da kritik bir sınavın eşiğindedir. Çünkü operasyonun görünen yüzünden başka görünmeyen çok fazla yüzü vardır.

Bu ekip ilk iş olarak Meksika sınırındaki bir noktadan Guillermo adındaki çok önemli bir bağlantıyı teslim almayı, ondan alacakları bilgiyle de mali bağlantıları ele geçirerek adım adım kartelin zirvesindeki isme ulaşmayı hedeflemektedir. Bir anda kendini tüm bu sürecin içinde bulan Kate'in zaman zaman sinir bozucu hale gelen idealizmi her ne kadar Amerikan doğruculuğuna işaret ediyor görünse de, aslen çeşitli dizilerde yan karakterler canlandırmış bir oyuncu olan Taylor Sheridan'ın bu ilk senaryosu, özünde çarpıcı ve eleştirel bir cesaret barındırıyor. Üstelik bu eleştiri, kör göze parmak sokmayan, sloganlaşmayan, özellikle Denis Villeneuve ve yaşayan efsane kabul edilen görüntü yönetmeni Roger Deakins sayesinde ortalama bir senaryoyu bile şahlandırabilecek derecede kaliteli bir kurguya, gerilim yüklü bir görselliğe kucak açıyor. Sadece finale giden yolda baş gösteren kırılma, devamında abartılmamış aksiyonla karıştırılan gerilim ve düzgün final spontane bir eleştiriyi beraberinde getiriyor.


Sınır devriyesi Silvio'yu ailesi ile birlikte dışarıdan filme katıp, bu devasa uyuşturucu trafiğinin bireylere olan trajik yansımalarını da küçük küçük işlemeye çalışan Taylor Sheridan, bu trafiğin masum kurbanlarına yönelik daha büyük sözünü sona saklayarak, organize vahşetin doğasını yansıtmayı hedefliyor. Filmin kurgulandığı bu büyük operasyonun ardında yatan gerçeğin ters köşesini ve eleştirel önemini bir kenara koyarsak, basit sayılabilecek bir olay örgüsünü sakin olduğu kadar akıcı bir dille anlatan Villeneuve ise, Incendies, Enemy, Prisoners üçlüsüyle yarattığı dram / gerilim karışımına dozunda bir aksiyon da katarak tarzında fazla oynama yapmadığını hissettiriyor. Filmin başlarındaki baskın sahnesi ve özellikle Meksika bağlantısının sınırdan geçirildiği uzun gidiş dönüş bölümü gerek içerdiği gerilim, gerekse stilize aksiyonu ile David Fincher ve Kathryn Bigelow atmosferlerine hiç de uzak sayılmaz. Fakat adı geçen Denis Villeneuve filmlerine aşina olanların bu atmosferlerden kendine çıkardığı payları da fark etmeleri olası.

Kate Mercer pekala Kit Mercer, yani bir erkek olarak da tasarlanabilirmiş. Zira böyle zor bir görev için Emily Blunt naifliğinde bir kadın figürün seçilmesi, cast çeşnisi sağlama amacına daha yakın duruyor. Gerçi neden Kate'in seçildiği, bu seçimin önemli olup olmadığı da bir sahnede vurgulanıyor. Ama kendi biriminde başarılı olan, bu zor görevde ise acemi durumuna düşen Kate'in, bir muhbiri ele geçirme dışında kadın olmasına dair belirgin bir fikir bulunmuyor. Blunt'ın fantastik bilim kurgu Edge Of Tomorrow'da üzerine yakışan güçlü aksiyon kadını profili, daha gerçek bir yapım olan Sicario'da bir miktar ısmarlama duruyor. Yine de onun bir terminatör gibi yansıtılmaması, içinde bulunduğu tekinsiz duruma karşı tek savunma mekanizmasının sorgulayıcı idealistliği olduğunun altının çizilmesi (ki daha önce de belirttiğimiz gibi bu altını çizme durumu yer yer can sıkıcı bir hal de alıyor) Kate'i aksiyon karakterinden ziyade dram karakteri pozisyonuna daha rahat sokuyor.

Josh Brolin, alaycı tavrılarıyla Matt Graver gibi karakterleri canlandırmak için biçilmiş kaftan. Ama filmin en kilit figürü olan Alejandro'yu canlandıran Benicio Del Toro'nun artık kanıksanmış olan, gücünü sert latin hatlarından alıp bunu iyiye de kötüye de kolayca adapte edebilen sakin performansı daha fazla dikkat çekiyor. 2010'daki The Wolfman filminde de beraber izlediğimiz Del Toro ve Blunt kimyası, özellikle karşılıklı sahnelerindeki minimal gerginliği yansıtmakta filme önemli bir koz sağlıyor. Sonuç olarak, bu türde daha iyileri mevcut olan ama demlendikçe ileride o iyiler arasında sayabileceğimiz bir film Sicario.