31 Mayıs 2012 Perşembe

Garden Of Heaven (2003)


Yönetmen: Lee Dong-hyeon
Oyuncular: Ahn Jae-wook, Lee Eun-joo, Son Jong-beom, Jeon Moo-song, Song Ok-sook, Yoo Hyeong-kwan
Senaryo: Lee Han, Lee Ji-won, Son Jeong-eun

Çoğu Güney Kore melodramında dikkat çeken bir unsur var: Birbirine aşık olacak çiftlerin ilk karşılaşmaları çok sadedir. Köşeyi dönerken birbirlerine çarparak ellerindekileri düşürüp, toplamak için eğildiklerinde göz göze gelmezler pek. İlk görüşte flaşlar patlamaz, havai fişekler çatlamaz. Garden Of Heaven’da olduğu gibi bir bakmışız, birden öyle yan yana oturuyorlar. Kaderin oyunu rastgele bir tanışma, sözsüz, sıradan bir bakış ile bu iki insanın birbirine deliler gibi aşık olacağına pek ihtimal vermeyiz. Onlar da vermez zaten. İşin bu kısmı çok can alıcıdır. Güzelliğin görünen boyutunun bir ötesine geçiş bileti zamanla sindire sindire kazanılır. Hani bazı çiftler birbirlerini ilk gördükleri anı anlatırlarken fark ederiz ya. O büyük aşk, meğer ne kadar sıradan bir tanışmayla start almış. Hayalkırıklığı yaşanır biraz. Çünkü filmlerde alıştırmışlar bizi flaşlara, fişeklere, lazerlere. Halbuki o ne naif bir ilk karşılaşmadır.

Günler geçtikçe anlamı artan, sıradanlıktan unutulmazlığa doğru biçim değiştiren bir masumiyet başgösterir. Ateş bacayı sardığında artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Bundan sonra olacaklar bizi sessiz sakin bir bilinmezliğe adım adım götürecektir. Bu aşk, yine bizi alıştırdıkları gibi tutku yoksunu değil, tam aksine tutkuyu her hücresinde hisseden ve fiziksel teması minimumda tutarak ironik biçimde daha da güçlenen bir omurga üzerine oturur. Kimimiz, ürkek dokunuşlar, çekik bakışlar, kadife ciltler filtresinden süzülen tutkuyu, ateşli bir Fransız öpücüğüne yeğleriz. Zaten hiç öpüşmeden bile o elektiriği iletebilen bir aşktır onların yaşadığı. Öpücüğün büyüsünü ayağa düşürmek istemezler belki. Az ve öz öpücük sahnelerinde ise çok şey anlatırlar bu yüzden.


Ne var ki aşk, beraberinde acı, sıkıntı, hastalık getirmez ise nasıl test edilir diye düşünmekten içi şişmiş bir melodram yazarı "kader ağlarını örmektedir" cümlesini bulmuştur. Birbirini çok seven çiftimizden biri ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştür. Bize de, Azrail’in bu kadife çiftin kapısını çalacağı günü beklemek düşer. Garden Of Heaven’ın konusu da bu hikayenin kabasından farklı değil. Kabası diyorum, çünkü bu kaba anlatım yüzünden o kadar çok filmden soğuduk ki, nice güzel filmin semtine uğramadık bile. Ama mühim olan, o kaba yapının içine gizlenmiş, izledikçe açılan kardelenler. Ufacık bir ayrıntı bile bizi bir anda sarıp sarmalar. Eski bir bakkalın raflarına bakarken çocukluğumuzun şekerini, gazozunu, sakızını görmemiz gibi.. Bu filmlerden alacağımız tadı başkalarıyla paylaşamayız, seçtiğimiz bu filmle onları memnun edemeyiz, suni eleştirilerle karşılaşırız. O zaman kendi içimize dönmemizi tetikleyecek bir güdüyle onları paylaşmaktan kendimizi alıkoyarız. Böylesi daha iyidir. Kimseye söylemez, o filmleri sessizce içimizde yaşarız.

Babasından miras kalan hastaneyi, ölümü bekleyen hastaların daha huzurlu ölebilmeleri için kullanmak isteyen Ohsung’un, tesadüfen tanıştığı Youngju’yu da aynı hastaneye alması ile şekillenen, ölümün kara gölgesi altında bir melodram Garden Of Heaven. Daha tanıştıkları gece bile birbirlerini yalansız dolansız, açık kalplilikle birbirlerine sunan Ohsung ve Youngju, ölüm meleği ve kurbanın karşılaşmasına benziyor. Bu açık kalplilik, bir kadının o gece tanıdığı bir erkeğin omzuna başını yaslamasına, bir erkeğin o gece tanıdığı bir kadına samimi itiraflarda bulunmasına vesile oluyor. Ohsung’un “Cennet Bahçesi” adlı hastanesinde ölümü bekleyen hastalarla ve onların yaşama bağlılıklarıyla renklenen film, aşk ve ölüm hakkında öyle kocaman laflar etmeyen, sadece ara sıra kocaman ümitsizlikler hissettiren bir kırılganlığa sahip. Hastaların hayata bağlılıklarına, güleryüzlerine, bir kalıp sabundan veya tuvalet kağıdından bile ilham alarak yazdıkları şiirlere rağmen, kadın çocuk demeden vakti dolanların Azrail ile buluşmasına elden bir şey gelmiyor. Sevdiği kadının kanser olması yanında, hastalarının da ölümün sıcak nefesini Ohsung’un sakinleştirici varlığı ile aşabileceklerini düşünen insanların varlığı filmi normal “kansere yenik düşen ölümsüz aşk” filmlerinde bir nebze ayırıyor.


Garden Of Heaven’ın bir başka güzelliği olan Eun-ju Lee’nin trajik intiharını, filmin hayat dolu ölüm mahkumu Youngju ile bağdaştırma girişimlerimizin başarılı olması mümkün değil. Bu ne talihsizliktir ki, filmde ve gerçek yaşamda da ölümden kaçamayan bir güzellik için ne söylenebilir? 22 Şubat 2005’te geride 12 film ve yürek sızlatan bir intihar mektubu bırakan Lee, bir üniversite hastanesinde psikolojik tedavi görüyordu. Yorgunluktan, ilgisizlikten, konsantre güçlüğünden, iştahsızlık ve uykusuzluktan muzdaripti. Günde neredeyse bir saat uyuyordu. Ölümünden az bir zaman önce doktoru onu tekrar görmek, ilaçlarını ve tedavisini kontrol etmek üzere çağırdıysa da, Lee bir daha gidemedi. Filmlerinde canlandırdığı çoğu karakterin talihsiz ölümleri dikkat çekiciydi. İlginçtir, filmlerinden birinde canlandırdığı karakterin de yine Şubat’ın 22’sinde öldüğü söyleniyor. Sonlara doğru filmdeki hastaların yaptığı enfes çan gösterisini izlerken Lee’nin talihsiz yaşamını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Neyse ki Garden Of Heaven’da gördüğümüz hayat dolu genç kadının samimiyeti, geride bıraktığı diğer filmleri gibi elimizin altında olacak. O başka bir yerde olsa da, filmlerde onu hep kanlı canlı göreceğiz. Sinemanın bir başka gücü de bu işte.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Azuloscurocasinegro (2006)


Yönetmen: Daniel Sánchez Arévalo
Oyuncular: Quim Gutiérrez, Marta Etura, Antonio de la Torre, Héctor Colomé, Raúl Arévalo, Eva Pallarés, Manuel Morón, Ana Wagener, Roberto Enríquez, Natalia Mateo
Senaryo: Daniel Sánchez Arévalo
Müzik: Pascal Gaigne

25 yaşındaki Jorge, hasta babasının yerine kapıcılık yapmakta, bir yandan da daha iyi bir iş bulmaya çalışmaktadır. Ancak kendini birdenbire çok tuhaf bir durumda bulur. Eski bir mahkum olan ağabeyi Antonio hapiste tanıştığı sevgilisini hamile bırakamamaktadır. Bu görevi Jorge'ye vermiştir. Bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünürken çocukluk aşkı çıkagelir, üstelik amacı Jorge'den bir çocuk yapmaktır. Bir yandan üniversiteye gitmek, bir yandan da felçli babasına bakmak zorunda olan Jorge, sorumluluk duygusunun baskısı altında köşeye sıkışmıştır.

Daniel Sánchez Arévalo'nun yazıp yönettiği, güzel hikâyesini Jorge’nin onurlu ve gururlu bünyesinde gösteren Azuroscurocasinegro, “fakir ama onurlu genç” kişiliğinin gereksiz biçimde sulandırılmamış, biçimsiz gereklilikle sömürülmemiş hali. Onu ağlak yapmayan olgunluğu içinde sömürülmeye müsait hislerin çoğunu hissetmek mümkün. Ama anlatımı o kadar hoş ki, mizahı hüzünle, hüzünü aşkla, aşkı dürüstlükle kaynaştıran, keyifleri kaçırmaya niyetli sınıf farklılıklarını, o tuzağa düşmeden akıllıca tasvir eden, yaşından olgun bir film. Üstelik tutturmuş olduğu kıvamla Jorge, Paula, Antonio ve Natalia’dan kurulu dram yaratıcılığı taşıyan bir dörtgen içine, filmle çok alakasız sayılabilecek Jorge’nin kankası Israel’in komik ama anlamlı ebeveyn bunalımını da çok ustaca işleyen lezzetli bir yemek adeta.

Başta Quim Gutiérrez olmak üzere ışıl ışıl parlayan oyuncu kadrosu, ucuz bir gençlik filminden çok öte söyleyecek sözleri olan, bunu çok anlamlı isim, cisim ve resimlerle anlatan filmi çok iyi taşıyor. Azuloscurocasinegro’nun neden Azuloscurocasinegro olduğuna gelince. Anlamını öğrendiğiniz vakit, belki de o “Siyahaçalankoyulaci”nin renk, ton, biçim değiştirmiş halinin kendi hayatınızda da eskiden ve şimdi hâlâ var olduğunu göreceksiniz. Jorge için ilk başta, başkalarının eskilerini giymemek üzerine bir metafor olduğu düşünülebilir. Ama dahası, belki de daha önemlisi var! Siyahaçalankoyulaci gibi hedeflerimiz hep olacak. Bunların her birimiz için anlamı farklı, şekli şemali farklı olacak. Ama bu hedefler bizim ve istediğimiz esas şeyin arasındaki bir “şey”den farklı olmayacak. Ve bu “şey”, bizim asıl hedefimizi temsil eden kutsal bir varlığa, bir tutkuya, bir güzelliğe dönüşecek. Jorge’nin takım elbiseye biçtiği değeri anlatışından alıntı yapmak en iyisi: “Sorun takımda değil, sorun onun altında yatanda. Arada hep bir şey varmış gibi hissetmek. Benim ve istediğim şeyin arasında.”

20 Mayıs 2012 Pazar

The Avengers (2012)


Yönetmen: Joss Whedon
Oyuncular: Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Jeremy Renner, Tom Hiddleston, Samuel L. Jackson, Clark Gregg, Cobie Smulders, Stellan Skarsgård, Gwyneth Paltrow
Senaryo: Joss Whedon, Zak Penn
Müzik: Alan Silvestri

Captain America, Iron Man, Hulk ve Thor solo performanslarından sonra Black Widow ve Hawkeye’ın da katılımıyla ilk kez 1963 yılında basılan Marvel serisi The Avengers’tan sinemaya uyarlanan sinema filmi salonlara ulaştı. Ang Lee ve Louis Leterrier tarafından Eric Bana ve Edward Norton başrolleriyle çekilmiş iki farklı Hulk, sıkı bir ilk filmin yanına vasat bir ikinci eklemiş Iron Man, izlemediğim, izlemeyi de pek düşünmediğim Captain America ve Kenneth Branagh yönetiminde kendini bir efsane olduğuna ikna etme güçlüğü taşıyan, biraz da aceleye geldiği belli Thor filmlerinin yaptıkları birtakım hazırlıkların son hali olan The Avengers için, özellikle hayranları arasında yarattığı büyük beklentilerin altından kalkmayı başarmış bir film denebilir. Bunu şimdilik dünya çapında elde ettiği 1 milyar dolar civarındaki hasılattan anlayabileceğimiz gibi, filmin bu kahramanlara, onların farklı değer ve amaçlara sahip duruşlarına, bir araya gelip aynı safta mücadele etme süreçlerine bakışındaki dengeli yaklaşımından da anlamak mümkün.

Film, Thor’un üvey kardeşi Loki’nin, Dr. Erik Selvig ve Ajan Clint Barton’ın (yani Hawkeye) akıllarını ele geçirdikten sonra süper enerji kaynağı Tesseract’ı, Nick Fury önderliğindeki gizli örgüt S.H.I.E.L.D.’ın karargâhından çalmasıyla başlıyor. Loki’nin amacı, sürgündeyken Chitauri denen uzaylı vahşi bir ırktan kurduğu ordusu için Tesseract sayesinde bir geçit açıp dünyayı ele geçirmek. Fury’nin, bu plânların gerçekleşmemesi için ihtiyaç duyduğu süper güçler neticesinde Avengers takımını bir araya getirmesiyle Amerika’yı (daha doğrusu New York’u) kurtarma harekâtının temelleri atılmaya başlıyor. Dünyaya sızan Loki’yi yakalayan ve S.H.I.E.L.D.’ın muazzam üssü Helicarrier’da toplanan ekip, artık kaçınılmaz olan ve senaristlerin de ıskalamadığı süper egoların çatışmasını kimi zaman kavga dövüşle, kimi zaman da zeki diyalog ve esprilerle ortaya çıkarıyor.


Bu pahalı, yıldızlarla dolu ve beklentisi yüksek filmi yönetme görevi ise Buffy The Vampire Slayer, Firefly gibi dizilerin birçok bölümünü, aynı zamanda Serenity gibi kaliteli bir bilim kurguyu yazıp yönetmiş Joss Whedon’a nasip olmuş. Whedon senaryoyu da, X2, X-Men: The Last Stand, Elektra, The Incredible Hulk gibi yapımlara adını yazdıran Zak Penn ile birlikte yazmış. Birçok başarısız senaryonun aksine, Avengers takımının özellikle dört büyük isminin kendi aralarında girdikleri üstünlük mücadelesi sırasında yaşanan anlaşmazlıklarını ve tehlike karşısında kader birliği etmek durumunda kalışlarını pat diye önümüze koymuyor. Captain America’nın (her ne kadar bazen zorlama gibi dursa da) idareci ve doğrucu duruşu, Thor’un içinde saflık da barındıran nordik delikanlı cevvalliği, ortama yine AC/DC ile giren Iron Man’in ukalalıktan beslenen mizahi zekası ve tabiî ancak ikinci yarıda ortaya çıkan Hulk’ın fütursuz şiddeti filmin köşelerini iyi tutuyor. Özellikle Hulk, belki de kendisi için yapılan iki filmin bile veremediği bir coşkuyu tüm o “öfkesini kontrol etmeye çalışan sümsük bilim adamı” imajından sıyırarak, yani öfkesini bütünüyle serbest bırakarak veriyor. Kendilerine özel filmler yapılmadığı (aslında pek de gerek olmadığı) için biraz geri kalan Black Widow ve Hawkeye ise yancı konumlarının hakkını veriyorlar.

Elbette bu filmden kimse Christopher Nolan’ın Batman serisinde yarattığı, süper kahraman olmanın adalet sağlamakla ilişkisinin sorgulanış derinliğini beklemiyor. Amaç öncelikle dört büyük Marvel kahramanını tek filmde toplayan bir film sayesinde sinemaya gidenlere 3D semalarında high-tech bir eğlence yaşatmak. Ama film, kendisinden beklenildiği biçimde özellikle ikinci yarıda tam bir görsel ve işitsel şölene dönüşen başarılı teknolojik hamlelerini bir kenara koyarsak, boş bir seyirlik olmadığını da göstermeye çabalıyor. Kahramanların birbirleriyle temsil ettiği birtakım değerler ve özellikler üzerine yaptıkları yarı şaka, yarı ciddi dokunuşlar, birçok ince detaylarla senaryoya yansımakta. Birbirlerine çoğunlukla Rogers, Dr. Banner, Stark ya da Natasha diye hitap etme şekilleri de onların kahraman kimliklerinin önünde yer alan gerçekliklerine vurgu yapmaya çalışıyor. Mesela o kadar hengâmenin arasında, ekibin Helicarrier’daki laboratuarda birbirlerini iğneledikleri, içinde “tartışıp duran kimyasal bileşimlerden ibaretiz” repliğini de barındıran, Bruce Banner’ın eline Loki’nin âsâsını almasıyla biten sahnenin diyalog dinamizmi ayrıca hoşuma gitti.


Robert Downey Jr. ve Chris Hemsworth’ün kendi filmlerindeki duruşlarından sapmadıkları, fakat Mark Ruffalo’nun gizliden gizliye iyi bir Bruce Banner/Hulk çelişkisi yarattığı görülüyor. En azından Hulk’a dönüştüğü için mızmızlanmayan bir Bruce Banner her zaman tercih sebebidir. 2011 içinde Woody Allen, Terence Davies, Steven Spielberg gibi yönetmenlerle çalışma fırsatı bulmuş olan, Loki rolünde yine Thor 2’de de izleyeceğimiz genç İngiliz oyuncu Tom Hiddleston’ın ışığı da filme ayrı bir hava katmakta. Joss Whedon bu kalabalık içinde herkese hak ettiği kadarını adil oranda dağıtmış bir yönetmen/senarist başarısı göstermiş denebilir. Yeni The Avengers filmleri de gelecektir. Bunun için araştırma yaparken Whedon’ın gelecek projeleri arasında Shakespeare uyarlaması Much Ado About Nothing’i görünce The Avengers’tan sonra belli bir kitlenin süper kahramanına dönüşmüş bir yönetmenin saçma bir egonun peşinden gitmek yerine kendini bir edebiyat uyarlamasına vermesine şaşkınlıkla karışık saygı duygusu da hissediyor insan.

15 Mayıs 2012 Salı

Shame (2011)


Yönetmen: Steve McQueen
Oyuncular: Michael Fassbender, Carey Mulligan, James Badge Dale, Nicole Beharie, Lucy Walters
Senaryo: Steve McQueen, Abi Morgan
Müzik: Harry Escott

2008’de çektiği Hunger ile heyecan verici bir sinema dili yaratan İngiliz yönetmen Steve McQueen’in merakla beklenen yeni filmi Shame, Hunger’dan çok farklı bir mecrada, çok farklı bir konu üzerinden benzer sinema dilini sürdüren niteliklere sahip yaralayıcı bir dram. New York’ta yaşayan, iyi bir işi, düzenli bir hayatı olan 30’lu yaşlarındaki Brandon’ın aynı zamanda bir seks bağımlısı olması, bir gün aniden çıkıp gelen sorunlu kızkardeş Sissy’nin bu düzeni bozacak olması tehlikeli sularda yüzen bir filmin ayak seslerini konu bakımından duyurmaya yetiyor. Hunger ile biçimsel ortaklıklarını, bu defa kurmaca bir senaryoya uygulamaya kalktığında bazı aksaklıklar ortaya çıkmıyor değil. Ama her yönden çok üstün bir yapım olan Hunger kadar olmasa da, Shame’in de kendi hudutlarında McQueen tekinsizliğini körükleyen bileşenleri oldukça fazla.

Film, muhtemel bir sevişme sonrası Brandon’ın vücudunu yatakta tek başına yatarken görüntüleyerek başlıyor. Sonrasında onun iş ve sosyal hayatındaki perdeler vakit kaybetmeden bir bir açılıyor. Özellikle cinsel yönden çok aktif olan Brandon’ın bu durumunun bir bağımlılık olduğunu anlayabilmemiz için McQueen’in görsel anlatım gücü dururken sözlere gerek kalmıyor. Fahişeler, internet pornosu, one night stand’ler, hatta mastürbasyonlar… Brandon’ın durmak bilmeyen bu açlığının bir bağımlılık olduğu fikrini yerleştirmek için Brandon’ın bazı iç çatışmalarını, yer yer Dr. Jekyll - Mr. Hyde ikilemlerini ve her ilişki sonrası yüzüne yansıyan ifadeleri çok iyi kullanıyor McQueen. İstediğini elde edene kadar bu tür bir bağımlılığın sigara, uyuşturucu, alkol bağımlılıklarından (birazdan belirteceğim çok önemli farklılık dışında) fazla bir farkı olmadığı duygusu beliriyor.


Steve McQueen filmin ilk sahnesinden itibaren adım adım seyirciyi Brandon’ın bedenine hapsediyor. Ama cinsel özgürlüğünü doyasıya yaşayan bir adam olmasına karşın oldukça tehlikeli bir beden bu. Brandon’ın hayatında ya da en önemlisi geçmişinde yatan bazı sırlar olduğu barizken, birden ortaya çıkan kızkardeş Sissy’nin bu sırları seyirciye açık edebileceği, Brandon’ı olduğu kadar bizi de tedirgin ediyor. Erkeklerden yana şansı tutmayan, şımarık ve saf Sissy’nin ağabeyinin bu durumunun farkına varması fazla zaman almıyor. Sissy’nin fonksiyonu, Brandon’ın geçmişi hakkında ince tiyolara sahip. Aslında bu geçmiş iki kardeşin ortak geçmişi. Sissy’nin de söylediği gibi kötü insanlar değiller. Ama bu noktada “biz kötü değiliz, çevremiz kötüydü” klişesinden daha fazlasına ihtiyaç doğuyor. İkinci filmi olmasına rağmen artık tarz sahibi sayabileceğimiz McQueen’in bunu kendine has dolaylı ve cümlesiz biçimde belirtebileceği birçok yol varken işi biraz kolayladığı söylenebilir.

Seks bağımlılığı üzerine Brandon’ın doyumsuzluğunu ve ihtiyaçlarını karşılayış biçimlerini açıkça görmemiz yetiyor. Ama bunun diğer bağımlılıklardan farklı olduğunu anlamamıza yarayan önemli bir istisna var. Bir alkolik, bir sigara tiryakisi veya bir madde bağımlısı için açlığını bastırma şekli, çaresizliğin de etkisiyle bir noktada marka, kalite ve tedarik kolaylığı gözetmeyebilir. Brandon’ın bağımlılığı da bu minvalde. Ancak konu seks ve bunun karşılanma şekilleri olunca Brandon’ın sevdiği ve değer verdiği insanlara karşı aynı açlığı, aynı “performansı” gösteremediğine, iş yerinden arkadaşı olan Marianne özelinde normal bir ilişkinin Brandon’ın anormalliğini yüzüne vuran bir utanç vesilesi oluşuna tanık oluyoruz. Keza Sissy’nin, yani Brandon’ın geçmişinin birgün çıkıp gelişiyle o muğlak geçmişin iki kardeş üzerindeki muğlak yansımaları da bu utancın bir parçası haline bürünüyor. Seyirci teorilerine bırakılan Brandon ve Sissy geçmişinin bu utanç üzerine şekillenmiş sonraki yaşamlarında birbirlerine karşı aynı zamanda mesafesiz ve rahat oluşları, bu utancın kaynaklarını uzun uzun düşündürebiliyor.


Hunger’ın eşit oranda güçlü konu ve biçim tercihleri, Shame’i de özellikle biçimsel yönden masaya yatırmayı gerektiriyor. Çünkü Steve McQueen daha ilk filmiyle çıtasını çok yükseğe koymuştu. Sık sık Brandon ve Sissy’nin arkasında duran kamerayla uzun sayılabilecek plânlar çeken, böylece kendi hayatlarında çalkantılar yaşayan iki kardeşin seyirciye sırtını dönen ruh hallerini somutlaştıran McQueen, ekran önündekilerin değil, onların arkasından bakan (biraz daha genişletilmiş biçimde arkasından konuşan) toplumun yarattığı utancın teşhisini koyuyor da olabilir. Ama bir yandan da birçok sahnede Brandon’ın yüzüne yakın giren, uydurma objelerle anadan üryan haline sansür koymayan çekimlerle tersi bir tutum izliyor yönetmen. Aynı zamanda bir kulüpte şarkı söyleyen Sissy’nin çok ağır biçimde New York, New York şarkısını söylerken dakikalarca yüzüne kilitlenen kamera, genç kadının kırılgan sesinden ve loş ışıklara karışan yüz haritasından bol bol yararlanarak bu tutumu sürdürüyor.

Uzunluğu ve cesaretiyle rahatsız etmeye oynayan sevişme sahnesi de (olağanüstü müziğin de yardımıyla) büyük ölçüde amacına ulaşıyor. McQueen, görünenin ardında söylemek istediklerini, görünenin uzun ve rahatsız ediciliğine dayandırmak suretiyle bilinen bir yöntem izliyor. Fakat salt görünenin ardına geçebilen seyirci için porno sınırlarında gezinen bu sahnenin aslında karakter tahlilini daha da derinleştirdiği anlaşılabilir. Brandon’ın metroda iki defa rastladığı güzel kadına bakışındaki farklılık gibi, kör göze parmak görünen anlatım biçimlerinin gerisindekileri kafalarda cümlelere dökebilme yeteneği de öyle.


Steve McQueen, Hunger’da da birlikte çalıştığı Michael Fassbender’ın deyim yerindeyse oyuncu olarak anatomisini çıkarıyor yine. Sinema dünyasının en çok aranılan aktörlerinden biri olduğunu kanıtlayan Fassbender’ın en güçlü yorumlarının da bu iki McQueen filmine ait olması, yönetmenin onu çok iyi tanımasından kaynaklı büyük ölçüde. Brandon’a dair hemen her duyguyu kusursuz biçimde aktaran oyuncu, aktarmadıklarıyla da McQueen’in arzu ettiği gizeme hayat veriyor. Carey Mulligan ise neredeyse üzerine yapışan cici kız imajını, özellikle çok sönük kaldığı Drive’dan sonra farklı bir yönde cilalıyor. Zaten istisnaları olsa da iyi bir yönetmenin elinde, iyi oyuncuların daha fazla parlaması beklenir.

Steve McQueen harika bir yönetmen. Onun ellerinde kapitalizm yalnızlığının bireyin cinsel dürtülerine yansıması, Brandon’ın tek eşliliğe olan negatif yaklaşımının, Sissy’nin evli olan patronuyla yatmasıyla nasıl ikiyüzlülüğe dönüşebileceği, sıra dışı bir bağımlılık halinin robotlaştırdığı modernliğin gerçek duygular karşısındaki psikolojik yansımaları doğrudan ya da dolaylı yolunu buluyor. Hunger’ın ardından küçük çapta bir düşkırıklığı olsa da, McQueen’in her seferinde aynı filmi çekmeyecek olması onun itibarını daha da arttırıyor.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Intouchables (2011)


Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Oyuncular: François Cluzet, Omar Sy, Anne Le Ny, Audrey Fleurot, Clotilde Mollet, Alba Gaïa Kraghede Bellugi, Cyril Mendy
Senaryo: Olivier Nakache, Eric Toledano
Müzik: Ludovico Einaudi

Olivier Nakache ve Eric Toledano ikilisinin yazıp yönettiği gerçek olaylara dayalı Intouchables’da, yamaç paraşütü yaparken geçirdiği kaza sonunda boyundan aşağısı felç olan milyoner iş adamı Philippe ile ona yardımcı olması için tuttuğu Driss arasındaki sıcak dostluk işleniyor. Farklı sınıflara ait, bambaşka geçmişlere ve hayatlara sahip iki adamın bu dostlukları dinamik, renkli ve duygusal bir anlatımda vücut buluyor. Dışarıdan bıraktığı Scent Of A Woman ve Le scaphandre et le papillon izlenimlerini boş çıkarmayan bir kaliteye sahip olması yanında, bu filmlerin dramatik karakterlerinden farklı biçimde tempolu yapısını mizah yüklü anlarla süsleyerek amacı olan yaşama sevincini yansıtmayı çok iyi beceriyor. Hatta bu tanımıyla derinden hissedilen bir hüzün atmosferi dahi yaratarak samimiyetini sağlamlaştırıyor.

Filmin bu samimi hamuru, ufak tefek eksiklikleri bile görmezden gelmemizi sağlıyor. Öyle ki örneğin mücevher hırsızlığından 6 ay yatmış Driss’in hiç de bunu yapabilecek karakterde sunulmamasıyla yaşanan çelişki (ya da bu suçun arkasında yatanlara bakılmaması) fazla önem taşımıyor. Philippe ve Driss arasındaki güçlü kimya her şeyin önüne geçiyor ki, filmi en iyi biçimde anlatabilmek için en doğrusu da bu. Kısa sürede işçi – işveren ilişkisinin ötesine geçerek adım adım ihtiyaç arzeden bir dostluğa dönen bu kimya, zıt kutupların çekimini çok iyi yansıtıyor. Ailevi sorunlarına rağmen her zaman neşeli, pozitif, hiperaktif ve dobra Driss ile tevazu sahibi, hoşgörülü zengin Philippe arasında kültürel farklılıkların yarattığı espri malzemeleri de gayet yerinde kullanılıyor.


Bu dostluğu güçlendiren en büyük etken ise tabiî ki Driss. Onun gayretleri, doğallığı ve sıra dışı yöntemleri, kendi sıkıcı burjuva kabuğunda sıkışıp kalmış Philippe’in filmdeki pozisyonunu da şekillendiriyor büyük ölçüde. Philippe konumundaki karakterler bazı filmlerde nemrut ve patavatsız olarak da yansıtılır, zamanla Driss benzeri zıt bir karakterle yumuşatılıp insani yönleri ortaya çıkarılır. Oysa burada fiziki durumu itibariyle pasif kalan Philippe’in refah seviyesi üst seviyede bir egoya itibar etmeyip, hayatında tam da ihtiyaç duyduğu Driss gibi bir dayanak noktasına sahip olmasıyla yaşadığı kolay adaptasyon ve teslimiyet, filmin gerçek hayattan uyarlanışına denk düşüyor. Üstelik Philippe’in o kadar aday arasından sadece sosyal yardım parası alabilmek için gerekli bir kağıdı imzalatmaya gelen Driss’i seçmesindeki etkenin basit bir müzik muhabbetinden kıvılcım alan samimiyet kaynaklı oluşu da bu gerçekliği destekliyor.

Driss’in içindeki saflığı kısa sürede keşfeden Philippe’in, onun soygundan dolayı içerde yatmış biri olmasını önemsememesinin belki de en büyük sebebi, Driss’in kendisiyle empati kurmakta güçlük çekmesi. Bu sayede kendisine bir engelli gibi davranmayacak bir yardımcı bulmak, haklı biçimde hayata tutunmaya çalışan Philippe için çok önemli. Filmin değindiği en hoş noktalardan biri de bu. Bir engelli için kendisine normal davranılmasının önemini tamamen doğal bir refleksle kabullenmiş Driss’in samimiyeti, Philippe’i spor arabasıyla gezdirmek, tekerlekli sandalyesine hız motoru taktırmak, ona fahişe ayarlamak, terk etmek zorunda kaldığı kötü alışkanlıklarını hatırlatmak olarak beliriyor. Böylece bazı kamu spotlarında dayatıldığı üzere engelli insanlarla empati kurabilmenin önemi yerine, aslında hiç empati kurmadan onları da normal olduklarına ikna etmenin önemine atıfta bulunarak bir nevi ezber bozuyor.

Philippe’in içinde bulunduğu durumun duygusal açıdan sömürülmemesi, sadece platonik aşkı için daha fazla şey yapamamanın üzüntüsü dahilinde hüzünlü bir pencere açılması da gayet olumlu. Driss’in saf ve doğal yöntemlerle Philippe’i birçok yönden hayata bağlayıp şekillendirmesine karşın, Philippe’in Driss üzerindeki etkileri, ona çok para eden soyut resim yapması yönünde teşvikten fazlasını gerektiriyordu belki. Ama o haliyle tekrar yamaç paraşütü yapacak kadar, tekrar aşkı arayacak kadar cesur oluşu Driss’i de etkiliyor. Ama “pragmatik” olmanın adını Philippe’e farklı bir açıdan gösteren Driss’in o “mahalle çocuğu” dolaysızlığı, Fransa’nın göçmen sorunu ya da göçmenlere olan önyargı gibi sıkıcı kalıpları satır aralarında bırakıp gereksiz yere öne çıkarmama olgunluğu sergiliyor. Çünkü Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun yegâne amacı, normal şartlarda bir araya gelmesi çok zor iki adamın arasındaki bu güzel dostluğu en iyi şekilde yansıtmak. Onda da çok başarılı oldukları kesin.


Usta Fransız aktör François Cluzet’nin Dustin Hoffman’ı andıran yüz ifadesi, Fransa sınırlarında kalmış çeşitli dizi ve filmlerle bilinen Omar Sy’ın ışık saçan delişmenliğiyle birlikte çok iyi dengeleniyor. Biri sadece yüzüyle, diğeri her tarafı oynayan bedeni ve derdini gayet iyi anlatan mimikleriyle hayranlık yaratan bir ikili yaratarak Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun işini kolaylaştırıyorlar. Ama yönetmenler kendilerini ifade etmekte de çok başarılılar. Özellikle ortalarda Earth, Wind & Fire’ın You're Goin' Miss Your Candyman şarkısı eşliğinde Driss’in Philippe’in evindeki rutine alışmaya başladığını kolajlayan bölüm müthiş. Kameranın ve yakaladıkları açıların, kullandıkları açıların hep doğru olduğunu hissettiriyorlar. İtalyan Ludovico Einaudi’nin duygu yüklü temaları yanında Philippe ve Driss’i temsil eden klâsik müzik ve 70’lerin soul şarkılarının iç içe geçtiği sıcacık anlar, Fransa sınırlarını da aşan bu güzel filmin haklı ününe katkıda bulunan diğer öğeleri oluşturuyor.

6 Mayıs 2012 Pazar

Haywire (2011)


Yönetmen: Steven Soderbergh
Oyuncular: Gina Carano, Ewan McGregor, Michael Fassbender, Michael Douglas, Antonio Banderas, Channing Tatum, Bill Paxton, Mathieu Kassovitz, Michael Angarano, Anthony Brandon Wong
Senaryo: Lem Dobbs
Müzik: David Holmes

Steven Soderbergh’in yine 2011 içinde çektiği Contagion gibi bol yıldızlı, düşük bütçeli filmlerinden olan Haywire, yönetmenin Kafka (1991) ve The Limey (1999) filmlerinde de beraber çalıştığı Lem Dobbs’un senaryosunu yazdığı sürükleyici bir aksiyon. Yalnız sürükleyiciliğinin ötesinde güçlü oyuncularına rağmen ne oyunculuk, ne de karmaşıklaştırmaya çalıştığı entrikalar yumağına rağmen kaliteli bir senaryo yok ortada. Normalde bu tip filmler direk DVD raflarında yerini alırken, sinema dünyasında hayli sağlam bir itibarı olan Soderbergh’in girişimleri sonucu tavladığı gişesi ve kariyeri güçlü oyuncuların afişte kendilerine yer bulmalarıyla (biraz da haksız yere) çıtasını yükseltiyor.

Filmografisinde Sex, Lies and Videotape, Out Of Sight ve Traffic (hatta Ocean’s Eleven’ı da dahil edebilirim) gibi beğendiğim filmleri bulunan Steven Soderbergh, George Clooney’lerle, Brad Pitt’lerle, Julia Roberts’larla, Benicio Del Toro’larla tumturaklı işler çevirmesine rağmen, bağımsız kimliğini kaybetmediğini ıspatlamaya çalıştığı tumturaksız filmlere de yapımcı/yönetmen olmaktan geri durmuyor. Fakat bunu ıspatlamaya çalışırken kötü filmler çektiği de bir gerçek. Haywire ise, özellikle uzun takip ve dövüş sahnelerinin gaza getirmesiyle her aksiyonseverin merak edebileceği bir intikam meselesini nereye nasıl bağlayacağına dair sağladığı bu sürükleyici yapısına karşın, gerek biçim, gerekse konu yönünden hiçbir yenilik içermeyen duruşuyla vasatı aşamıyor bana göre.


Devletin derinlerinde hangi pozisyonda oldukları tam olarak bilinmeyen birtakım adamların iktidar mücadelesinin ortasında kalmış Mallory Kane adlı parlak bir ajanın, rehin alındığı iddia edilen bir Çinli muhabir/muhbiri kurtarma operasyonu adı altında biletinin kesilmesi, bunu fark eden Mallory’nin de bu adamlardan intikam alma macerasından fazlasını içermeyen film, belki ona kurulan komplonun çıkış noktasının anlaşılması sonucu bir miktar sürpriz ve entrika uydurma başarısı taşısa da, genel anlamda muadillerinden farklı özelliklere sahip değil. Hatta birçok karşılaştırma yapılmak suretiyle bir Colombiana kadar bile olamıyor bana göre. Soderbergh’in ünlü yıldızlardan oluşan castlarla bağımsız bir hava yaratayım derken vasatlaşan tavrı neredeyse bir tarza dönüşmek üzere. Oysa bir Elmore Leonard romanı uyarlamak ya da Stephen Gaghan gibi senaristlerle çalışmak ona daha iyi geliyor sanki.

Film ve ona kefil olan yönetmen, Ewan McGregor, Michael Fassbender, Antonio Banderas (hatta afişte adı geçmeyen Mathieu Kassovitz) gibi cici adamları kaka gösterme orijinalliğini de bu senaryo beceriksizliği, sıradanlığı, uyuşukluğu, ruhsuzluğu (artık ne denirse!) yüzünden heba ediyor denebilir. Evet bu adamlar kötü resmediliyor. Ama çok fazla karton kalıyorlar ve bu aktörlerin başka filmlerde yarattıkları karizmatik duruşları, beceri dolu oyunculukları onları burada birer Kenneth, Paul, Rodrigo olarak görmemizi engelliyor. Aralarda Michael Douglas, Bill Paxton, Channing Tatum’u da görmek mümkün. Lâkin filmin başrolünde, özellikle yüzünün göründüğü sahnelerde sıfır mimikle en ufak bir ciddiyet ve inandırıcılık yaratmayı başaramayan Gina Carano adında ilk kez burada duyup gördüğüm bir kadın var. Çekici olması bir yana, kendisinin merkezde yer almasından ötürü belki de film en büyük kazıklardan birini bu kadından yiyor bence. Halbuki Haywire’ın başrolünde, Out Of Sight ve Ocean’s serisinde de Soderbergh ile çalışmış usta müzisyen David Holmes’ün nerede konuşup nerede susacağını bilen usta temaları var.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Submarine (2010)


Yönetmen: Richard Ayoade
Oyuncular: Craig Roberts, Yasmin Paige, Noah Taylor, Sally Hawkins, Paddy Considine, Darren Evans, Lily McCann
Senaryo: Richard Ayoade, Joe Dunthorne
Müzik: Andrew Hewitt, Alex Turner

15 yaşındaki Oliver Tate yaşıtlarından farklı bir gözle dünyaya bakan özel bir çocuktur. Sınıf arkadaşı Jordana’ya aşık olup bekâretini onunla kaybetmek istemektedir. Öte yandan ilişkileri gittikçe sıradanlaşan anne ve babası arasında unutulmuş duyguları tekrar canlandırmaya niyetlenir. Ama annesinin gençliğindeki eski erkek arkadaşı olan ve şimdilerde kendisinin bir “prizma” olduğunu iddia ederek tuhaf gösteriler yapan Graham aynı muhite taşınınca işler karışmaya başlar.

Harika İngiliz dizisi The IT Crowd’un sempatik karakteri Moss olarak tanıyıp sevdiğimiz Richard Ayoade’nin Joe Dunthorne romanından senaryo haline getirip yönettiği Submarine, bana göre 2010 yılının en iyi İngiliz yapımlarından birisi. Ayoade’nin oyunculuğu yanında bazı video ve dizi yönetmenliklerinden sonra adını yazdırdığı ilk uzun metraj olarak Submarine, hem genç bir yönetmenin tutkulu ilk çalışması, hem de yıllardır film çeken bir sinemacının elinden çıkmışçasına çarpıcı ve orijinal bir film. Oliver’ın sıklıkla “Stream Of Consciousness” (Bilinç Akışı) yönteminin modernize hâle getirilmiş parçacıklarını andıran monologlarıyla kapıp götüren zinde senaryo, Oliver’ın odasındaki panoda kara kalem çizimini de gördüğümüz Woody Allen senaryolarına da saygı ve sevgilerini iletir niteliklere sahip. Başka bir referans olarak da Amélie naifliği yanında Juno, Garden State, The Squid and The Whale, Thumbsucker gibi bağımsız Amerikan yapımlarının ekolüne rahatlıkla dahil edebiliriz.


Film bir yanıyla Oliver’ın Jordana’ya duyduğu ilginin rengârenk röntgenini çıkarırken, bir yanıyla da tam anlamıyla birer “geek” olan anne babasının solmakta olan evliliklerinin sıkıcı ruh halini onun gözünden aktarıyor. Ne zaman ki bu evliliğe bir tehdit unsuru olabilecek eski sevgili Graham ortaya çıkıyor, her çocuk gibi ebeveynlerinin ayrılmasını istemeyen Oliver’ın öncelikleri değişmeye başlıyor. Bu durum onun Jordana ile olan ilişkisini de olumsuz etkilemeye başlıyor. Ama tüm bu klâsik ve kulağa sıkıcı gelebilecek gidişat filmde o kadar detaylı, canlı ve hüzünlü işleniyor ki, Joe Dunthorne gibi bir yazar, Richard Ayoade gibi bir yönetmen en aşina aile dramını da ele alsalar çok farklı, renkli, hızlı, dürüst, pozitif bir iş çıkaracaklarmış duygusu veriyor.

Oliver’ın kendini, Jordana’yı, anne babasını, tuhaf komşu Graham’i, hatta sınıf arkadaşlarını tasvir edişindeki zekâ ve zerafet o kadar güçlü suretler yaratıyor ki, bunların 15 yaşındaki bir çocuğa ait olup olamayacağını fazla kafaya takmayıp tadını çıkarmanın en iyisi olduğu su götürmüyor. Hayatın üstesinden gelebilmek için tek yolun kendisini tamamıyla bağlantısız bir gerçeklikte resmetmek olduğunu düşünen bir çocuğun bu mantığını onun özel olmasına bağlamak yetiyor. Zira Oliver’ın özel bir çocuk oluşu, süperzekâ bir nerd olduğu anlamı taşımıyor. Normal bir ailenin normal bir çocuğu olarak özel bir çocuk Oliver. “Özel” kavramının adını bu açıdan koyduğu için de çok olgun ve kabul edilebilir. Çevresindeki olayları ve kişileri yorumlayış şekliyle filmi yükselttikçe yükseltiyor. Annesi Jill’in ilgi açlığını, deniz biyoloğu olan babası Lloyd’un su altında yaşarmışçasına bıkkınlığını, Jordana’nın hemen her şeyini Oliverca dile getirdiği monologlar karakterleri boyutlandırmayı beceriyor.


“Işık nedir”, “okyanusun derinliği ne kadar” gibi aslında dolaylı da olsa hayata dair pek çok sorunun sorulduğu, karşılıklarının da yine film içindeki örneklendirmelerden yola çıkılarak cevaplanmaya çalışıldığı figüratif bir denizaltı içinden ses veren bir film Submarine. Yüzeye çıkmayı uman insanların birbirlerine duydukları ihtiyaçları test etmeleri de yüzeyin getireceklerine olan temkinli yaklaşımdan kaynaklanmakta. Çünkü bu insanlar kendi denizaltılarında ya da tek bir denizaltı içindeki kendi odalarında o kadar çok kalmışlar ki, soruların şekli kadar, verilen cevapların samimiyeti de hayran bırakıyor. Mesela Oliver’ın farklı zamanlarda önce annesine sonra da babasına sorduğu “birbirimizi kurtarmanın eş zorlukta olduğu varsayımına göre, yangından ilk hangimizi kurtarırdın” sorusuna annesi “seni seçerdim ama baban için üzülürdüm” cevabını veriyor. Babası ise “önce anneni kurtarırdım, o zaman birlikte çalışıp seni kurtarma şansımız artardı” diyor. Bir seçim yapma sırasının Oliver’a geldiği yılbaşı arifesinde gece sahilde geçen nefis bölümdeki benzer bir ikilemle, filmin hazırcevaplılığına soru dayanmayacağı da ortaya çıkıyor.


Arctic Monkeys ve The Last Shadow Puppets gruplarının kurucularından Alex Turner’ın (bu arada kendisi Oliver’ın 8-10 sene sonraki halinin tıpatıp aynısı adeta) 6 şarkısıyla eşlik ettiği filmde Craig Roberts’ın baştan sona denizaltından çıkmış gibi şaşkın duruşunu olgun bir performansla birleştirdiğini görüyoruz. Noah Taylor, Sally Hawkins ve Paddy Considine gibi tecrübeli İngiliz oyuncular, filmi tuttukları yerlerden sonuna dek taşıyabilen ustalıktalar. Richard Ayoade’nin bu romana olan bağlılığı filmde ne derece bilemiyoruz. Ama harika bir öpüşme sahnesi, Oliver’ın ilişkisini filme çektiği super-8 kayıtlar, ekran bölmeler, hızlı/yavaş geçişler, renk ve ışık biçimlendirmelerinin yarattığı sade kareler romanı yarı yolda bırakmamıştır diye düşünebiliyoruz. Hatta belki biraz daha farklı olabileceğini düşündüren finali haricinde hiç boşu bulunmayan Submarine, romandan uyarlanmamış bir film olsaydı, sonradan mutlaka filmden ilham alarak romanı yazılırdı bana göre. Bir yönetmenin uyarladığı romanı filme alışındaki başarı, o romana olan merakı arttırıyorsa film %100 iyi bir filmdir. İşte Submarine öyle bir film.