30 Temmuz 2010 Cuma

A Brand New Life (2009)


Yönetmen: Ounie Lecomte
Oyuncular: Sae Ron Kim, Do Yeon Park, Ah-sung Ko, Myeong-shin Park, Man-seok Oh, Kyung-gu Sol
Senaryo: Ounie Lecomte

Babasıyla vakit geçirmeye bayılan dokuz yaşındaki bir kız... Veda bile etmeden babası tarafından bir yetimhaneye bırakılan, babasının geri döneceğine inanan Jinhee yeni ortamını ilk başta reddeder, ancak zamanla yalnızlığından sıyrılır ve uyum sağlar. Yetimhaneyi ziyaret eden batılı çiftler tarafından evlat edinilmeyi beklemektedir artık. Dünyanın dört bir yanında ödüllere boğulan bu ilk film, çocukken evlat edinilerek Fransa'ya götürülen Koreli yönetmen Ounie Lecomte'un kendi anılarından esintiler taşıyor.

Ounie Lecomte’un ilk senaryosu ve ilk yönetmenliği olan A Brand New Life, kendisinin belki de bu otobiyografik hikâyesini sinematografik olarak kafasında çok canlı tutmasından ötürü mükemmel bir siftah olmuş. Hem yazan, hem de yöneten olarak hayatının en dramatik dönemini bu kadar içten ve yoğun biçimde aktarabildiğinden, otobiyografilerde sıkça rastlanan seyirciyi yabancılaştırmadan uzak, tam tersi baştan sona küçük Jinhee ve yeni çevresiyle özdeşlik sağlayan bir anlatım geliştirdiğini düşünüyorum. Kişiselliğini genellemeyi başarmış bu anlatım, iç kıyan, duygu sömüren bir şiirsellik yerine daha gerçekçi ve dramatik harçlardan vücut buluyor ki, bu haliyle de içe ve duygulara yakıcı biçimde hitap etmeyi biliyor. Lecomte, self terapi yaparken anılarından ne kadar yararlanıyor, ne kadarını kafasında kurmuş bilemiyoruz. Ama Jinhee sayesinde küçük yaşta terk edilmesinden dolayı kabullenmeyiş, öfke, suçu kendinde arama ve kaderine razı olma evrelerinde sunduğu hüzünlü gerçeklik, birçok yönden film izleme kurmacası yaratmıyor.


Jinhee’nin yetimhaneye uyum sağlama sürecinde kendisine verilen yemekleri yere fırlatması, çocuklara getirilen oyuncakları parçalaması, kimseyle konuşmaması, kaçmaya çalışması (ama kapının kendisine açılmasına rağmen gidecek yeri olmadığı için kaçmaktan vazgeçmesi), ilginç ve bir o kadar da anlamlı intihar girişimi, en yakın arkadaşı Sookhee ile ilişkileri, Lecomte yorumuyla A Brand New Life’ı gösterişsiz bir görkemle perdeye koyuyor. Jinhee gibi ebeveynleri tarafından dışlanmış, terk edilmiş veya ölüm gibi istem dışı nedenlerden ötürü onlardan ayrılmış, şimdinin iş, güç, aile, çocuk sahiplerine çok dokunan bir film olduğu kadar, onları terk eden anne babalar ve terk ediş sebepleri yönünden de düşündürücü bir yapım. Filmin birçok uluslararası festivalden ödülle dönmesinin sebebi, A Brand New Life’ın festival kumaşına sahip gerçekten çok iyi bir film olması yanında, Lecomte’un gerçek yaşamdan kopup geldiği belli çevresel ve psikolojik ayrıntıları bütünleştirme, onları hemen her kesimden seyirciye yabancılaştırmama, empati kurdurma becerisinde yatıyor. Küçükken yaşadığı yoğun kızgınlığı, büyüdüğünde sinema sanatınının istismar ve kör öfke tuzaklarına düşmeden akıllıca yönlendirmesi de filmi pozitif kılan bir başka unsur.

Lecomte kendi geçmişine bakarken, baktığı göz olarak seçtiği Jinhee, yani küçük Sae Ron Kim, tepeden tırnağa doğru bir seçim olmuş. Filmin başlarında babasıyla geçirdiği vakitlerde yaşama sevincini nasıl hissettiriyorsa, yetimhaneye bırakıldıktan sonra anlam veremediği terk edilişini de aynı güçle hissettiriyor. Bakanın içinde güneşler doğuran gülümsemesinin, bir süre sonra yerini çaresiz bir öfkenin bastırıldığı somurtkanlığa dönmesi Lecomte’un onu motive edişi kadar, Sae Ron Kim’in bu zıt kutupları yüzüne aksettirmedeki doğallığının da bir sonucu. Bu zıtlıkların açığa vurulması, farklı zamanlarda Kim’in motive edilişi ile açıklanabilir. Fakat özellikle yetimhanedeki çocukların toplu fotoğraf çektirdikleri sahnede gülümsemesi istendiğinde poz için de olsa bir saniyede öfkeden mutluluğa dönüşen yüz ifadesinin olağanüstü dönüşümü bu doğallığı teyit ediyor. Jinhee gibi bırakıp gidilmesi imkansız görünen bir meleği bırakıp gidenlere ve başka coğrafyalardan onların anne babası olma arzusuyla yanıp tutuşan ailelere sahip bir dünya hâlinin bilançolarından birine yürekten bir bakış olan Fransa/Güney Kore ortak yapımı A Brand New Life, yılın en iyi dramlarından biri.

25 Temmuz 2010 Pazar

Equilibrium (2002)


Yönetmen: Kurt Wimmer
Oyuncular: Christian Bale, Taye Diggs, William Fichtner, Emily Watson, Sean Pertwee, Angus Macfadyen, Sean Bean, Dominic Purcell, Matthew Harbour, Emily Siewert
Senaryo: Kurt Wimmer
Müzik: Klaus Badelt

3. dünya savaşının yaralarını zor da olsa sarmayı bilmiş yakın geleceğin dünyasındayız. Savaşın travmasını üzerinden atamamış olan hakim totaliter sistem, barışı korumak adına insanların duygularını baskı altına almaktadır. Sanatsal nesneler bulundurmak ve güzel sanatlarla iştigal etmek yasaktır. Duygu ve heyecan uyandıracak şeylerle ilgilenmek, ölüm cezasına bile yol açabilmektedir.

Üst düzey bir güvenlik ajanı olan John Preston, kurallara karşı duranları bulup yok etmekle görevlendirilmiştir. Kullananlarda sisteme uygun bir ruh hali yaratan Prozium’u içmekten vazgeçtiğinde, sistemin en büyük silahlarından biri olan ajan eski kimliğinden uzaklaşmaya başlayacaktır.



Matrix fenomeninin rüzgarına kapıldığı su götürmez Equilibrium, zaten "Matrix’i unutun" diyerek ezikliğini deklare etmiş ve racona yanlış yapmış oluyordu. Magazin dünyamızdaki küçük balıkların, büyük olanları kendilerine rakip seçip prim yapma kurnazlığına benzer bir tavır sergilemek filme hiçbir yarar sağlamadı. Buna hiç de gerek yoktu. Çünkü Equilibrium hiç de kötü bir film değil. Cılız bir makinistten Batman’e dönüşen Christian Bale ve Emily Watson destekli, Phillip K. Dick tadında bir hikaye (Dick külliyatını pek bilmediğim için esinlenme olup olmadığı konusunda fikir sahibi değilim). Üstelik çift tabancalı samurayizasyon yaratıcılığı cidden çok elit bir havaya sahip. Ancak filmde hissettiğim ruh eksikliği, elde patladığını düşündüğüm bu çok yaratıcı aksiyon fikri, böyle bir filmde olması gerekli bilim kurgu görkeminden yoksunluk ve bazı bölümlerin fikir kısırlığını kendi adıma hazmedemedim.

Tuhaf özdeşleştirmelerime bir yenisini daha ekleyerek, bu filmi de Salvador Dali tablolarından birine benzettim. Onlar da ilk bakışta kişiyi hemen içine alan bir yapıya sahip eserler değildir. Yıllandıkça ya da kafa yordukça birtakım detaylara vakıf olabilme ihtimalini göz önünde tutmak lazım. Aslında bunu pek çok filme yapmak lazım. 2000 filmleri bizim çoluk çocuğun kültü olacak filmlerle dolu. Üstelik bazıları şimdilerde yerden yere vurduğumuz filmler olacak emin olun. Yani bunlara şimdilik çocuklar erişmese iyi olur. Gerçi erişselerde farketmeyecek. Büyüyünce erişme sorunları olmayacak. Onları bekleyeceklerin tanımını yapamayacak kadar zavallı durumdayız. Equilibrium'daki ufaklıklar gibi olma ihtimali de mevcut.


Equilibrium’da, bir nevi kırmızı-mavi hap konseptinin değişik uygulanışı olarak boyuna zerkedilen Prozium, yani Prozac-Valium karışımı sıvı ile tanışıyoruz. Valium’u bilen bilir, insanı sakinleştirmenin yanında ruhsuzlaştırdığı söylenen, tabiki bağımlılık yaratan bir antidepresan. Prozac için ise Elizabeth Würtzel’in Prozac Nation (Prozac Toplumu) kitabını öneririm. Gerçekten hakkında köşe kapmaca oynanabilecek bir ilaç. Kesinlikle erişilmeyecek yere konmalı. Kitaptan sonra Prozac'çılar katır yüküyle para kazanmışlardır herhalde. Filmi bile yapılmış. Hatta Würtzel demişken Bitch'i de önerelim. Kendisini Melissa P gibi bir arkadaş sanmayasınız. Ama bence Prozac’ın en iyi tarifini Leonard Cohen yapmıştır: “Prozac insanın ayağını yerden kesiyor, doğru. Ama tepesine bir tavan da oluşturuyor”. Bu nasıl bir tariftir. İnsanı ortadan ikiye ayıran cinsten. Tam bir ozana yakışır yorum. Leonard Cohen şarkıları kesinlikle uzanılabilecek uzaklıkta olmalı. Özellikle Prozac'lık bir durumunuz varsa!

Herneyse, bu Edi ile Büdü’nün bir araya gelmesi sonucu insanoğlu müzik, sinema, resim, heykel, kısaca sanat adına ne varsa tüm güzelliklerin kendini yoldan çıkarıp münafıklaştırmaması için bünyesinde bir sözde “equilibrium” oluşturuyor. Tabi bu beyin soykırımı, bir diktatör ve onun profesyonel ordusu tarafından kontrol ediliyor. Bu ordunun bir numaralı adamı John Preston, Prozium’unu almayı ihmal edince de gerçeğe uyanıp tek kişilik dev ordusuyla, hisleri köreltilmiş kitlelerin muhtaç olduğu “chosen one” oluveriyor. Christian Bale’in, sinema tarihinde Bruce Willis ve Cüneyt Arkın’ın da dahil olduğu Dünyayı Kurtaran Adamlar Kulübü’nün bir üyesi olmasından rahatsız olur muyuz? Üslubumdan film ile alay ettiğim düşünülmesin. Equilibrium’u tüm soğukluğuna rağmen seviyorum.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Green Zone (2010)


Yönetmen: Paul Greengrass
Oyuncular: Matt Damon, Brendan Gleeson, Greg Kinnear, Yigal Naor, Amy Ryan, Khalid Abdalla, Jason Isaacs
Senaryo: Brian Helgeland, Rajiv Chandrasekaran
Müzik: John Powell

2003 yılında ABD önderliğinde Bağdat’ın işgâli sırasında, tebligat çavuşu Roy Miller (Matt Damon) ve ordu müfettişlerinden oluşan ekibi, Irak çölünde depolandığından kuşkulanılan kitle imha silâhlarını bulmak üzere görevlendirilir. Bubi tuzaklı bir bölgeden diğerine geçen askerler, ölümcül kimyevi maddelerin peşine düşerler. Ancak bunun yerine, görevlerinin amacını taban tabana değiştirecek bir örtbas olayı ile karşılaşırlar. Farklı amaçları olan ajanlarca çevrilmiş olan Miller, yabancı topraklardaki gizli ve sahte istihbarat bilgilerinin ışığında, zorba bir rejimin yıkılmasına ya da istikrarsız bir bölgede savaşı tırmandıracak yanıtlara ulaşmak zorundadır. Bu hararetli ve tehlikeli yerde, en zor bulunan silâhın, gerçeğin kendisi olduğunu keşfeder.

Her ne kadar içine battıkları pisliği lehlerine çevirecek kozlara sahip olsalar da Amerikan sinemasının Irak işgali ile ilgili en ince ayrıntılardan senaryolar üretmesi, yüksek bütçelerle ve geniş tanıtım stratejileriyle kamuoyuna sunması, bu konuda hiçbirşey yapılmamasından çok daha iyi. Bu kez masada, tüm dünyanın bildiği, işgalin bahanesi olan kitle imha silahlarının çıkış noktası ve gerçekliği tartışılıyor. Masanın iki ucunda da iki mühim isim oturuyor. Washington Post'un eski Bağdat sorumlusu Rajiv Chandrasekaran’ın kitabından uyarlanan senaryoda Brian Helgeland (L.A. Confidential, Conspiracy Theory, Mystic River, Man On Fire), Amerikan hükümetiyle yaptığı gizli anlaşma miadını doldurunca ortadan kaldırılmak istenen General Al Rawi’nin çok önemli sırlarının peşine düşen iki tarafı konu ediniyor. Her iki taraf da Amerikalı. Ama sırları yok etmeye çalışanın üst düzey bir Pentagon yetkilisi, onları ortaya çıkarmak isteyenin de son zamanlarda birçok asılsız kitle imha silahı ihbarı alan bir çavuş olması, meselenin “isimsiz kahraman” rotasına yöneleceği sinyallerini veriyor. Neticede gerçeği örtbas etmek isteyenlere karşı bir CIA yetkilisi ile bir gazetecinin desteğini de arkasına alan Çavuş Miller’ın ulaştığı mertebe de o oluyor. Verilen mesaj da “bırakın ülkeleri hakkındaki kararları kendileri versinler”, “Irak’ta kitle imha silahı yok” gibisinden olunca, haklılığına rağmen insanı fazla çarpmıyor.


Masanın diğer tarafında ise yine Matt Damon ile birlikte iki Bourne filmi çekmiş Paul Greengrass var. Green Zone, tarz olarak bu filmlere oldukça yakın. Ancak Greengrass’ın hareketli kamerasının sağladığı spontane aksiyon ve belgeselimsi doku, Bourne filmlerindeki gibi gerilim yüklü bir macera ile buluşamıyor kanımca. Beklenildiği üzere “Bourne Askerde” filmi sayılmaz bu yüzden. Irak’ta bu silahların olmayışı ve akabinde verilen işgal karşıtı mesajların bilindik olması önemli değil. Önemli olan, işgal öncesi, sırası ve sonrasının böyle senaryolarla didik didik edilmesi, yapılan haksızlıklara A sınıfı filmlerle bir şekilde tepki konulması, konulmuyorsa da en azından dikkat çekilmesi. Artık işin propaganda ve Amerikan kahramanlar üretme kısmına yapacak bir şey yok. Film onların, bu yüzden istedikleri gibi at oynatacaklar. Üst düzey bürokratların çevirdikleri dolapları, savaş yanlısı politikalar üreten karanlık derin devlet neferlerini de teşhir ettikleri sürece kendilerini ilgiyle izletecek filmler bunlar. Bu kirlilik ve kaos içinde hâlâ ideallerini yitirmemiş çavuşlar, ajanlar, gazeteciler olduğunu vurgulamak fazlaca duygusal çağrışımlar yaratmıyor değil. Ama bazı yanlı tutumlarına rağmen ideallerini yitirmemiş senaristler ve yönetmenler görmenin politik sinemanın geleceği açısından çok önemli olduğunu yinelemek gerek.

15 Temmuz 2010 Perşembe

(500) Days Of Summer (2009)


Yönetmen: Marc Webb
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel, Geoffrey Arend, Chloe Moretz, Matthew Gray Gubler, Clark Gregg, Patricia Belcher
Senaryo: Scott Neustadter, Michael H. Weber
Müzik: Mychael Danna, Rob Simonsen

(500) Days Of Summer, Tom ve Summer arasında geçen oldukça basit bir ilişki öyküsünden start alıp, o ilişkiyi yine basit kurgu oyunlarıyla ileri geri hareket ettirerek, ama kendi şimdiki zamanına sadık biçimde yürüten romantik bir film. Romantik komedi janrına dahil edilmesine rağmen, özellikle son derece vasat örneklerle kesat bir sezon geçiren romantik komedi yapımları arasında bariz şekilde sivrilen bir film aynı zamanda. “Romantik” kelimesinin yanına “komedi” eklentisi yapmaya eğilimli çevrelerce haksız bir sınıflandırmaya tâbi tutulması bazı önyargılara yol açabilir. Oysa filmin romantik yoğunluğu çok daha baskın. Peki bu basitliğine rağmen (500) Days Of Summer’ı bu fakirlik arasında sivrilten unsurlar neler?

Senaryo bazında filmin ilgiyi canlı tutmaya yönelik önemli kozları var. Tom ve Summer’ın herkesin kendinden ve kendi ilişkilerinden parçalar bulabileceği ölçüde yakın, ama diğer yandan erkek ve kadın doğasına ait kentli mantalitelerin çatışmasıyla flulaşan ölçüde de uzak ilişkisi, nereye sürükleneceği belirsiz bir çekicilik yaratabiliyor. Tom ve Summer’ı kabaca tanımak için çok fazla zaman harcamıyoruz. Fakat onları böyle bir ilişki içinde de tanımak gerekiyor. Bu gereklilikleri üst üste bindirmek yerine 500 güne yayılmış ileri geri hamlelerle daha farklı bir dil yaratılıyor. Elbette bu gelgitlerin, ikisi arasındaki gelgitlerle örtüşmesi de kaçınılmaz. İkilinin basit sevgi-nefret ilişkisi bu sayede karmaşıklaşmıyor. Birgün elele Ikea’da turlarlarken görüp, ileri sarıp Tom’un ayrılık sonrası bunalımlı günlerine dönüyor, sonra tekrar geri gidip evcilik oynadıkları anları izliyoruz. Ama burada akışı karmaşıklaştırmayan şey, filmin bir yandan 500 güne kronolojik bağlılığını koparmayan yapısı. Geri dönüşler, ileri sarmalar bu akışa zarar vermediği gibi, bilindik romantik (komedi) akışından farklı bir orijinallik de sağlıyor.


Filmin ele aldığı ilişki türü, romantik yapımlar için olmazsa olmaz bağlılık/özgürlük, kader/tesadüf, sevgi/nefret zıtlıklarının kadın ve erkek bünyesinde bulduğu karşılıklar ve çatışmalar olarak özetlenebilir. Yüzeysel bakıldığında duygusal Tom ve taş kalpli Summer tanımlamaları pekâlâ farklı senaryolarda yer değiştirmiş şekilde önümüze gelmişti. Fakat ilişkiyi partneri kadar ciddiye almayanın kadın olması, erkek olmasından hem farklı, hem de bilindik anlamlar taşıyor. Erkeğin çapkın ve maço duruşu böyle bir duyarsızlığı rahatça kaldırabilir ve üstüne uydurabilirken, burada Summer’ın Tom’a karşı davrandığı şekliyle tutarsız ve bireysel yaklaşımı kadını daha gizemli, daha sorgulanması gerekli hale getiriyor. Çünkü sorgulandığı vakit, altından çıkacakların ilginçliği, erkeğin tutarsız ve bireysel olma gerekçelerinden daha merak edilir olabiliyor.

Cinsiyetlere yönelik önyargılar doğrultusunda erkeğin kadın, kadının da erkek tarifleri değişiklik gösterir. “Erkek kadar katı” veya “kadın gibi duygusal” benzeri kalıplaşmış fikirler üzerinde oynamaya çalışan senaryosuyla Scott Neustadter ve Michael H. Weber ikilisi (ki bu senaryo ikisinin de ilk denemesi) yepyeni formüller bulmuyor. Tam tersi, gözümüzün önündekini sevimli olduğu kadar hüzünlü ayrıntılarla bezeyip, iki romantik komedi kahramanı aracılığıyla yorum farkı sunuyor. Fakat bu sunuş, 500 günlük bir ilişkinin anatomisini biçimsel olarak yaptığı gibi, sosyal ve psikolojik ağırlığını da (fazla göstermese de) hissettiren orijinallikler taşıyor. İleri-geri kurgunun yarattığı zindelik, Tom’un Summer ile ilgili sevdiği ayrıntıların bir süre sonra nefret ettiği özelliklere dönüşmesi örneğindeki gibi mizahî, ama gerçekçi sonuçlar yaratıyor. Hele Summer’ın verdiği partide Beklentiler/Gerçek olarak ikiye bölünen sahnenin gerek kurgu estetiği, gerekse dramatik yoğunluğu (Regina Spektor’un şahane parçası Hero’nun da yardımlarıyla) filmin belki de en mühim kırılma noktalarından birini oluşturan tarifi zor bir hüzün ile sonuçlanıyor.


Kadın ve erkek, filmi izleyenlerin Tom ve Summer ilişkisine tam mânâsıyla objektif bakabilmeleri güç görünebilir. Bir ilişkinin yıpranması için mutlaka üçüncü bir kişi, amansız bir hastalık, sınıfsal bir farklılık veya incir çekirdeğini doldurmayacak kadar basit bahaneler öne sürülmesi gerekmiyor. Her ne kadar bazı ortak zevklere sahip görünseler de, aralarındaki uyumun ömür boyu süreceğinin garantisi yok. İlişkilerin yıpranma süreci de elindekilerle yetinmeyip bu uyumdan daha fazlasını beklemek, sonra beklemekten yorulup girişimde bulunmak suretiyle başlıyor. Böylece (500) Days Of Summer, bir ilişkiyi yıpratan en önemli etkenlerden birini daha hatırlatıyor: Aşk! Çünkü genelde aşk, ilişkinin en ileri seviyesi olarak görünür. Ciddidir, sabittir, dönüm noktasıdır ve sorumluluk gerektirir. Bu yüzden özgürlüğüne çok fazla düşkün olanların önündeki en önemli tehlikelerden biridir aynı zamanda.

Fakat öte yandan öngörülemez ve söz geçirilemez oluşu, Summer gibi kadınların bile kalkanlarını düşürebilir. İlişkilerde kendini akıntıya bırakmış çoğu kimse Tom gibi sahip olduğu ilişkinin bir yerlere varmasını ister. Ama sahiplenilmek istemeyen Summer karakterindeki kadınlar için bu durum bir acizlik göstergesi olduğundan, Tom’un sevdiği kadını sahiplenmesinin doğallığı ile Summer’ın özgürlükçü doğallığı çatışıyor. Diğer yandan zaten ilişkiye kendi kurallarıyla başlamış olan Summer ile, bu kez romantizmini özgür bırakmış Tom’un çatışması da doğal. Bu kadar çatışmanın üzerine gelen aşkın arıza yaratması da öyle. Bu yüzden Summer gerçekleri yaşarken, Tom beklentilerine çok fazla bağlı ve bu sebeple gerçekler ona acı veriyor. Nedenine anlam veremediği bu gerçekler, istifa konuşmasında olduğu gibi insanların birbirleriyle konuşmak yerine kart yazmalarının tuhaflığı ile bir yan bağ kurabiliyor.

Kuralcılığın, duygusallığın, çatışmanın cinsiyeti yok elbette. Summer-Tom ilişkisinde Summer’ın antipatik ve duygusuz, Tom’un sempatik ve duygulu tarafları temsil ediyor görünmesi aldatıcı olabilir. Burada seksist genellemelerin ve yanılsamaların, seyirciyi kolaylıkla taraf seçmeye sevketmesi mümkün. Birçok toplumda seçme avantajına sahip kadınların ilişkiye yön verme dominantlığı, erkeği biraz daha duygusal ve kırılgan bir figür haline getiriyor. Kaldı ki Summer antipatik ve duygusuz da sayılmaz. Sadece biriyle beraberken, o kişinin doğru insan olup olmadığı hakkında kafası karışık insanlardan biri olması, esas oğlan Tom’un Summer için doğru insan olduğuna şartlandırılmış romantik izleyici için kabullenmesi zor bir durum yaratıyor. Çok katı görünse de ilişkiye prensiplerle başlayan Summer, bu sayede kendini akıntıya kaptırmadan kontrollü bir şekilde yüzdüğünü düşünürken, bir kafede Dorian Gray okuduğu sırada aşkın gelip kendisini bulabileceğini tahmin bile edemeyecek kadar hazırlıksız aslında. Bu hazırlıksız olma hâli, bağlılıklara karşı mesafeli bireyler için aşkın en çekici unsurlarından biri aynı zamanda.


Summer gibi aşk karşıtı görünen bir kadının bile kafasında bilerek veya bilmeyerek oluşturduğu bir aşk tarifi var. İşte hazırlıksız, plânsız, kendini hayatın akışına bırakmış bir kadının/erkeğin kendi kafasında belli bir tarifi olmayan bu aşkın ne zaman kendisini bulacağına dair oluşan çekici belirsizlik, kişiler hâli hazırda bir ilişki içinde olsa dahi, o ilişkiyi bile geri plâna atacak kadar güçlü olabiliyor. Burada tartışmaya açık olan, o belirsizliğin çekiciliğine kapılınca insanların birbirlerini tüketmeye meyilli birer bireye dönüşebilmeleri. Hayatlarında başka biri olduğunu bile söyleyememeleri. Sadece aşk değil, her türlü duygularını doğrudan dile getirmek yerine Tom gibi kart cümlelerinin veya Summer gibi olayları akışına bırakan suskunluğun ardına sığınmayı tercih etmeleri.

Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel, canlandırdıkları roller için çok uygunlar. “Summer - Autumn” kontrastı, Tom’un akıl danıştığı ortaokul öğrencisi Rachel, Uzakdoğu yapımlarında görmeye alışık olduğumuz karaoke sahneleri, belgesel taklidi yapılan anlar, Bergman ve The Graduate göndermeleri gibi hoşluklar, filmin hüzünlü yapısını gevşetmiyor. Özelden genele ulaşabilen doğallıkta kadın/erkek çözümlemelerini hafif ve kırılgan yollardan hissettirmeyi başarabilen keyifli bir film (500) Days Of Summer... Neustadter - Weber imzalı senaryo küçük ama etkileyici dokunuşlarla kalplerde yolunu buluyor. Erkenden Spiderman moduna giren, ama sanki daha mütevazi yapımlara yatkınmış izlenimi uyandıran Marc Webb ise bu ilk filmiyle umut saçıyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Eu cand vreau sa fluier, fluier (2010)


Yönetmen: Florin Serban
Oyuncular: Pistireanu George, Ada Condeescu, Mihai Constantin, Clara Voda
Senaryo: Catalin Mitulescu, Florin Serban

Islahevinden çıkmasına beş gün kalan Silviu, çocuğu gibi yetiştirdiği kardeşini almak için küçükken onları terk eden annesinin geri dönmesiyle kısa süreliğine içeriden çıkmak için izin ister. Çünkü annesi, kardeşini İtalya’ya götürmek istemektedir. İzin verilmeyince, bir çalışma için ıslahevinde bulunan bir grup öğrencinin arasında hoşlandığı Ana’yı rehin alır. Ana ile ilgili de istekleri vardır. Yakalanan gerçekçi anlatımı, tadına doyulmayan doğal sinema diliyle Romanya’dan çıkan ve çok ses getiren en son film 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile’ydi takip ettiğim kadarıyla. Son Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülü alan, Florin Serban’ın ilk filmi Eu cand vreau sa fluier, fluier, konu ve dramatik açılardan onun kadar olmasa da yine çiğ bir atmosfer içinde güçlü bir doğallık sunuyor. Serban, ıslahevindeki bu gençler neden oraya düşüyor, yaşam koşulları insan haklarına uygun mu değil mi gibisinden ahlâki bir yanıt arayışına hiç girmeden sadece Silviu’nun çaresizliğini ve güzel Ana üzerine kurduğu kısa süreli masum hayallerini konu almış.

Florin Serban, çoğu kez sanki hiç set kurmadan direk kamerayı çalıştırıp orada olanları filme almışçasına sade bir yöntem izlemiş. Bunun sonucu olarak ıslahevinin bazı rutin ve raconlarını, sıkıcı atmosferini özel bir çaba sarfetmeden yansıtabilmiş, seyirciye de zahmetsizce kabul ettirmiş denebilir. Yine de bir lise öğrencisi olan Pistireanu George’un canlandırdığı Silviu’nun hiç tekin olmayan yüz ifadesi, konuşma ve vücut dili filmin odak noktasını oluşturuyor. Her sahnesine sade ve soğuk bir gerilim katan oyunu göz alıcı. Özellikle annesi ve kardeşinin kendisini ziyarete geldikleri sahnede yaşananlar sanki burnumuzun dibindeymiş kadar gerçekçi, gerilimli ve dramatik. Silviu’nun hayatının ortasından girip, yine ortasından çıktığımız film, bu etkileyici kesit süresince onun içeriden çıkma, çıktıktan sonra da normal bir insan, normal bir sevgili gibi davranabilme özlemini aktarabiliyor. Silviu açısından sert ve acemi bir arayış olmasına rağmen, özgürlük hissinin nefes alıp vermek kadar ihtiyaç olduğunu kendi tevazusu içinde çok çarpıcı şekilde işleyebilen bir yapım.

9 Temmuz 2010 Cuma

Secret (2009)


Yönetmen: Jae-gu Yoon
Oyuncular: Seung-won Cha, Yun-ah Song, Won-sang Park, In-gi Jeong, In-kwon Kim, Seung-yong Ryoo, Hyo-ju Park, Jeong-se Oh
Senaryo: Jae-gu Yoon

Dedektif Seong-yeol, yaptığı bir hata yüzünden alkollü şekilde trafik kazası yapmış, kazada yanında bulunan küçük kızı hayatını kaybetmiştir. Bu yüzden kocasını suçlayan Ji-yeon ile de evlilikleri çok kötü gitmektedir. Bir gece karısı Ji-yeon’un telaş ve korkuyla eve gelmesi Seong-yeol’un dikkatini çeker. Ertesi gün bir cinayet mahalline giden Seong-yeol, olay yerinde karısıyla ilgili ipuçları bulur. Delilleri güçlükle örtbas etmesine rağmen karısını bu olaydan kurtarması çok zor görünmektedir. Çünkü yok edilen delillerden şüphelenen Seong-yeol’un ekipten arkadaşı, aynı zamanda Seong-yeol’un tanıklığı yüzünden bir süre görevden uzaklaştırılmış Choi, öldürülen adamın kardeşi olan ve intikam için yanıp tutuşan mafya babası Çakal ve Ji-yeon’un cinayet işlediğine dair elinde kanıtlar olduğunu ileri sürerek şantaj yapan gizli bir tanık, Seong-yeol’un gerçeği arama serüveni önünde ciddi engellerdir.


Güçlü bir polisiye dram olan Seven Days’in senaryosuna da katkıda bulunmuş olan Jae-gu Yoon’un senaryosunu yazıp, ilk yönetmenlik denemesinde bulunduğu Secret, bir polisiye macera için gerekli olan un, yağ ve şekere sahip bir yapım. Ancak Yoon’un yönetmenliği gayet pozitif olsa da, bu kez senaryo bazında bazı eksikler veya gereksiz çıkışlar sözkonusu. Seyir zevki ve sürükleyici yapısı, bu aksaklık ve eksiklikler yüzünden, film bittiğinde beklenilen etkiyi uyandıramıyor bana kalırsa. Seong-yeol’un, karısının masumiyetini ispatlamak için kanıtları yok etme ve kendisine ayak bağı olanları atlatma gayretlerinden oldukça zeki çıkarımlar yapan Jae-gu Yoon, genel karakteri gereği andırdığı birçok Hollywood yapımından çok daha akıcı bir film çekmiş. Ancak Ji-yeon’un neden olay yerinde bulunduğu, Seong-yeol ile iş ve okul arkadaşı Choi arasındaki ilişkinin boyutu (parantez içinde Choi’nin fırıldaklığı), şantajcının finalde şekil değiştiren gerçek amacı gibi konular ya havada kalmakta ya da inandırıcı olamamakta.

Buradaki senaryo ihmallerinin üzerine bir de film bitip yazılar çıktıktan birkaç dakika sonra konulan flashback, sürpriz final kaygısının aşırı zorlanmış hali olarak karşımıza çıkıyor. Sürpriz olması için hikâye akışına doğrudan etki edebilecek veya o akış üzerinde önemli bir etkilerde bulunabilecek bir sahne tasarlanması gerekirken, filme katkısı tartışılır bir karakterden böyle bir ekstra final üretilmesi çok eğreti duruyor. Üstelik filmin zaten iyi kötü (aslında bağlanış olarak kötü!) bir sürprizi varken böyle bir çaba çok boş görünmekte. Oyuncular açısından da Güney Kore yapımlarının oyunculuk yönünden çıtasının yüksekliği düşünülürse, o çıtanın biraz altında kaldıklarını da söylemek gerek. Abartılı tepkiler ve sahneye uygun istenilen reaksiyonların tam olarak verilememesi birçok bölümde göze batıyor. Yine de belirttiğim gibi Jae-gu Yoon yönetmenlik açısından gelecek vaat ediyor. Seven Days gibi senaryolar da yazmaya devam ederse ilerde dikkatle takip edilen bir isim olacaktır.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Bella (2006)


Yönetmen: Alejandro Gomez Monteverde
Oyuncular: Eduardo Verástegui, Tammy Blanchard, Manny Perez, Angélica Aragón, Jaime Tirelli, Ramon Rodriguez
Senaryo: Alejandro Gomez Monteverde, Patrick Million, Leo Severino
Müzik: Stephan Altman

Ünlü bir futbol yıldızı olan Jose, menajeri ile birlikte 2 milyon dolarlık anlaşmasına giderken yolda trajik bir kaza yapmıştır. 4 yıl hapis yattıktan sonra ağabeyi Manny’nin New York’taki restoranının mutfağında şef olarak çalışmaya başlamış ve kendi çapında ün yapmıştır. Biz de filme bu noktada dahil oluruz. Aynı lokantada çalışan Nina, birkaç kez işe geç geldiğinden dolayı Manny tarafından kovulur. Bunu hazmedemeyen Jose, yoğun iş gününü bırakıp Nina’nın peşinden gider. Yıllar boyu kazanın etkisinden kurtulamamış Jose ile sevgilisi tarafından terk edilen ve o gün hamile olduğunu öğrenen Nina arasında dostça bir yakınlaşma başlar. İşte bu yakınlaşma filmde o kadar sağlam işlenmiş ki, kozmopolit New York dekorunda filizlenen hüzün dolu bir dostluğun aşka doğru dönüşmek ile dönüşmemek arasında kalan dramatik yapısı insanı duygulandırmadan edemiyor. ABD – Meksika ortak yapımı bu bağımsız film, özellikle Toronto gibi saygın bir festivalin 2006 gözdelerinden biri.

Meksikalı genç yönetmen Alejandro Gomez Monteverde’nin çektiği film, etnik kumaşını sadece hikayesinin olağan bir parçası olarak kullanmayı seçmiş, bunun yanında New York gibi iç içe geçmiş farklı kültürlerin buluştuğu bir devasa şehrin bireyi çiğneyip yutan sertliğine de atıfta bulunarak yürekleri ısıtan bir dram kulvarından sapmamış. Biraz klişe olacak ama böyle filmleri anlatmak için en doğru kelime “sıcacık” oluyor sanırım. Aşk, evlilik, çocuk, aile kavramlarını bu sıcacık ama dipten kendini hissettiren güçlü hüzün dalgalarıyla hikayesine başarıyla yedirmesi belki de en önemli özelliği. Fazla tanınmamış iki başrol oyuncusunun filmi taşıma görevleri de bir bağımsız yapıma göre kusursuz. Finalin biraz aceleye gelmiş görüntüsüne karşın, film sonrasında olayları kafamızda toparlayıp, çekilmemiş ama düşünüldüğü vakit çekildiğinde muhtemelen filmi gereksiz yere hantallaştıracak sahneleri de kafamızda canlandırmamızı sağlayabiliyor. Kısaca filmin finali, çok duygusal bir özet çıkarmış da denebilir. Üstelik bu final, filmin adıyla da çok manalı bir birliktelik kurmayı başarmış. Filmde dinginliğiyle ılık bir huzur veren şarkıların da atmosfere çok uyduğunu söyleyelim. Benzer bağımsız yapımlara ilgisi olanların kaçırmamalarını tavsiye ederim.

4 Temmuz 2010 Pazar

Crazy Heart (2009)


Yönetmen: Scott Cooper
Oyuncular: Jeff Bridges, Maggie Gyllenhaal, Colin Farrell, Robert Duvall, Ryan Bingham, Jack Nation
Senaryo: Scott Cooper, Thomas Cobb
Müzik: T-Bone Burnett, Stephen Bruton

Bir zamanların country müzik starı Bad Blake, 57 yaşında alkolik bir şarkıcıdır. Küçük kasaba barlarında gitar eşliğinde şarkı söyleyerek geçinmektedir. Bir çok kadınla ilişkisi olmuştur, ancak şimdi yalnızdır. Günlerden bir gün hayatına Jean girer. İyi bir haber peşindeki genç gazeteci boşanmıştır ve 4 yaşındaki oğlunu kendi başına büyütmektedir. Birlikte oldukça Jean, Bad’in içindeki insanı görmeye başlar.

The Wrestler için söylediklerimi buraya kopyalayıp yapıştırsam, Randy 'The Ram' Robinson ile Bad Blake arasında sanırım sadece mesleki farkın yarattığı birkaç kelimeyi düzeltmek icâp edecektir. Bu benzerlik rahatsız ediyor mu? Kesinlikle hayır. Her ikisi de düşüşteki kariyerlerini son bir atışla ayakta tutmayı hayata tutunma nedeni olarak belirlemiş naiflikte karakterler. Bu hikâyeler inişleri ve çıkışları ile birbirlerine çok benzeseler de, oluşan şablon üzerine kendi farklı dünyalarına ait pek çok unsuru aynı naiflikte ekleyebilmiş yapıdalar. Fazla Amerikalılar, ama yine de yabancısı olduğumuz bu hayatlara, yabancısı olmadığımız dramlar kondurması bakımından hayatın içinden çıktığını belli eden evrenselliğe sahipler. Bir zamanların fırtınalar estiren ustaları, şimdinin kayan yıldızları olmaları, muğlak geçmişleri, evlatlarına karşı iyi bir baba olabilmenin telâfisi zor geç kalmışlığı, gönül pişmanlıkları, karşılarına çıkan genç ve güzel ikinci şanslar, onların tek çocuklu dul olarak ayakta durabilme konulu yan dramları, kocamış kurt misâli maskaraya dönmemek için karşılarına çıkan nihâyi bir fırsat ve dahası…

Her iki filmin de yapımcısı olan Fox Searchlight, spor ve müzik dünyasından sonra bu kez düşmüş bir film yıldızından ürettiği benzer bir hikâye ile sinema dünyasına dönerek bir üçlemeye sponsor olur belki. Başrolü de Oscar’a aday olur veya alır. Çünkü ortada öyle bir rol kalıbı var ki, dibe vurmuşluktan başlayıp küllerinden doğma süreci içindeki doğal gidişat ve ona lojistik destek sağlayan yan dramlar tamamen bu karaktere hizmet etmek için oradadırlar. Fakat bu kadar hizmet edenin fazlalığına karşın en zor rollerden birisi de budur.


Aslında dışarıdan hiç de zor görünmez. Mickey Rourke gibi “ortalama” kabul edilen bir aktör bile üstesinden gelebilir. Çünkü rolün kendisi zaten aktörü sürekli silkelediğinden, adam oynamayacağı varsa bile oynamak zorunda kalır. Oynayamadığı noktada teslim olup kendisi olarak kalır ki, bir sporcu, bir şarkıcı, bir aktör, hayatının bir döneminde hep bu yıldız olma veya yıldız kalma halinin sonsuza dek sürmeyeceği gerçeğiyle rol icabı da olsa yüzleşmek zorundadır.

Rourke’un aksine, yılların oyuncusu Jeff Bridges’in yerlerde sürünen kariyerini diriltme gibi bir kaygısı yoktu. Ama Rourke’un eski bir boksör olarak Randy 'The Ram' Robinson ile kurduğu duygusal bağın bir benzerini Bridges’ın country yıldızı Bad Blake ile kurması için böyle bir kaygı taşımasına gerek yok. Bu tarz bir rol kime verilirse verilsin, yönetmen, oyuncunun kendisi ve seyirci mutlaka ikna olmak isteyecektir. Başka rollerden ikna olmayı beklediğinden daha fazla belki de. Çünkü biz bir seyirci olarak ikna sorunu yaşarsak emekler, duygular ve filme harcadığımız zaman heba olur. Bana göre Kris Kristofferson – Kenny Rogers karışımı Bad Blake yorumu ikna problemi yaşamıyor. Dilinin ucunu damağına yapıştırarak konuşan ve öyle de şarkı söyleyen country şarkıcılarının güney aksanından ve bezgin güney görünümünden rol için faydalanmış gibi değil de, sanki bizzat kendisinin country şarkıcısı versiyonunu seyirciye göstermiş Jeff Bridges. Kovboy şapkası vücudunun bir parçası gibi adeta. Her şeyden önemlisi, Bad Blake ile Jeff Bridges arasında uçurumlar yok. Randy ile Rourke arasında olmadığı gibi.

Crazy Heart, neredeyse The Wrestler kadar güçlü ve hüzünlü olmuş. Neredeyse diyorum, çünkü durum kopyala/yapıştıra benzese de ortada bir eşitlik yok. O kadar benzerliğe ve bir ilk filme göre gayet pozitif bir sinema diline rağmen Aronofsky’nin doğallığı tam anlamıyla Scott Cooper’da yok. Crazy Heart’tan önce The Wrestler vardı. Belki tek sebep budur. Ama bu kadar basite indirgenecek kadar “taklit” bir yapım olduğunu söylemek de haksızlık olur. Bad Blake’in etrafına toplanmış karakter ve olay dizisi, hayatta en iyi yapabildiği işi yaparak insanca yaşamaya çalışan, geçmişte yapılmış, hâlâ da yapılmakta olan hataların hesabını en başta kendine vermek zorunda kaldığı dönemi yaşayan bir adamın dramına eşlik ediyor.

Eşlik eden isimler de dikkate değer. Dublinli Colin Farrell, country müziğin parlak çocuğu Teksaslı Tommy Sweet rolüyle kısa da olsa Bad Blake’in modasının geçtiği tehditinin içini boşaltmıyor. Maggie Gyllenhaal, sandığımdan daha ağırlıklı bir oyun sergilemiş. Ama Blake’in eski bir dostu olmasından başka bir özelliği olmayan Wayne’i canlandıran usta aktör Robert Duvall, yine kısacık ve daracık bir zaman diliminde o karaktere öncesi ve sonrası olan bilge bir güneyli boyutu katmasını bilmiş. Jeff Bridges, Ryan Bingham, Colin Farrell katkılı müzikleri country sevenleri, sevmese bile filmi beğenenleri memnun edecek derecede kaliteli. Jeff Bridges filmin çok önüne geçmiş görünse de Crazy Heart, ruhu olan, hislendiren bir yapım olmayı başarmış. Ama The Wrestler kadar bağımsız ve içine kapanık olmak yerine daha özdeşleşilebilir, daha uzlaşmacı olmayı tercih etmesi, onu The Wrestler’dan daha iyi bir film yapmıyor benim gözümde.