23 Şubat 2012 Perşembe

The Descendants (2011)


Yönetmen: Alexander Payne
Oyuncular: George Clooney, Shailene Woodley, Amara Miller, Nick Krause, Matthew Lillard, Judy Greer, Robert Forster, Beau Bridges, Patricia Hastie
Senaryo: Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Rash, Kaui Hart Hemmings

Toprak sahibi, zengin ve işkolik bir baba olan Matt King (George Clooney), eşinin trajik bir bot kazası geçirip bitkisel hayata girmesinden sonra, geride kalan iki kızı ile ilişkisinin hiç de hayal ettiği gibi olmadığını farkeder. Matt, kızları ile olan ilişkisini düzeltmeye kararlıdır ama uzun süre onlarla normal bir ilişki kurmadığı için biraz zorlanacaktır. Doktarlar Matt’in karısından ümidi kesmişlerdir ve Matt’ten karısı Elizabeth’in hayatındaki insanlara vedalaşmaları için haber vermesini isterler. Öte yandan atalarının sahip olduğu dönümlerce arazinin satış işi için, bir sürü kuzenle dolu sülalesinin merakla beklediği çok kritik bir karar vermek zorundadır. Tüm bunların üstüne ölmek üzere olan karısıyla ilgili öğrendiği sarsıcı bir gerçek Matt’i duygusal açıdan iyice köşeye sıkıştırır.

Kaui Hart Hemmings’in aynı adlı romanından Alexander Payne ile aslen TV aktörleri olan Nat Faxon ve Jim Rash’in senaryosunu yazdığı The Descendants, Payne’in 2004’te En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ı kazandığı Sideways’ten yıllar sonra tekrar sahalara döndüğü yeni filmi. Sideways’in duygusal ve sürükleyici dramatik kurgusu, en önemlisi de basmakalıp Hollywood dramları ya da romantik komedileri gibi bir kuruluma sahip olmasına rağmen, bazı klişelere prim vermeyen ters köşeleriyle kalpleri kazanmıştı. Yine bir roman uyarlaması olan yeni filmi The Descendants’ın, tıpkı Sideways gibi yol hikâyesi olmayan bir yol hikâyesi hassasiyeti ve dirayeti bulunuyor. Konusundan da anlaşılacağı gibi Matt King’in geç kalmış babalık ve kocalık görevlerini yerine getirmeye çalışmasından, ayrıca tüm akrabalarının beklediği bir arazi satışına karar verecek tek yetkili olmasından doğan köşeye sıkışmışlık duygularının şekillendirdiği film, sakin ama sürükleyici bir rota izliyor.


Büyüklerinden aldığı “çocuklarına bir şeyler yapabilecekleri kadar para ver, ama hiçbir şey yapmadan oturacakları kadar çok verme” öğüdünü benimseyerek, çok zengin olduğu halde avukatlık kazançları ile geçinen Matt, sanki yıllardır ayrıymışçasına ilgisiz kaldığı ailesi ile işleri düzeltme zorunluluğuna düşüyor. Matt’in sorunlu iki kızıyla her şeye rağmen irtibatı koparmamış babalığı, karısının kendisini aldattığı gerçeğini öğrendikten sonra da kocalığı sanki yeni rollermiş gibi Matt’in kucağına düşüveriyor. İşte Alexander Payne bu filmde kendine meydan okurcasına Matt’in böylesine zor birkaç pozisyon içinde debelenişine ve çözüm arayışlarına başka yan unsurlar da ekleyerek farklı kolları ana damara birleştirme peşinde. Bir süre bu aldatma/aldatılma hikâyesi olayın neresinde duruyor, Sid gibi itici bir karakterin bu filmde işi ne, şu ukulele melodileri daha ne kadar sürecek soruları rahatsızlık yaratsa da, her şeyin bir sebebi olduğunu adım adım, sindire sindire kabul ettiriyor.

Sideways’in sahip olduğu naif değerlerin The Descendants’ta başka başlıklarda vücut bulması, filmin aynen Sideways’in yaptığı gibi suistimal edilebilecek mevzuların altından gayet olgun ve hasarsız biçimde kalkması, romantik komedi veya mutlu sonlu sevimli dramların bizi alıştırdığı düzenin monotonluğu düşünüldüğünde belli bir fark yaratıyor. Baştan tahmin edilebilecek bazı ayrıntıların (Sideways’de Jack’in düğünü, Miles’ın çok değer verdiği '61 Cheval Blanc’ı açacağı özel an, finalde muhtemelen tutkulu bir öpüşme ile biteceği düşünülen kavuşma sahnesi vb.) hiç de tahmin edildiği gibi gerçekleşmemesi, The Descendants’ın bazı anlarına da yansımıyor değil. Yine de tahmin edilsin ya da edilmesin, o anların nasıl biteceğinden ziyade sürecin nasıl işleyeceğine olan ilgi her zaman canlı tutuluyor. Örneğin Matt’in karısının aşığıyla karşılaşacağı biliniyor ama karşılaşmanın nasıl geçeceği ve Matt’in merak ettiği cevaplar pek de alıştığımız gibi çıkmayabiliyor.


Alexander Payne nereyi uzatacağını (Matt’in aldatıldığını öğrendikten sonraki tepkisi), nereyi kısacağını, nereyi estetik biçimde pas geçeceğini (Matt’in kuzen ordusuna nihai kararını açıklayacağı andan hastane odasında bekleyişine sakince ışınlanışımız), nerede duygu sömürüsü tuzağını etkileyici biçimde aşacağını (Alexandra’nın havuz dibinde verdiği tepki ve Sid ile Matt’in geceyarısı kısa konuşması) ya da bu tuzakları hoş bir tebessüme çevireceğini çok iyi biliyor. Bu sayede Elizabeth King ile vedalaşma bölümünde insanların verdikleri tepkiler ciddi bir hüzün yanında tuhaf bir huzur atmosferi de solutabiliyor.

Syriana’da kazandığı Oscar’ın ardından kariyerinin önemli performanslarından birini daha veren George Clooney’nin abartıya kaçmayan ölçülü oyunu, Matt King ve onun problemleriyle içli dışlı olmada hiç sorun yaşatmıyor. İlk önemli sınavını başarıyla verip geleceğe güvenle bakan bir Shailene Woodley’in adını daha sık duyacağımız da kesin. Hawaii görselliğine abanmayıp ekonomik davranmış görüntü yönetimi ve Hawaii’nin yerel sanatçılarından derlenmiş türlü ruh hallerinin tercümanlığını yapan müzikleriyle de kolonlarını sağlama almış bir film ayrıca. En önemlisi, her yeni filminde biraz daha güçlenen Alexander Payne’in yedi yıl gibi uzun bir aradan sonra dönüşünü müjdelemesi.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Midnight In Paris (2011)


Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard, Kathy Bates, Corey Stoll, Kurt Fuller, Mimi Kennedy, Michael Sheen, Nina Arianda, Tom Hiddleston, Alison Pill, Adrien Brody, Léa Seydoux, Carla Bruni, Adrien de Van, Marcial Di Fonzo Bo
Senaryo: Woody Allen
Müzik: Stephane Wrembel

Woody Allen, uzun yıllar kendine özgü mizah anlayışıyla çektiği filmler sayesinde oturttuğu sistemin dışına çıkmaya meyletmiş bir author. Kariyerinin kırılma noktası sayılabilecek Match Point ve Cassandra's Dream’den sonra suç gerilimleri üzerine eğileceği beklentileri, yerini Avrupa aşığı romantik komedilere bırakmış görünüyor. Önce Vicky Cristina Barcelona, şimdi de Midnight In Paris ile turist rehberliğine soyunuyor. Parlak bir hikâye etrafına serpiştirilmiş karakter zenginliğinden faydalanan klâsik Woody Allen öyküleri, bu turistik atmosferin gözlere indirdiği perde sayesinde aslında birbirinin kopyası bu yeni tarzın sıradanlığını gizlemeyi başarıyor.

Midnight In Paris, sanat aşıklarının, nostalji tutkunlarının fantezilerine tercüman olan şirin bir film. Üstelik bu fikrin orijinalliğinden yararlanmasını da çoğu zaman becermiş denebilir. Ancak filmden bu fikri çıkardığımızda geriye ikinci sınıf bir romantik komediden başka bir şey kalmıyor. Allen’ın filmini bu fikir üzerine kurduğu düşünüldüğünde tüm eforunu geçmiş zamana harcaması, şimdiki zamanı da evlilik öncesi kararsızlık içinde olan (aynı Vicky Christina Barcelona’daki Vicky gibi) taze roman yazarı Gil Pender ve onun mutsuz karar aşamalarına ayırması fazla şaşırtmıyor. Ernest Hemingway, Pablo Picasso, Salvador Dalí, Luis Buñuel, Cole Porter, T.S. Eliot, Paul Gauguin, Gertrude Stein gibi isimlerle Paris’te geçirilen geceyarılarından çıkacak malzemelere haklı olarak yatırım yaparken, şimdiki zamana döndüğünde cepten yemeye başlıyor.


Nostaljiye ve altın çağlara duyulan özleme olan romantik yaklaşımı, aynı zamanda “altın çağ” göreceliğini farklı kafalardan okumaya çalışması Woody Allen’ın sanatçı ve nostalji tutkunu kişiliğiyle birebir örtüşüyor. Fakat eserleriyle kendi kulvarlarında derin izler bırakmış bu sanat ikonlarının filme dahil edilişleri ne kadar heyecan vericiyse, onların karton karakterler olarak (bazılarının sırf görünsün diye) filme iliştirilmesi ve bu sayede ruhsuzlaştırılmaları da o kadar cansız olmuş. Oysa nostalji sever Woody Allen’ın Radio Days’de çocukluğundaki radyo fenomenini ele alış biçimindeki ince mizah ve retro hüzün, böyle bol malzemeli bir filmde şimdiki zaman bilimkurgusuna bu şekilde dönüşmeli miydi tartışılır. O dönemin Paris’ine gelecekten (2011’den) gelen bir Hollywood senaristi, taze roman yazarı Gil Pender’ın Luis Buñuel’e Le charme discret de la bourgeoisie filmi için fikir vermesinden ya da tek bir sahnede görünen Salvador Dalí’nin gergedan takıntısından mizah üretmeyi düşünen bir Woody Allen var.

Sanat çevresindeki maceralarıyla tam bir “Art Groupie” olan Adriana’nın Gil ile kurduğu kimya ve ikna yoksunu ilişkinin de romantizm ayağını oluşturduğu Midnight In Paris, her ne kadar geçmiş zaman Paris’ine yapılmış etkileyici bir yolculuk da olsa, özellikle konu yönünden fantastik dokusu korunmak suretiyle daha ilginç bir deneyim haline getirilebilirdi. Hatta Radio Days gibi tamamen nostaljik skeçler toplamından nefis kurgular çıkarılabilirdi. Böylece Buñuel, Dalí, Hemingway, Picasso, Porter ve dahası uydurma öykülerle kültür ve sanat camiasının hoş alternatif anekdotlarına konu olabilirdi. Filmin en ilginç yönlerini Gil’in bu insanlarla birlikte geçirdiği anlardan alması doğal. Çünkü dediğimiz gibi bu zaman yolculuğu olmasa, Gil’in sıkıcı nişanlısı Inez ile çeyiz bakmasından artan zamanda Gabrielle ile geçireceği inişli çıkışlı Paris romantizmini izleyecektik büyük ihtimalle.


Gil Pender rolü için çapsız Hollywood komedilerinin aranılan ismi Owen Wilson kesinlikle yanlış bir seçim. Midnight In Paris öncelikle bir roman olsaydı, okuyan kaç kişi Gil’i Owen Wilson olarak gözünde canlandırabilirdi? Filmde sinir bozucu biçimde her konuda bilgi sahibi ukala Paul rolünde izlediğimiz Michael Sheen’i farklı bir tiple Gil Pender olarak görmek isterdim doğrusu. Oynadığı her rolü başarıyla üzerine giyen Sheen gibi bir aktör, Pender’ın geçmişte özgürleşmiş, şimdiki zamanda sıkışmış şaşkın ama mutlu profilini, ruhsuz ve dümdüz Wilson’dan çok daha iyi yorumlayabilirdi. Bunun yanında özellikle Kathy Bates, Corey Stoll ve tadımlık da olsa Adrien Brody kendi sahnelerine renk katan oyunculuklar sergiliyorlar. Zaten diğer isimler, sadece isim ve cisimden ibaret olduklarından konu mankeni gibi kalmaktalar ne yazık ki. Carla Bruni’nin de artık Sarkozy’den mi, Woody’den mi torpilli olduğu belli değil.

Açılıştaki turizm tanıtım reklâmları ya da kartpostalları tadındaki harika Paris görüntülerinden oluşan kolaj ve geçmişin büyülü atmosferini yansıtan güçlü sinematografi filmin görsel yönünü parlatan unsurlar. Film açıkça Paris’in geçmişine ve şimdisine bir övgü. Bir yazarın ilham veren bu şehirde kendi ilham kaynaklarına yaptığı fantastik bir yolculuk. Ama bu sıradışı yolculuğu yapabilenin sadece Gil olmaması da filmin eksiklerinden. Hele de zamanda iyice geriye giderek kaybolan dedektif gibi saçmalıklar çok sırıtmakta. Bu ayrıcalığı ne yaparak kazandığı meçhul Gil ile birlikte gezen, onu takip eden biri bile bu yolculuğu yapabiliyor. Mesele doğru arabayı bulmakta. İşte bir yanıyla gerekli gereksiz yığınak yaptığı entelektüel birikimini nostalji temasıyla senaryolaştıran bir film iken, bir yanıyla da kendi içinde tutarsızlık yaratan bu tip saçma teorileri de akıllara getirebiliyor. Filmde geçen her sanatsal ve kültürel bilgiye hakim olamayabiliriz. Ama Woody Allen’ın filmin bir yanıyla yakaladığı sıcaklığı, başka bir yanıyla donuklaştırması da pek alışıldık sayılmaz. Bunun geçmiş ve şimdi arasındaki farkı keskinleştirme amacı olarak görülmesi de zorlama bir bahane. Aradaki bu fark, böyle bir amaçtan uzak, hatalı tercihlerin doğal sonucu bana göre.

17 Şubat 2012 Cuma

Another Earth (2011)


Yönetmen: Mike Cahill
Oyuncular: Brit Marling, William Mapother, Jordan Baker, Flint Beverage
Senaryo: Mike Cahill, Brit Marling
Müzik: Fall On Your Sword

Yeni bir gezegen keşfedilmesi fikri yıllar boyu insanların ve bilim kurgu materyallerinin fantezileri arasında yer alır. Mike Cahill ve Georgetown Üniversitesi’nden arkadaşı olan başrol oyuncusu Brit Marling’in senaryosunu yazıp Cahill’in yönettiği Another World de bu fanteziye farklı bir açıdan yaklaşan filmlerden. Farkı ve ilginçliği, bu yeni keşfedilen gezegenin yine bir Dünya olmasından kaynaklanıyor. Gerçi bu teori de yeni sayılmaz. Filmde gittikçe yaşadığımız dünyaya yaklaşan, havadan rahatça görülebilen bu dünyaya kamuoyunda “Dünya 2” adı veriliyor. Müzik programları, haber bültenleri, yazılı basın herkes bu yeni dünya hakkında bilgiler veriyor, teoriler üretiyor. En fazla merak edilen ise, Dünya’nın kopyası olan Dünya 2’de yaşayan olup olmadığı, şayet varsa orada da birer kopyamızın olup olmadığı.

Düşünce olarak bazı bilim kurgu teorilerinden ya da birtakım uhrevi tezlerden beslense de Another World aslında bu büyük gizemin gölgesinde sessiz, sakin ve dokunaklı biçimde akan bir dram. Reşit olmasına az bir zaman kala trajik bir araba kazasında iki kişinin ölümüne, bir kişinin de komaya girmesine sebep olan Rhoda’nın 4 yıl hapis yattıktan sonra yaşadığı vicdan çöküntüsüne odaklanıyor. Cahill ve Marling birbiriyle alâkasız görünen iki ayrı film arasında Rhoda sayesinde paralellikler kurmayı başarıyor. Hatta bu iki farklı konumun aslında birbirleriyle ne kadar çok ortak paydası olduğunu da kasmadan hissettiriyor.


Rhoda’nın, ailesinin ölümüne sebebiyet verdiği John’a olan asla ödeyemeyeceği vicdan borcunu ödemeye çalışmasıyla ortaya çıkan düzmece durumun zamanla duygusal bir boyut kazanması filmin dram ayağını sağlamlaştırıyor. Öte yandan, Dünya 2’nin yarattığı süper gizem, yani bu dünyada sahip olduğumuz hayatların başka bir dünyada kopyalarımız tarafından farklı biçimlerde idame ettiriliyor olma ihtimali de yabana atılır gibi değil. Böylece bu dünyadaki kayıplarımızı, pişmanlıklarımızı, anlam arayışlarımızı telafi etme fırsatı doğuyor ki, bu fırsatın yeşerttiği ümitler dünyada sahip olduğumuz düzeni de sorgulatmıyor değil. Kaçıp kurtulmak istediğimiz şeylerle, engel olamadığımız merakımız birbirine giriyor. Herşeyin ortasında da kocaman bir vicdan duruyor.

Mike Cahill 2004’teki Boxers and Ballerinas belgeselinden sonra çektiği bu ilk kurmaca filminde konu olarak ufku geniş, şekil olarak da doğal bir film çıkarıyor ortaya. Bu doğallık, hareketli kameranın ve onun getirdiği teknik ayrıntıların sebep olduğu salaş bir bağımsız tadı taşıdığı gibi, daha profesyonel karelerle üzerinde oynanmış çarpıcılıklar da içeriyor. Sık sık kadraja birlikte aldığı Rhoda ve Dünya 2 ile çift karakterli bir film oluşunu tescilliyor. Aynı zamanda Rhoda’nın Dünya 2’ye gitme gerekçeleriyle insanî bakışını güçlendiriyor. Fakat filmin en güçlü mesajı, bu kadar olağanüstü bir durum içinde bile en büyük gizemin aslında ne olduğuna dair düşüncesi ki, çok doğru ve anlamlı. Üstelik bu anlamlı mesaj, tembel bir fikir jimnastiğinden fırlama değil, başka bir dünyada bir başka “biz” oluşundan hareket eden etkili dayanaklar üzerine inşa edilmiş bir mesaj.


Mike Cahill gibi Georgetown ekonomi mezunu Brit Marling, Rhoda rolüyle oldukça doğal, hatta bazen oyuncu olduğundan bile şüphe ettiren biçimde sade bir duruşa sahip. Sadece oyuncu olarak değil, senarist olarak da filme sağladığı katkı onu çok daha dikkate değer kılıyor. Belki de film, bazı dizi bölümlerinin bir sonraki haftaya sarkan şok sonları gibi bir son sahneye sahip olmamalıydı. Seyircinin kucağına cevaplı cevapsız bir çok soru bıraktığı kesin. Gizemlere ne kadar yakın, onlarla ne kadar içli dışlı olursak, filmin mesaj edindiği o büyük gizeme o kadar uzaklaşabiliriz. Ama filmle kurulan ağır duygusallığın yarattığı samimiyet, olası olumsuzlukları fazla kafaya takmayı engelliyor. Belki de hiç çekilmeyecek (ve çekilmemesi de gereken) devam filmini uzun süre seyircinin kafasında taslaklar halinde canlandırıyor.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Frontière(s) (2007)


Yönetmen: Xavier Gens
Oyuncular: Karina Testa, Aurélien Wiik, Patrick Ligardes, Jean-Pierre Jorris, David Saracino, Maud Forget, Samuel Le Bihan, Chems Dahmani, Amélie Daure, Estelle Lefébure
Senaryo: Xavier Gens
Müzik: Jean-Pierre Taieb

Fransa’daki göçmen ayaklanması sırasında polisten kaçan beş gençten biri ölüyor, diğerleri de iki araç ile sonradan kararlaştıracakları bir yerde buluşmak üzere ayrılıyorlar. İlk çift şehir dışında izbe bir motele sığınıyorlar. Ama dışarısı onlar için çok daha güvenli. Çünkü bu yer, üç kadın, üç erkek ve liderleri olan nazi eskisi babadan oluşan tuhaf ailenin insan mezbahası. İkinci çift ise birkaç aylık hamile Yasmine ile erkek arkadaşı Alex’ten oluşuyor. Ve onlar da arkadaşları hacamat olmadan evvel haberleştiklerinden aynı otelin yolunu tutuyorlar. Şimdi bu filmi ve Hitman’i yan yana koyunca her iki filmin de yönetmeni olan Xavier Gens’in isim benzerliği olan iki ayrı kişi olduğunu düşünesim geldi. Farklı bir şeyler çıkarmaya hevesli böylesi bağımsız yapımlarda iyi kötü iz bırakmayı başaran yönetmenlerin ruhunu satın alıp, işe yaramaz prodüksyonlarını çektiren yapımcıların ilk icraatı değil Hitman vakası.

Halbuki Frontière(s) bir gerilimin en başta sahip olması gereken kasvet ortamını neredeyse kusursuzca görselleştirmiş. Öyle bir bitkin, yılgın, karanlık, kasavet ortamı hakim ki, filmin içeriğini vasatlaştıran klişeler resmi geçidi bile sürükleyiciliği pek fazla etkilemiyor. Tabi hamile Yasmine’in insanüstü gayreti başta olmak üzere mantıken fazla kafa yorulmaması gereken, ortalamanın biraz üzerinde bir gerilimden beklenen kan, revan, eziyetten zevk alanlar için keyifli bir izlence. Takdir ettiğim After Dark Horrorfest organizasyonunun motto olarak fazlaca abartılmış “8 Films To Die For” serisi içinde izlediklerim arasında en dişe dokunur olanıydı diyebilirim.


Özellikle Fransız gerilimlerinde iyice kendini belli eden hamile kadın meselesi (fobisi mi demeli!) de kasmaya başladı. Avrupa’nın genç nüfusa ihtiyacı olduğu bir dönemde, hamile kadınlara her türlü işkence ve eziyeti reva gören bir gerilim anlayışını neye yormalı bilemiyorum. (Ayrıca bkz. À l'intérieur). Hamilelik ile Fransa’nın göçmen sorunu arasında kurulan bağlantı bu iki filme sirayet etmiş. Akla birtakım yorumlar geliyor ama olayı başka mecralara kaydırmayalım. Tabi bir de şu manidar final var. “Siz misiniz şehirde araba kundaklayıp polisle çatışan” şeklinde dersini almış göçmen çocuklarının dönüp dolaşacağı yer karşı çıktıkları sistemin kucağı mı olacaktır? Sistemin kapsama alanına çıktığınızda sizi kurtlar mı kapar? Bu gençlerin günümüzde karşı olduğu faşizm olgusu, nazi döneminden bu yana ne gibi aşamalar kaydetmiştir? Bu ve buna benzer çeşitli soruları zihinlere tuzlayan Frontière(s) sonu başından belli, lakin işleyişi ve bana göre flu mesajıyla merak uyandıran bir film.

12 Şubat 2012 Pazar

Take Shelter (2011)


Yönetmen: Jeff Nichols
Oyuncular: Michael Shannon, Jessica Chastain, Tova Stewart, Shea Whigham, Kathy Baker, Ron Kennard, Natasha Randall
Senaryo: Jeff Nichols
Müzik: David Wingo

Bir kasabada eşi ve sağır kızıyla yaşayan kendi halinde bir aile babası olan Curtis (Michael Shannon), gördüğü kötü rüyalar üzerine evinin yanına bir kasırga sığınağı yapmaya karar verir. Çünkü rüyaları, çok kötü sonuçları olacak büyük bir kasırgayla ilgilidir. Bu uğurda sevdiklerini ve kasaba halkını karşısına alacaktır. Öte yandan annesi 30’undan sonra şizofren olmuştur ve Curtis de ona benzeyeceğinden korkmaktadır. Kabuslarını bu genetik şizofreniye dayandırmak istemez ama her şeye rağmen ailesini koruma güdüsüyle saplantı haline getirdiği sığınak fikrini hayata geçirmeye kararlıdır.

2007’de yazıp yönettiği ilk filmi Shotgun Stories ile 2008'de Özgür Ruh ve Seattle'da Yeni Amerikan Sineması Büyük Ödülü gibi ödüller kazanan Jeff Nichols’ün yeni filmi Take Shelter, yönetmenin kırılgan, sıkıntılı ve gerilimli tarzını aynen koruduğu, hatta bir adım ileri götürdüğü olgun bir yapım. Curtis’in kabuslarından ve şizofren annesine benzeme korkusundan dolayı takıntı yaptığı sığınak düşüncesini uygularken yaşadığı maddi manevi zorluklar senaryoyu şekillendiriyor. Koruma duygusunu sembolize eden sığınak, Curtis’in hassaslaşan ruh halinin ve çok sevdiği ailesinin sığınacağı bir nesneye dönüşüyor. Onun kasırga (kıyamet) öngörüsünün neden olduğu mesih algısı, kiliseyle arası pek iyi olmayan Curtis’i daha gerçekçi bir duruşla takas etse de, sadece kabuslarına dayanarak bu denli ısrarcı olmasının yarattığı güven bunalımı filmin tansiyonunu yavaş yavaş yükseltiyor.


Bu ısrarıyla köyün delisi durumuna düşen Curtis, kilisede dua etmek yerine kurtuluşu tüm maddi ve manevi sıkıntıları göz önüne alarak bir sığınak inşa etmekte buluyor. Haliyle muhafazakâr çoğunluğun kaderci maneviyatlarının karşısında duran tedbirli bir figüre dönüşüyor. Ama bir süre sonra karısıyla ilişkileri bozulmaya, en iyi arkadaşını, işini ve itibarını kaybetmeye başlayınca kendi akıl sağlığından da şüphe etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda filmin korumacı, kaderci, çevreci, gizemli her türlü mesajı kendine serbest yaşam alanı buluyor. Konu farklılığı olsa da, Shotgun Stories’in insani yönüyle ortak noktalar yakalamayı kolaylaştıran samimiyetini Take Shelter’da sezmek mümkün.

Jeff Nichols’ün Shotgun Stories’de benimsediği biçim, temposunu bilinçli olarak kontrolü altında tutan, nereden nasıl yükseleceğini bilen, aşırıya kaçmadan aşırılıkları hissettirebilen sakinlikte aynen sürüyor. Geleceği meçhul kasırganın muğlak gerilimi finale doğru beklentilere ters köşe yapıp, finalde asıl sakladığı mesajı ortaya çıkarınca filmin basit görülen niyetinin altından yine basit, ama ürkütücü bir başka karmaşa daha çıkıyor. Shotgun Stories’in de görüntü yönetmenliğini yapmış Adam Stone’un görkemli çekimleriyle seyirciye ince ince işlenen duygular Nichols’un işini kolaylaştırıyor. Ve yine Shotgun Stories’de başrolde izlediğimiz Michael Shannon, Curtis rolüyle son yılların yükselen aktörlerinden biri olduğunun altını tekrar çiziyor. Benzer roller içinde görülüyor olsa da 2011’e fırtına gibi giren Jessica Chastain’in varlığı, Curtis’in karşısında ihtiyacı hissedilen fedakâr, sabırlı ve sorgulayan bir karakter ihtiyacını karşılıyor. Gerek bu oyuncuları, gerekse Jeff Nichols’ün senaryo ve yönetmenliğiyle pek çok bağımsız festivalden onlarca ödülle dönen Take Shelter’da, insanın doğayla olan yaşam mücadelesinin evrensel boyutları dramatik bir varoluş temelinde kimliğini buluyor.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Tinker Tailor Soldier Spy (2011)


Yönetmen: Tomas Alfredson
Oyuncular: Gary Oldman, Colin Firth, Tom Hardy, Mark Strong, John Hurt, Benedict Cumberbatch, Ciarán Hinds, Toby Jones, David Dencik, Kathy Burke, Stephen Graham, Amanda Fairbank-Hynes, Simon McBurney, Konstantin Khabenskiy
Senaryo: Bridget O'Connor, Peter Straughan, John le Carré
Müzik: Alberto Iglesias

Macaristan’da gerçekleşen başarısız bir operasyon sonrası zoraki olarak emekli edilen İngiliz ajan George Smiley (Gary Oldman), hükümet tarafından gizlice tekrar görevlendirilir. Zira İngiliz Gizli İstihbarat Servisi MI-6'nın içinde Sovyetler Birliği için çalışan bir köstebek olduğu şüphesi hakimdir. Böylece istihbarat örgütü içindeki iç çatışmalar, hesaplaşmalar, entrikalar, devletlerarası değiş-tokuşlar ve stratejiler birbirini izler. Smiley kendi ekibini kurup köstebeğin peşine düşer ve adım adım şaşırtıcı gerçeklere doğru ilerlemeye başlar.

Daha önce The Spy Who Came In From The Cold, The Russia House, The Tailor Of Panama, The Constant Gardener gibi romanları da filme alınan John le Carré’ın klâsik romanı Tinker Tailor Soldier Spy, 1979’da 7 bölümlük TV serisi olarak çekilmiş, ülkemizde de “Köstebek” adıyla gösterilmişti. Uzun metraj haline gelmesi ise 2011’i buldu. Böylece roman – dizi – film üçlemesi tamamlanmış oldu. Peki ortada bu dallara ilham vererek uyarlanabilecek bir malzeme var mı sahiden? Özellikle 80’leri düşünürsek John le Carré romanı hem katmanlı casus öyküsü, hem de aralara serpiştirilmiş dramatik karakterizasyonlarıyla bu ilhama yeterince sahip. Ama günümüze iki saatlik bir sinema filmi olarak uyarlanırken kendisini bazı sıkıntılar beklemiyor değil.


Bir kere romanın ve dizinin geniş tabanlı konuşlanışından farklı olarak bazı detaylar atlanacak ya da hızlandırılmış biçimde işlenecek. Bu da filmin gövdesinden bazı dalların kesilmesine neden olacak. Romanı ve diziyi bilen kitle için bunlar sorun gibi gözükebilir. Roman ve diziye bulaşmamış, ilk kez bu mecraya girecek olanlar için ise günümüz teknolojisinden faydalanan ajan aksiyonlarından hem dönem, hem de bu bağlamda tavır olarak farklı bir film. Ama dönemin de getirdiği bazı modası geçmişlik yorumlarına rağmen kesinlikle modern ve çarpıcı bir köşe kapmaca. Üstelik istihbarat kaynaklı benzer entrikaların zamansızlığı göz önüne alındığında tazeliğini her dönem koruyan bir yapıda. Kaldı ki, “modası geçmiş” eleştirisi bile özellikle Soğuk Savaş’ın kasvetli günlerinde geçen casus filmleriyle duygusal bir bağa sahip çoğu sinefil için bu devirde çok zor bulunan bir nimetin habercisi.

Tinker Tailor Soldier Spy, çok mühim senaryo kariyerleri olmayan Bridget O'Connor ve Peter Straughan ikilisinin elinde (diziyi de baz alırsak) kuşa dönmemiş bir vaziyette. Sakin temposuna rağmen bazı hızlı geçişler çok fazla rahatsız edici boyutlarda sayılmaz. Ayrıca filmin en önemli kozlarından biri de bu sakin temponun içine yerleştirilmiş gerilim tohumları ki, işte o noktada romanın ve dizinin birtakım duyguları tam iletkenlik göstermeyebiliyor. Daha çok köstebeğin kim olduğuna ve motivasyonlarına dair yaratılan gizem hâlesinin her sahneye sinmiş bilinmezliğine odaklanmamız gerektiğine programlanmış vaziyette izliyoruz. Oysa bir süre sonra köstebek gerçeğiyle filmin ne anlatmak istediğini tribünlere oynayan şok sahnelerle değil, yavaş yavaş anlatmaya çalıştığını anlıyoruz. Bu da geçmişi çok sağlam olan bir hikâye için küçümsenecek veya kolaycılıkla suçlanacak bir tavır sayılmaz.


2008’de çektiği Låt den Rätte Komma In ile adını çok daha geniş kitlelere duyuran İsveçli yönetmen Tomas Alfredson, roman ve dizinin yarattığı kült doku ve müthiş oyuncu kadrosuyla beraber filmin en büyük kozlarından biri. Soğuk Savaş’ın soğuk tonlarını başarıyla kullanarak atmosfer yarattığı gibi, örneğin Ricki Tarr’ın İstanbul macerasındaki gibi daha farklı atmosferlere de kapılarını açık tutuyor. Flashback ve şimdiki zaman arasında gidip gelen hınzır kurgu, seyirciye hangi sahne hangi zaman dilimine ait gibi gereksiz açıklamalarda bulunmaya çalışmıyor. Böylece casus filmlerinin genlerinde bulunan karmaşık olaylar yumağının yarattığı bulmacayla atalarının izinden gittiğinin altını çiziyor. Alfredson’un Låt den Rätte Komma In’de de beraber çalıştığı İsviçreli görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın katkıları da bu alt çizmede önemli pay sahibi.

Oyuncu kadrosu hakkında söylenecek pek fazla şey yok. Dizide usta aktör Alec Guinness’in hayat verdiği veteran ajan George Smiley’i filmde yine bir başka usta Gary Oldman canlandırıyor. Çok sivrilen bir oyun sergilememesine rağmen, duruşunun bile yettiği sakin performansında yer yer iç patlamalar yaşadığını da hissettirme tecrübesine şahit oluyoruz. Colin Firth yine elegant ve gizemli, John Hurt yine huysuz ihtiyar, Mark Strong (iç çatışmaları finalde daha iyi anlaşılarak) yine tekinsiz, Tom Hardy yine bukalemun misali kalıbına girdiği rolü yaşayan karakterlere hayat veriyorlar. Bu kadar sağlam oyuncu içinde Sherlock dizisiyle daha çok tanınmaya başlayan Benedict Cumberbatch’ın performansı da varlığını hissettirmeyi başarıyor.


Finalde birçok şey aydınlığa kavuştuktan sonra, filmin o kasvetli istihbarat entrikalarının arasında geri plânda kalan insani duyguların, bağlılık ve aşkın öne çıkarıldığı, bazı dizi bölümlerinin sonunda güzel bir şarkıyla klipleştiren duygusal kurguya benzer slideshow, filmin potansiyel imajını dengeli biçimde yumuşatıyor. Üstelik film içinde sık sık verilen bazı taşların oturacağı yerleri de işaret eder nitelikte geri dönüş isteği de uyandırıyor. O klipte seçilen şarkının Julio Iglesias’tan La Mer olarak seçilmesi de ayrıca orijinal olmuş. Filmin genel müzikleri ise soyadı benzerliğine sahip başarılı müzisyen Alberto Iglesias’a ait. Tinker Tailor Soldier Spy genel anlamda romanın ve dizinin bıraktığı mirası çarçur etmemiş, dayandığı temellerden yeni ve sağlam bir bina inşa edebilmiş bir film. Açığa çıkan sürprizlerine rağmen yine romana ve diziye geri dönme isteği uyandırma ihtimali de kuvvetli denebilir.

5 Şubat 2012 Pazar

Moneyball (2011)


Yönetmen: Bennett Miller
Oyuncular: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman, Chris Pratt, Stephen Bishop, Robin Wright, Kerris Dorsey, Arliss Howard, Reed Thompson
Senaryo: Steven Zaillian, Aaron Sorkin, Michael Lewis
Müzik: Mychael Danna

Michael Lewis'in Moneyball: The Art Of Winning An Unfair Game adlı kitabından iki tecrübeli senaristler Steven Zaillian ve Aaron Sorkin tarafından uyarlanan ve gerçek olaylara dayanan film, eski beyzbol oyuncusu, sonradan Oakland Athletics takımının genel yöneticisi olan Billy Beane’in 2002 sezonunda yaptıklarını anlatıyor. Durumu kötüye giden, üç as oyuncusunu rakip takımlara kaptıran, kulübün düşük bütçesiyle de yerine yeni ve güçlü oyuncular koyamayan Billy, Yale ekonomi mezunu ve beyzbol istatistiklerinde ilginç teorileri olan Peter Brand ile tanışınca kendine güvenini kazanıp sıra dışı, hatta devrim niteliğinde kararlar alıyor. Bunu yaparken de haliyle birçok insanı karşısına alıyor. Bu durumu en iyi anlatan ise Red Sox’un sahibi John Henry oluyor.

Ona göre Billy bu sıra dışı kararlarıyla işin sadece ticari yönünü değil, kafalardaki beyzbol ezberini, bu sporun geleneklerini, bu işten para kazanarak ailelerini geçindirmeye çalışan insanları, onların yaşam standartlarını da tehdit ediyor. İnandığı, bir anda sağ kolu haline gelen Peter’ın da makul bilimsel yaklaşımlarıyla inandırıldığı uğurda herkesi karşısına almaktan geri durmayan bir spor kahramanı olarak Billy Beane’in 2002 sezonunun filme alınması isabet olmuş. Film Billy’nin okul ve profesyonel beyzbolculuk arasında bir tercih yapma durumunda kaldığı gençliğine de geri dönüşler yaparak, bu kahramanlığa ters okuma yapabiliyor. Yani bir yandan risk almanın başarıyı körükleyici etkisinin, diğer yandan riske girmeyip mantıklı kararlar almanın gerekliliğinin altı çiziliyor.


103 yıllık beyzbol tarihinde aralıksız 20 galibiyet serisi yapan tek takım olma ünvanı kazanan Oakland Athletics takımının bu başarısının tesadüf olmadığını, istatistiklerle ve onların gerektirdiği mevki değişiklikleri, takaslar, inatlaşmalarla sağladığına ikna oluyoruz. Oysa ortada çok çarpıcı bir gerçek olduğunu takım play-off’lara çıktığında anlamaya başlıyoruz. O da bu sporun (aslında takım oyunu oynanan tüm toplu sporların) topa dokunarak, kurallara uyup pozisyonlara girerek, fedakârlıklar yaparak, ter akıtarak yapılıyor olduğu gerçeği. Beyzbola muhasebeci gibi istatiksel kafa karışıklıklarıyla yaklaşılmayacağı, kurallarıyla kemikleşmiş bir yapısı olan bir oyuna yeni bir şekil verilemeyeceği gerçeği. İstatistiklerle kafayı bozmuş Peter’ın beyzbolun orta çağa özgü düşünceye sahip oluşuna vurgu yapması da bunu destekliyor.

Sonuç ne olursa olsun, Moneyball tüm bu zıt fikirlere kapısını açmış bir film. Rakamlarla da olsa, saha dışı iş bitirici kararlarla da olsa, saha içinde sporcuların özgüvenleri ve çabalarıyla da olsa kazanmak üzerine birkaç koldan giden gerçekçi açıları var. Bu sporun heyecanını tam manasıyla algılama ve transfer/takas raconunu çözme mevzularındaki birkaç sahne dışında beyzboldan anlamanız da gerekmiyor. Zaten finali ile de hem bu sporun, hem de filmin özünü kavramaya yetecek girdilere sahip. Capote’den sonra Bennett Miller yine dikkat çekici bir filmle “az ama öz” gidişatını sürdürüyor. Brad Pitt ve Jonah Hill öyle Oscar’lık sivrilikte olmasalar da, rollerini dolduruyorlar. Belki de Oscar’a aday olması gereken en önemli dalda aday olmamış Mychael Danna’nın doğru yer ve zamanda ortaya çıkan görkemli müzikleriyle Moneyball, fazla Amerikan kaçtığı anlara rağmen en başta sporda başarı öykülerine meraklı izleyicilerin radarlarından kaçmamalı.

2 Şubat 2012 Perşembe

The Artist (2011)


Yönetmen: Michel Hazanavicius
Oyuncular: Jean Dujardin, Bérénice Bejo, John Goodman, James Cromwell, Penelope Ann Miller
Senaryo: Michel Hazanavicius
Müzik: Ludovic Bource

Michel Hazanavicius’ın yazıp yönettiği The Artist, aldığı ve aday olduğu onlarca ödülle yılın en flaş filmlerinden biri oldu. 1920’lerin sonunda sesli filmlere geçilmesiyle  ünlü oyuncu George Valentin’in kariyerinin adım adım dibe vurmasını, bununla birlikte tesadüfen tanıştığı ve destek olduğu Peppy Miller’ın ise yükselişe geçip bir yıldıza dönüşmesini konu alan film, Hazanavicius adını ciddi içimde ilk kez uluslararası platforma taşıyan bir film oldu. Hakkında yazılan eleştirilerin çoğunda “3D çağına girdiğimiz bir dönemde sinemanın en saf haline bir saygı duruşu” gibi klişe cümlelerle karşılanan The Artist, bu övgüleri büyük ölçüde hak ediyor. Sessiz filmlerin teknik kalıplarını başarıyla uygulayan, yarattığı nostaljik atmosferi güçlü iki başrolüyle pekiştiren, kostümleri ve sinematografisiyle “eski”liğine zeval vermeyen bir film olarak sözü edilen saygı duruşunu lâyığıyla yerine getirdiği söylenebilir.

Aslında 2010’lu yılların flaş bir filmi haline gelmeyi 1920’lerin sessiz sinema dokusuyla başarmış olmasının “nostaljiye duyulan özlem” olarak tanımlanması haksızlık olmalıydı. Oysa filmin pekçok başarılı yanına rağmen, konu olarak cezp edici bir özelliği bulunmamasından dolayı "nostalji" kelimesi kendini öne fazlasıyla çıkarıyor. Sektörlerde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmeler karşısında kendini yenileyerek ayakta kalamamış, eskiye saplanmış bireylerin yaşadıkları sıkıntı ve çöküşleri kendi kırılganlığıyla yaşayan filmin tek önemli eksikliği, geçmişteki sesli ve sessiz birçok filmden alınmış olan “düşen yıldız ve yükselen yıldız” paralelliğinin derinleştirilememesi. Böyle olunca Hazanavicius’ın konu yönünden cepten yiyip kolaya kaçtığı eleştirileri de zemin buluyor. Sesli filmlere geçişin, bu alanda zirveye çıkmış George Valentin’in sonu olabileceğine dair çok çarpıcı  ve sessiz (!) kâbus sahnesine benzer yarattığı orijinal kontrastlar, Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold Lloyd yapımlarındaki ilham veren orijinalliklerden esintiler taşıyordu. Ne var ki The Artist’in ses kavramıyla olan meselesinin de buna benzer eleştirel hınzırlıklarla daha fazla vurgulanmasını beklerdim.


George ve Peppy arasındaki kariyer iniş çıkışlarının, aynı zamanda sessiz ama derinden ilerleyen duygusal çekimin tamamı, oyuncuların gayretleriyle vücut buluyor. George Valentin’in gözden düşmeye başlaması, sesli sinemaya sıcak bakmaması, buna karşın kendi keşfi Peppy Miller’ın bir yıldıza dönüşmesi, Valentin’in de bunu gurur yaparak sektöre küsmesi filmin derdini anlatmaya yetiyor. Bu derdin aynısını bugüne kadar çok daha etkili biçimde anlatmış filmler gördük. Böylesi bol ödüllü, bol adaylı bir filmin konu bakımından tekrar edici yanı can sıkmıyor değil. Neyse ki bu süreçte buhran döneminin yarattığı ekonomik çöküntü de unutulmamış ve sinema sektörünün ayakta kalabilmesi için yeni tekniklere, yeni yüzlere ihtiyacı olduğu acı gerçeği de Valentin’in dramına eşlik etmiş. Böylece günümüzde bile geçerliliği bulunan artistlik müessesesinin yaşla orantılı cazibesi ve nankörlüğü de yerini bulmuş.

Valentin’in ısrarla gurur yaptığı, uğruna karısını, parasını, eşyalarını, kariyerini, sadık şoförünü ve aşkını kaybetmeyi göze aldığı sesli filmlere olan tavrını değiştirme eşiği yeterince keskin sayılmaz. Sessiz bir film yaparak sessiz filmlere övgü, sevgi, saygı sunan bir filmin sonunda sesli sinemayla sağlanan barışı (enfes bir tap dance eşliğinde) karşılayış şekli, tüm estetik ve güzelliğine rağmen hüzün taşımıyordu ki, Hazanavicius o hüznü film içerisinde yeterince aktardığını (haklı olarak) düşünmüş olmalıydı. Oysa finalin de yeni bir sinemanın görkemli karşılanışı kadar, sessiz filmlerin uğurlanışına ait son bir hamlesi lâzımdı sanki. Bu son hamleyi The Artist’in bütünü olarak algılamak bana pek yetmedi doğrusu. Çok iyi bir film olduğunu, “3D çağına girdiğimiz bir dönemde sinemanın en saf haline bir saygı duruşu” olduğunu kabul etmekle birlikte, saygı duruşunu bir kenara bırakıp sessiz sinema kalıpları içinde kendi olabildiği anları daha çok sevdim.


Michel Hazanavicius, 2006’da bir Fransız James Bond parodisi olan OSS 117: Le Caire, nid d'espions’da çalıştığı Jean Dujardin - Bérénice Bejo ikilisini tekrar buluşturarak filmin en etkili unsurlarını bir araya getiriyor. Özellikle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan Jean Dujardin, 1920’ler sessiz sinemasından fırlamış gerçek bir oyuncu kadar dinamik ve renkli. Haliyle mimiklerin ve vücut dilinin önem kazandığı filmde kocaman gülümsemesinin ve sempatisinin ardına sakladığı hüzünlü adamı da su yüzüne çıkarmayı ihmal etmiyor. Filmin sessiz oluşu, sanılabileceğinin aksine Dujardin’in işini kolaylaştırmış da sayılmaz. Bir film çekimi sırasında defalarca tekrarlanan dans sahnesinde rol içinde rol sunmaya çalışması bu güçlü performansa verilecek örneklerden sadece biri. Aynı zamanda Hazanavicius’un eşi olan Arjantin asıllı oyuncu Bérénice Bejo da Peppy’nin çekici, ışıltılı, masum duruşuna ve naif aşkına inandıran bir oyunculuk sunuyor. Hemen herkesin kalbini kazanan köpek Uggie’nin becerikliliğine ise söz yok. Filmin belki de dramatik anlamda tavan yaptığı tek an olan intihara teşebbüs sahnesine katkısı boyundan çok büyük.


The Artist, gösterildiği her ortamda ayaklarda alkışlandı, övgülere ve ödüllere boğuldu. Bunun çok gerilerde kalmış sessiz sinemanın geri dönmüş bir örneğine verilen duygusal bir karşılık, sorgusuz bir saygı olduğu muhakkak. Çünkü konusu defalarca işlenmiş bu film günümüz şartları ve imkânlarıyla çekilse böyle ses getirmeyebilirdi. Haksız bir karşılaştırma olduğunun farkındayım. Keşke sessiz sinema geleneği bir şekilde günümüze kadar aktif biçimde korunabilseydi. Nasıl ki farklı türlerde filmler hâlen çekilmekte, dönem yapımları, Mad Men gibi diziler, tarihi eskilere dayanan animasyonlar ömrünü sürdürmekte, yönetmen ve aktörlerin de kendilerini farklı bir platformda test edebilecekleri daha deneysel bir alan yaratılabilirdi (sürdürülebilirdi). Sean Penn’i ya da Charlize Theron’u kariyerlerinde bir defaya mahsus da olsa saniyede 22 kare çekilen sessiz bir filmde izleyebilseydik. Günümüz oyuncularından John Goodman, James Cromwell ve çok kısa da olsa Malcolm McDowell’ı görünce bunu daha iyi hissediyor insan. Belki örnek çok olunca alıcısı daha az olurdu. Ama en azından özlenen bu türe olan saygı, onu tek bir filmle anıp ödüllere boğarak değil, uzun yıllar yaşatarak gösterilmiş olurdu.