30 Nisan 2015 Perşembe

La Bestia Nel Cuore (2005)


Yönetmen: Cristina Comencini
Oyuncular: Giovanna Mezzogiorno, Alessio Boni, Stefania Rocca, Angela Finocchiaro, Giuseppe Battiston
Senaryo: Giulia Calenda, Cristina Comencini
 
Sabina, aktris olmak isteyen, ama filmlere dublaj yapmak zorunda kalan bir kadındır. Sevgilisi Franco ile yolunda giden bir ilişkisi vardır. Fakat bir süre sonra geçmişine ait bir takım kabuslar görmeye başlar. O ana dek normal gördüğü geçmişine ait aile hayatında, derinlerde bazı sırların yattığının farkına varır. Bu bilinmezlik onu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştır. Hamile olduğunu öğrenmesiyle birlikte, geçmişine ait o meçhul sırrın peşine düşmeye ve kendisiyle ortak geçmişi paylaşan, o zamanlar kendisine en yakın olan Amerika’daki üniversite öğretmeni erkek kardeşi Daniele ile temasa geçmeye karar verir.
 
Kadın-erkek ilişkilerine ve aile dramlarına bakışı her zaman çarpıcı olmuş İtalyan sinemasının son dönemdeki en başarılı filmlerinden biri olan La Bestia Nel Cuore, yazar yönetmen Cristina Comencini’nin aynı adlı romanından, yine kendisinin yönettiği ölçülü bir dram. Yazıp yönetmenin verdiği hakimiyet sayesinde Comencini, sinema, televizyon, cinsellik, ihanet, sadakat, aile gibi pek çok kavrama eleştirel bir gözle bakıyor. Yazdıklarını filmde aynen dile getirdiğini düşündürten dolulukla ve son derece uygun oyuncular tarafından hayata geçirilmiş senaryo sayesinde gizemli bir aile dramına tanık oluyoruz.
 
 
Aile içi ilişkileri, bu ilişkilerin geçmişten gelen bir sır ile aldığı seyri inceleyen pek çok filmin izlediği yoldan fazla sapmadığı görülen film, bu tip ilişkilerin mağduru olmuş bireylerin trajedisini, tadında bir yoğunlukla, farklı kulvarlara da sapan bir tarzda ele alıyor. Çocukluktan kalma travmalarını yetişkinliklerine taşıyan iki kardeş olan Sabina ve Daniele’in psikolojik rahatsızlıklarına çözüm bulmanın, ancak geçmişi konuşarak ve o sorunların üzerine giderek mümkün olabileceğini savunan Comencini, filmi ve muhtemelen kitabı bu yönde kurgulamış. Ama yönetmen bununla da yetinmeyerek, Sabina merkezli ve gayet renkli bir karakter yelpazesi de sunuyor. Sabina’ya platonik bir aşk besleyen kör Emilia, kocasının kendisini gencecik bir tezgahtarla aldatmasını bir türlü hazmedemeyip, çareyi Emilia ile bir ilişkiye girmekte bulan Maria, TV dizileri çekmekten bıkmış yönetmen Andrea ve Sabina’yı çok sevdiği halde onu bir kez aldatma gafletine düşen, mutsuz aktör Franco, içi boş bırakılmamış karakter zenginlikleri olarak yer almakta.
 
Bu çeşitlilik, filmin anafikrinden kopmaya sebep olmadığı gibi, izleyeni farklı konularda düşünmeye sevkeden olumlu bir etkiye de sahip. Psikolojik açıdan bazı başlıklarda izlenmesi gereken bu karakterler aynı zamanda konunun içerdiği hafif gerilimi de ılımlı ve hoş detaylarıyla dengeliyorlar. Bu karakterleri canlandıran oyuncuların performansları da mükemmel. Ama Sabina’yı canlandıran ve 2003 Ferzan Özpetek filmi La Finestra di Fronte – Karşı Pencere’de de izlediğimiz Giovanna Mezzogiorno’nun şiirsel güzelliği yanında, başrole yakışır oyunu filmin en artı özelliği.. Sabina karakterinin tedirgin, gizemli ve sevecen yanlarını çok başarılı biçimde yansıtan oyuncu, büyük yazar Gabriel Garcia Marquiez romanından uyarlanan ve halen çekim aşamasındaki Love In The Time Of Colera filmiyle İtalya dışında da adını duyurmaya hazırlanıyor. La Bestia Nel Cuore, yönetmen Cristina Comencini’nin sadece yazım olarak değil, görüntü estetiğini de taşıyan çok başarılı bir film. Venedik Film Festivali’nde pek çok ödül kazanmasının yanında 2006 Oscar’larında Yabancı Dilde En İyi Film dalında da aday olmuş, etkileyici bir dram.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Lucia de B. (2014)


Yönetmen: Paula van der Oest
Oyuncular: Ariane Schluter, Sallie Harmsen, Fedja van Huêt, Annet Malherbe, Bas Keijzer, Marcel Musters, Isis Cabolet, Maartje Remmers, Amanda Ooms
Senaryo: Moniek Kramer, Tijs van Marle
Müzik: Adam Nordén

Çoğu bebek, 7 kişiyi öldürmek, 3 kişiyi de öldürmeye teşebbüsten ömür boyu hapis cezasına çarptırılan pediatri hemşiresi Lucia de Berk’in mahkumiyet sürecini konu alan Lucia de B., gerçek olaylara dayalı başarılı bir psikolojik dram. Gişe yapımından ziyade bir televizyon filmi mütevaziliğinde seyreden film, gerçekten yaşanmış olmasının etkisini güçlü biçimde yansıtmış denebilir. Lucia'nın cinayet şüphelisi, kısa süre içinde de seri katil damgasıyla geçirdiği bu sancılı yıllar, aynı ölçüde sancılı bir hukuk sürecinin de başarılı eleştirisini içeriyor. Medyanın "Ölüm Meleği" adını takmasıyla yargısız infaz yapması kadar, savcılığın ve mahkemenin karartılan ya da üzerinde oynanan delillerle yargılı infaza girişmesine maruz kalan Lucia, tüm bu kirlilikleri su yüzüne çıkaran bir profil.

Giyinmesi, okuduğu kitaplar, yalnız takılması, trajik geçmişi, sözde sorunlu özel hayatı, annesine duyduğu öfke ve kendisinin bakımında 342 milyonda bir istatistiki ihtimal bulunan ölümler onu mükemmel bir hedef haline getiriyor. Dava savcısının çaylak yardımcısı Judith'in filmde belirttiği üzere "Amerika'da bir yılda bin suçlu yalnızca profilleri yüzünden mahkûm ediliyor, cinayetlerden biri kanıtlanmışsa diğerleri de olasıdır" suçlamasına cuk oturması, kendileri gibi olmadığı için onu suçlu görmeye şartlanmış hemşireler, hastane patronunun çıkarları doğrultusunda onu ateşe atmaktan çekinmeyen tutumu, savcının adaleti sağlamayı değil, kendi davasını kazanmayı öncelikli gören kötücül hamleleri Lucia'nın kurban olmasını kaçınılmaz hale sokuyor.

Bu zengin malzemeyi Lucia de Berk'in bizzat kendisinden de yardım alarak senaryolaştıran Moniek Kramer ve Tijs van Marle, bu uzun soluklu davanın diğer yan aktörleri olan savcı yardımcısı Judith ve Avukat Herzberg'i olduğu gibi mi almışlar, yoksa biraz Hollywood standartlarına mı çekmişler tam belli değil. Özellikle vicdanına yenik düşen Judith'in saf değiştirmesi, eski safından bilgi, belge aşırması sırasında oluşturulmaya çalışılan gerilim fazla Hollywood kokuyor. Kaldı ki bu saf değiştirme (filmin ikinci yarısında Judith'in Lucia'yı hapiste ziyarete geldiği sahne dışında çok düz bir oyun sergileyen genç oyuncu Sallie Harmsen'in de vasatlığıyla) fazla yumuşak bir geçişle işleniyor. Ama tecrübeli oyuncu Ariane Schluter'in bir sonraki hamlesi kestirilemeyen doğal performansıyla ve Paula van der Oest'in başarılı yönetimiyle film, Lucia de Berk'in dramına, onur, adalet, itibar mücadelesine sahip çıkıyor. Tabii oldukça düşündürücü sonuyla ikiyüzlü medyanın, aynı zamanda bireyleri hiçe saymaya her an hazır hukuki mevki ve kurumların eleştirisi sayesinde, o hep örnek gösterdiğimiz Avrupa mantalitesindeki arızaları ortaya koyuyor. Bu ikiyüzlülük ve adaletsizliklerin sadece bizim toplumumuzda olmadığını göstermek suretiyle dünyada yalnız olmadığımızı yüzümüze vuruyor.

18 Nisan 2015 Cumartesi

İtirazım Var (2014)


Yönetmen: Onur Ünlü
Oyuncular: Serkan Keskin, Hazal Kaya, Öner Erkan, Osman Sonant, Umut Kurt, Büşra Pekin, Serdar Orçin, Mustafa Kırantepe, Erkan Kolçak Kostendil, Özgür Çevik, Sırrı Süreyya Önder, Tansu Biçer, Güler Ökten
Senaryo: Onur Ünlü
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç, Okan Kaya, Taner Yücel

Bir camide namazın ortasında sırtından tabancayla vurulan çevre esnaflarından biri olay yerinde ölür. O esnada namaz kıldıran imam Selman Bulut, katili kılpayı gözden kaçırır. Burnunun dibinde işlenen cinayetten etkilenen imam, hem yanında çalışan genç müezzin Efraim'in şüpheli hareketleri, hem de kendi hesabına yatırılan yüklü miktarda para yüzünden bu olayı kendi yöntemleriyle araştırmaya karar verir. Tabii mesele, bir polisiyede olması gerektiği gibi daha derinleştikçe ve bol karakterli olunca bana göre son yılların en iyi yerli filmlerinden birinin içinde olduğumuzu anlarız. Bu değerlendirme polisiye kara komedi unsurlarından keyif alanlar için geçerli. Bu filmi Onur Ünlü'nün yazıp yönetmesi (Sırrı Süreyya Önder'in de katkılarıyla) benim için ayrıca önemlidir. Çünkü İtirazım Var, bazı aksaklıklarına rağmen nihayet Onur Ünlü'nün beğendiğim tek filmi oldu.

Bir önceki Sen Aydınlatırsın Geceyi bile birçok pozitif özelliğine ve zengin siyah beyaz görselliğine karşın kekremsi bir tat bırakmıştı. Kafası karışık, iki şarkılık repertuarını gereksiz uzunluktaki ağır çekimlerle döndürüp duran, hayranlık yaratan fantastik konusu ve şiirselliğini bir süre sonra boğucu hale sokan film, belki amaçladığı şeyi gerçekleştirmişti. Ama Onur Ünlü kafası dediğimiz sıradışı fikirlerin senaryolaşmış hali, İtirazım Var'da bu kez örneklerini yabancı ana akım sinemada daha sık gördüğümüz, ayakları yere basan zeki polisiye örgüsünde şansını deniyor. Cinayet mekanı bir cami, hikayenin karizmatik dedektifi de bir imam olunca zaten var olan malzeme, cesurca kullanılmayı bekleyen bir potansiyeli de elinin altında tutuyor. Onur Ünlü de ölçüyü kaçırmadan ama lafını da esirgemeyen bir sertlikle o potansiyeli çok iyi değerlendiriyor. Tabii gösterime gireceği sırada +18 cezasını da yemişliği vardı.


Onur Ünlü'nün Sherlock Holmes'ten, Hercule Poirot'dan, Komiser Maigret'den, Philip Marlowe'dan ya da buna benzer dedektif figürlerinin maceralarından yaptığı çıkarımları beyaz cama uyarlarken yerel motivasyonları evrensel polisiye sinema üslubuna kurban etmemesi, tam tersi, evrenseli yerelin hizmetine sunması filmin en önemli başarılarından biri. Hedef şaşırtmaya veya olayın katmanlaşmasına katkı sağlayan yan karakter bolluğunun ana karakterin etrafında toplanış şeklindeki tertip düzen, Onur Ünlü kafasıyla kafa kafaya verince ortaya çok güçlü bir kara mizah enerjisi çıkıyor. Ünlü, daha öncesinde kendi kurduğu dünyalarda kendi kafasını yaşarken, İtirazım Var'da temeli eskilere dayanan kurulu bir alanda o kafayı yaşıyor. Buradan da Ünlü'nün film yazıp çekerken kendine has diyebileceğimiz bir kontrol şeklini elden bırakmaması gerektiğini düşünebiliyoruz. Zira hikaye akışında katilin kim olduğu sorunsalını dahi unutturacak derecede enteresan bir baş karakter tasarımı, Ünlü'nün kendine haslığı kadar, farklı disiplinlere olan özeninden de kaynaklanıyor.

Cinayetin en bariz şüphelisi, yakadan düşmeyen bir polis, geri planda etkisiz kalsa da bir famme fatale, onunla işbirliği içindeki bir başka adam, gizemli bağlantılar, dedektife yardımcı olan veya cinayetle uzaktan bağlantılı olan, farklı kanallardan cinayet motivasyonuna sahip yan karakterler Selman Bulut'un etrafını gayet iyi çevreliyorlar. Ama ilahiyat yanında siyaset bilimi de okumuş, sonra antropoloji üzerine yüksek lisans yapmış, İncirlik üssünde tabur imamlığı görevinde bulunmuş, bağlama çalmayı öğrenmek için Sivas'a tekrar dönmüş, gençliğinde boks yapmış, cep telefonu mesajlarıyla gizemli biriyle satranç oynayan Selman Bulut bir imama dair kusurlarıyla kusursuz bir film karakteri. Serkan Keskin'in devleştiği, adeta tek kişilik şov yaptığı İtirazım Var, özellikle Osman Sonant, Serdar Orçin, Öner Erkan performanslarıyla da oyunculuk yönünden zenginliğini katlıyor. Roman olsa zevkle okunur diye düşündüren senaryo, kara komediyle harmanladığı polisiye dram katmanını oluştururken içinden Ebu Zerr, Oskar Kokoschka, Gustav Klimt, Yunus Emre geçen olağanüstü detaylarla, geçmişe ve günümüze çok manidar göndermeler içeren bir hakimiyet sunuyor. İngiliz'in Calvary'si, Macar'ın A nyomozó'su varsa, artık bizim de İtirazımız Var! Selman Bulut'umuz var!

10 Nisan 2015 Cuma

Boyhood (2014)


Yönetmen: Richard Linklater
Oyuncular: Ellar Coltrane, Patricia Arquette, Ethan Hawke, Lorelei Linklater, Marco Perella, Libby Villari, Zoe Graham, Jamie Howard, Andrew Villarreal, Brad Hawkins
Senaryo: Richard Linklater

Mayıs 2002'den Ekim 2013'e kadar yaklaşık 12 yıllık bir zaman diliminde çekilen, bu sıradışı haliyle sinema tarihinde benzersiz bir yer edinen Richard Linklater filmi Boyhood, 5 yaşından 18 yaşına kadar hayatının çeşitli evrelerinde Mason'ı izleyen bir film. Haliyle böyle bir film hakkında yapılacak yorumlar da normalden farklı olabilir. Filmin 12 yıl süren yapım notlarından bile ayrı bir film, hatta olağanüstü bir belgesel çıkarılabilir. 18 yıllık bir süreye yayılmış Before üçlemesi, farklı animasyon teknikleriyle çekilmiş yine iki sıradışı film olan Waking Life (2001) ve A Scanner Darkly, belgeseller, TV Dizileri gibi geniş bir vizyona sahip Linklater, ilerde böyle bir sürprizle karşımıza çıkarsa şaşırmayız.

Bu olağanüstü tasarımı bilinerek izlenen Boyhood, beklentilerin tavan yaptığı epik bir film hürriyetine bürünebiliyor. Oysa düşük bütçeli, samimi bir bağımsız olarak bakılırsa Mason'ın çocukluk ve ergenlik döneminden pasajları izlerken onun her dönem naif kalan ruh halini özümsemek daha kolaylaşıyor. Anne baba ayrılığının getirdiği sevgi eksikliği, okul sorunları, üvey baba sıkıntıları, öğrenim yaşamı, az da olsa bu farklı dönemlerin politik atmosferleri, gönül meseleleri filmin 165 dakikalık süresi boyunca akıp gidiyor. Mason'ın bu zaman diliminde duygusal patlamalar yaşamaması, yaşadığı anları da ketumluğuyla hissettirmesi de ayrı bir başarı. Çünkü başka ellerde abartılı yükselişlerle çok kolay biçimde sömürülebilecek bu hikaye (aslında filmin bir hikayesi olduğunu söylemek ne derece doğru olur tartışılır) Linklater'ın ellerinde belgesel anlatıma ve kimi zaman Avrupa sinemasına yakınlık gösteren bir naiflikle işleniyor.


Bu fikriyle zaten sıradışı bir sinema deneyimi sunan Linklater, bunu farklı bir deneyim gibi allayıp pullamadığı gibi, bir dış ses veya "iki yıl sonra", "beş yıl sonra" gibi altyazılı müdahalelerle anlatımında kolaycılığa kaçmıyor. Karakterlerin fiziksel ve konumsal değişimlerinden faydalanma avantajıyla doğal yollardan işini zaten kolaylaştırıyor. Mason'ı hangi çağında izlersek izleyelim, o çağında yaşadıklarından derin mesajlar çıkarmamız da beklenmiyor. Çünkü filmin bütününden hayata ait kişisel mesajlar çıkarmak mümkün: Hayatın tüm iyi ve kötü anlarıyla bir film kadar hızlı aktığı, bu akış esnasında hatırladıklarımızın da bir film kurgusundan farksız olduğu gerçeği. Mason'ın anne ve baba tarafı olmak üzere ikiye bölünmüş hayatında kendine ait üçüncü bir bölüme sahip olduğunu anlamamıza yarayan bu sinematik gerçekliğimiz, nasıl bir aile yapısına sahip olursak olalım, kendi başımıza kalmanın olgunlaştırıcı etkilerine kapılarımızı hep açık tutmamızı da hatırlatıyor.

Boyhood, her dakikasıyla Mason'ı analiz eden bir film değil elbette. Anne ve babasının kendisine gösterdikleri sevgi ve ilgiyi birbirlerine gösteremeyişleri sonucu boşanmalarının yükünü hep üzerinde taşıyor. Annesinin iki çocukla birlikte yalnız yaşamak istememesi yüzünden yaptığı hatalı evliliklerin yükünü de öyle. Bu sayede yaygın bir evlilik eleştirisi de filme serpilmiş durumda. Fakat Linklater, bu noktada biraz babadan yana tavır alıyor gibi düşünülebilir. İki çocuğunun velayetine sahip annenin onları geçindirebilmek için tekrar evlenmek durumunda kalması, üstelik Mason'ın babasıyla beraber toplam üç hatalı evlilik yapması terazinin bir yanında durmakta. Diğer yanında ise uzun süre ortalarda olmadığı halde bir süre sonra ortaya çıkıp Mason'a örnek bir baba modeli oluşturan, üstelik gayet başarılı bir evlilik yapan baba var. Ama buna rağmen her ikisi de Mason'a ve kızkardeşine sevgide, ilgide eksiklik göstermiyorlar. Linklater da bazı istisnalar dışında gereksiz yere duygu sömürüleri, eğreti gerginlikler yaratmıyor, doğal akıştan yararlanıyor. Bu sayede karakterlerini ekranda daha gerçek kılıyor.

Karakterleri canlandıran oyunculara değinirsek, Ethan Hawke ve Patricia Arquette'in mutlak hakimiyetinin altını çizmemiz gerekir. Gördüğümüz veya görmediğimiz detaylarıyla anne ve baba taraflarının her biri ayrı bir film potansiyeline sahipken, bu iki tecrübeli ismin bu potansiyeli görünmeyen yanlarıyla da yansıtabildikleri hissediliyor. Mason'ı canlandıran Ellar Coltrane şimdiye dek hiçbir oyuncuya nasip olmayan bu rolüyle yüksek oyunculuk beklentilerin uzağında bir sadelik taşıyor. Filmin negatif istisnalarından biri olarak Mason'ın ilk üvey babası rolüyle izlediğimiz oyuncunun karikatüre varan abartılı performansı filmin ruhuna hiç uymuyor. Babasının torpiliyle filme dahil olduğu çok bariz olan Lorelei Linklater'ın, hem fizik olarak, hem de oyunculuk olarak filme en ufak bir katkı sağlamaması da bir başka olumsuzluktu bana göre. Gerçi Samantha'nın sahneleri çıkarılsa film hiçbir şey kaybetmeyeceğinden bunu olumsuzluk olarak da görmemek gerek. Hawke ve Arquette gerçek hayatta çocuk sahibi olsalar doğacak çocuğun Ellar Coltrane'e benzeme ihtimali ne kadar güçlüyse, Lorelei Linklater'ı evlatlık almış olma ihtimalleri de o kadar güçlü.


2015 Oscar Ödülleri'nde sadece Patricia Arquette'in En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü kazanabildiği Boyhood, yaklaşık 90 farklı organizasyondan farklı kategorilerde ödül ve adaylıklar kazanarak bunca yıllık emeğin karşılığını alan bir film. Ama en önemlisi, bugüne dek bir benzerinin olmaması. Filmin 12 yıla yayılan çekim sürecinden dolayı çok daha üstün beklentileri olan bazı seyircileri memnun etmemesi normal karşılanabilir. Zira bu benzersizliği filmden çıkarıp da birkaç aylık bir çekim süreciyle kotarılmış, dönem farklılıkları da makyajlarla veya oyuncu değişimleriyle halledilmiş bir film olarak yeniden hayal edersek yeni birşey söylemeyen bir yapım. En iyi söylenenlerden birini de Mason'ın yeni tanıştığı bir kızdan duyuyoruz. Bu kız, herkesin "anı yakala" sözünün tam tersini düşünüyor. Ona göre an bizi yakalıyor. Bu düşünce, Linklater'ın 12 yıllık bir büyüme macerası yardımıyla asıl anlatmak istediğini özetliyor. Çünkü anın bizi yakaladığını kuru sözlerle değil, ancak böyle sindire sindire fark edebileceğimize inanıyor.

3 Nisan 2015 Cuma

Capturing The Friedmans (2003)


Yönetmen: Andrew Jarecki
Müzik: Andrea Morricone

Andrew Jarecki'nin yönettiği Capturing The Friedmans, 80'li yıllarda Long Island'ın Great Neck kasabasında saygıdeğer bir öğretmen olan Arnold Friedman ile onun üst-orta sınıf Yahudi ailesinin yaşadığı büyük şoku konu alan bir belgesel. Eşi Elaine ve üç erkek çocuğuyla tipik bir Amerikan ailesi yaşantısı sürerken polisin çocuk pornosu ile ilgili dokümanları takip eden istihbarat ağına takılan Arnold'ın ofisinde bu yayınlar bulununca ülke çapında sosyal bir şok dalgası başlıyor. Okul dışında özel müzik dersleri de veren Arnold, dalga dalga büyüyen bu olayın yankılarıyla bir anda tüm toplumun hedefi haline geliyor. Bu olaydan onun kadar, hatta belki daha fazla etkilenen aile fertlerinin profillerine yoğunlaşan belgesel, boşanan anne ve babalarının arasında kalan üç erkeğin (bu film için beyanat vermek istemeyen ortanca evlat Seth hariç) bu lekeli geçmişle yüzleşmelerini sağlıyor.

Olay patlak verdikten sonra yaşanan kaos, çalkantılı hukuki bir süreci de beraberinde getiriyor. Özel dersler esnasında yaşananları birer işkence seansı, öğrencileri de seks köleleri olarak yansıtan polis kayıtlarının gerçekçi olmadığı, polisin çocuklar üzerindeki baskıcı ifade alma tekniklerinin yargı sürecine etkileri de Jarecki tarafından inceleniyor. Çocukken  bu ifadeleri baskıyla onaylayanların, büyüdüklerinde hiç de kötü şeyler yaşamadıklarını anlatmaları, üstelik en küçük evlat Jesse'nin de babasının suçlarına ortak olduğunun iddia edilmesi ortalığı daha da karıştırıyor. Kamu vicdanının sağlanması için emniyet ve yargı güçlerinin bireyleri birer kurban olarak görmekten çekinmeyen anlayışını eleştiren film, Arnold'ın pedofili kimliği ile suçlu kimliği arasında bir fark olup olmadığını da bu adalet arayışına ortak ediyor.

Film çekmeyi çok seven, hayatlarının bir çok evresini filme almış Freidmanlar, bu kayıtların da katkısıyla belgesele çok önemli arşiv zenginliği sağlıyorlar. Mutlu günler kadar, olay sonrası kefaletle serbest kalan Arnold'ın ailesiyle birlikte dava sürecini tartıştıkları görüntüler, Jesse'nin hapse girmeden önceki ruh hali, Elaine'in psikolojisi ve dahası belgeselin kurgusunda yer buluyor. Elaine'in kocası Arnold'a olan öfkesiyle, babalarından yana bir tavır koyan David ve Jesse'nin annelerine karşı suçlayıcı tutumları, filmi bir belgesel olmaktan çıkarıp, çoğu kez içinden çıkılması güç bir aile dramı haline sokuyor. Ağır bedellere rağmen geçmişin çirkinliğini bir şekilde geride bırakmak, hayata farklı bir sayfadan devam etmek için ümitlerin tükenmeyeceğini de belirtmeyi ihmal etmiyor. 2004 yılında En İyi Belgesel Oscar'ına aday olan Capturing The Friedmans, tüyler ürpertici gerçekleri ve iddialarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yapım.