2003 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2003 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2021 Perşembe

Palabras encadenadas (2003)


Yönetmen: Laura Mañá
Oyuncular: Darío Grandinetti, Goya Toledo, Fernando Guillén, Eric Bonicatto
Senaryo: Jordi Galcerán, Laura Mañá, Fernando de Felipe
Müzik: Francesc Gener

Ramón, seri katil olduğunu iddia eden, işlediği cinayetleri kamerasına anlatarak arşivleyen bir üniversite hocası. Filmde kaçırıp evinde alıkoyduğu kadının olaylı şekilde boşandığı karısı Laura olması ve onunla biten evliliğinin muhasebesini yapması ile, polisin Laura kaybolduktan sonra Ramón’u sorgulayışı geri dönüşlerle parelel biçimde ele alınıyor. Sürekli yalan söyleyen ve bu işte iyi olan Ramón’un gerçekte bir katil mi, korkak mı, zeki mi, duygusal mı olduğuna yönelik akıl oyunlarıyla dolu senaryo tasarımı, filme olan ilgiyi ayakta tuttuğu gibi, oyuncu Darío Grandinetti’nin başarısıyla da sürükleyicilik taşıyor. Ramón’un evi ve polisin sorgu odası olmak üzere iki sahneden oluşan bir tiyatro oyunu tadı almak da mümkün.

Fakat kriminal zeka üzerine oynayan böyle filmler ister istemez CSI kültürü almış izleyicinin şüphe duvarına toslamaya mahkum oluyorlar. Mükemmel cinayet yoktur, ama bir şekilde hiç yakalanmamayı becerebilirsiniz. Filmin bu gerçekçi bakış açısı, sanki o güzel senaryo içinde mantıklı bir pratiğe dökülememiş. Bazen zeki olduğunu iddia eden filmler, izleyicinin mantık boşlukları arama güdülerini tetikliyor. Artık suç temelli dizi ve filmlerde o kadar eğitilmiş oluyoruz ki, en ince ayrıntıların bile suçu aydınlatabildiği gerçeği, faili meçhullerin varlığını örtbas edemiyor. Ama ses kayıtları üzerinde yapılan oynamalardaki açıkları tespit edemeyen, elindeki delilleri yalan söylemeyi refleks haline getirmiş bir şüpheliye sadece soran, aramalarda dişe dokunur deliller bulamayan dedektiflere olan alışkanlığımız bitti anlaşılan. Bu kez insanın aklına şöyle bir önerme takılıyor: Mükemmel cinayet yoktur, çözülemeyen cinayet vardır.

30 Eylül 2016 Cuma

End Of The Century: The Story Of The Ramones (2003)


Yönetmen: Jim Fields, Michael Gramaglia

Jim Fields ve Michael Gramaglia tarafından yönetilen End Of The Century, 1974 yılında New York'ta kurulan, 1996'da dağılan efsane punk rock grubu Ramones'in kuruluşunu, yükselişini ve kendi iç dinamiklerini birinci ağızlardan ve gruba yakın isimlerden anlatan bir müzik belgeseli. Her iyi belgeselde olduğu gibi arşiv görüntülerinden, farklı zamanlardaki röportajlardan derlenmiş dinamik bir kurguyla ve Ramones müziği eşliğinde izlediğimiz yaklaşık 22 yıl süren bu yolculuk, bir müzik belgeseli için bol malzeme barındırıyor. Punk müziğin doğuşuna New York'tan katkı sağlayan Ramones, özellikle farklı karakterlere sahip dört temel üyesi ve onların çalkantılı grup içi ilişkileri sayesinde kendi döneminde hep göz önünde olmuştu. Belgeseli sıkıcı bir hale getirmeyen de grup üyelerinin bu renkli kişilikleri.

Joey Ramone (vokal), Johnny Ramone (gitar), Dee Dee Ramone (bas, vokal) Tommy Ramone (davul) dörtlüsünden oluşan orijinal Ramones kadrosu, gerçek isimlerini kullanmadan, "Ramone" soyadı altında birleşerek Blitzkrieg Bop, I Wanna Be Sedated, Sheena Is a Punk Rocker, 53rd & 3rd, I Wanna Be Your Boyfriend, Judy Is a Punk gibi pekçok hit şarkıya imza attı. Ramone soyadı, siyah deri ceketler, kaküllü saçlar, sahne uyumları onları hep bir aile konseptine dahil etmişti. Bilmeyen biri onları akraba sanabilirdi. Oysa kuruluşlarından dağılmalarına dek geçen süre içinde bu uyumlu görüntü kadar, türlü anlaşmazlıklar ve bu konsept üzerine getirdikleri eleştirileri de izliyoruz. Romantik ve naif Joey, hırçın Dee Dee, geri planda kalmasına rağmen işin mutfağında önemli pay sahibi Tommy, grubun beyni konumunda bulunan muhafazakar, soğuk ve işadamı disiplinine sahip Johnny farklı zamanlarda birbirlerinin kararlarını ve tavırlarını eleştirirken aslında işlerin pek de yolunda olmadığı anlaşılıyor.

Özellikle davul mevkiinde sorunlar yaşayan, 78'de gruptan ayrıldıktan sonra yapımcılığa yönelen Tommy'den sonra üç davulcu daha eskiten Ramones'in tüm bu anlaşmazlıklara rağmen 22 yıl, 14 stüdyo albümü boyunca kopmamalarını da çeşitli şekillerde açıklamak mümkün. Artık dönüşü olmayan bir şöhret rüzgarına kapılmaları, uzun süren sahne, prova, tur alışkanlıklarının yarattığı bağlılık, show business gerekleri, grup üyelerinin ufak anlaşmazlıkları gemileri yakacak kadar büyütmeyecek karakterde olmaları gibi sebepler onların uzun zaman piyasada olmalarını, iyi albümler ve şarkılar yapmalarını sağladı. Belgesel bunları doğrudan söylemeyip sadece hissettiriyor. Ama keşke "neden uzun yıllar birarada kaldınız" sorusunun cevabını hepsinden duysaydık diye de düşünmeden edemiyoruz. Gerçi hepsi Ramones ailesi çatısı altında sevdikleri işleri yapan amatör ruhlu ve dünyayı sallayan birçok gruba ilham kaynağı olmuş müzisyenler. Bu bağlamda End Of The Century, bir Sam Dunn - Scot McFadyen belgeseli anlayışında olmasa da Ramones hakkında bilgilendirici nitelikte.

3 Nisan 2015 Cuma

Capturing The Friedmans (2003)


Yönetmen: Andrew Jarecki
Müzik: Andrea Morricone

Andrew Jarecki'nin yönettiği Capturing The Friedmans, 80'li yıllarda Long Island'ın Great Neck kasabasında saygıdeğer bir öğretmen olan Arnold Friedman ile onun üst-orta sınıf Yahudi ailesinin yaşadığı büyük şoku konu alan bir belgesel. Eşi Elaine ve üç erkek çocuğuyla tipik bir Amerikan ailesi yaşantısı sürerken polisin çocuk pornosu ile ilgili dokümanları takip eden istihbarat ağına takılan Arnold'ın ofisinde bu yayınlar bulununca ülke çapında sosyal bir şok dalgası başlıyor. Okul dışında özel müzik dersleri de veren Arnold, dalga dalga büyüyen bu olayın yankılarıyla bir anda tüm toplumun hedefi haline geliyor. Bu olaydan onun kadar, hatta belki daha fazla etkilenen aile fertlerinin profillerine yoğunlaşan belgesel, boşanan anne ve babalarının arasında kalan üç erkeğin (bu film için beyanat vermek istemeyen ortanca evlat Seth hariç) bu lekeli geçmişle yüzleşmelerini sağlıyor.

Olay patlak verdikten sonra yaşanan kaos, çalkantılı hukuki bir süreci de beraberinde getiriyor. Özel dersler esnasında yaşananları birer işkence seansı, öğrencileri de seks köleleri olarak yansıtan polis kayıtlarının gerçekçi olmadığı, polisin çocuklar üzerindeki baskıcı ifade alma tekniklerinin yargı sürecine etkileri de Jarecki tarafından inceleniyor. Çocukken  bu ifadeleri baskıyla onaylayanların, büyüdüklerinde hiç de kötü şeyler yaşamadıklarını anlatmaları, üstelik en küçük evlat Jesse'nin de babasının suçlarına ortak olduğunun iddia edilmesi ortalığı daha da karıştırıyor. Kamu vicdanının sağlanması için emniyet ve yargı güçlerinin bireyleri birer kurban olarak görmekten çekinmeyen anlayışını eleştiren film, Arnold'ın pedofili kimliği ile suçlu kimliği arasında bir fark olup olmadığını da bu adalet arayışına ortak ediyor.

Film çekmeyi çok seven, hayatlarının bir çok evresini filme almış Freidmanlar, bu kayıtların da katkısıyla belgesele çok önemli arşiv zenginliği sağlıyorlar. Mutlu günler kadar, olay sonrası kefaletle serbest kalan Arnold'ın ailesiyle birlikte dava sürecini tartıştıkları görüntüler, Jesse'nin hapse girmeden önceki ruh hali, Elaine'in psikolojisi ve dahası belgeselin kurgusunda yer buluyor. Elaine'in kocası Arnold'a olan öfkesiyle, babalarından yana bir tavır koyan David ve Jesse'nin annelerine karşı suçlayıcı tutumları, filmi bir belgesel olmaktan çıkarıp, çoğu kez içinden çıkılması güç bir aile dramı haline sokuyor. Ağır bedellere rağmen geçmişin çirkinliğini bir şekilde geride bırakmak, hayata farklı bir sayfadan devam etmek için ümitlerin tükenmeyeceğini de belirtmeyi ihmal etmiyor. 2004 yılında En İyi Belgesel Oscar'ına aday olan Capturing The Friedmans, tüyler ürpertici gerçekleri ve iddialarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yapım.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

The Station Agent (2003)


Yönetmen: Thomas McCarthy
Oyuncular: Peter Dinklage, Patricia Clarkson, Bobby Cannavale, Michelle Williams, Paul Benjamin, John Slattery
Senaryo: Thomas McCarthy
Müzik: Stephen Trask

Yaşlı dostu Henry ile birlikte maket tren dükkanında çalışan Fin, 134 santim boyunda naif ve hüzünlü bir adamdır. Boyu yüzünden çevresinden aldığı farklı tepkilere alışmış olan Fin, işine hevesle bağlıdır. Ama birgün Henry ölünce ve ona New Jersey, Newfoundland'daki yarım dönümlük arazisini bırakınca gidecek başka yeri olmayan Fin’in hayatı farklı bir yöne döner. Trenlere tutkuyla bağlı olan Fin, kendisine miras kalan bu arazi üzerindeki kullanılmayan köhne bir tren istasyonunda kalmaya başlar. Tam istediği gibi sessiz sakin bir hayat yaşayacağını düşünürken, kahve dükkanı olarak kullandığı minibüsüyle Fin’in arazisi üzerinde mesken tutan arkadaş canlısı Joe ile karşılaşır. Fin’in iki defa aynı sakarlığına maruz kaldığı ikinci karşılaşacağı kasabalı ise, aslında ressam olan varlıklı sayılabilecek Olivia’dır. Fin pek istemese de bu birbirinden farklı iki insanla birlikte adım adım sağlam bir dostluk kurulmaya başlayacaktır.

90’ların başından bu yana aktörlük yapan Thomas McCarthy, The Station Agent ile birlikte senarist / yönetmenliğe soyunmuş bir adam. İlk filmi The Station Agent ile aralarında BAFTA ve Sundance olmak üzere çeşitli festivallerden genelde senaryo ağırlıklı 25 kadar ödül kazanan McCarthy, ara ara yine kendi yazıp yönettiği filmler çekmeyi sürdürüyor. Sıcak, sevimli, hüzünlü, umutlu gibi sıfatlarla tanımlanabilecek film, merkezindeki kahramanı Finbar McBride’ın etrafına farklı sınıf ve kişiliklere sahip Joe ve Olivia’yı koyarak ilerliyor. McCarthy önce Fin’in Newfoundland'e gelmeden önceki sıkıcı ama onu kendi halinde mutlu kılan yaşamına baktıktan sonra, bu iki insanla tanışacağı eski tren istasyonundaki yeni hayatına bakmaya başlıyor. Bu bakışı o kadar sade ve doğal yapıyor ki, filmin kırılgan havasına kendini kaptıran seyirciyi de bu yeni başlangıca ortak etmeyi başarıyor. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi gelmeye başlıyor.


Fiziksel yapısı ve doğası gereği insanlarla ilişkilerine mesafe koymuş Fin’i yaşadığı küçük ortamda bir nebze sosyal olmaya zorlayacak Joe gibi girişken, Olivia gibi çekici iki insanın varlığı, McCarthy’nin senaryo yönünden kendisine meydan okuması gibi algılanabilir. Fin’in bu iki insanla kaynaşma sürecini kendince olabildiğince zorlaştırmaya çalıştıran yönetmen, kendi senaryosunu adım adım o kadar iyi işliyor ki, filmin Türkçeleştirilmiş adı olan “Hayatın İçinden” klişesi, basit formüllerin bazen en iyi formüller olduğunu düşündürüyor çoğu zaman. Üçlü arasında ilişkiler ilerledikçe farklı karakterlerin yaşadığı ufak gelgitlerin diğerlerine yansımaları da aynı gösterişsiz ama etkili formülde kendini ifade ediyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fin’in kendi içinde yaşadığı kişilik olarak normal ama fiziken farklı çatışması da sık sık hatırlatıldığı gibi, Joe ve Olivia’nın onun bu durumunu hiçbir zaman garipsemeyişleri de filmin çok zeki bir dram dengesinde durmasını sağlıyor.

Thomas McCarthy’nin seyirciyi hikayesine ve onun baş karakteri Fin’in insani duruşuna ortak etmesindeki en önemli bir diğer etken de Fin rolündeki aktör Peter Dinklage’in naif ama karakter oyuncusu payesine layık performansı. Film içinde çevresinden gördüğü bazı tepkileri gerçek hayatta da (özellikle ünlü olmadan önce) yaşadığını tahmin etmek zor değil. Bu yüzden görünümü sebebiyle ötekileştirilme eğilimindeki bir karakteri canlandırırken oyuna 1-0 önde başladığı da bir gerçek. Ama Dinklage, hem anlamlı yüz ifadesi, hem de işini bilen oyunculuk yeteneğiyle bu avantajın üzerine yeni artılar eklemeyi başarıyor. Game Of Thrones’un Tyrion Lannister’ı olmadan önce de iyi bir oyuncu olduğunu bilen bilir. Patricia Clarkson ve Bobby Cannavale’nin tamamlayıcı oyunculukları sadece tamamlayıcı olmaktan yer yer sıyrılsa da, bu kendi küçük, duygusal hacmi büyük Finbar McBride’ın hikayesi. Ve sanki yolumuz New Jersey, Newfoundland'deki o eski tren istasyonuna düşse orada Fin ile, karşısında da minibüsü içinde sevimli geveze Joe ile karşılaşacakmışız hissi verecek kadar da doğal.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Garden Of Heaven (2003)


Yönetmen: Lee Dong-hyeon
Oyuncular: Ahn Jae-wook, Lee Eun-joo, Son Jong-beom, Jeon Moo-song, Song Ok-sook, Yoo Hyeong-kwan
Senaryo: Lee Han, Lee Ji-won, Son Jeong-eun

Çoğu Güney Kore melodramında dikkat çeken bir unsur var: Birbirine aşık olacak çiftlerin ilk karşılaşmaları çok sadedir. Köşeyi dönerken birbirlerine çarparak ellerindekileri düşürüp, toplamak için eğildiklerinde göz göze gelmezler pek. İlk görüşte flaşlar patlamaz, havai fişekler çatlamaz. Garden Of Heaven’da olduğu gibi bir bakmışız, birden öyle yan yana oturuyorlar. Kaderin oyunu rastgele bir tanışma, sözsüz, sıradan bir bakış ile bu iki insanın birbirine deliler gibi aşık olacağına pek ihtimal vermeyiz. Onlar da vermez zaten. İşin bu kısmı çok can alıcıdır. Güzelliğin görünen boyutunun bir ötesine geçiş bileti zamanla sindire sindire kazanılır. Hani bazı çiftler birbirlerini ilk gördükleri anı anlatırlarken fark ederiz ya. O büyük aşk, meğer ne kadar sıradan bir tanışmayla start almış. Hayalkırıklığı yaşanır biraz. Çünkü filmlerde alıştırmışlar bizi flaşlara, fişeklere, lazerlere. Halbuki o ne naif bir ilk karşılaşmadır.

Günler geçtikçe anlamı artan, sıradanlıktan unutulmazlığa doğru biçim değiştiren bir masumiyet başgösterir. Ateş bacayı sardığında artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Bundan sonra olacaklar bizi sessiz sakin bir bilinmezliğe adım adım götürecektir. Bu aşk, yine bizi alıştırdıkları gibi tutku yoksunu değil, tam aksine tutkuyu her hücresinde hisseden ve fiziksel teması minimumda tutarak ironik biçimde daha da güçlenen bir omurga üzerine oturur. Kimimiz, ürkek dokunuşlar, çekik bakışlar, kadife ciltler filtresinden süzülen tutkuyu, ateşli bir Fransız öpücüğüne yeğleriz. Zaten hiç öpüşmeden bile o elektiriği iletebilen bir aşktır onların yaşadığı. Öpücüğün büyüsünü ayağa düşürmek istemezler belki. Az ve öz öpücük sahnelerinde ise çok şey anlatırlar bu yüzden.


Ne var ki aşk, beraberinde acı, sıkıntı, hastalık getirmez ise nasıl test edilir diye düşünmekten içi şişmiş bir melodram yazarı "kader ağlarını örmektedir" cümlesini bulmuştur. Birbirini çok seven çiftimizden biri ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştür. Bize de, Azrail’in bu kadife çiftin kapısını çalacağı günü beklemek düşer. Garden Of Heaven’ın konusu da bu hikayenin kabasından farklı değil. Kabası diyorum, çünkü bu kaba anlatım yüzünden o kadar çok filmden soğuduk ki, nice güzel filmin semtine uğramadık bile. Ama mühim olan, o kaba yapının içine gizlenmiş, izledikçe açılan kardelenler. Ufacık bir ayrıntı bile bizi bir anda sarıp sarmalar. Eski bir bakkalın raflarına bakarken çocukluğumuzun şekerini, gazozunu, sakızını görmemiz gibi.. Bu filmlerden alacağımız tadı başkalarıyla paylaşamayız, seçtiğimiz bu filmle onları memnun edemeyiz, suni eleştirilerle karşılaşırız. O zaman kendi içimize dönmemizi tetikleyecek bir güdüyle onları paylaşmaktan kendimizi alıkoyarız. Böylesi daha iyidir. Kimseye söylemez, o filmleri sessizce içimizde yaşarız.

Babasından miras kalan hastaneyi, ölümü bekleyen hastaların daha huzurlu ölebilmeleri için kullanmak isteyen Ohsung’un, tesadüfen tanıştığı Youngju’yu da aynı hastaneye alması ile şekillenen, ölümün kara gölgesi altında bir melodram Garden Of Heaven. Daha tanıştıkları gece bile birbirlerini yalansız dolansız, açık kalplilikle birbirlerine sunan Ohsung ve Youngju, ölüm meleği ve kurbanın karşılaşmasına benziyor. Bu açık kalplilik, bir kadının o gece tanıdığı bir erkeğin omzuna başını yaslamasına, bir erkeğin o gece tanıdığı bir kadına samimi itiraflarda bulunmasına vesile oluyor. Ohsung’un “Cennet Bahçesi” adlı hastanesinde ölümü bekleyen hastalarla ve onların yaşama bağlılıklarıyla renklenen film, aşk ve ölüm hakkında öyle kocaman laflar etmeyen, sadece ara sıra kocaman ümitsizlikler hissettiren bir kırılganlığa sahip. Hastaların hayata bağlılıklarına, güleryüzlerine, bir kalıp sabundan veya tuvalet kağıdından bile ilham alarak yazdıkları şiirlere rağmen, kadın çocuk demeden vakti dolanların Azrail ile buluşmasına elden bir şey gelmiyor. Sevdiği kadının kanser olması yanında, hastalarının da ölümün sıcak nefesini Ohsung’un sakinleştirici varlığı ile aşabileceklerini düşünen insanların varlığı filmi normal “kansere yenik düşen ölümsüz aşk” filmlerinde bir nebze ayırıyor.


Garden Of Heaven’ın bir başka güzelliği olan Eun-ju Lee’nin trajik intiharını, filmin hayat dolu ölüm mahkumu Youngju ile bağdaştırma girişimlerimizin başarılı olması mümkün değil. Bu ne talihsizliktir ki, filmde ve gerçek yaşamda da ölümden kaçamayan bir güzellik için ne söylenebilir? 22 Şubat 2005’te geride 12 film ve yürek sızlatan bir intihar mektubu bırakan Lee, bir üniversite hastanesinde psikolojik tedavi görüyordu. Yorgunluktan, ilgisizlikten, konsantre güçlüğünden, iştahsızlık ve uykusuzluktan muzdaripti. Günde neredeyse bir saat uyuyordu. Ölümünden az bir zaman önce doktoru onu tekrar görmek, ilaçlarını ve tedavisini kontrol etmek üzere çağırdıysa da, Lee bir daha gidemedi. Filmlerinde canlandırdığı çoğu karakterin talihsiz ölümleri dikkat çekiciydi. İlginçtir, filmlerinden birinde canlandırdığı karakterin de yine Şubat’ın 22’sinde öldüğü söyleniyor. Sonlara doğru filmdeki hastaların yaptığı enfes çan gösterisini izlerken Lee’nin talihsiz yaşamını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Neyse ki Garden Of Heaven’da gördüğümüz hayat dolu genç kadının samimiyeti, geride bıraktığı diğer filmleri gibi elimizin altında olacak. O başka bir yerde olsa da, filmlerde onu hep kanlı canlı göreceğiz. Sinemanın bir başka gücü de bu işte.

21 Mart 2011 Pazartesi

Anger Management (2003)


Yönetmen: Peter Segal
Oyuncular: Adam Sandler, Jack Nicholson, Marisa Tomei, John Turturro, Luis Guzmán, Jonathan Loughran, Woody Harrelson, John C. Reilly, Heather Graham, Krista Allen, January Jones, Kevin Nealon
Senaryo: David Dorfman
Müzik: Teddy Castellucci

Buddy Rydell: Dışa vuran tipler, kuponlarını alamadığı için kasiyere bağıranlardır. İçine atanlar ise hergün sessiz kalan kasiyer gibidirler. Sonunda mağazadaki herkesi vururlar. Sen kasiyersin.
Dave Buznik: Hayır, ben donmuş gıda reyonunda 911 Acil’i arayan adamım.

Öfkeyle olan seviyeli yada seviyesiz birlikteliğimiz, bir kere en baştan haksız bir durumla karşılaşıldığında ortaya çıkmalıdır. Durduk yere öfkelenmek talihsiz bir davranış biçimi. O seviye veya seviyesizliğin herkesçe bir tanımı var. Mesela öfkenin eyleme dönüşümü bilinçli bir karar olmasına rağmen, eylemin garipliği ise haklıyken haksız duruma düşülmesine zemin hazırlar. 1 dakika karanlık, 30 saniye korna, 10 saniye musluk eylemleri gerçekten bizim bilinç seviyemizi mi gösteriyor? Eğer öyleyse durum çok vahim. Zaten yeterince karanlıkta olmamız, zaten yeterince gürültüye boğulmamız, zaten fazlasıyla yolsuzluk batağına saplanmış olmamızın üstüne 1 dakika, 40 saniye, 2 saat daha eklemenin sağlıklı bir hak arayışı olduğunu düşünmekten öte sadistçe olduğu kanaatindeyim. Çivi çiviyi söker mantığından hareket ediyorlarsa bilemem tabi.. Dr. Rydell’in söylediği gibi: Öfke, kendini kaybederek kaybedebileceğin bir şey değildir."

Dave Buznik (Adam Sandler) bir evcil hayvan ürünleri şirketinde yönetici asistanıdır. Hayvanlara kıyafetler tasarlamaktadır ve kendisine verilen terfi sözü hala tutulmamıştır. İlkokuldayken kendine yapılan korkunç bir şakadan sonra toplum içinde duygularını gösterememektedir. Mesela kız arkadaşı Linda’yı (Marisa Tomei) herkesin içinde öpemez ve kimseye sinirlenemez vb. Birgün uçakta hiç asabi olmadığı halde olay çıkmasına sebep olur. Yanında oturan Dr. Buddy Rydell (Jack Nicholson) durumu sadece izlemekle yetinir. Olay mahkemelik olunca da Dave, bir süreliğine Rydell’in Öfke Kontrolü seanslarına katılmak zorunda bırakılır. Bu sayede Dave, geçmişi ile yüzleşme ve kendini bulma yolunda Dr. Rydell’ın sıra dışı tekniklerini uygulamak zorunda kalacaktır. Bir Adam Sandler filminden beklentiler sabittir. Ama Anger Management’ta fazladan bir Jack Nicholson faktörü var. Üstelik John Turturro, Luis Guzman, Marisa Tomei, Woody Harrelson, John C. Reilly, Heather Graham, öfkeli porno kızlar Krista Allen- January Jones ve hatta New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin irili ufaklı rolleriyle, bazıları cidden olağanüstü espirileriyle klas bir komedi. Aslında benzerlerinden farklı ilerlemek isteyerek klasik bir romantik komediye dönüşmesi açısından klişe bir film. Ama Dave Buznik karakterinin özelinden yola çıkarak çok genel bir öfke anatomisi de yapılamazdı zaten. Yine de Dave’in öfke anatomisini çok yerinde ve eğlenceli biçimde yapıyor.
 
 
Filmin o kadar matrak bir yapısı var ki, öfke üzerine bir film olduğunu anlamak için senaryonun sağlı sollu sıkıştırmalarına ihtiyaç duyuyoruz. Araya serpiştirilmiş zeka ürünü cümleler dışında sahiden komik pek çok an mevcut. Köprünün ortasında Dr. Rydell’ın Dave’e arabayı durdurtup söylettiği West Side Story şarkılarından I Feel Pretty sahnesi, Dave’in çocukluk kabusu Arnie Shankman’ı yıllar sonra bir Budist rahibi olarak bulup onunla hesaplaştığı bölüm, Rydell’in grubundaki terapi seansları, Dave'in iş arkadaşı Andrew'ün "organı" üzerine yapılan müthiş betimlemeler ve stadyum sahnesi, filmle çok hoş bağlantılar kurmayı sağlıyor. Özellikle Chuck (John Turturro), Lou (Luis Guzman), Arnie (John C. Reilly) ve Galaxia (Woody Harrelson) tiplemeleri öyle her romantik komedide rastlanacak türden değil. Jack Nicholson için ne denebilir bilmiyorum. Şeytani duruşuyla hemen hemen her filminde tekinsiz ve komik bir yana sahip olan bu devasa insan, yaşlılığın komikliğe engel olmadığını daha nasıl anlatsın? Sinema tarihinin demirbaşlarından, oyunculuğun doktoru, profesyonelliğin karizma ile buluşması, referans filmlerin, referans aktörü.. Filmi izlerken bana, Şener Şen neden yaşlanınca komik değil artık” diye düşündürten adam.

Tahmin edilmesi mümkün olabilecek sürpriz finalin ardından, bir “feelgood movie”den sonra nasıl hissedilmesi gerekiyorsa öyle oluyor. Yani mesaj “öfkeyle kalkan zararla oturur” şeklinde mi? Hayır, o kadar basit değil. Benim anladığım (ya da anlamak istediğim) öfkeyi keşfedip onunla barışık olmak. Öfke de bize ait olduğu için otomatik olarak kendimizle de barışıyoruz. Yüzleşmek çok önemli. Sırf öfkemizin kaynağıyla değil, hayatımızın zaman zaman atan sigortalarının düğmesini yukarı kaldırabilmenin mümkünatı, onlarla yüzleşmekle oluyor. Ekonomiye, işsizliğe, yolsuzluğa, torpile, medyaya, eğitim sistemine, karşı dinlere, karşı takıma duyulan öfkenin önüne geçilemez. Birlik beraberlik mesajları, hoşgörü anlamını yitirir. Öfke insanın doğasında var. (İnsan doğası diye bir şey varsa tabi!)

27 Ocak 2011 Perşembe

Stander (2003)


Yönetmen: Bronwen Hughes
Oyuncular: Thomas Jane, Dexter Fletcher, David O'Hara, Deborah Kara Unger, Ashley Taylor, Marius Weyers
Senaryo: Bima Stagg
Müzik: David Holmes

Güney Afrika Johannesburg’da görev yapmakta olan saygın polis şefi Andre Stander, 80’lerin başlarında işinde çok başarılıdır. Güzel karısı Bekkie ile tutkulu bir evlilik sürdürürken, bastırmak zorunda kaldıkları siyahların isyanında aksilik yaşayınca mevkisini, makamını, yaşadığı hayatı sorgulamaya başlar. Geçici bir bunalım hali olduğu düşünülürken birdenbire tek başına banka soymaya başlayan biri oluverir. Üstelik soygunlarını öğle tatillerinde kılık değiştirerek gerçekleştirmekte, sonra da mesaisine kaldığı yerden devam etmektedir. Ardından ekibiyle birlikte soygunun yapıldığı yere, bu kez polis kimliğiyle giderek insanlara sorular sormaya, kendi yaptığı soygunun suçlusunu bulma numarası yapmaya başlar. Bu sorguların birinde mağdur kişiye sorduğu “soyguncu neye benziyordu” sorusuna “size!” cevabı alınca, bir hobi, bir hastalık, bir tutku haline gelen banka soygunları polis teşkilatını, özellikle de Stander’in beraber çalıştığı kankası Cor’u kuşkulandırır. Sonunda bir soygunda Cor tarafından enselenen Stander, 32 yıl hapse mahkum edilir. Bunun iki yılını yattıktan sonra hapiste tanıştığı Lee McCall ile birlikte kaçmayı başarır. Daha sonra yine hapiste tanıştıkları Allan Heyl’ı da aralarına alarak Stander’ın deyimiyle “sistemin ve sermayedarların canına ot tıkamak” üzere hep beraber yeni soygunlara doğru yelken açarlar. Çetesi ile hızı kesilemeyen “wanted” bir şahsiyet haline gelen Stander, suç dünyasının çok tartışılan aykırı figürlerinden biri haline gelir.

Filmin başına dönersek, hızlı ekipler amiri Andre Stander’ın düğününe, balayına ve güzel karısı Bekkie ile yaşadığı aşkına tanık olduğumuz bölümler bizi nasıl bir filmin beklediği hakkında pek de fikir sahibi yapmıyor. Ama yine de işleniş açısından kendine bağlayan bir çekicilik mevcut. Çok başarılı isyan sahnesi, bizi hala nasıl bir film beklediği hakkında fikir sahibi yapmadığı gibi bu çekiciliği devam ettiriyor. Hızlı/yavaş planların, Afrika sıcağı ile gerilim sıcağını beraber servise sunan sağlam bir sinematografinin, kaos ortamının yarattığı gerilimin konuştuğu bu sahnede yaşanan trajik olayların ardından, Stander’in babasıyla ırkçılık ve sermaye tabanlı bir şeyler gevelemesi tansiyonu düşürse de, bunun belirtilmesi boşuna değil. Stander’in gündüzden geceye dönüşüm sürecine tutulan ışıklardan biri.. Ne zaman ki Stander, isyan sonrası tuhaf ve yoğun bir belirsizlikle kaplanmış psikolojisi sebebiyle bir öğle tatilinde tek başına banka soygunu kariyerini başlatıyor, işte o zaman film başlıyor. Hızlı ama baş döndürmeyip mide bulandırmayan kurgu, heyecan, macera, elbette biraz allanıp pullanıp perdeye uyarlanmış bu yaşanmış olaylar zincirini bir seyir zevki haline getiriyor.


Stander’in bir suçlu portresi olarak doğuşu, gerilimin gölgesinde sürdürdüğü gösterişli hayatı, çetesi, karısı ve babası ile olan uzak ilişkisi ve tabi sonu, çok lezzetli bir macera filmi ile sade bir dramı bütünleştiriyor. Hele de Stander’a beyaz perde karizması sağlayan Thomas Jane’in ekranı dolduran güçlü ve seviyeli oyunu (ki kendisinden hiç beklemezdim) ile film zıpır bir aksiyon ile kısmen de olsa suç/suçlu anatomisi arasında mekik dokuyan olgun bir görüntü çiziyor. Thomas Jane’in katkılarıyla sempatik ve karizmatik bir anti-kahraman kimliğine bürünen Andre Stander’in bir soyguncu, yani kötü adam oluşu yanında, bu eylemleri anarşik çıkış noktalarıyla mazur gösterme gayretleri, sistemi çökertme arzusu, gerçek hayatta neden onun alternatif hayran kitlesine sahip olduğunu yeterince açıklıyor olsa da, görünenin altında yatan sebepler üzerine de boş konuşmayan bir film.

Andre Stander, vakti zamanında temsil ettiği baskıcı ve ırkçı sistemin bir parçası olmayı içine sindiremeyip çeşitli derecelerde dönüşlerle o sistemin kurtulmak istediği ele avuca sığmaz bir suçluya evriliyor. Zenginden alıp kendi yiyen bir Robin Hood, kendini yıllarca kullanmış, adam öldürtüp bunu kendi kitabına uydurmuş sistemden, onun parasını çalarak intikam alma yolunu seçen bir yol şovalyesi gibi payeler biçilebilecek bir isyancı. Kötü adamın bu denli sempatik gösterilmesi/gelmesi pekçok filmden alışık olduğumuz bir hadise. Ama Stander, bir Charles Manson da değil nihayetinde. Sevebilen, sayabilen, kişilik sahibi bir suçlu. Hatta onurunu kurtarmak, özür dilemek, günahlarından arınmak için bir araba sopa yemeyi göze alabilecek kadar hem de. Suçunun temelinde yatan sebepler ise daha açıklanabilir ve kabul görebilir nitelikte. Kötünün sempatik sunumu meselesi de ayrı bir yazı konusu.


Hollywood’un oyuncak ettiği, cevherini görmemizi engellediği Thomas Jane’den başka filmde Stander’in eşi Bekkie rolünde Kanada asıllı Deborah Kara Unger gibi bir buz kraliçesi de var. Bu sıfat, bir buz patencisi olmasından değil, izleyene sağı solu belli olmayan bir tekinsizlik zerkeden simasını, aynı özellikteki oyunuyla paketleyen, yolda görülse kaldırım değiştirmek ile değiştirmemek arasında ikilemler yol açabilecek vahşi havasından gelmekte. Neyse ki bu filmde o taraklarda bezi yok. Fakat Crash, The Game, Payback gibi filmlerde yarattığı famme fatale, fitne fücur kadınlar ile hermafrodit bir koku sezdirmeyi becermiş bir aktris. Stander çetesinin iki üyesini canlandıran Dexter Fletcher ve David O’Hara da filmin genel havasına çok uyumlu seçimler. Çok derin bir senaryosu ve devasa aksiyon numaraları olmayan Stander’ı beğenmemin önemli sebeplerinden biri, 70’li yılların cool modasının, 80’lerin yapmacıklıklarına henüz bulaşmadığı geçiş dönemini çok iyi etüd etmiş bir görüntü estetiği yanında, müziklerin de aynı geçişe sağladığı uyum oldu. Ocean’s 11-12-13, Out Of Sight filmlerinin süper müzisyeni, güzel insan David Holmes, dramatik yoğunluk içeren sahneler ile araba takip sahneleri arasında kopmadan gidip gelen temalara imza atıyor.


Kanada, Güney Afrika, İngiltere ortak yapımı Stander, A sınıfı Hollywood maceralarının çoğunun canına okuyabilecek güce sahip. Pek ilgi görmediği açık. Zaten DVD’sini de ucuz reyonda buldum. Başka bir husus da filmin yönetmeni Brownen Hughes’ü erkek sanmış olmam. Açıkçası böylesi erkeksi ama estetik (erkekten estetik olmaz mı demek oluyor şimdi bu!) bir filmin yönetmeninin kadın olacağı aklıma gelmezdi. Hani bir önceki Ben Affleck-Sandra Bullock romantizmi Forces Of Nature’un yönetmenliğini bir kadına yakıştırabiliyoruz da Stander’ı yakıştırmıyoruz. Bazı kadınların önyargıları yıkmaları gibi biz de kendi önyargılarımızı sıkça gözden geçirsek iyi olacak. Stander’ın, keşfedilmeyi, zevk almayı bekleyen soğukkanlı bir havası var. Büyük maçları ve sahada oynayan büyük oyuncuları seyretmek zorunda bırakılan, aslında kendisi de çok yetenekli olan yedek sporculara benziyor.

11 Kasım 2010 Perşembe

O Homem Que Copiava (2003)


Yönetmen: Jorge Furtado
Oyuncular: Lázaro Ramos, Leandra Leal, Luana Piovani, Pedro Cardoso
Senaryo: Jorge Furtado
Müzik: Leo Henkin

Gündüzleri fotokopi çeken, geceleri dürbünü ile etrafı, daha çok da bir mağazada tezgahtarlık yapan ve tuhaf babasıyla birlikte yaşayan Sílvia’nın dairesini izleyen André’nin merkezinde çok akıcı bir yapım. Annesi ile yaşıyor olmasına rağmen yalnız ve hüzünlü bir genç olan André’nin kendine yarattığı dünyayı izlerken onun monologları eşliğinde harika bir senaryoya çarpılıp kalıyor insan. Hatta André’nin bir o kadar da renkli iç dünyasından küçük demetler halinde katıksız başyapıt Amélie tadı almak bile zaman zaman mümkün. Ama film André’nin kalpazanlığa meyletmesiyle bir anda farklı bir düzleme giriyor. Orada da yavaş yavaş kendi halinde bir suç hikayesine dönüşüyor. Aslında başlangıç olarak sorun yok. Fakat banka soygunu, hele hele şu piyango hadisesinden sonra gitgide Amélie rotasından uzaklaşıp biraz hevesleri kırıyor. Romantik komedi tanımında da hiçbir sorun yok bence. Öyle olması (ya da gözükmesi) filmin güzelliğinden hiçbir şey götürmediği gibi, çok şey kattığı bile söylenebilir. Üstelik romantik komedilerde sıklıkla rastladığımız, genelde bir çiftten oluşan yan karakterler de tam isabet olmuş. Yazan yöneten Jorge Furtado’yu takibe almak gerekebilir. Her filmi olduğu gibi kabul ettiğimizden, şöyle böyle olsaydı yaklaşımlarını bir kenara koyduğumuzda dolu dolu bir iki saat geçirdiğinizi fark ediyorsunuz. Önemli olan da bu…

17 Ekim 2010 Pazar

Coffee and Cigarettes (2003)


Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Roberto Benigni, Steve Buscemi, Cate Blanchett, Iggy Pop, Tom Waits, Alfred Molina, Jack White, Meg White, Steve Coogan, Bill Murray, RZA
Senaryo: Jim Jarmusch
Müzik: Tracy McKnight

Bağımsız filmler şahı Jim Jarmusch’un eş-dost-iş çevresinden bir grup insanı karşılıklı kahve ve sigara sohbetlerinde görüntülediği deneysel bir film olan Coffee & Cigarettes var sırada. Kısa film olarak çektiği birkaç parçayı birleştiren yönetmen, kimi matrak, kimi oldukça sıkıcı, tamamı siyah beyaz 11 bölümlük bir uzun metraj çıkarmış. Taraflı davranarak bana sıkıcı gelen bölümleri pas geçeceğim. O bölümler, kahve-sigara ikilisinin yan yana geldiğinde ortaya çıkarması muhtemel sohbetlerden bihaber şekilde çekildiği için hiç tutmadım. Sigaranın eşlikçi yönü için çok şey söylenebilir. Ama sigara propagandası yapmak doğru olmaz. Zaten smoker insanlar demek istediğimi anlamışlardır. Çay, kahve, yemek, içki yancısı, öğle arası, aşk acısı, hasret sızısı, doğum sırası bekleme sancısı ve şu sonrası, bu sonrası sigaranın zararlı eskortluğunun reklamını yapmayalım!

Roberto Benigni ve Steven Wright gibi iki komik aktörün Strange To Meet You isimli skeci ile açılan film, Benigni’nin panik ve komik doğaçlamasından nasibini alıyor. Anlattığı bir şey yok. Sadece iki insanın buluşmasından bir enstantane olmuş. “Do you know my mother?” sorusuna koptum bu arada. Ardından gelen Twins’de ise biri kız biri erkek ikiz kardeşlere garson rolüyle Steve Buscemi katılıyor. Garson’un Elvis Presley üzerine komplo teorileri saçma olduğu kadar düşündürücü de olmuş. Buscemi, ayakları yere basarak saçmalamış adeta. Jack Shows Meg Tesla Coils adlı bölümde ise rock grubu The White Stripes grubunu oluşturan Jack ve Meg White kardeşlerin (bazı şehir efsanelerine göre boşanmış bir çift) Tesla bobini üzerine girdikleri, meraklısı haricinde diğer herkesin Fransız kalabilmesi muhtemel sohbete ve tuhaf ışık gösterisine tanık oluyoruz. Belli belirsiz bir cazibeye sahip Jack ve duru güzelliğiyle Meg ikilisini sahnede izlemek, burada izlemekten çok çok daha keyifli.

Delirium isimli kısa bölümde ise bir kafede bir araya gelen, Jarmusch’un Ghost Dog filmlerinin müziklerine de imza atmış rapper RZA ve yine hip-hopçu kuzeni GZA, garson olarak karşılarında Bill Murray’i görünce apışıp kalıyorlar. Sohbet esnasında RZA bir non-smoker olarak alternatif tıp ile ilgili bilgilerini smoker Murray ile paylaşıyor. Murray’in orada ne aradığına falan kafa yormak anlamsız. Zaten buram buram doğaçlama kokan bu bölümler, kendimce Coffee & Cigarettes için oluşturduğum Top 4 listesinde 3 numarada kalıyorlar. 4 numarayı oluşturan skeçler topluluğundan söz etme gereğini duymadığımı söylemiştim. 4 numaraya göre 3 numaralar biraz daha sivriliyorlar.


Madem öyle, geldik 2 numaraya: Cousins ve Cousins? adlı bu bölümlerin, birbirine gönderme yaptığı falan yok, fakat ilginç kuzen portreleri çizdikleri için ve biraz daha doyurucu olduklarından öne çıkıyorlar. Cousins’de Cate Blanchett hem kendini, hem de Cate Blanchett’in Shelly isimli hippie görünümlü kuzenini oynuyor. Kuzenler ufak bir salonda buluşuyorlar. Ünlü Cate’in aksine herhangi bir baltaya sap olamamış Shelly’nin iğneleyici tavrı ve menapoz gerginliğini çok iyi yansıtan Blanchett ile ilgili söylenecekleri bir başka bahara bırakıp, Cousins?’e geçelim. Burada ise Alfred Molina ve özellikle 24 Hour Party People’dan tanıdığımız Steve Coogan’ın bir kafede buluşmalarını izliyoruz. Molina’nın davetine lütfen cevap vermiş olan Coogan, kibirli ve gıcık tavırlarıyla niye çağırıldığını merak ediyor. Davet sebebi ise ilginç. Molina’nın iletişim çabalarını sürekli engellemeye çalışan, ona telefonunu vermemek için bile sudan bir bahane uyduran Coogan, Molina’ya “Spike” isimli birinden gelen telefonla birden taktik değiştirip ona yamanmaya çalışınca roller değişiveriyor. Spike’ın kim olduğunu da filmi izleyenler bilebilir. Bir fikir üzerine doğaçlama biçimde ilerleyen skeç, diğer geride bıraktıklarından daha bir ele avuca geliyor.


Ve 1 numarada Somewhere In California var. Bana göre bu deneyselliğin zirvesi bu bölüm. Bu filmi izlememin yegane sebebi buydu, ancak kısa film olarak bir tek bunu izlemektense, diğer oyuncu ve karakterlerin hatırına tüm filmi izlemek istedim. Başrollerde punk rock gurusu Iggy Pop ve Jarmusch filmleri müdavimi, kült müzik adamı Tom Waits var. İkisini aynı kafede, aynı masada görmek bile tarihi bir an resmen. Onların skeci de doğaçlama. İlk başlarda neye nasıl başlayacağını bilemeyen diyalog, zamanla yolunu çiziyor. Elbette çok daha iyi bir geyik sarmayı hak eden bu buluşmaya her ikisi de sigarayı bırakmış olarak geliyorlar. Tesadüfe bakın ki masada önceki müşterilerden birinin unuttuğu açık bir Marlboro paketi duruyor. Sohbet ilerledikçe ara ara göz göze geldikleri pakete bakarken Tom Waits bombayı patlatıyor: Madem sigarayı bıraktım, o zaman bir tane içebilirim.Zaten baştan çıkmaya dünden razı Iggy de bu fikre balıklama dalınca karşılıklı tüttürmeye başlıyorlar. Aralarında ufak bir davulcu krizi yaşanmasına rağmen ikili dostça ayrılıyor. Iggy Pop mekandan ayrılınca Tom Waits etrafı kolaçan edip beleş sigaradan bir tane daha yakıveriyor. Mevzu bundan mı ibaret diye düşünülebilir. Ama Jarmusch’un kafaya belli bir mevzuyu takıp takmadığı da şüpheli. Tüm skeçler arasında sigarayı bir aksesuar gibi kullanmayan 2-3 bölümden birisi olmuş. Adı Coffee & Cigarettes olan bir film için düşük bir ortalama sayılabilir.

Neticede böyle deneysel bir film çekmek Jarmusch’un kendi tasarrufudur. Böyle bir filmden bahsederken, Jarmusch sinemasında önemli bir yeri olan Benigni-Waits-Murray ekolünden, bağımsız sinemanın çekici-itici taraflarından, RZA’dan hareketle Wu-Tang Clan kaviminden, Twins’de yer alan Elvis teorilerinden ve tabi Cate Blanchett'den söz etmek yazıyı gereğinden fazla uzatacağından olayı bağımsız şekilde akışına bırakmak daha doğru olur. Takılacak o kadar mesele var ki, belki birgün başka bir yazıda bu meselelerle yollarımız tekrar kesişebilir. Ama Jim Jarmusch’un genel olarak derli toplu durmayı sevmeyen, bu sebeple kimi zaman tadından yenmeyen, kimi zaman dakikaları saydıran sinema anlayışı içinde Coffee & Cigarettes’in, görüntüden fazla sözel açıdan kahve-sigara sohbeti yapmasını beklerdim.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Wonderland (2003)


Yönetmen: James Cox
Oyuncular: Val Kilmer, Kate Bosworth, Josh Lucas, Dylan McDermott, Lisa Kudrow, Janeane Garofalo, Tim Blake Nelson, Ted Levine, Louis Lombardi, Carrie Fisher, Natasha Gregson Wagner, Christina Applegate, Eric Bogosian, M.C. Gainey
Senaryo: James Cox, Captain Mauzner, Todd Samovitz, D. Loriston Scott
Müzik: Cliff Martinez

Yaşanmış bir olaya dayalı Wonderland filminden söz etmeden önce, filmin baş kahramanı John Holmes’dan bahsetmek gerek. Aslında “gerek” kısmına pek gerek de yok. Ama Holmes’un yol açtığı, Amerikan kamuoyunda “Wonderland Cinayeti” olarak bilinen vahşeti konu alan filmin, Holmes’ün bahsedeceğimiz özellikleriyle pek ilgisi bulunmuyor. Filmde üstünkörü geçildiği üzere John Holmes ilk erkek porno yıldızıydı. Yaklaşık 13 inch’lik alameti farikası ile 1000’den fazla (bu sayının 2000 küsür olduğu da iddia edilir) filmde rol almış, 14.000 kadınla yatmış (ki bir yerlere çizik mi attıysa artık, bunu da kendisi iddia etmektedir), daha sonra kazandığı inanılmaz paralara rağmen bir baltaya sap olamadığı gibi, alkol ve uyuşturucu batağına saplanarak, haliyle oynadığı sınır tanımayan filmlerin sayesinde 1944’de doğduğu dünyaya 1988’de AIDS’den dolayı veda etmiştir. Ölümü arpadan olan Holmes’ün yükseliş hikayesini biraz da süsleyerek kurgulayan Paul Thomas Anderson filmi Boogie Nights’ı izleyenler, Dirk Diggler karakterinin Holmes’den fazlaca esinlendiğini biliyorlardır. Sorunlu ergenlik ve keşfedilme döneminin ardından gelen yer altı şöhreti Boogie Nights’ta işlendiğinden belli noktalarda biraz farklıdır. Hatta filmin bir yerinde Dirk Diggler’in ağzından Holmes’e dair bir yorum bile duyarız. Yine Boogie Nights’ta Diggler ve arkadaşları, ellerine geçen uyuşturucuyu zengin, çılgın ve eğlence düşkünü bir mafya babasına okutmaya kalkınca başları belaya girer. İşte Wonderland, Holmes’ün porno sektörüne vedasından yaklaşık iki yıl sonra gerçekleşen bu süreci anlatan bir film.

Kendi branşında bir efsane haline gelen Holmes’ün içinde olduğu bir film deyince, bel altının sinemaskop ekranda nasıl boy göstereceğine veya etkili performanslarını bu filmde de canlandırıp canlandırmayacağına olan merak artabiliyor. Ama Wonderland, Holmes’ün o parlak yıllarından ve efsaneleştiği dönemden iki yıl sonrasında cereyan ettiği için, sadece birkaç yerde efsane vurgusu yapılan bir film. Çünkü artık düşmüş bir John Holmes izliyoruz. O vurgu da zaten alaycı bir üslupla kendini buluyor. (Kalabalık içinde “hadi amcalara göster” şeklinde.) Hatta efsane mefsane dediğimiz bu adamı tanımayanlar bile çıkıyor haliyle. Zaten porno sektörü erkeklerden ziyade hep kadın starlar çıkarmış bir sektör. Sektörde erkek olarak ünlenenlerin de bel altları vesilesiyle tanınıyor olmaları da oldukça trajik. Dediğimiz gibi Wonderland, sadece Holmes’ün sebep olduğu entrikaların zıvanadan çıkması sonucu işlenen cinayetler ve onun öncesinde yaşanan karışık ilişkiler ve bağlantılar yumağını anlatan iyice bir macera. Meseleye porno filmler çekmenin etiğinden, ahlâki ve vicdani sorgusundan, bu filmleri yapmanın doğru veya yanlışlığından yaklaşmak, Holmes’ü farklı bakış açılarıyla değerlendirmelere, dolayısıyla farklı “iyi” ve “kötü” tanımlarına yol açabilir. Ama meseleye Wonderland Cinayetleri yönünden yaklaşmak, her ne kadar cinayetlere fiilen katılmamaış olsa da Holmes’ü “kötü” yapmaya yeter.


John Holmes’ün takılıp uyuşturucu ihtiyacını giderdiği Ron Launius adındaki bir dostu, küçük çetesiyle kendilerine ait bir parti-uyuşturucu-silah-suç organizasyonunun başında bulunmaktadır. Yaptıkları türlü işlerle kazandıkları ganimetleri kendi partilerinde sevgilileri, dostları ve fahişeleriyle tüketerek günlerini gün etmekte, bir yandan da yeni işler kovalamaktadırlar. Sevgilisi Dawn ile orada burada sürten eski porno yıldızı Holmes ise bu gruba sıkça girip çıkmakta, onların uyuşturucularını sömürmekte, Ron ise buna sesini çıkarmamaktadır. Ama çetenin diğer elemanları, özellikle de David Lind, Holmes’ü hiç sevmemektedir. Wonderland olayından sonra polis Lind’i bulur ve sorguya çeker. Her şey Ron’un eline geçen antika silahları satmak istemesiyle başlar. Silahları bir “arap”a okutabileceğini, karşılığında da kokain alabileceğini söyleyen Holmes, Ron’u ikna eder. Ama Holmes silahlarla birlikte ortadan kaybolur ve Ron deliye döner. Sekiz saat sonra eliboş halde çıkagelen Holmes “arap”ın silahları aldığını söyler ama ikna edici olmaz. Ron, Holmes’a iki gün içinde silahları getirmesini, yoksa onu öldüreceğini söyler. Bir süre sonra tekrar eliboş dönen Holmes’ün yine bir hikayesi vardır. “Arap”ın evinde sanıldığından çok daha fazla uyuşturucu ve ganimet vardır. “Arap” ile olan dostluğundan dolayı rahatça evine girip çıkabilen Holmes, Ron ve adamlarına bu ganimete sahip olabilmeleri için “arap”ın evinin bir kapısını açık bırakacak, böylece soygun gerçekleşecektir. Nitekim gerçekleşir de.

Ama Ron ve çetesinin soyduğu sözü edilen “arap”, gerçek adı Adel Nasrullah olan Eddie Nash’den başkası değildir. 1953’de beş parasız halde Filistin’den gelen bir uçaktan inen Nash, bir yıl sonra Hollywood Bulvarı’nda küçük bir sosis arabası sahibi olmuş. Ünlü Seven Seas lokantasının önünde çalışan Nash, 1960’da da bu lokantanın sahibi olmuş. Söylentilere göre, kısa zamanda servet sahibi olan Nash’in gece klüpleri, bu sayede yüksek bağlantıları ve çölde dişleri sökülmüş insan kafatasları ile dolu 40 hektar arazisi varmış. İşte Ron ve ekibi, Holmes’ün de yardımıyla bu Eddie Nash’i soymuşlardır. Ama türlü oyunlar ve tehditlerle ikili oynamaya meyilli Holmes’ün yardımıyla tersine dönen rüzgar ile, kimilerine göre Charles Manson ve müritlerinin1968’deki yönetmen Roman Polanski’nin hamile karısı Sharon Tate’in katli kadar vahşi olduğunu söylenen Wonderland olayı patlar. (-ki bence Tate cinayeti daha dehşet vericidir.)


Görüldüğü gibi bu kez kötüyü sevimli gösterme gibi bir çabadan söz etmek pek mümkün gözükmüyor. Val Kilmer’ın sevimliliği hesaba katılabilir mi yoruma açık. Ama Kilmer’ın sergilediği yavşak John Holmes performansı da bu sevimliliği sevimsizliğe döndürme başarısı taşıyor. Lakin tip olarak gerçek John Holmes’ün sevimsizliği tüm ihtişamıyla gözler önünde. Böyle bir adama güvenip aralarına kabul edenlerin de belalarını bulması kaçınılmazmış zaten. Val Kimler yanında filmde irili ufaklı rollerde fazla ünlü olmayan, ama biryerlerden aşina olduğumuz yüzlere de rastlıyoruz. Dylan McDermott (David Lind), Josh Lucas (Ron Launius) gibi iyi performanslar yanında, Holmes’ün sevgilisi Dawn rolüyle Kate Bosworth, dedektif Sam Nico olarak, Judy Foster’in peşinde olduğu Silence Of The Lambs’in sapık katili olarak hatırlayacağımız karizmatik Ted Levine, John Holmes’ün vefakar karısı Sharon Holmes rolüyle Lisa Kudrow ve Eddie Nash’i canlandıran Eric Bogosian, Carrie Fisher, Tim Blake Nelson, Janeane Garofalo şeklinde renkli bir kadroya sahip.
 
Bir dönemin underground efsanelerinden biri olan, fakat zamanla bu efsanesiyle alay konusu haline gelerek şamar oğlanı edilen, yine 80’li yıllar içinde işlenen bir dizi suç yumağı içinde kilit isim olan John Holmes hakkında biyografik özellik taşımayan bir film Wonderland. Amerikan kamuoyunu bir süre meşgul etmiş bu olaylar zincirini izlemek farklı bir deneyim değil kesinlikle. Ama yer yer iyi performansları ve kamuoyu meşguliyetinin üzerimizdeki etkileri hatırına görülse de olur. Çoğu gerçek olaylara dayalı film gibi filmn sonunda yazılarla ifade edilen Hasan uzun süre tanık koruma programında hayatını sürdürdükten sonra 19XX’de sirozdan öldü, Hüseyin mahkemeye çıkarılarak tutuklandı, halen Bayrampaşa Cezaevi’nde yatıyor veya Fatma olaydan sonra Kuala Lumpur’a taşındı, evli ve iki çocuğu var” şeklindeki açıklamalar, izlediğimiz olayları daha da enteresan hale getiriyor. Bu insanların gerçekten var olduklarına biraz daha şaşırabiliyoruz.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Intermission (2003)


Yönetmen: John Crowley
Oyuncular: Cillian Murphy, Kelly Macdonald, Shirley Henderson, Colin Farrell, David Wilmot, Colm Meaney, Owen Roe
Senaryo: Mark O'Rowe
Müzik: John Murphy

Oscar (David Wilmot) ve John (Cillian Murphy) aynı markette çalışan ve aynı evi paylaşan iki arkadaştır. Tüm zamanları bir arada geçmesine rağmen hayatları birbirinden oldukça farklı devam etmektedir. John’un güzel bir sevgilisi, dolayısıyla da düzenli bir ilişkisi varken Oscar yıllardır kendine uygun bir kadın aramaktadır. Hatta uygun olması bile gerekmez, herhangi bir kadın zaten uygun olacaktır.Oscar’ın az da olsa kıskandığı bu güzelim hayatı John durup dururken altüst eder. Sevgilisinin kendisine ne kadar bağlı olduğunu sınamak isteyen genç adam kıza ayrılmayı teklif eder. Ancak John’un yaptığı plan tam tersi bir etki yaratır. Hayalleri yıkılan genç kız çok kısa bir zamanda kendisinden yaşça hayli büyük olan evli bir sevgili edinir. Bu ayrılık ve yeni başlayan ilişki sadece onların değil, çevrelerinde yaşayan tanıdık tanımadık tüm insanların hayatını altüst edecektir.

Bir pasta düşünelim. Dışındaki meyvelerin cazibesi ile alınıyor. Satıcıya sorduğunuzda "o dıştaki meyvelerin aynıları içinde de var" (bkz. Trainspotting benzetmesi) diyor. Pasta eve getiriliyor ve kesiliyor. İçinde o meyvelerden eser yok! Biraz çikolata parçası o kadar. O yedikçe tadından içimizi kıyan pasta özelliği de yok. Çünkü iç kıyacak kadar bir kıvam yok. Ama yediğimiz kadarından anlıyoruz ki aslında malzeme hiç de o kadar kötü değil.. Hatta o malzemeyle kat kat düğün pastası bile yapılır, pastayı yiyen misafirler "pardon, bir dahaki düğününüz ne zaman, davetiyemi isterim" der. Mark O'Rowe'un yarattığı karakterler klişe olmasına rağmen o kadar renkli, onlara katılan kişilik özellikleri çeşitli kapılar açmaya o kadar müsait anahtarlar ki, insan vitrin cazibesine kapılıyor. Lakin içeride zenginlik yerine, o kaliteli malzeme ile yanlış ölçekler sonucu tutturulmaya çalışılmış kıvamla yapılan pastacıklar bulunuyor. Zenginlik derken tabiki çok satan, hit pastalardan değil, kendi yağıyla kavrulmasını ve haddini bilen, ama tadını en rüküş pastalara değişmeyeceğiniz türlerden söz ediyoruz.

Intermission'un en önemli özelliği, içinde barındırdığı potansiyel. Çeşitli bağımsız pastanelerden aldığı ödüller, bu potansiyeli takdir etmeyi öncelik sayan bu pasta festivallerinin karakteristik özelliğidir. Ama yine de insan biraz daha parlak zeka, zırzop espiri, umulmadık gelişmeler, söylenmesi gereken ama anlamsızca unutulan çözümlemeler bekliyor. Çünkü bu, İngiliz-İrlanda-İskoçya soğuk mizahının göbeğinden çıkma bir film. İrlanda’nın dünyaya açılmış iki oyuncusu Cillian Murphy ve Colin Farrell, çok tuttuğum Colm Meaney, Shirley Henderson, ayrıca en son No Country For Old Men’de güzelliğinden neredeyse hiç koklatmamış Kelly Macdonald’ın da yer aldığı Intermission, bu coğrafyadan çıkmış bir sürü örneğe hayran biri olarak beklediğim gibi çıkmadı.

15 Mart 2008 Cumartesi

Osama (2003)


Yönetmen: Siddiq Barmak
Oyuncular: Marina Golbahari, Arif Herati, Zubaida Sahar, Mohamad Nader Khadjeh, Mohamad Haref Harati
Senaryo: Siddiq Barmak
Müzik: Mohammad Reza Darvishi
 
Taliban rejiminin hüküm sürdüğü Afganistan'da kadınların yanlarında bir erkek akrabaları olmadan sokağa çıkmaları yasaklanmıştır. Hiçbir erkek yakını olmayan kadınlarsa evlerinde açlıktan ölmeye mahkumdur. Bir anne ve oniki yaşındaki kızı da Taliban başa geçtikten sonra işsiz kalırlar ve anne kocasıyla erkek kardeşini savaşta kaybeder. Kendisi ve çocuğunu hayatta tutabilmek için annenin yapabileceği tek birşey vardır. Kızını erkek kılığına sokmak... Artık her dakikaları Taliban askerleri tarafından farkedilme ve öldürülme korkusuyla geçmeye başlar. Hayat artık zorlu bir yolculuğun ucundadır.
 
Taliban’ın kadına bakışı (aslında bakışı falan olduğu söylenemez gerçi) kadar katı bir tutum, yobazlığı taşıyabileceği en üst noktaya taşıyor. Günümüzde pek çok İslam ülkesi bu yönde kabuğunu kırmaya çalışırken Afganistan’da kadının adı yok. Kadın, bırakın karar vermeyi, konuşmaz, yanında ailesinden bir erkek olmadığı müddetçe sokağa çıkamaz. Çıkarsa da “burka” denilen ve yüzü bile kapatan yerel çarşafıyla çıkar. Böyle bir ortamda büyümeye çalışan 12 yaşındaki bir kız çocuğunun babası cephede ölmüş, annesi ise ona ve büyükannesine bakmak için çalışmak zorunda kalmıştır. Başlarında bir erkek olmadığından rahatça çalışamayacağı için, birgün küçük kızının saçlarını kesip, onu bir erkek çocuk gibi giydirerek yanına alabilecek, böylece serbestçe işe gidip gelebilecektir. Osama adını alan küçük kızı annesi, babasının yakın bir arkadaşının yanına çırak olarak verir. Adam, Osama’nın kız çocuğu olduğunu bilmekte ve onu Taliban’dan korumak istemektedir. Birgün Taliban, köydeki tüm erkek çocukları toplayıp eğitmek üzere kampına götürür. Tabi aralarında Osama’da vardır. Böylece küçük kızın talihsizliği artık iyiden iyiye tehlikeye düşer.
 

Siddiq Barmak’ın yazıp yönettiği Osama, birçok yönden cesur bir film. Zaten Taliban rejiminin gölgesinde geçen bir film, rejim aleytarı bir üslup ile drama-politik bir dil kullanmaz ise sıkıcı olurdu. Bu yönden pek sıkıntısı olmayan film, Osama’nın dramını biraz şiirselleştirmeye çalıştığı anlarda inandırıcı olamıyor. Örneğin, Osama’nın annesi tarafından kesilen bir tutam saçını saksıya dikip, serum hortumuyla su vermesi, düş dünyasının zenginliği hakkında bize hiçbir bilgi verilmemiş bu küçük kızın kapasitesini göstermek için fazla zorlama olmuş. Keza, çırak olarak çalıştığı dükkanın arka tarafında sürekli ip atlaması da, “çocukluğunu yaşayamayan çocuk” diye göze sokulması gereken fazla duygusal bir tavır olmuş. Ama Osama, o “sırrın açığa çıkma” durumunun yarattığı gerilime çok hakim. Bizi küçük Osama’nın çaresizliğine ortak ettiği gibi, Afganistan çıkmazına da dahil etmeyi başarıyor. Bu sıkışmışlık hissini böylesi küçük bir filmden beklemeyenler, ilham kaynağı olan Afganistan’ın kayıp yaşamı ve Taliban eleştirisini taraflı/tarafsız diye basitleştirerek hafife alabilirler.
 
Siddiq Barmak’ın cesaretinden bahsettik. Ama o cesaretin de bir sınırı var. Açık hava mahkemesinin şipşak gerçekleştirdiği infaz, çocukların gusül abdestini öğrendikleri sahneler, finalin -iyiki de- görmediğimiz bölümleri kontrol altına alınmış. Bu göremediğimiz çoğu sahnenin etkisi, zaten onları görmememizde saklı biraz da.. Bu kontrollü tavır, dramatik dengeye zarar vermediği gibi, olası bir cahil cesaretinin eşiğinden de dönülmesini sağlamış. Politik ve dini eleştirileri Osama ve biraz da onun kız olduğunu bilen, ama bunu onun lehine kullanmayan Espandi gibi iki çocuk üzerinden yapmaya çalışması bile filmi yeterince cesur sınıfına koyabilir. Silahın yanında dolarla, teknolojiyle istila edilmeye çalışılan bu toprakların katı din kuralları ve geleneklerle kuşatılmış atmosferini yer yer sembolik, lirik ve gerilimli bir anlatımla birleştirmeye çalışan Siddiq Barmak, hemen her sahnesine koyduğu Osama ile, tipik “çocuk gözüyle Afganistan” teması yanında, acı gerçekçi yaklaşımına da ivme kazandırıyor. Tabi bunda küçük Marina Golbahari’nin etkisi çok fazla. Değme oyunculara taş çıkartan Golbahari’nin gerek yüz hatları, gerekse kabiliyeti, bir zamanların Léon’unda oynayan 13 yaşındaki Natalie Portman’ın duruşuna hiç uzak sayılmaz. Ama Siddiq Barmak’ın Golbahari’den başka çok önemli bir kazancı daha var ki, o da film için kendisine her türlü desteği sağlayan yılların ustu İranlı sinemacısı Mohsen Makhmalbaf.. Cannes, Golden Globe, Londra ve daha pek çok önemli film organizasyonundan ödüllerle dönen Osama, hiç ödül almasa bile övgüleri hak ediyor.

1 Mart 2008 Cumartesi

11:14 (2003)

 

Yönetmen: Greg Marcks

Oyuncular: Rachael Leigh Cook, Patrick Swayze, Barbara Hershey, Shawn Hatosy, Hilary Swank, Ben Foster, Clark Gregg, Stark Sands, Colin Hanks

Senaryo: Greg Marcks

Müzik: Clint Mansell

 

11:14'te gerçekleştirilen bir kazayla açılan yapım, bağımsız gibi gözüken birden fazla olayı sondan başa doğru anlatıyor. Ve bir kazayla bağlanan olayların nasıl şekillendiğini ve birbirini nasıl etkilediğini izlemeye başlıyoruz. Ve bu süreç bizi herşeyin başladığı ana götürüyor. Biri cansız bir beden olmak üzere 11 kişinin, saat 11:14 itibariyle yaşadıkları hengameyi anlatan minör bir film. Oradan oraya koşuşturan, çılgınlıklarının, ihanetlerinin, hırslarının kurbanı olmuş 10 kişiden sadece polis memuruna acıdım desem yeridir. 1976 doğumlu Greg Marcks’ın yazıp yönettiği film, pat diye başlayıp, küt diye bitmesi, zamansal denklemleri başarıyla kurgulaması ve birkaç orijinal sahne barındırması açısından gayet hınzır bir yapıya sahip. Bana göre en orjinali ise aşağıdaki sahneydi bu arada.

 

 

Basit bir şekilde geçiştirilebilecek, hatta hiç üstünde bile durulmayabilecek bir ayrıntıyı bu derece komplike hale getirme hinliğini çok hoş buldum. Tavuğun derisi tamam da, ya gerisi? Boğazlarına kadar belaya batan bu insanlar o kadar silik ve sıradan ki, şirket grafiklerindeki inip çıkan çubuklara benziyorlar. Bu kadar adam-kadın arasında derinliği olan bir Allah’ın kulu olmaz mı? Hoca hocayı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur misali yolları kesişen, ama bundan bihaber olan bu birkaç kişinin değişik perspektiflerle sunulan panik gecesi, her zaman stereo kalmıyor. 11:14 acelesi olan bir film. Yangından kaçırılan mallar kurtarılırken, oyuncular içerde unutuluyor sanki.

 

Şimdilerde yüzü bana çok retro gelen, bir zamanların modası, yine o zaman kızlarının beyaz atlı prensi Patrick Swayze, fırtınalar koparan Ghost ve Dirty Dancing fenomenlerinin ardından ne hikmetse sırra kadem bastı ya da o tür bir kariyer istemedi bilinmez. Filmdekine benzer, dövmediği kızıyla dizi belaya giren baba rolüne oldum olası soğuk hisler beslerim. Anne desen bir garip. Başka bir cephede ise Hilary Swank, tellerini dişine takarak mücadele veriyor. Oyuncular arasındaki tescilli tek marka olması, ondan da bu film için ödüllü bir performans beklemeyi gerektirmiyor tabi. Çünkü oyuncular, hikayeyi aktarmak için kullanılan konu mankenleri gibiler. Neyse, Swank’in major filmlerdeki başarısı, arada minörlere yolculuk yapmasına engel teşkil etmiyor. Genç ve bağımsız yönetmenlerin filmlerinde oynayarak onlara destek vermekten zevk alan aktris, bu tavrıyla ayrı bir takdiri hak ediyor.

28 Mayıs 2007 Pazartesi

Zelary (2003)


Yönetmen: Ondrej Trojan
Oyuncular: Anna Geislerová, György Cserhalmi, Jaroslava Adamová, Anna Vertelárová, Iva Bittová
Senaryo: Kveta Legátová, Petr Jarchovský
Müzik: Petr Ostrouchov

Çek topraklarının Nazi işgali altında olduğu 1940'lı yıllarda Eliska, üniversiteler Almanlar tarafından kapatıldığı için tıp eğitimini tamamlayamayan ve bu yüzden bir hastanede hemşire olarak çalışan genç bir kadındır. Sevgilisi cerrah Richard ve ortak dostları Doktor Chldek'le birlikte direnişçilere katılmıştır. Bir gece, taşradaki dağlık bir bölgeden hastaneye, acil kan nakli gereken ağır yaralı bir adam getirilir. Yalnızca Eliska'nın kan grubu adamınkini tutmaktadır. Verilen kan, adamın hayatını kurtarır ve çağdaş, şehirli, eğitimli Eliska ile köylü, ekmeğini taştan çıkaran, çocuk ruhlu Joza arasında sıradışı, güçlü bir ilişki kurulur.

Doktorların yer aldığı direnişçi grup ortaya çıkarılınca Gestapo peşlerine düşer ve yaşamları tehlikeye girer. Eliska'nın sevgilisi Richard, bir gece kaçarak ülkeyi terk edince, Eliska'nın kalabileceği emniyetli bir yer bulmaları gerekir. Kızı ücra bir bölgedeki dağ evinde saklayabileceği düşüncesiyle Joza ile temasa geçerler. Eliska, alışkın olduğu şehir yaşamını ardında bırakıp yeni bir kadın olmak zorunda kalır: artık dağ adamının karısı Hana'dır o. Yeni yuvası, zamanın 150 yıl önce durduğu dağ köyü Zelary'dedir.

Kveta Legátová’nın Jozova Hanula adlı romanından uyarlanan ve Ondrej Trojan tarafından yönetilen Zelary, 2004 yılında En İyi Yabancı Film kategorisinde aday olmuş, ancak ödülü Kanadalı Les Invasions Barbares'e kaptırmış son derece başarılı bir Çek yapımı dram. Özellikle Avrupa’ya has çekiciliği ve harika oyunu ile Anna Geislerová’nın devleştiği film, roman uyarlamalarının perdeye yansıması sonucu oluşan masalsı atmosferi yaratmada da hedefine ulaşıyor. Geislerová’nın etrafına örülen karakter zenginliği de bir o kadar çekici..


Gestapo’dan kaçması için, dava arkadaşları tarafından kendisine her ayrıntısı düşünülmüş yeni bir hayat verilen Eliska, çalıştığı hastanede kan verdiği köylü ile evlenip, Zelary köyünde yaşamak zorunda kalan şehirli bir genç kadınken, kendisine koca olarak seçilen orta yaşını biraz geçkin Joza ise köpeği Azor ile yaşayan, aşka sevgiye aç, saf ve becerikli bir dağ köylüsüdür. Yan yana gelmesi pek mümkün olmayan bu özelliklere sahip iki karakterin buluşması, yabancılık, alışma evresi ve aşka dönüşüm düzleminde hatasız ilerliyor. Sadece Eliska ve Joza arasındaki ilişkinin değil, sosyal açıdan şehirli Eliska’nın, köylü Hana’ya dönüşümü de bu düzlem üzerinde yerini alıyor. Başlangıçta mecburen gerçekleşen her iki dönüşümün, zamanla bireyin kendi seçimi halini almasını çok iyi işleyen Zelary, izleyiciyi de bu dönüşüm sürecine ortak ederek gücünü ortaya koyuyor. Bu güç, sadece iki ana karakter sayesinde elde edilmiyor elbette.

Artık Hana olarak yaşamak zorunda kalan Eliska’nın, belki normal şartlarda asla koca olarak seçmeyeceği Joza’ya alışma süreciyle eş zamanlı ilerleyen köy sosyal yaşamına alışma sürecine katkıda bulunan en önemli unsurlardan biri de Zelary köylüleri.. Pek çoğunun Eliska’nın sığıntı durumundan haberdar olmasına karşın, onu bağırlarına basarak kendi samimi sosyal çarklarında öğütmeleri, küçük toplumlardaki pozitif veya negatif dönüşümün ne derece etkili ve çabuk olduğu yönünde fikir verebiliyor. Köy ortamının vereceği fikirin hep olumlu yönde olacağı düşünülür. Ama realist biçimde Zelary köyünde karısını döven, içki içen, başkasının karısına tecavüze yeltenen, üvey çocuğuna dayak atıp evden kovan insanlara da rastlıyoruz. Ama bu kötü huyların köy atmosferinin birbirine kenetlenmişliği içinde erimesi de kaçınılmaz oluyor. Joza ile birlikte, köyün eğitimsiz doktoru yaşlı bayan Lucka, anlayışlı rahip, asi çocuk Lipka, Zena rolünde aynı zamanda ülkesi Çek Cumhuriyeti’nde başarılı bir yaylı çalgılar ustası olan Iva Bittová gibi sıcacık karakterler, Hana’nın bağlanma sürecine katkıda bulunuyor. Hele de Zena’nın küçük kızı Helenka rolündeki Anna Vertelárová’nın hem kendisi, hem de oyunu görülmeye değer.


Dönüşüm evresine katkıda bulunan bir diğer önemli etken de köy olgusu. Ağaçları, dağları, tepeleri, çiçekleri ile o kadar güzel bir köy izliyoruz ki, sıkıcı olarak gördüğümüz bu küçük coğrafi olgunun insan ruhunda yarattığı arınma duygusuna, temiz havasına, güneşine, yağmuruna, karına tanık oluyoruz filmde.. Hana, bütün mevsimleri arka arkaya yaşadığı bu köyde aşkı ve insani sıcaklığı, bunun yanında zaman zaman zorbalığı da yaşayarak kendi iç mevsimlerinin de farkına varıyor. Filmin pastoral dokunuşları o kadar etkili ki, ekran karşısında o temiz havayı ciğerlere çekmek, ot ve çiçek kokularını duyumsamak, terlemek, üşümek mümkün hale geliyor neredeyse. Ama öte yandan, savaşın gölgesinde yaşamanın getirdiği gerilimin bu güzellikleri yerle bir edeceği endişesi de filmin bir köşesinde duruyor hep.

Zelary, işlediği saf güzellikler yanında acı gerçekleri de iki saati aşkın süresine ustaca sığdırmış, yürek coşturduğu gibi yürek burkan da bir film. Görüntülerin ihtişamı, senaryonun samimiyeti, oyuncuların doğallığı bir araya geldiğinde oluşan kimyaya her zaman rastlayamıyoruz. Savaşa karşı gizliden faaliyette bulunan elit Eliska’dan, zoraki bir savaş gelinine dönüşen köylü Hana’nın ve Zelary köyünün hikayesi mutlaka görülmeli.

15 Şubat 2007 Perşembe

Lost In Translation (2003)


Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Bill Murray, Scarlett Johansson, Catherine Lambert, Giovanni Ribisi
Senaryo: Sofia Coppola
Müzik: Kevin Shields

Bob Harris uluslarası alanda şöhrete sahip olmasına rağmen bir süredir düşüşe geçmiş bir film yıldızıdır. Rol bulmakta zorluk çektiğinden dolayı Tokyo'da bir viski reklamında oynaması için gelen teklifi kabul eder. Üniversiteden yeni mezun olan Charlotte ise fotoğrafçı eşinin yine Tokyo'da yapacaği bir çekim sebebiyle Japonya'da bulunmaktadır. Birbirinden tamamen farklı bu iki insan, çeşitli rastlantılar sonucu kaldıkları otelde tanışırlar. Önceleri zaman geçirmek için sohbet şeklinde olan ilişkileri giderek karşı koyamadıkları bir yakınlaşmayı beraberinde getirir.

Dingin, kırılgan, sevimli, hüzünlü yapısıyla Lost In Translation, Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği gerçekten saygı duyulası bir film. Nedenleri çok. Bill Murray gibi dev bir oyuncunun, Scarlett Johansson gibi seksi-sevimli yeni nesil bir aktrisin tutturduğu gizemli kimya, melodram severleri ziyadesiyle memnun etmişti. Tokyo gibi dünyanın en kalabalık şehrinde duyulan yalnızlık atmosferinde filizlenen ikilinin dostlukları, aslında daha önce de benzerlerine rastlanan klişe hayat hikayelerinin buluşması gibi görülebilir. Yaşlanan Hollywood starının bir Japon reklamında oynaması veya ilgisiz kocanın yalnızlıktan bunalan genç ve güzel karısının arayış içine girmesi sinema izleyicilerinin hiç de yabancısı olmadığı konular. Belki buna benzer hikayeler daha çok işlenecek. Ama Lost In Translation’da olduğu gibi saf bir incelikle, yürek titreten bir duygusallıkla, hüzün takviyeli bir mizah anlayışı ile anlatıldığında bu basmakalıp görünen hikayeler bir anda insanı kucaklıyor.


Filmin merkezindeki yalnızlık teması için Tokyo’nun seçilmesindeki ironi, genç ve yaşlı iki insanın aynı frekansı yakalaması ironisi ile buluştuğunda Coppola’nın dışardan kişisel gibi görünen yazımının aslında ne kadar insana ait olduğu gerçeği, filmin hemen hemen her anına sinmiş durumda. Coppola’nın bu filmdeki atmosfer yaratma başarısı, filmin dünyada aldığı sayısız ödülün sebeplerinden sadece biri olması gerekir. Olması gerekenden fazla bir oyunculuk veya diyalog olmamasına rağmen, sadece kalabalık içindeki yalnızlık duygusunu izleyenin iliklerine işletebilmiş bir film her şeyden önce.. Filmde bu bunalım ve yalnızlık ortamı o kadar başarılı resmediliyor ki, sıkıcı bulanların olabilme ihtimali de yeterince ironik. Halbuki Tokyo hiç de dört duvar gibi gösterilmiyor, gündüzü, gecesi, sokakları, eğlence yerleri, televizyon programları ile yaşayan bir metropol. Ama kişi kendine ait, uğruna her türlü fedakarlığı göze alabileceği yalnızlığını, metropol yalnızlığına kurban edince, artık o yalnızlığını paylaşabileceği kişileri arıyor ve artık bulunmak istiyor ki bu da ironi fırtınasının başka bir esintisi.

Charlotte ve Bob, yani Johansson ve Murray arasındaki ilişki filmin omurgasını oluşturuyor. İkilinin adını koymakta zorlandığımız ilişkilerinde belki de tek emin olduğumuz şey, saf ve kırılgan bir sevgi.. Bir bakıma bireysel özgürlüklerin, sorumluluklara yenik düşmeme çabasını anlatan duygusal bir bağ. Bir metropolde, hatta o metropolün lisanında bile kaybolmanın çaresizliği karşısında düşmeyi umursamadan kendini bırakıverme.


Filmin kendine has naif yapısının gücü sayesinde bu iki karakterin soğuk bakışları ve sakinliklerinin altında, yüreklerinde kopan fırtınaların farkına varmak çok da zor olmasa gerek. “Minimalist oyunculuk” sözü işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değildir. Oyuncunun tepkisiz bir duruşunun da öncesi, o anı ve sonrası vardır ki bu aşamaların başarıyla geçildiği dikkatli bir izleyici tarafından fark edilebilir. Bill Murray’in reklam çekimi sırasındaki oyununa gülüyor, finaldeki duygu seline kendinizi kaptırabiliyorsanız, film ödüllerin en güzelini almış oluyor zaten. Kevin Shields, Squarepusher, Air, My Bloody Valentine şarkıları eşliğinde izlediğimiz genç Sofia Coppola’nın çağdaş melodramı, kırık kalbinize bir darbe daha vururken, sağlam kalbinizi sessiz sedasız kırıveriyor.

1 Şubat 2007 Perşembe

Memories Of Murder (Salinui Chueok) (2003)


Yönetmen: Bong Joon-ho
Oyuncular: Kang-ho Song, Sang-kyung Kim, Roe-ha Kim, Jae-ho Song
Senaryo: Bong Joon-ho, Kwang-rim Kim, Sung Bo Shim
Müzik: Tarô Iwashiro

Yıl 1986... Gerçek bir olaya dayanan filmde askeri dikdatörük altındaki Güney Kore'nin bir kırsalında genç kızlara tecavüz ederek öldüren bir seri katil çevreye korku salmıştır. Olayı araştıran iki yerel dedektif, kendi ilkel yöntemleriyle katili bulmaya çalışmaktadırlar. Seul'den gönderilen işinin ehli bir özel dedektifte onlara katılınca araştırma yön değiştirir. Katil cinayetlerini işledikçe kaçan ve kovalayanlar arasında geri dönülemez bir takip başlar.
 
Seri katil filmlerinin diğer gerilim filmlerinden farkı, cinayeti işleyenin belli bir disiplini takip ederek, kendi çapında ilkeli bazı aşamalardan geçmesi; saplantıları, fetişleri ve yapılan “işe” atılan imzalarıyla bir fenomen yaratma çabası içindeki hasta ruhları mercek altına almasıdır. Film yapmaya bu kadar elverişli bir kavramı işlemek ise sanıldığı kadar kolay değildir. Seyirci ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaksınız, elinizden geldiğince farklı karakterler yaratıp film ilerledikçe hedef saptıracaksınız, kurbanlar arasında ortak noktalar uyduracaksınız, katilin peşine düşenleri belli bir karizmaya sahip ama genellikle sorunlu veya sıradan polisler-dedektifler arasından seçerek seyirci ile empati kurmayı deneyeceksiniz ve bütün bunları yaparken son derece ciddi olacaksınız. Bunun için son derece acımasız olmanız da gerekiyor. İzleyicide klostrofobi etkisi yaratabilmek için ortam kasvetli olacak, hava kapalı veya yağmurlu olacak. Son derece etkileyici bir finaliniz olması gerekiyor, seyirci son ana kadar katili öğrenmemeli, öğrense bile nedenini anlayamamalı. Tabi bu nedenin belli bir amaca hizmet etmesi de ayrı bir husus. Bu cümlelerden sonra aklınızda birçok film canlanmıştır. Birçoğu da sinema tarihinin önemli filmleri arasındadır zaten. Silence Of The Lambs, Se7en, Saw ve daha niceleri.. Başyapıt olan da var, klişe dozunu kaçırıp silinen de. Güney Kore yapımı Memories Of Murder kesinlikle ilk gruba dahil edilmesi gereken bir film.

 
Yönetmen Bong Joon-ho , gerçek bir polisiye olaya Güney Kore’deki dönemin sıcak politik ortamını da ustaca yedirmiş. Ama bunu dozunda ve bazılarının yaptığı gibi izleyenin boğazına gazete tıkmadan yapmış. Yukarıda bahsedilen seri katil filmleri klişelerinden bazılarını filmde de görmek mümkün. Ancak filmin o kadar özgün ve doğal bir yapısı var ki, Memories Of Murder’ın polisiye-gerilim üst başlığındaki alt başlıkları komedi ve dram.. Özellikle ilk yarıdaki sağlam komedi ve ilerledikçe yerini alan taş gibi bir dram seyirciye zengin bir sofra sunuyor adeta.. Başroldeki, kentin sert dedektifi Park Doo-Man (Kang ho-Song) ve Seul’den gelen kariyerinin zirvesindeki dedektif Sao Tae-Yoon (Sang-kyung Kim) etkileyici oyunlarıyla, bu tip filmlerde olması gereken yegane unsuru, yani karakter-seyirci bütünleşmesini hakkıyla yerine getiriyorlar. Bu iki karakter aynı zamanda kasaba-kent kültürünün referansları olarak zaman zaman çatışsalar da, ortak amaca hizmet etmelerinden dolayı işbirliği içinde olmanın temsili durumundalar. Bu iki kültürün dünyanın her yerinde aynı olduğunu hissediyoruz. İki dedektif arasındaki yorum, yöntem, zihniyet farklı ama içgüdü ve hırs olarak hiçbir fark göremiyoruz.

Görüntüler ve dramatik yapı o kadar güçlü ki, bir yara bandı, bir erkek gömleği, bir serum şişesi bile anlam kazanıyor. Karakter ve konu gelişimi mükemmel. Görüntüler çok etkileyici. Senaryo konudan saptığı anlarda bile kuvvetli ve anında konuyu yakalıyor. Genç kadınlar öldükçe dedektiflerin ve tabi ki bizlerin katile olan nefreti artıyor. Tüm bunlar olurken Tarô Iwashiro’nun her atmosfere uygun müzikleri de zaten derinlerdeki filme ayrı bir derinlik, endişe-korku-şüphe-hüzün katıyor. Tüm bu bahsedilen oyuncu, görüntü, dramatik kurgu ve müzik faktörleri, özellikle sağanak yağmur altındaki tünel önü sahnesinde zirveye ulaşıyor. Filmin belki de unutulmaz anlarının en unutulmazı bu sahne olsa gerek. Bu farklı dünyayı, bu farklı sinemayı ciğerlerine çekesi geliyor insanın. Ve bunları bir dedektiflik hikayesinde hissediyoruz.