27 Eylül 2021 Pazartesi

Rock'n Roll (2017)

 
Yönetmen: Guillaume Canet
Oyuncular: Guillaume Canet, Marion Cotillard, Gilles Lellouche, Camille Rowe, Philippe Lefebvre, Yvan Attal, Alain Attal, Johnny Hallyday, Laeticia Hallyday, Ben Foster, Fabrice Lamy, Tifenn Michel-Borgey, Maxim Nucci
Senaryo: Guillaume Canet, Rodolphe Lauga, Philippe Lefebvre
Müzik: Maxim Nucci, Yodelice

Fransız sinemasının en popüler aktörlerinden, aynı zamanda senaristlik, yönetmenlik ve yapımcılık da yapan Guillaume Canet'nin Rodolphe Lauga ve filmde de yer alan Philippe Lefebvre ile senaryosunu yazdığı, kendisinin yönettiği Rock'n Roll, içinde yer alan hemen herkesin kendisini canlandırdığı eğlenceli bir Fransız komedisi. Tabii bu eğlencenin arka planında sinema sektörünün ve sektör bireylerinin mesleki ve şahsi gerçekleri de filmin aklı karalı mizah anlayışından nasibini alıyor. Guillaume Canet artık 42 yaşında olgun bir aktör. Dünyaca ünlü oyuncu hayat arkadaşı Marion Cotillard ve oğulları Lucien ile sade bir hayat sürmekteler. Bir yandan Canet, genç kız sahibi bir babayı canlandırdığı filminin çekimlerini sürdürürken Cotillard da dünya çapında gelen teklifleri değerlendiriyor. Bir gün Canet'nin kızını oynayan güzel oyuncu Camille Rowe sette Canet'ye artık "rock" olmadığını, yani eski günlerinden uzak mülayim bir eş ve baba figürü olduğunu, cazibesini yitirdiğini, kızların takılmak isteyeceği havalı biri olmadığını, kısacası yaşlandığını yüzüne vurunca adeta Canet'nin pimini çekiyor. Bu durumu kabullenemeyen Canet, içinde bulunduğu orta yaş krizinin de vermiş olduğu gazla yaşadığı hayatı sorgulamaya başlayıp birbirinden saf, komik, acemi, utanç verici, sinir bozucu işler peşine düşüyor. Rock'n Roll tamamen bu kabullenemeyiş ve onun sonucu olarak yaşananları, Canet'nin farklı yorumlayış biçimlerinden derlediği renkli bir anlatımla sunan enfes bir film.

Şöhret ve başarıyla yaşamaya alışmış Canet, genç ve çekici bir kadından artık "rock" olmadığı yorumunu alınca, aslında öyle olmadığını hem kendine, hem de çevresine kanıtlamak gibi bir çaba içine giriyor. Bunu ona söyleyen Camille, bir de üstüne Canet'den bir yaş büyük oyuncu arkadaşı Gilles Lellouche'un ondan daha "rock" olduğunu söyleyince artık onun için bu çaba bir misyona dönüşüyor. Defalarca birlikte çalıştığı Lellouche ile, bir proje için oyuncu arayan Amerikalı aktör Ben Foster ile, sürekli gerginlik yaşadığı yapımcı Alain ve oyuncu/yönetmen Yvan Attal kardeşler ile bu meslek için hala genç, hala aranılan bir isim olduğuna dair onay bekleyen diyaloglar, umduğunu bulamayınca da gerginlikler yaşıyor. Hatta Fransız sinemasının tecrübeli aktörlerinden, aynı zamanda 60 küsür albüm çıkarmış bir rock müzisyeni olan 74 yaşındaki Johnny Hallyday'i ziyaret ederek onun bu yaşına kadar hep "rock" kalabilmesinin sırlarını öğrenmek istiyor. (Bu arada Hallyday, filmin gösterildiği 2017 yılının sonlarında 74 yaşında hayata gözlerini yummuştu.) Bunun yanında gece hayatı, alkol, uyuşturucu, partileme derken artık bu tip hızlı bir hayat için ne kadar yaşlandığını türlü komik ve acınası durumlara düşerek anlıyor. Ne var ki tüm bunlardan ders alıp hayatını akışına bırakacağı yerde, ısrarla bazı şeylerin eskisi kadar "rock" olamayacağını kabullenmeyip, her seferinde başka kaprislerle, başka tuhaf tercihlerle çevresindeki insanları deli ediyor.


Orta yaş krizinin de kimi zaman ergenlik çağı hezeyanlarına benzer arızalar gösterebildiğine dair tespitlerini hem dengeli, hem de uçuk kaçık bir mizahla dile getiren senarist/yönetmen Guillaume Canet, filmin ana karakteri olan Guillaume Canet'nin saplantı haline getirdiği gençleşme gayretleri üzerine tüm birikimlerini, varsayımlarını ve fantezilerini boca ediyor. Bunu yaparken de kendi adını ve kimliğini verdiği kahramanının karizmasını umursamıyor. Hala havalı, hala "rock" olduğunu hem çevresine, hem de kendisine kanıtlamak için ele avuca sığmayan bir ruh haline kapılıp giden aktör, bir süre sonra bunu çevresine kanıtlamayı da bırakıp sadece kendi gençleşme rotasına odaklanıyor. Çünkü iş ve özel çevresi haklı olarak onun gülünç durumlara düşmesinden hiç memnun değil. Özellikle Marion Cotillard, sevdiği adamın gözlerinin önünde başka birine dönüşmesini şaşkınlıkla izliyor. Onun da bir oyuncu olarak partneri Canet ile empati kurması için gerekli şartlar mevcut aslında. Kendisinin alacağını düşündüğü bir rolün, kendisinden 10 yaş küçük Léa Seydoux'ya verilmesi üzerine o da benzer bir krizden kendi payını alıyor. Ama buna rağmen Canet gibi dağılıp parçalarından bambaşka bir kişi olmak yerine daha vakur bir duruş sergiliyor. En azından belli bir noktaya kadar.

Rock'n Roll özünde dünyaca ünlü oyuncuların en büyük korkularından biri olan yaşlanma ve buna bağlı olarak gözden düşme gerçeği üzerine gayet dengeli bir komedi. Yapımcılar veya yönetmenler tarafından özellikle kadın oyunculara yaşlandıkları ve fiziksel olarak eski çekicilerini yitirdikleri hissettirildikten sonra bazılarının geçen zamanı tersine çevirme gayretleri çokça konuşulur. İşte Canet, bu dışlanmaya erkekler tarafından da çok iyi bakabilen bir film çekmiş. Üstelik sadece bir aktör olarak değil, bir erkek olarak da bu dışlanmayı hazmedememenin profilini çıkarmış denebilir. Kadın ya da erkek fark etmez, filmde "rock'n roll" olarak tanımlanan hep genç, havalı ve aranılan olma durumunun insanlarda yarattığı tuhaf davranış biçimlerinden dem vuran, estetiğin, sporun, proje kalitesini umursamadan kariyer sürdürmenin orta yaş krizine izdüşümlerinden faydalanan Canet, komedinin arka planında akan dramı da oyuna çaktırmadan dahil ediyor. Böylesi alternatif bir otobiyografik kurmacayla hemcinslerine, akranlarına, meslektaşlarına ders ya da mesaj verme tuzağına düşmeden, biraz da filmin ilk yarısındaki Guillaume Canet'yi de özleterek çok güzel bir finalle şovunu tamamlıyor. 2018 yılı César Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu adaylığı alan rolüyle Canet'nin şahane bir Canet performansı sunduğu, Marion Cotillard'ın da aynı güzellikle eşlik ettiği Rock'n Roll, tasarlanışı ve hayata geçirilişiyle orijinal, yerinde duramayan, komik ve o komikliğin hayatın içinden çıkarılmışlığıyla da gerçekçi filmlerden biri.

21 Eylül 2021 Salı

La nuée (2020)

 
Yönetmen: Just Philippot
Oyuncular: Suliane Brahim, Marie Narbonne, Raphael Romand, Sofian Khammes
Senaryo: Jérôme Genevray, Franck Victor
Müzik: Vincent Cahay

İki çocuklu bekar bir anne olan Virginie, bir Fransa kasabasında yenilebilir çekirge yetiştiriciliği yapmaktadır. Bir türlü istediği verimi ve kazancı sağlayamayan Virginie, sorunun çekirgelerin beslenme alışkanlıklarıyla alakalı olduğunu keşfedince bu durumun üzerine gitmeye karar verir. Üzerine gittikçe çekirgeleri yetiştirdiği sera sayısını arttırarak sayılarını çoğaltmaya başlar. Bu sürdükçe çekirgeleri saplantı haline getiren kadının, çocuklarıyla ve yakın çevresindeki insanlarla ters düşmesi kaçınılmaz bir hal alır. La nuée ya da İngilizce adıyla The Swarm, fikir babası Jérôme Genevray'in Franck Victor ile senaryosunu yazdığı, Just Philippot'un yönettiği bir yapım. Bu saydığımız üç isimin de ilk uzun metrajı olan La nuée, bu ilkliğin verdiği eksikliklere rağmen gelecek için ufak pırıltılar barındıran, meşhur Sitges festivalinden Jüri Özel Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülü almış bir film aynı zamanda. Özellikle filmin ana teması olan çekirgeleri takıntı haline getirme noktasında çok iyi bir yol izlediği, bu yolu özenle döşeyip sahip olduğu dramatik elementleri sonlara doğru gerilimli bir yan yola sokabildiği söylenebilir. Kendini bu işe adamış Virginie, lise çağındaki kızı Laura ve onun küçüğü olan oğlu Gaston ile üç kişilik bir ev ve bahçesinde sürekli büyüyen ve kontrol altında tutulması gereken bir çekirge ordusundan oluşan atmosfer filmi çepeçevre sarıyor.

Jérôme Genevray, senaryo yazımı konusunda kendisinden daha tecrübeli olan Franck Victor'ın da katkılarıyla gayet iyi kurduğu bu çevre düzenini bazı gereksiz ayrıntılardan arındırarak ya da onlardan kısaca bahsederek zaman kazanıyor. Örneğin ortada olmayan babanın öldüğü bilgisini Laura'ya okulda zorbalık yapan bir çocuktan öğreniyoruz. Filme dahil olduğumuz nokta, Virginie'nin çoktan bahçesinde kurduğu serada çekirge yetiştirmeye ve ondan elde ettiklerini çevredeki çiftçilere satma pazarlığında olduğu bir nokta olunca otomatik olarak bir çok gereksiz sahne ve anlatımdan tasarruf edilmiş oluyor. Virginie en büyük çatışmayı, annesinin çekirgelerle zaman geçirmesinden rahatsız olan, onun bu saplantısından endişe duyan kızı Laura ile yaşıyor. Virginie, çekirgelerin maddi getirilerinden umudu kesmeye başladığı bir anda Laura'ya bu işi bırakacağını, başka bir yere taşınacaklarını vaat ediyor. Ama çekirgeleri nasıl verimli hale getireceğini keşfetmesiyle işleri yoluna giren kadın, Laura'ya verdiği sözü umursamayarak psikolojik açıdan dengesini kaybetmeye başladığını hissettiriyor. Bu denge kaybı ve takıntılı durum, ilgisizlik gibi anlaşılabilir bir yan etki yanında, çekirgeleri besleme uğruna onun mazoşizme, hatta can almaya varan tehlikeli tercihlere yönelmesine sebep oluyor.

Virginie'nin bölgede şarap üretimi yapan ve yardıma ihtiyacı olduğunda onu yalnız bırakmayan komşusu Karim'e söylediği "100 gram çekirgedeki protein miktarı 150 gram ette bulunandan fazla" cümlesi, her ne kadar onun neden bu işe bu denli önem verdiğinin mottolarından biri olsa da, sahip olduğu bu düzenin bozulmaması, onun daha da büyümesi gayesine odaklanıyor. Elbette bu hırsın bedelleri var. Finale doğru giden yolda olması gereken kontrol kaybını iyi kontrol edemeyen senaryo mantığa yenik düşünce iyi de bir bitiş yapılamıyor. Bunda filmin final düzlüğüne gelene kadar yükselttiği beklentileri karşılamak için kolay seçimler yapması rol oynuyor. Yine de La nuée için bir ilk filme göre artıları eksilerinden fazla denebilir. Just Philippot'un özellikle çekirgeleri yakın plan çektiği sahnelerde sağladığı stilize gerilim, filmin en mühim tehdit unsurunu daha yakından görmemiz açısından büyük katkılar sağlıyor. Takıntılı ve dengesini kaybetmeye müsait ruh haliyle bir başka gerilim unsuru olan Virginie ise Fransız oyuncu Suliane Brahim'in kıvamında performansıyla hayat buluyor. Laura'yı canlandıran genç oyuncu Marie Narbonne da korku/gerilim filmleri için çok uygun yüz ifadesi ve bakışlarını kendi yorumuna ekleyince filmin köşeleri biraz daha keskinleşiyor. Final çözümleri haricinde genel olarak sahip olduklarını iyi değerlendiren La nuée, potansiyelinin tamamını da kullanamamış izlenimi veren bir film.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Julia (2008)


Yönetmen: Erick Zonca
Oyuncular: Tilda Swinton, Saul Rubinek, Kate del Castillo, Aidan Gould, Jude Ciccolella
Senaryo: Michael Collins, Camille Natta, Aude Py, Erick Zonca
Müzik: Pollard Berrier, Darius Keeler

Erick Zonca ismini daha önce duymuşsanız bunu büyük ihtimalle 90’lı yılların sonuna ait Fransız yapımı La Vie rêvée des anges filmine borçlusunuzdur. Samimi, doğal, hüzünlü ve kırılgan yapısıyla çok etkileyici olan bu film, Zonca isminde büyük beklentiler uyandırdı. Bir yıl sonra çektiği Le Petit voleur’u henüz izlememiş olmak bir eksiklik hissettirse de, bu yıl İngilizce çektiği ve başrolünde son yılların en kaliteli ve üretken oyuncularından Tilda Swinton’ı yönettiği Julia’ya öncelik tanımak kaçınılmaz oldu. Genel olarak çeşitli ayrıntılar haricinde La Vie rêvée des anges’den oldukça farklı bir film Julia. Sefil ve vurdumduymaz bir hayat yaşayan Julia isminde bir kadının işini kaybettikten sonra istemeye istemeye devam ettiği alkolikler toplantısında tanıştığı Elena ile anlaşma yapması, buna göre Elena’nın zengin kayınpederi tarafından yasal yollarla elinden alınan oğlunu Julia’dan kaçırmasını istemesi ile yola çıkan macera, Zonca’nın ilk uzun metrajının naif anlatımına ters düşüyor sanki.

Üstelik çocuğu kaçırdıktan sonra planı kafasına göre değiştiren Julia’nın onu bu kez başka fidyecilere kaptırmasıyla iyice karmaşıklaşan bir suç filmi izliyor olmamız, iki film arasındaki biçim ve hikaye farkını daha da keskinleştiriyor. Doğaçlamaya yatkın diyaloglarıyla ve kurgu hakimiyetiyle yine tempolu bir anlatım yakalayan Zonca, Fransa/ABD/Meksika/Belçika ortak yapımı ve dili İngilizce olan filmiyle çoğunlukla Amerikan tarzına daha yakın durmakta. Bunun yanında güçlü bir görüntü işçiliğine sahip film, özellikle Meksika’da geçen bölümlerde kimi anlar Iñárritu estetiği yakalamış bile denebilir.


Etik dertleri olan Zonca’nın, bu değerleri hikayesi çeperinde anlatırken Julia’yı seyirciye tanıtmakla fazla zaman harcadığı düşünülebilir. Oysa bir süre sonra bu tanıtma ve benimsetme sürecinin filmin ayrılmaz bir parçası olduğunu, olay örgüsünün bile Julia karakterinin yön değiştiren, kendini kaybeden, aramaya başlayan, bulduğuna kendisini inandırmak durumunda kalan özelliklerine hizmet etmekte olduğunu düşünmek mümkün. Çeşitli filmlerde bu durum iç içe geçmiş vaziyettedir. Film ya her şeyiyle baş karakterine hizmet eder, ya da geri kalan her şey bir süre sonra o karakteri öğütecek biçimde hikayesini öne çıkarır. Julia için her iki durumdan da söz edilebilir. Film süresince çeşitli anlarda karmaşık bir fidye trafiğinin Julia karakterinin önüne geçtiğini veya tam tersi, Julia’nın filmdeki her şeyi kendi varlığında öğüttüğünü düşünebilirsiniz. Zonca’nın Julia’ya sindire sindire yaşatmaya çalıştığı değişimin önündeki tek engel, yine değişim kavramının kendisi. Çünkü Zonca’nın ahlaki kaygılarının bir yansıması olarak bu değişimin doğurduğu final bölümü yüzeysel bulunabilecek bir vicdan hesaplaşmasına ermiş, değişim daha insani bir boyuta çekilmiş oluyor. Bunun yanında didaktik bir oldu bittiye getirilmiş izlenimi de uyandırıyor.

Erick Zonca, Tilda Swinton gibi bir madenden en fazla faydalanmasını bilmiş filmlerden birine imza atmakta. Oscar’ı ölçüt aldığımızda, yardımcı rolle de olsa Michael Clayton ile ödül aldığı performansından çok daha üstün bir yapıya sahip. Onsuz bu film neye benzerdi, bilmek fazla zor değil. Anglo sakson duruşunu Julia’nın salaş, umursamaz, telaşlı ve vicdanlı görüntüsüne uydurmakta hiç sıkıntı çekmiyor. Swinton, saatini saniyesi saniyesine Julia’ya ayarlamış diyebiliriz. Filmin geneli göz önüne alındığında herhangi bir ikna problemi yaşanması durumunda bunun sorumlusu Swinton değil, olsa olsa Julia’nın bencil kişiliğini vicdanıyla yüzleştirme sürecini yeterince kabul edilebilir kılamayan, Stockholm Sendromu’nu da bu doğrultuda silikleştiren Zonca senaryosudur. Yine de görüntü estetiği, sürükleyici yapısı ve en önemlisi Tilda Swinton’ın en iyi performanslarından biri için izlenmesi gereken bir film Julia.

5 Eylül 2021 Pazar

Christine (2016)

 
Yönetmen: Antonio Campos
Oyuncular: Rebecca Hall, Michael C. Hall, Tracy Letts, Maria Dizzia, J. Smith-Cameron, Timothy Simons, Kim Shaw, John Cullum, Kimberley Drummond
Senaryo: Craig Shilowich
Müzik: Danny Bensi, Saunder Jurriaans

Senaryosu Craig Shilowich'e, yönetmenliği Antonio Campos'a ait Christine, 1974 yılında Florida, Sarasota’da 30 yaşındaki hırslı bir TV muhabiri olan Christine Chubbuck'ın gerçek hikayesini anlatıyor. Christine, haber yönünden kısır bir yerde yaşamasının verdiği mesleki monotonluktan bir türlü kendini kurtaramamış bir kadındır. Özellikle de terfi almak konusunda yaşadığı rekabet, iş arkadaşı George'a beslediği karşılıksız aşk ve ikinci baharını yaşama peşindeki annesi Peg'den ibaret ev hayatı onu farklı parçalara bölmüştür. Reytinglerdeki düşüş sebebiyle kanal müdürü ondan daha sansasyonel haberler bulmasını, bunları duygu sömürüsüne varacak boyutlarda kullanmasını ister. Bir de bunların üstüne vücudunda teşhis edilen ufak bir tümör eklenir. Tüm bu bileşenlerle kuşatılmış Christine'in ruhsal ve fiziksel sıkışmışlığını adım adım çok iyi inşa eden film, onun trajik sonuna giden yolu da aynı titizlikle döşüyor. Satır aralarında daha önce şiddetli bir atak geçirdiğini öğrendiğimiz Christine'in bu istikrarsız ruh hali, kendini daha iyi hissetmek için annesiyle geldiği Sarasota gibi sakin ve küçük bir yerleşim yerinde iyice o sıkışmışlıkla daha da bileyleniyor.

Christine'in iş ve özel yaşamındaki gelişmeleri gereksiz ve abartılı yükselişler yerine olabildiğince sade bir şekilde anlatmayı seçen film, bu üslubunu Christine'in bazen tedirgin edici sakinliğiyle, bazen patlamaya hazır bir bomba görünümüyle çok iyi dengeliyor. Filmin yegane pusulası olan Christine de böylesine kestirilemez ve dalgalı olunca o pusulanın göstereceği yöne de güven olmuyor. Bu durum filmi daha da çekici hale getiriyor. Senarist Craig Shilowich, Christine'in etrafındaki karakterleri kesinlikle kötü örnekler olarak tanımlamıyor. Onu çok seven yardım sever iş arkadaşı Jean'e ve yine onu çok seven annesi Peg'e ergenlik çağındaki kızlar gibi naz yaparak, bazen de kıskanarak yaklaşan, hoşlandığı kanalın "anchorman"i George'un kendisine olan tavırlarından duygusal çıkarımlar yapan, kanal müdürü Michael ile sürekli didişen, onu kanala çarpıcı hikayeler getirmesi için serbest bırakmasına rağmen bir türlü yaratıcı şeyler bulamayan, bulduğu beğenilmeyince de öfkelenen yine Christine'in kendisi. Kısacası etrafında onu sıkıştıran, mobbing uygulayan veya duygularıyla alay eden kimse yok. Ama film öyle bir atmosfer kuruyor ki, bu insanlar sanki Christine'in önünde bir kariyer, aşk, huzur engeliymiş gibi varlıklarını sürdürüyorlar. O atmosfer de Christine'in ta kendisi.

Christine, ana karakterini duygusal yönden savunmasız, kırılgan ve kederli yansıttığı kadar, aynı zamanda onu kibirli, tekinsiz, sinir bozucu şekilde yansıtmayı da beceren bir film. Üstelik bu zıtlığı nasıl ustaca dengeleyebildiğini de birbirini takip eden sahnelerle Christine'in farklı olaylara verdiği tepkilerden, yükselişlerinden, alçalışlarından sezmek mümkün. Bir haber muhabiri olarak kanalına reyting getirmek uğruna sansasyonel olaylar peşinde koşmak ile, inandığı habercilik şekli arasında kalan, lakin inandığı doğrultuda da içerik üretmede ve ürettiklerini kabul ettirmede sıkıntılar çeken Christine için daralan psikolojik çemberin yol haritası da çok iyi çizilmiş denebilir. Kanal müdürü Michael ile yaşadığı tartışmalar, annesiyle inişli çıkışlı diyalogları, George'un bizim için bile yanlış anlamaya müsait belli belirsiz sinyalleri, çocuk sahibi olmasını riske sokan rahatsızlığı derken, küçük bir yerleşim yerinin yerel kanalında hem psikolojik, hem de fiziksel daralmanın tam ortasında bir kadının varoluş çabasını izliyoruz. Shilowich ve Campos ikilisi, yazım ve yönetim anlamında bu karışıklığı çok yerinde kurgu hamleleriyle, dramatik etkilerini seyreltmeyen bir sakinlikle organize ediyorlar. Ama çeşitli bağımsız festivallerden ödüllerle dönen Rebecca Hall'ın güçlü performansı olmasa tüm bu organizasyon nasıl yürürdü bilinmez. Sarsıcı finaliyle ardında cevaplı cevapsız sorular, derin psikolojik çıkarımlar bırakan Christine, televizyon tarihinin en unutulmaz olaylarından birini, karakterinin de hakkını vererek masaya yatıran bir film.