29 Haziran 2018 Cuma

Incident In A Ghost Land (2018)


Yönetmen: Pascal Laugier
Oyuncular: Crystal Reed, Mylène Farmer, Anastasia Phillips, Emilia Jones, Taylor Hickson, Kevin Power, Rob Archer,  Adam Hurtig
Senaryo: Pascal Laugier
Müzik: Georges Boukoff, Todd Bryanton, Anthony d'Amario, Ed Rig

Pauline ve iki kızı Beth ile Vera, büyük teyzelerinden miras kalan evi görmek için yola çıkarlar. Daha doğru dürüst eve yerleşmeden ilk gece cani bir grubun saldırısına uğrarlar Pauline kendisini ve kızlarını korumayı başarır ancak o gecenin anısı üç kadının aklından çıkmaz. Aradan geçen yılların ardından Vera annesiyle o evde yaşamayı sürdürürken, onlardan uzakta başarılı bir korku romanları yazarı olan Beth, o dehşet dolu geceyi anlattığı Incident In A Ghost Land romanı ile kariyerinin zirvesindedir. Evli ve bir erkek çocuk sahibi olan Beth bir gece Vera'nın yarım çığlıkları attığı telefon alır. Apar topar o eve döndüğünde ise hala olayın etkisinden kurtulamayıp akıl sağlığını yitirmiş olan Vera ve onunla baş etmek zorunda kalan annesiyle başbaşa kalacaktır. Tabii bu arada evde tuhaf olaylar yaşanmazsa olmaz. "Yeni Fransız Dehşet Sineması"nın önemli isimlerinden Pascal Laugier'in yazıp yönettiği Incident In A Ghost Land, zaten onun adı olmasa izleyebileceğimi düşünmediğim bir gerilim filmiydi. İlk kez 2008'deki şahane Martyrs ile tanıdığım Laugier, 2012'deki The Tall Man ile çok geçmeden Amerika radarına girerek İngilizce film çekme sevdasına kapıldı. Incident In A Ghost Land, 6 yıl sonra Laugier'in dönüş filmi olarak yine Martyrs sularında, ama Martyrs kalitesinden çok uzakta bir film.

İlk filmi House Of Voices'dan sonraki Martyrs, The Tall Man ve Incident In A Ghost Land gösteriyor ki Laugier'in çocuk kaçırma, işkence, saplantılar, akıl oyunları, rüyalar (daha doğrusu kabuslar) gibi türlü fetişlerle meselesi bitmemiş. Korku ve gizem edebiyatının önemli isimlerinden olan Howard Phillips Lovecraft göndermesiyle açılan film, farklı karakterde iki kız kardeş ve onları kendilerine kalan tuhaf eve götüren annelerinin arabadaki sohbetleriyle başlıyor. Yolda onları sollayan tuhaf kamyonet, içi antikalarla ve ürkütücü oyuncak bebeklerle dolu izbe konak, aynalar, karanlık bodrum gibi ne kadar klişe varsa abanan Laugier, pek bir hüner sergilemediği ev istilası bölümüyle filmin "geçmiş" kısmını tamamlıyor. Ancak bu bölümü çat diye bir finalle bitirip yıllar sonrasına gitmesiyle, bu finali sonlara doğru çözülme sürecinde detaylandıracağını bas bas bağırıyor. Başarılı bir korku romanları yazarı ve sevimli bir aileye sahip olduğunu öğrendiğimiz Beth'in, neden hala o evde yaşadıklarını anlamadığımız annesi ve kızkardeşini ziyaret etmesiyle farklı bir boyuta geçen film, burada da klişelerden vazgeçmiyor.


Ama beklenmedik kırılma anlarını seven Laugier, Beth eve geldikten sonra çok başka bir strateji belirleyerek kabus dolu dakikalara start veriyor. Bu kırılma anının hakkını vermek gerek. Zira her tarafı yara bere içindeki Vera'nın çılgınlık hali, anne Pauline'in tuhaf sakinliği seyirciyi farklı tahminlere yönlendirebilecek iken, Laugier belki de filmi kurtarabilmek için en yaratıcı hamlesini yapıyor. Filmin kurtulduğu veya hamlenin yaratıcı olduğu fikirleri göreceli olsa da, son yarım saati ilginçleştirdiği ve Yeni Fransız Dehşet Sineması sınırlarında gezdirdiği kesin. Fakat o yarım saatin ve tüm filmin finali böyle mi olmalıydı, kesinlikle hayır. Fransa/Kanada ortak yapımı olmasına rağmen fazlasıyla Amerikan bir son ile Laugier belki de kendisinin tek gerçek yeni dalga filmi Martyrs'in çok altında kalıyor. Hatta The Tall Man ile dahi bittikten sonra türlü teorilerle filmi kafalarda tekrar oynatabilen Laugier senaryolarındaki becerikli kıvrımlar Ghost Land'de bulunmuyor. Varsa da bunlar filmin geneline değil, gerilimli bölümlerine sirayet eden yaratıcı fikirler olarak kalıyor. Tabii kızkardeşlerin gençliklerini ve yetişkin hallerini oynayan dört oyuncunun çok başarılı olduğunu, bu yaratıcı fikirlere çok iyi eşlik ettiklerini de eklemek lazım. 80'lerin ortalarından itibaren 10 kadar albüm yapmış 57 yaşındaki Fransız şarkıcı Mylène Farmer ise performans olarak kızlar kadar etkili sayılmaz.

Aslında son dönemlerdeki bu Hollywood kokan kolaycılığı sadece Laugier'de değil, dehşet dalgasının diğer isimleri olan Xavier Gens, Alexandre Aja, Alexandre Bustillo filmlerinde de görmekteydik. Frontier(s) sonrası Hitman saçmalığını saymazsak, İngilizce konuşulan post-apokaliptik gerilim The Divide adıyla gayet iyi bir film çeken Gens, Haute Tension sonrası hiçbir filmini beğenmediğim Aja ve hala 2007'deki À l'intérieur'da kaldıklarını düşündüğüm Alexandre Bustillo - Julien Maury ikilisi bu dehşet dalgasını geliştirmek adına düzgün işler yapmayıp vizyonsuz yapımcılara, senaristlere ve İngilizce'ye teslim oldular. Belçikalı olmasına rağmen Calvaire (2004) ve Alléluia (2014) ile dehşet dalgasına olumlu katkılar sağladığını düşündüğüm Fabrice du Welz de ne yazık ki Message From The King ile bu modaya uymaya başladı. (2019'da çıkacak Fransa/Belçika ortak yapımı Adoration'a dair ümitlerimiz sürüyor.) Yeni Fransız Dehşet Sineması'nın sürdürülememesinin en önemli nedenlerinden biri de belki Fransız sinemacıların kendilerini Avrupa dışında (ki genelde Amerika oluyor) farklı dil ve aktörlerle tazeleme arzuları oluyor ki, bu durum yaratıcılıklarının törpülenmesi, stüdyo baskıları, daha muhafazakar engellere takılmaları gibi çeşitli sonuçlar doğuruyor. Farklı bir deneyim yaşayayım derken özgünlüklerini yitiriyorlar. Pascal Laugier de, Martyrs'te ispatladığı konu bütünlüğünü, enteresan fikirlerini, twist gücünü artık Hollywood korku klişelerine anahtar teslim yapmamalı, en önemlisi de artık şu kaçırılıp işkence görmüş genç kızlar fikrinden uzaklaşmalı.

22 Haziran 2018 Cuma

A martfüi rém (2016)


Yönetmen: Árpád Sopsits
Oyuncular: Károly Hajduk, Gábor Jászberényi, Zsolt Anger, Péter Bárnai, Zsolt Trill, Zsófia Szamosi, Mónika Balsai, András Réthelyi, Piroska Móga
Müzik: Márk Moldvai

Bir kadının tecavüz edilerek öldürülmesi sonrasında, kadınla en son görülen Ákos Réti isimli gencin apar topar önce idama sonra iyi halden 25 yıl hapis cezasına mahkum olması, 7 yıl geçtikten sonra kadınların aynı kasabada aynı türde vahşice öldürülmeye başlanması üzerine soruşturma dosyasının tekrar açılmasının konu alındığı Macaristan yapımı A martfüi rém (Strangled), Macaristan'ın Martfüi şehrinde 60'lı yıllarda yaşanmış gerçek olaylara dayalı bir gerilim. Dönemin politik iklimini de fonuna yerleştiren, ama o fonu emniyet ve adalet sistemindeki açıkları işaret etmek için kullanan yönetmen Árpád Sopsits, polisiye temposu, gerilim kurgusu, dönem atmosferi, sert sahneleri, başarılı performanslarıyla ülkesinde ödül ve övgülere boğulmuş bir filme imza atıyor. Karakter çeşitliliğine rağmen Macaristan sinemasının özelliklerinden biri olarak soğuk ve mesafeli oyunculukların açıkça görüldüğü, buna rağmen tutkulu performansların böyle bir ortamda sivrilmek için çok rahat alan bulduğu bir film.

Önce Ákos Reti'nin suçlu mu, suçsuz mu olduğuna, suçsuz ise neden bu cinayetin onun üstüne kaldığına, akabinde de dışarıda tekrar alevlenen seri katil dehşetine bakacağını bildiğimiz film, katili gölgede bırakıp soruşturma sürecine ve kahramanlarına odaklanacak diye beklerken, katili de oyuna aktif biçimde dahil ederek elini güçlendiriyor. Böylece iki cepheden ilerleyen film, katil Bognár'ın kurban seçimi ve cinayet süreci ile, genç savcı Zoltán Szirmai'nin onu yakalamak için verdiği mücadele arasında bir kurguyla ilerliyor. Tabii her iki cephe de kendi içinde detaylara sahip. Mesela Ákos Reti dosyası tekrar açılınca 7 yıl önceki delillere istinaden apar topar onu mahkum ederek hem üstlerini, hem de toplumu savuşturmak isteyen Hakim Gábor ve Dedektif Bóta için bu dava eski defterlerin açılması demek olduğundan, genç ve idealist savcı Zoltán ile bürokratik ve psikolojik uyuşmazlıklar yaşıyorlar. Öte yandan, seri katil Bognár'ın karanlık yüzü ile normal yaşamı arasındaki tezatlığın yarattığı akış da filmin katmanlaşmasını, karakterlerin giderek boyut kazanmasını sağlıyor.

Bu tip gerçek hikayeleri veya kurgu senaryoları kendi yakın tarihinin fonunda işlemeyi seven Macar sineması, A martfüi rém ile bu sevgisini sürdürüyor. Bu tarih hakkında didaktik hareket etmeden, elinden geldiğince politik doğrucuk yapmadan, asıl hikayesini ve onun kollarını siyasi argümanlarla boğmayan tonda seyrediyor. Ama kuru bir seri katil hikayesi organize etmeyip, sosyolojik, politik, psikolojik açıları görebiliyor, böylece temelde yer alan adalet kavramına daha temkinli yaklaşabiliyor. Zira bu gerçek hikayedeki adalet sağlama aceleciliği sonucu insan onurunu, hayatını etkileyebilecek hukuki kararların sorgulanması gerekliliği hep bir kenarda duruyor, kendini hiç unutturmuyor. Teknik alanlarda güven verdiği gibi, Bárnai Péter, Anger Zsolt, Jászberényi Gábor ve Hajduk Károly dörtlüsünün güçlü performansları da A martfüi rém'i 2016'nın kaliteli suç dramlarından biri yapıyor.

10 Haziran 2018 Pazar

Teströl és lélekröl (2017)


Yönetmen: Ildikó Enyedi
Oyuncular: Géza Morcsányi, Alexandra Borbély, Zoltán Schneider, Ervin Nagy, Zsuzsa Járó, Réka Tenki, Júlia Nyakó
Senaryo: Ildikó Enyedi
Müzik: Adam Balazs

Macar yönetmen Ildikó Enyedi'nin uzun bir aradan sonra yazıp yönettiği Teströl és lélekröl (On Body and Soul - Beden ve Ruh), son yıllarda çekilmiş konusu en ilginç ve bu ilginçliği en etkili biçimde hayata geçirmiş filmlerden birisi. Budapeşte'de bir mezbahada finans direktörü olarak çalışan Endre ile, kalite kontrol bölümünde yeni işe giren Mária arasındaki tuhaf ilişkiyi ele alan film, dram, romantizm ve kara mizah öğeleriyle süslediği, sakin fakat çarpıcı bir ton yakaladığı çok yalın bir atmosferde geçiyor. 60'lı yaşlarında, bir elini kullanamayan, yalnız yaşayan ve içine kapanık (yetişkin bir kızı olduğu gereksiz ayrıntısı da verilen) Endre, 30'lu yaşlarında anormal derecede asosyal bir kadın olan Mária'yı görür görmez ondan hoşlanıyor. Ama iş yerinde Jenö dışında herkesle mesafeli olan Endre bu durumdan kimseye söz etmiyor. Zaten adeta bir robot gibi davranan Mária çok zor bir kadın. Mezbahada gerçekleşen bir hırsızlık olayından sonra çalışanlarla tek tek görüşmesi için görevlendirilen bir psikiyatr sayesinde çok garip bir gerçek ortaya çıkıyor. Endre ve Mária her gece biri erkek, diğeri dişi iki geyik olarak aynı rüyayı paylaştıklarını fark ediyorlar. Böylece o ana dek filmin açılışında ve aralarda görüp film ile bağlantısını kuramadığımız soğuk ve karlı ormandaki iki geyik birden anlamlanıyor.

Ildikó Enyedi, bu fantastik rastlantıyı hayata geçirmek için iki zor karakter seçmiş ki, senaryoyu kaleme alırken nereye kadar götürebileceğine dair kendine meydan okumuş sanki. Üniversite bitirmiş, mesleğini eline almış, olağanüstü bir hafızası olan, ancak insanlarla iletişimde adeta bir uzaylı kadar tuhaflaşan Mária, yılların bıkkınlığı ve yalnızlığı yüzünden okunan mezbahanın finans müdürü Endre'ye göre daha ilginç ve zor bir karakter sayılabilir. Aşırı ürkekliği sebebiyle rüyasında dişi bir geyik olmasına şaşmamalı. Enyedi, onun karşısına mevki sahibi yakışıklı bir playboy yerine, mevki sahibi Endre'yi koyuyor ve klişelerin kendisini kolayca götürebileceği yerleri reddederek kendi yolunu bir şekilde bulmaya çalışıyor. Aslında meselesinin özü, birbirine fiziksel manada yakışan bir kadın ve bir erkeğin inişli çıkışlı sıkıcı ilişkisi yerine, aynı rüyayı gören çok farklı iki insanın nasıl iletişime geçeceklerini, bu duruma nasıl tepki vereceklerini, bir ilişki yaşayıp yaşamayacaklarını, yaşayacaklarsa neye benzeyeceğini kurguluyor. Bunu o kadar zarif bir sinema diliyle yapıyor ki, bir Mária'nın, bir Endre'nin yalnız dünyalarına, sonra onların işyerindeki -çoğunlukla yemekhanedeki- geyikler kadar doğrudan ve ürkek etkileşimlerine konuk oluyoruz. Tabii gece olunca karlı ormanda onları birer geyik olarak gördüğümüz büyülü rüya sahneleri de bu incelikli kurguda yerini alıyor.


Enyedi tüm bu tasarımıyla o kadar naif bir evren yaratıyor ki, Endre ve Mária dışındaki karakterlerden hep bir fesatlık, gerginlik bekliyor, seyirci olarak adeta birer Endre'ye veya Mária'ya dönüştüğümüzü fark ediyoruz. Bu geyiksi ürkeklik, her ikisinin müthiş bir doğallıkla resmedilmiş yalnızlıkları içinde geçmişteki ya da şimdiki zamandaki kendimizden çok şeyler bulmamız sayesinde bizi de sarıp sarmalıyor. Çok basit akşam yemekleri, tek kişilik sıkıcı gece rutinleri, sessizlik ve son durak olan uyku. İçinde yaşayanlar için sıkıcı, dışardan bakanlar için sakinliğiyle huzur ve hüzün dolu bu şiirsel yalnızlık hali, rüyalarla birlikte o naif ruh halinin bedensel karşılığı olan geyiklerde kendini buluyor. İşyerindeki o tuhaf hırsızlık olmasa, bu suç yüzünden bir psikolog çağrılıp tüm çalışanlara özel sorular sorulmasa, Endre ve Mária'nın geceleri aynı rüyayı gördükleri gerçeğini birbirlerine asla söylemeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Çünkü her ne kadar Endre biraz yoklamış olsa da, birbirinden farklı bu iki insanın arkadaş olmaları bile imkansız görünüyor. Belki yakınımızda veya uzağımızda, ayrı dünyaların insanları da olsak bir rüya eşimiz olma ihtimaline de uzanıyor bu durum. İnsanlar genellikle birbirleriyle iletişime geçmek, ilişki yaşamak için hep bir ortak nokta bulma peşindedir. Oysa aynı rüyayı görmek kadar büyüleyici bir ortak noktamız olsa buna nasıl tepki verirdik diye kendi sınırlarını aşıp hayatımıza dahil olan bir film Teströl és lélekröl.

Filmin melankolik dokusu, Mária'nın çocuksu, kırılgan, sessiz, zaman zaman sinir bozucu derecede asosyal duruşundan ve Endre'nin yılgın ama özellikle Mária'yı gördükten sonra içten içe umutlu sakinliğinden besleniyor. Gülümseten, hüzünlendiren, yer yer ürküten ama her daim filmin bir dantel gibi işlenmesine katkıda bulunan detaylar, yakalamasını bilenler için o kadar cömert ki, Amélie'den Lost In Translation'a kadar imkanlı/imkansız pekçok aşk hikayesini anımsatan incelikler taşımakta. Ildikó Enyedi, komediden gerilime kadar çeşitli türlere kolayca uyarlanabilecek bu konuyu olabilecek, olması gereken en güzel biçimiyle, klişe kabul etmeyen çok boyutlu bir gidişat ile yazıyor/yönetiyor. Hatta kitabı olsa ne güzel okunurdu dedirtiyor. Kendi sakinliği içinde güçlü bir tempo yaratıyor. Endre rolünde ilk filmini çeken Géza Morcsányi ve Mária olarak izlediğimiz televizyondan gelme Alexandra Borbély, minimal halleriyle filmin başlarında hiç de güven vermemelerine rağmen, Enyedi'nin incelikli senaryosunun ağlarını ördüğü, özenle inşa ettiği, adım adım yükselttiği, hüzünlü yalnızlıklarına ortak ettiği birer beden ve ruha dönüşüyorlar. Hatta yıllandıkça unutulmazlar arasına girecek birer arızalı aşık profili çıkarıyorlar. Ama onların arızası birbirlerine veya başkalarına değil. Böyle sıradışı bir ruhi ortaklığa bedensel olarak nasıl tepki verileceğini bilememenin acemiliğiyle yaşadıkları arızalar. Bu durumda kim arızalanmaz ki?

6 Haziran 2018 Çarşamba

La ragazza nella nebbia (2017)


Yönetmen: Donato Carrisi
Oyuncular: Toni Servillo, Alessio Boni, Jean Reno, Lorenzo Richelmy, Lucrezia Guidone, Greta Scacchi, Galatea Ranzi, Daniela Piazza, Jacopo Olmo Antinori, Marina Occhionero, Antonio Gerardi
Senaryo: Donato Carrisi
Müzik: Vito Lo Re

Bir gece Müfettiş Vogel (Tony Servillo) geçirdiği trafik kazası sonucu Avechot adlı ücra bir kasabadaki psikolog Augusto Flores'e (Jean Reno) getirilmiştir. Hiç yara almayan, ama üzerinde kan lekeleri bulunan Vogel, Avechot'ta yaşayan 16 yaşındaki Anna Lou'nun ortadan kaybolma olayını çözmesi için görevlendirilmiştir. Davayı aldığı andan itibaren yaşananları Flores'e anlatırken biz de bu gizemli polisiye hikayeyi baştan itibaren izlemeye başlarız. Medyanın "Bombacı" vakası ile yakından tanıdığı Vogel, üstlendiği davalarda medya ilgisine ihtiyaç duyan, özellikle televizyon muhabiri Stella Honer ile gizli anlaşmalar yapan kurt bir polistir. Reyting uğruna herşeyi mübah sayan Vogel, dava karışık bir hal almaya başlayınca, Anna Lou da bir türlü bulunamayınca medyanın ve yerel halkın önüne atacağı bir kurban aramaya başlar. Şansı yaver giden Vogel, önce Anna Lou'nun gizli hayranı Mattia'yı, sonra da Anna Lou'nun okulundaki öğretmenlerden biri olan Prof. Loris Martini'yi hedefine koyar. Ama gerçeği kendisi bile hala çözememiştir.

Donato Carrisi'nin yazıp yönettiği ilk uzun metraj olan La ragazza nella nebbia (The Girl In The Fog), çoğunluğu flashbackten oluşan, arada bir şimdiki zamana yani Vogel ve Flores'in kaza sonrası konuşmalarına dönen, benzer şekilde The Usual Suspects, Contratiempo, El Cuerpo gibi nicesinin yöntemini izleyen, olmazsa olmaz sürpriz final ile nihayetlenen bir polisiye dram. Carrisi bu alışıldık düzeni başarıyla kurarken ufak detaylarla oluşturmaya çalıştığı puzzle dahilinde hedef şaşırtmalar, gel-gitler, dramatik virajlar yaratıyor. Önemli bir nokta olarak medyanın bu tip olaylara olan ikiyüzlü yaklaşımını, reyting uğruna istediğini kollayıp istemediğini harcamak için herşeyi yapabileceği gerçeğini hikayesine doğal biçimde katık edebiliyor. Başlangıçta Anna Lou'nun dindar ailesi ve kilise cemaatine mensup olmaları nedeniyle bu kanala, sonra okul hayatı ve gizli günlüğü sayesinde başka kanallara yöneleceğini düşündüren Carrisi, aslında tüm bu kanallardan ekonomik şekilde besleniyor. Aynı şekilde filmin odak noktası Vogel iken, bir süre sonra Prof. Martini oluyor. Sonra zaten birbirinden çok kopuk olmayan bu yol ayrımı tekrar birleşiyor. Medya kirliliğine göre pozisyon belirlemek durumunda kalan adalet sistemi de buna eklenince hikayeyi dallandırıp budaklandırmak daha kolay oluyor.

Aslında fena olmayan bir final yapmasına rağmen, sürpriz yapma uğruna başka bir final daha zorlayan Carrisi, istediği şoku yaratabiliyor. Fakat bu şokun hem gerekliliği, hem eldeki hikayeye emrivaki yaparcasına ortaya sürülmesi, hem de temellerinin çok sağlam atılmaması sonucu herkeste aynı etkiyi yaratması beklenmiyor. Buradaki mühim senaryo açığının filmin duygu yoğunluğu içinde eriyip gitme ve o şok duygusunu bir şekilde yaşatabilme ihtimali, o şoku yaratan karakterin fiziki ve ruhani ağırlığıyla ilişkili. Yani o senaryo açığı veya ikinci final kasma hadisesi, kimine hiç de açık veya kasma olarak gelmeyebilir. Carrisi, pekala televizyona uyarlanıp The Killing gibi 13 bölümlük bir dizi haline getirilebilecek hikayesini iki saatte çok güzel paketliyor. Ama kendine çok geniş alan bulabilecek bir dizide o finalin oturaklılığı daha iyi sağlanabilirdi. İki saatlik film, o finali biraz "yaptım oldu" hesabına getirmiş. Yine de ortada iyi kurgulanmış, iyi çekilmiş bir film duruyor. Başta İtalyan sinemasının usta aktörü Toni Servillo olmak üzere ağırlığı olan tüm oyuncular da yüksek performanslara sahip. Genel anlamda standartlara fazla bağlı olsa da Donato Carrisi yeni filmleri için ümit veren bir yönetmen olarak görünüyor.