29 Ekim 2012 Pazartesi

Cesare deve morire (2012)


Yönetmen: Paolo Taviani, Vittorio Taviani
Oyuncular: Salvatore Striano, Giovanni Arcuri, Cosimo Rega, Antonio Frasca, Juan Dario Bonetti, Vincenzo Gallo, Rosario Majorana, Francesco De Masi, Fabio Cavalli
Senaryo: Paolo Taviani, Vittorio Taviani, William Shakespeare
Müzik: Giuliano Taviani, Carmelo Travia

İtalya’daki yüksek güvenlikli Rebibbia Hapishanesi'nde Shakespeare'in Julius Caesar oyununu canlandıran gerçek mahkumların hazırlık ve prova sürecini anlatan Cesare deve morire, usta İtalyan sinemacılar Paolo ve Vittorio Taviani’nin Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazanmış enteresan bir dram. Taviani kardeşlerin bir belgesel gibi kurguladıkları 70 küsür dakikalık yapım, bu kurguya rağmen sahip olduğu son derece orijinal fikrini hayata geçirirken gerçek mahkumları çiğ bir üslup yerine daha estetik kaygılarla görüntülüyor. Hatta belki biraz da bu set ortamının doğallığa zarar verdiği düşünülebilir. Ama ağır suçlardan hüküm giymiş bu insanların zaten kafalarındaki Julius Caesar oyununun setinde yaşıyor oluşları, o doğallığa bizi de ortak etme yönünde hiç teklemiyor.

Tavianiler, çeşitli suçlardan içerde yatan bu mahkumları kurmaca bir atmosferde resmetmeyi tercih ediyorlar. Filmde bunun faydalarını çok fazla hissediyoruz. Mesela sahne performansları dışında kalan ve filmin büyük bir bölümünü oluşturan prova aşamaları siyah beyaz çekilmiş ki, hapishane koridorları, hücreleri, avlusu güçlü bir sanat yönetimiyle etkileyici bir dekor oluşturuyor. Olası farklı bir belgesel formatının hareketli kamerasıyla belki aynı etkiyi uyandırmayabilirdi. Özellikle Brütüs ve yoldaşlarının Sezar’ı öldürme planlarını hapishane koridorlarında yapmaları, havalandırma bölümünde infazı gerçekleştirmeleri, avluda da Sezar’ın cesedi başında Brütüs ve Marcantonio’nun halka yaptığı konuşmalar filmin karakterini kurmaca/gerçek, geçmiş/şimdi arasında başarıyla getirip götürüyor.


İzlediğimiz sahnelerin hepsinde mahkumların basit bir uğraştan öte, gerçekleştirdikleri performanslar sayesinde sanatın büyüsü içinde kendilerinin farklı yönlerini ortaya çıkarmaları, tekrar bireyleşmeleri, özgürleşmeleri duygusu seyirciye çok kolay geçiyor. Gerçi bir mahkumun “sanatla tanıştığımdan beri bu hücre asıl şimdi bir hapishaneye dönüştü” demesi gibi dillendirmeye gerek olmayan, seyircinin kendi kafasında kurması daha etkili olabilecek bir cümle de filmde yer buluyor. Zaten mahkum/oyuncuların tutku dolu performanslarını sergiledikleri provalar bitip de tek tek hücrelerine alındıkları sahnelerin yoğun dramatik yapısı bile bu cümleden çok daha fazlasını hissettirmeyi beceriyor. Hatta kimi zaman repliklerde geçen cümlelerde kendi hayatlarından kırıntılar bulmaları ve bunu yönetmenle paylaşmaları bile kısa bir anlığına sanki oyunun orijinal metninde yer alıyormuş duygusu veriyor.

Son olarak gelelim filmin en etkileyici kısmı olan oyuncularına. Uyuşturucu, cinayet, organize suç gibi nedenlerden dolayı ağır cezalara çarptırılmış çekirdek kadronun profesyonellere taş çıkaran oyunları gerçekten çok çarpıcı. Cezasını çektikten sonra aktör olan ve bu filme gelene kadar dört filmde daha oynayan Salvatore Striano’nun görkemli Brütüs performansı yanında, muhtemelen hala içerde olan Giovanni Arcuri, Cosimo Rega, Antonio Frasca, Juan Dario Bonetti gibi mahkumların sanki 40 yıllık aktörmüşçesine rollerini benimsemiş ve benimsetmiş olmaları hayranlık verici. Yer yer sıkıcı Shakespeare repliklerinin özünden ziyade, canlandırdıkları Cesare, Cassio, Marcantonio, Decio, Lucio gibilerinin içine girerek onları entelektüel karakter analizlerinden bağımsız bir duyarlılıkla hayata uyarlayışlarını izlemek daha keyifli. Ama sahnede kostümlerle, makyajla, ışıkla, alkışla değil, farklı bir formatla bu defa bir 21. yüzyıl hapishanesine uyarlanmış, trajediyle sonuçlanan bu büyük entrikalar zincirinin konu edildiği klasik bir oyunun prova evreleriyle daha keyifli.

24 Ekim 2012 Çarşamba

The Expatriate (2012)


Yönetmen: Philipp Stölzl
Oyuncular: Aaron Eckhart, Olga Kurylenko, Liana Liberato, Neil Napier, Yassine Fadel, Garrick Hagon, Fabrice Boutique, Eric Godon, Debbie Wong
Senaryo: Arash Amel
Müzik: Jeff Danna

Eski CIA özel operasyonlar biriminde görevli olan Ben Logan (Aaron Eckhart), bu görevden alındıktan sonra Belçika’da özel bir elektronik şirketinde güvenlik sistemleri üzerine çalışmasıyla başlar. Ölen karısından kalan tek şey olan, uzun süre beraber olamadığı kızı Amy ile arasını düzeltmeye çalışmaktadır. Görev yaptığı güvenlik  firmasının aslında CIA için iş yapan ve aynı anda CIA’in de içine sızan büyük bir şirketin taşeronu olduğunu ortaya çıkınca kendini bir anda uluslararası bir komplonun ortasında hedef halinde bulan Logan, kızıyla birlikte karanlık güçlerden kurtulmaya ve başına gelenleri anlamaya çalışır.

Herhangi bir orijinallik ve zeka pırıltısı barındırmayan senaryosu henüz ilk denemesi olan Arash Amel’e ait The Expatriate, normalde pas geçilecek, doğrudan DVD raflarına konacak bir aksiyon/macera. Taken/Bourne kırması bir film izlenimi uyandırsa da esasen bundan dolayı değil, yönetmen koltuğunda gerçek olaylardan uyarlanan 2008 tarihli Nordwand’ı senaryolaştırıp yönetmiş Alman Philipp Stölzl’ü görmemden dolayı izlemeye karar verdiğim bir filmdi. Bryan Mills (Taken) ve kısmen Walter White (Breaking Bad) arası bir karakter olarak tasarlanmaya çalışılmış Ben Logan’ın gizemli ajan geçmişinden kalma becerileri ve “kızım olmadan asla” koşuşturmaları her ne kadar orta düzey seyirlik bir aksiyon ambiyansı yaratsa da, çeşitli yönleriyle taklitten öteye gidemiyor. Stölzl’ün fazlasıyla Amerikan kaçan bir senaryoyu, adı geçen filmlerin hazır kalıplarıyla yine Amerikan biçimde ele alması, akla böyle filmlerle heba olan Avrupalı başarılı yönetmenleri getiriyor. (En çok da Florian Henckel von Donnersmarck, Baltasar Kormakur gibi isimleri getiriyor).

Gerçi pek gerek yok ama hazır gelmişken oyunculuklara da değinelim. Karizmatik Aaron Eckhart ne uzayan, ne de kısalan Ben Logan performansıyla bu tip rollerin üstesinden de gelebileceğinin sinyallerini en azından Luc Besson’a gönderiyor. Kızı rolündeki Liana Liberato ise filmin en önemli ikinci rolüne en ufak bir duygu kırıntısı bile katmayı başaramıyor. Ama asıl facia, sırf düzgün fiziği ve çekiciliği sayesinde sinema sektöründen ekmek yediğini düşündüğüm Olga Kurylenko’da yaşanıyor. Kolejden yeni mezun olmuş bir kız görüntüsüyle ve tabii ki alık oyunculuğuyla kendisini CIA operasyon şefi olarak nasıl kabul edeceğimiz yönetmenin pek umurunda değil doğrusu. Bazı hoş Brüksel manzaraları Avrupai bir hava katsa da, filmin çapını genişletmeye yetmiyor. Başka filmleri hatırlatan daha alt klasmana ait yapımları sadece aksiyon var diye seyretmeye gelenleri memnun etmesi olası The Expatriate, sadece Philipp Stölzl var diye gelenleri ise hayalkırıklığına uğratacak bir film.

18 Ekim 2012 Perşembe

The Angels' Share (2012)


Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Paul Brannigan, John Henshaw, Gary Maitland, Jasmin Riggins, William Ruane, Roger Allam, Siobhan Reilly
Senaryo: Paul Laverty

Usta yönetmen Ken Loach ve 1996’da Carla’s Song ile ilk kez beraber çalışmaya başladığı senarist Paul Laverty ortaklığının yeni meyvesi The Angels’ Share, ikilinin politik ve toplumsal eleştiri tabanlı farklı sıçramalarının bir kez daha komedi dram çatısı altında birleştiği, esas itibariyle son derece “sevimli” bir film. Fakat biliyoruz ki söz konusu Loach - Laverty işbirliği olunca sevimli kelimesi bile sırtına birçok farklı eleştirel tavrı, aynı zamanda insana dair, insanca bir hüznü de yanında taşıyan biçimde karşımıza çıkmasını beceren yapıdadır. Laverty bu defa ailesinden hiçbir fayda görmemiş, harcanmış hayatının olumsuz getirileri sonucu düştüğü ıslahevinden tahliye olduktan sonra düzenli bir hayat kurmak için çaba göstermiş, buna rağmen karıştığı bir olay sonunda tekrar mahkemeye düşmüş genç Robbie merkezli bir senaryo yazmış. Ama Robbie’nin aşık olduğu zengin kız arkadaşından bir çocuk sahibi olmasıyla birlikte tekrar ikinci bir şans için hayata asılmasını, bu uğurda aldığı büyük riski ve keyif veren yan karakterleri de hikayesine ekleyerek kendine daha geniş bir alan yaratmış.

Loach ve Laverty yeni filmleri The Angels’ Share ile, işledikleri çeşitli tuhaf suçlar yüzünden kamu hizmeti cezasına çarptırılmış gençleri büyüteç altına alıyorlar. Ama her zaman yaptıkları gibi bu toplumsal gerçekliği baş karakteriyle kişiselleştirerek ve onun etrafındakilerle özelleştirerek öğreten adam pozisyonundan çıkıp çok doğal bir formata büründürüyorlar. Hapse girmemeleri için kendilerine biçilen bu ceza şekline uyum sağlamaya çalışan bir grup gencin teker teker incelenmesi yerine, Robbie gibi gerçekçi bir malzeme etrafında kendilerini bulmaları sağlanıyor. Zaten Robbie’nin yaşadıklarıyla hemen hemen paralel yollardan geçtiklerini anlamak da zor olmuyor. Böylelikle eski hırçın günlerine sünger çekip yeni sahip olduğu oğlu Luke ve sevgilisi Leonie ile hayatında yepyeni bir sayfa açmak isteyen Robbie’nin samimiyetine inanmamız Loach’un usta ellerinde mümkün oluyor. Ne var ki Robbie’nin bir an önce hayatlarından çıkıp gitmesini isteyen Leonie’nin babası, aralarında husumet bulunan ufak sokak çetesi ve sabıkalı geçmişi yüzünden doğru dürüst bir iş bulamamaya dair ümitsizliği genç adamı kapana kıstırıyor. Bu kapana kısılma durumu Ken Loach sinemasının vazgeçilmezi olarak bu filmde de toplumsal sahiciliğini koruyor.


Kendisine ceza olarak verilen zorunlu kamu hizmeti sayesinde ekibe göz kulak olan babacan Harry ve birlikte delice bir maceraya atılacağı üç arkadaşı Rhino, Mo ve Albert ile tanışması, Robbie’nin hayata tutunabilmesi için zaten var olan azmine uygun bir zemin de hazırlamış oluyor. Harry’nin bu dört kafadarı bir haftasonu Edinburgh’daki viski toplantısına götürmesiyle sözünü ettiğimiz maceranın startı veriliyor. Robbie’nin viskilere karşı hassas olan burnu, toplantıda tanıştığı viski koleksiyoncusu Thaddeus Maloney’nin de dikkatini çekiyor. Aynı toplantıda edindikleri bilgiler ve gittiği her yerde bir şeyler çalmadan duramayan Mo’nun sayesinde otoriteler tarafından dünyanın en iyi viskisi kabul edilen, değeri 1 milyon poundu bulan bir fıçı Malt Mill’in açık arttırmayla satılacağını öğreniyorlar. Başlarda çılgınca gözükse de, dünyada tek fıçı kalmış Malt Mill’i ele geçirmek, bu dört arkadaş için mükemmel bir ikinci şans olarak resmedilmiş. Bu büyük hedef her ne kadar filmin o mütevazi sevimliğinin çeperlerine pek uymuyor görünse de, filmin detaylarda boğulmayan çözüm ve anlatımları esasen başka bir mesajın izini sürüyor aslında: İkinci şans her zaman verilmez, bazen de alınır!

Filme adını veren “Angels' Share”, fıçılarda yıllanmaya bırakılmış viskilerin açıldıktan sonra ruhunun havaya karışan payına verilen isim. Meleklerin payına düşen bu ruhu onların nasıl tükettiklerini bilemeyiz. Ama bu ismin filmin özüne ilişkin çok yerinde bir özdeşlik taşıdığı kesin. Çeşitli sorunlar yüzünden genç yaşta olmalarına karşın hayata bir türlü tutunamamış, fakat yine de şans buldukları takdirde bunu olumlu değerlendirebilecekleri yönünde samimiyet taşıyan, hayatlarında adeta melekler gibi tertemiz bir sayfa açmak, her şeyi sıfırlayıp taze bir başlangıç yapmak isteyen Robbie, Mo, Albert ve Rhino’nun karşılarına çıkan bu önemli fırsattan paylarını almak istemeleri bu örtüşmeyi gayet iyi sağlıyor. (Tabii Harry’nin hak ettiği pay da unutulmamalı). Bu yeni başlangıcı sağlamak için illegal bir yol seçmiş olmaları ise didaktik değil gerçekçi bir perspektiften bakıldığını gösteriyor. Çünkü Loach ve Laverty bireye sistemin kendisinden daha fazla inanıyor. Onların içine düştükleri çıkmazları aşabilmeleri ve ihtiyaçları olan ikinci şansı elde edebilmeleri için her zaman Robin Hood’u bekleyemeyeceklerini vurguluyor. Robbie’nin Thaddeus ile pazarlık yaparken para yanında iş de istemesi damarlara didaktisizmden çok, hakiki samimiyet aşılıyor.


Loach ve Laverty ikilisinin dramı komediyle çok incelikle buluşturdukları The Angels’ Share, genç oyuncuların sade performanslarıyla da göz dolduruyor. Üstelik Robbie’yi canlandıran Paul Brannigan ve Mo rolündeki Jasmin Riggins’in henüz ilk filmleri bu. Filmin en önemli komedi unsuru olan Albert’ın karikatürize varlığı filmin dramatik dokusuna hiç zarar vermiyor. Sağlanan bu denge, normalde abartı olarak görülebilecek bazı sahnelere bile sigorta işlevi görüyor. Belki de en ağır dramatik an olan Robbie’nin zarar verdiği çocuktan ve ailesinden özür dilediği sahne ya da dört arkadaşın Malt Mill’e nasıl ulaşacaklarını tartıştıkları zeki esprilerle süslü komik bölüm aynı film içinde hiç sırıtmıyor. İngiliz sinema ve TV dünyasının tecrübeli isimleri John Henshaw ile Roger Allam da tuttukları köşelerin hakkını veriyorlar. Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü kazanan The Angels’ Share, ikinci şans, arkadaşlık ve viski üzerine mutlaka görülmesi gereken bir film.

13 Ekim 2012 Cumartesi

A Separation (2011)


Yönetmen: Asghar Farhadi
Oyuncular: Peyman Moadi, Leila Hatami, Sareh Bayat, Shahab Hosseini, Sarina Farhadi, Merila Zare'i, Ali-Asghar Shahbazi
Senaryo: Asghar Farhadi
Müzik: Sattar Oraki

Asghar Farhadi’nin En İyi Yabancı Film Oscar’ı dahil dünya çapında elliye yakın ödül kazanan aile dramı A Separation (Jodaeiye Nader az Simin) senaryosu, yönetimi ve oyuncularıyla 2011’in en güçlü yapımlarından. Bir kız evlat sahibi Nader ve Simin’in kendilerine göre haklı gerekçelerle boşanmanın eşiğine gelmeleri üzerinden gideceği beklenirken, Nader’in hasta babasına bakması için tuttuğu hamile bakıcı Razieh’nin başına gelen talihsizliği bu ayrılık sürecine ustaca monte eden, bu iki adliyelik davayı bir arada götürüp her ikisine de eşit önem bahşeden senaryo, adeta cıva gibi akıyor. Birçok eleştirmen tarafından ayrılık ve boşanma üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri kabul edilen A Separation, sınıf farklılığı ekseninde karakterlerin mecburiyetten iç içe geçmiş kaderlerini, farklı kişilik yapılarına müdahale etmeden aktarıyor. Bir yanıyla sosyal anlamda modern bir İran resmi çizerken, bir yanıyla da geleneksel aile yapısının dini ve kültürel dokunulmazlarının yarattığı ikilemleri ortaya koyuyor. Bu sayede hem doğulu, hem de batılı bir anlayışı bünyesinde taşıyabiliyor.

Dürüst olmak, fakat birtakım bireysel çıkarlar ve değerler uğruna bu dürüstlüğü yalanla takas etmek, bunun açtığı vicdani yükü taşımak ya da onun altında ezilmekle ilgili bir film olan A Separation, kutsal sayılan aile kurumunun katı rejimlerde dahi tüm insani boyutlarıyla masaya yatırılabileceğine (yatırılması gerektiğine) inanan bir yapıda. Kaldı ki, tutuculuğuyla bilinen bir müslüman Ortadoğu ülkesinin sosyal hayatında yaşadığı modern insana dair kaygıların sebep ve sonuçlarından, bu ülkeye ve kültürüne at gözlüğüyle bakan tüm insanların ortak paydalar çıkarıyor olması, katı rejim, esnek rejim ayrımı yapmıyor. Hatta hikâye, ana hatlarıyla herhangi bir Avrupa ülkesine de pekâlâ uyarlanabilirdi. Filmin yarattığı bu evrensel ton, toplumda ve ailede kadının yeri, erkeğin konumu, çocuğun arada sıkışmışlığı başlıklarını İran özelinde farklılaştırmıyor. Üst sınıf ve alt sınıf kadınının, erkeğinin, çocuğunun sorunları dünyanın her köşesinde aynı suretlerle beliriyor.


A Separation’ın farkı, din ve vicdan olgusunun karakterlerin yol açtığı problemlerde çok fazla etkin olması ki, bu da normal karşılanabilir. Ancak Asghar Farhadi yine de bireylerin içine düştükleri bazı açmazlardan en kolay sıyrılma yolunun yalan yere Kuran’a el basmak ya da mahkemede yalan söylemek derecesinde ileri gidebileceğine dair detayları atlamamış. Bu noktada ilk başlarda filmin kendi ülkesinde pek de hoş karşılanmadığı da biliniyor. Çok kritik meselelerin sorunu olduğu kadar çözümünde etkin rol oynayan unsurların yine din ve vicdan olduğunu belirtmek gerek. Kısacası Farhadi, bu kutsal unsurların bireyin çıkarları karşısında zaman zaman etkinliğini yitirebileceği, başkasının günahını üzerine almak veya ailesini, çocuğunu perişan etmemek için yalan ifade vermek gibi çözümleri ortaya çıkarabileceği tezini savunuyor ki bunda haklılık payı da yüksek. Ama özellikle vicdan kavramına biçtiği değer çok büyük. Vicdanın insanı insan yapan en kıymetli özelliklerden biri olduğunu, biraz da iyimser sayılabilecek bir bakışla dile getiriyor.

Filmin beş ana karakterini ayrı ayrı incelemek, hepsinden farklı çıkarımlar yapabilmek, aynı zamanda ortak yanlarını keşfedebilmek mümkün. Nader ve Simin’in ayrılık gerekçelerini, Razieh ve Hodjat çiftinin onların hayatına girdikten sonra yaşananları, tüm bunların ortasında kalan Termeh’in anne ve babası arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmasını dolaptaki askılara asılmış birer kıyafet gibi düşünürsek, Farhadi filmine bu kıyafetlerden birini giydirip öbürünü çıkarttırıyor. Bununla kalmayıp zaman zaman bunların hepsini aynı anda giydirerek, üstelik üzerine de yakıştırarak kendini hantallaştırmıyor. Farklı sınıflara mensup iki farklı çiftin evliliklerindeki sorunların, birbirleriyle kesiştikten sonra iyice içinden çıkılmaz bir hâl alışını biraz da yavan bir tâbirle “ibretle” izliyoruz. Öküz altında buzağı arayan bazı eleştirilerin iddia ettiği üzere kendi kültürel dokusu içinde eleştirdiği aile kurumunu batıya yaranma gibi kaygıları olmayan bir gerçeklikle sunması A Separation’ı kendi coğrafyasına hapsetmeyip dünyaya mâlediyor. Etrafında gelişen olayları bir dedektif dikkatiyle analiz eden, kritik sorular soran Termeh gibi zeki bir çocuğun hazırlıklı olmadığı tek şey olan anne babasının ayrılığına verdiği tepkinin şekillendirdiği final ise hem filmi, hem de seyirciyi olumlu mânada boşlukta asılı bırakan bir güce sahip.


Beş oyuncunun her biri istisnasız çok etkililer ve rollerini çok iyi sindirmişler. Zaten birçok sahnede yaptıkları işin sadece rol olmadığını dahi düşündürebiliyorlar. Filmin sinir bozucu, gergin, öfkeli, aynı zamanda şefkatli ruh hallerini aktarmakta çok ustalar. Sadece filmin göstermesi gerekip gerekmediği tartışılabilecek bir iki önemli sahnesini gizleyip sonlara doğru söze dökmesinden kaynaklanan kaçak güreşme tavrı sırıtıyor. Fakat şayet filmin ortasında o sahneleri görmüş olsaydık, yükselen tansiyona ve senaryonun güçlü akıntısına o kadar kolay adapte olabilir miydik tartışılır. Asghar Farhadi, uluslararası kamuoyunda türlü baskılar altındaki bir ülkenin sinemacısı olarak, kör kurşunu bir muhalefet yapacağı beklentilerini siyasi hezeyanlardan uzak, insani sorgular içeren bir aile dramıyla savuşturuyor. Oscar konuşmasında verdiği barış mesajlarının arasında değindiği üzere, ülkesinin mağdur edebiyatından sıyrılarak kendi kültür ve sanatıyla algılanacak bambaşka güçlü yanları olduğunun da altını çiziyor.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Safe (2012)


Yönetmen: Boaz Yakin
Oyuncular: Jason Statham, Catherine Chan, Robert John Burke, James Hong, Reggie Lee, Jay Giannone, James Colby, Matt O'Toole, Jack Gwaltney, Chris Sarandon, Barry Bradford, Sándor Técsy, Joseph Sikora
Senaryo: Boaz Yakin
Müzik: Mark Mothersbaugh

Nasıl ki Jason Statham filmleriyle ilgili bir şablon oluştuysa, bu filmlerin kritikleri yapılırken de bir şablon oluştu. Üstün yeteneklere sahip tek kişilik ordu misali önüne geleni deviren, içinden geldiği sistemdeki yozlaşmayı fark edip kökünü kurutan kahramanımız Safe ile yine yeni bir şey söylemiyor. Buna rağmen Statham filmleri artık o sözünü ettiğimiz şablonun getirdiği aksiyon dinamiği ve aralarda The Bank Job ve Blitz gibi şahsen bana daha cazip gelen örneklerle kendini izlettiriyor. Kariyerinde 2000 tarihli spor draması Remember The Titans dışında dikkat çeken bir film bulunmayan Boaz Yakin’in yazıp yönettiği Safe, Luc Besson destekli piyasa işi yeni aksiyon akımının gerisinde kalmayan bir yapıda. Yapımcı tayfasının içinde Luc Besson’u göremeyince, ama yardımcı yapımcılar arasında Kevin Spacey’yi görünce şaşırdığımı itiraf edeyim.

Burada da sanki Frank Martin (Transporter) ve Chev Chelios (Crank) karışımı Luke Wright’ın süper bir matematik zekasına sahip küçük Çinli kız Mei’yi koruma altına almasını izliyoruz. Zira Çin mafyası, kirli işlerinin hesaplarını tutsun diye bilgisayarlar yerine tüm mali bilgileri Mei’nin ezberine yüklüyor. Gerekçe ise PC’lere güvenilmemesi. Yani saklanıp koruması daha güvenli sayılabilecek teknolojik ekipmanlar yerine bu çok gizli bilgileri küçük kızın beynine kazımak gibi bir çözüm zekasıyla karşı karşıyayız. Hal böyle olunca Rus mafyası ve polis teşkilatı içindeki birkaç yozlaşmış polisten oluşan bir çetenin de dikkati çekiliyor. Bir zamanlar bu çetenin bir parçası olan, camiada en fazla korkulan tiplerden biri olan, ancak gammaz sonucu nasıl olduysa sıradan bir evsiz ve kafes dövüşçüsü olarak karşımıza çıkan Luke Wright, bu “nasıl olduysa”lara da ilerleyen dakikalarda yine sıradan gerekçeler uydurmak suretiyle inandırıcılığa değil, saf aksiyon tribünlerine oynadığını belli ediyor.

Boaz Yakin, Çin ve Rus mafyalarıyla, ucu yüksek mevkilere ulaşmazsa olmaz polis çetesinin arasında kalan Mei’nin koruyucu meleği haline gelen Luke Wright’ın hangi ara küçük Mei’nin farkına varıp, onun başının belada olduğunu anladığı gibi önemli detaylarla uğraşmıyor. Asıl uğraştığı, süper ajan eskisi Wright’ın üstün meziyetleri sayesinde arkasında bir yığın ceset bıraktığı aksiyon bölümleri. Mercury Rising, Léon veya en son Güney Kore yapımı The Man From Nowhere’de işlenen “tehlikenin ortasında kalmış küçük çocuğa kol kanat geren iyilik meleği” üzerine yazılan senaryoların modası pek geçmez. Senede en az bir filmde bu yaşta çocuklar üzerinden hırçın aksiyonlar planlanmakta. Tabii duyarlı sahneler barındıran duygusal zeka arayışı içindeki senaryolar yoksa, en azından seyir zevki içersin isteniyor. Senaryo fakiri Safe ile daha çok bu seyir zevkinin aksiyon ayağına abanan Yakin’in Luc Besson numaralarına epey çalıştığı da seziliyor. Böylece ortaya beklenildiği gibi abur cubur bir film çıkıyor. Elinizde ise sadece final hesaplaşmasında düşünülen orijinal sayılabilecek fikir gibi ufak detaylar kalıyor.

5 Ekim 2012 Cuma

Was tun, wenn's brennt? (2001)


Yönetmen: Gregor Schnitzler
Oyuncular: Til Schweiger, Martin Feifel, Sebastian Blomberg, Nadja Uhl, Matthias Matschke, Doris Schretzmayer, Klaus Löwitsch
Senaryo: Stefan Dähnert, Anne Wild
Müzik: Stephan Zacharias

1980’li yılların sonunda toplu halde yaşayan anarşist bir grup genç, her şeye isyan edip polisle çatışır, türlü anarşist eylemlerle günlerini gün ederler. Boş bir malikaneye yerleştirdikleri garip bomba tutup ta 2000 yılında patlayıp, aralarında bir devlet görevlisinin de bulunduğu iki kişiyi yaralayınca polis bombacıları bulmak üzere harekete geçer. Yaptıkları bir baskında o zamanlar bombayı yapan grupta bulunan Tim ve Hotte’nin evindeki eşyalara el konur. Bu eşyaların arasında grubun bombayı yaparken kendi görüntülerini çektikleri film de vardır. Altı kişilik bu arkadaş grubunda, aradan geçen yıllara rağmen ilerleme kaydedememiş Tim ve Hotte dışında, iki çocuk annesi Nele, yükselişteki zengin bir reklamcı olan Maik, hukukçu Terror ve Tim’in o zamanlar sevgilisi olan, şimdi ise zengin bir adamla evliliğin eşiğindeki Flo bulunmaktadır. Polis izlemeden önce bu filmi çok sıkı korunan emniyet merkezinden alamazlarsa kariyer, aile, huzurlu yaşam diye bir şey kalmayıp tümü hapsi boylayacaktır. Böylece 80’lerin hızlı anarşistleri zoraki de olsa 2000’de tekrar bir araya gelip çılgınca bir plan yapmak zorunda kalırlar.

Alman yapımı Was tun, wenn's brennt? ya da İngilizce adıyla What To Do In Case Of Fire keyifli bir post-anarşizm seyirliği. Aslında ele aldığı altı renkli karakter ve onların büyüyüp artık gençlik ateşleriyle kavruldukları dönemlerden uzak kendi hayatlarına gömülüşleri, ardından da yıllar önce kurdukları bir tuzağın bu sakin dönemlerinde kendi başlarına bela olması sayesinde tekrar bir araya gelmeleri, kurulum olarak mükemmel bir fikir. Sıra bu mükemmelliği senaryoya uyarlamaya gelince filmin genel olarak aynı başarıyı gösteremediğini görüp üzülüyorsunuz. Özellikle karakterlerin yeniden toplandıktan sonra geçmiş ile şimdiki zaman arasında sıkışmış çelişkili ruh halleri yer yer ince ve kaliteli biçimde işlense de, daha fazla üzerine düşmeyip işi komediye vurmaya çalışması bazı sarkmalara yol açmış.

Başlangıç için filmin komedi/dram dengesi hiç de fena sayılmaz. Ama polis kışlasından delil çalıp yok etme fantezisi uğruna sonlara doğru kendine has ciddiyetine iyice gölge düşüren yapısı insanda mantıksal burun kıvırmalara sebebiyet veriyor. Her şeye rağmen sürükleyiciliği, renkli ve iyi oyunculuklarla süslü karakter dağılımı, yetersiz senaryonun yeterli olduğu kimi anlar hatırına izlenmesi herhangi bir kayıba yol açmayacağı düşüncesindeyim. En azından anarşizm romantizmine bazı güzel cümleler ve sahneler eklemiş olması da bir şeydir. Bu bağlamda afişteki bomba imalatı sahnesine ayrıca dikkat çekmek isterim. Radiohead’in No Surprises şarkısı eşliğinde ağır çekim izlediğimiz bu sahne, benim algılayıp sözünü ettiğim farklı romantizm boyutuna düşünsel anlamda çok yapıcı bir katkıda bulunuyor.