30 Eylül 2022 Cuma

Bodies Bodies Bodies (2022)

 
Yönetmen: Halina Reijn
Oyuncular: Amandla Stenberg, Maria Bakalova, Rachel Sennott, Chase Sui Wonders, Pete Davidson, Myha'la Herrold, Lee Pace
Senaryo: Sarah DeLappe, Kristen Roupenian
Müzik: Disasterpeace

Henüz ilk senaryosunu yazan Sarah DeLappe ve Kristen Roupenian'ın yazdığı, TV ağırlıklı oyunculuk kariyeri yanında, 2019'da çektiği ilk filmi Instinct ile olumlu eleştiriler alan Halina Reijn'in yönettiği Bodies Bodies Bodies, teen slasher janrında yeni fikirlerin tükenmeyeceğinin kanıtı filmlerden biri. Tabii çıkış noktası ve çevre düzeni konusunda çok orijinal olmak için fazla risk alınmadığından, öncelikle bir grup genci veya yetişkini izole bir yerde konumlandırmak gerekiyor. Bu grubun çeşitli özelliklere sahip bireylerini tanıtmak için belli bir süre oyalanmak, derken özenle gizlenen bir katil tarafından birer birer öldürülmek şart. A Nightmare Of Elm Street, Friday The 13th, Scream gibi filmlerin koyduğu nice kurallar, özellikle 80'lerden edinilmiş ve şablonlanmış alışkanlıklar bu türü sürekli besledi. Fakat her türde olduğu gibi birbirinin kopyası vasat filmlerden bir slasher çöplüğü de oluştu. Bunun farkına varan bazı senaristler daha yaratıcı fikirlerle türe hayat öpücüğü vermek istediler. Final Destination serisi gibi ortada bir katilin bile olmadığı veya Happy Death Day gibi, formülünü Groundhog Day'den alan tek katil ve tek maktüllü senaryolarla yaratıcılıklarını yokladılar. Bodies Bodies Bodies ise çevre düzeni olarak yine riske girmeyip, lüks bir malikanede toplanan bir grup gencin filmle aynı adı taşıyan bir oyun oynamaya başlamalarıyla gelişen ve kontrolden çıkan olayları anlatıyor. Bu oyuna göre, oyuncular ışıkları söndürüp dağıldıktan sonra içlerinden biri katil olacak, birini dokunarak şakadan öldürecek, sonra katilin kim olduğunu bulmaya çalışacaklardır. Bu malikalenin sahibinin oğlu olan David gerçekten ölünce işler de kontrolden çıkmaya başlar.

Film, ilk ölümden önce işleyiş olarak muadillerinden çok farklı bir yol izlemiyor aslında. Aynı ortamda bir araya gelen bir grup insan, onların arasındaki ilişki durumları, bazılarının ortak geçmişleri, aralarındaki husumetler, senaryonun manipülasyonları sonucu karakterler hakkında yaşadığımız gelgitler hepsi yerli yerinde. Senaristlerin bu ilişki dinamikleri üzerine yaptığı ince ayarlar sayesinde tansiyon arttırma, cinayet motivasyonu yükleme gibi sıkıntıları olmuyor. Mesela David ile yaşça gruptakilerden biraz daha büyük olan Greg arasındaki gerilim, Sophie, Bee ve Jordan arasında arızalı bir aşk üçgeni sinyalleri veren karışım, David - Emma çiftinin tekinsizliği gibi her karakterin cinayet motivasyonlarından oluşan kombinasyonlar ilgiyi canlı tutuyor. Yine de ilk ölüme kadar her şeyin olağan seyrinde ilerleyeceğini düşünüyoruz.. Fırtına çıkmış, bu yüzden elektrikler kesilmiş, cep telefonları çekmez olmuş, üstelik nereye gittiği bilinmeyen Max adında bir arkadaşları da eve henüz dönmemiş. Yani her detay düşünülmüş. Bunların üzerine tüy diken bir de cinayet olunca gerilimin psikolojik ayağı sağlamlaşıyor. Film yol aldıkça karakterler arasındaki bu iletişimden doğan iletişimsizlik öyle bir hal alıyor ki, zaman zaman aralarından birinin öldürülmüş olmaları bile ikinci plana düşebiliyor. Herkes şüphelenecek birini aramaya, olası şüpheliler de hedef saptırmaya, seyirci ise senaryo ne zaman isterse birilerinden şüphelenmeye başlıyor. Kısacası Bodies Bodies Bodies oyunu amacına ulaşıyor. Tek fark, artık bunun bir oyun olmaktan çıkıp, bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş olması.

İlk senaryosunu yazdıklarını belirttiğimiz DeLappe ve Roupenian ikilisi, klasik slasher rotasında olmadığı iddiasında bulunmuyor. Hatta boş görünen diyaloglarla sanki teker teker öldürülseler kimsenin umursamayacağı karton tiplemeler yaratıyorlar. Fakat zamanla aralarından biri olması muhtemel meçhul katile duydukları öfkenin alevlenmesiyle nereye odaklanacaklarını şaşırmaları, bu şaşkınlığı histeriye çevirip seyirciye de geçirebilme başarıları eser miktarda bir özdeşlik kurulmasını sağlıyor. Olay yerine ilk gelen, son gelen veya hiç gelmeyen, yani herkes katil olabilir atmosferi çok iyi kuruluyor. Sürpriz bir final izleyeceğimiz düşüncesi kendini çok belli ediyor. Zaten öyle de bir final izliyoruz. Fakat artık sürpriz finalin de iyi tasarlanmış olması gerekir ki, bir yerden sonra bu tip filmlerin en büyük kozu bu finaller olabiliyor. Şayet emsali yoksa ezber bozanlardan biri diyebileceğimiz bu final, beklenti ve tahminlerini belli bir noktaya sabitlemiş seyirci için hayal kırıklığı yaratabilir veya istediği etkiyi yaratamayıp, filmin o ana dek kurduğu senaryo gövdesini sorgulatabilir. "Gaslighting" (bir psikolojik manipülasyon ve taciz yöntemi), "borderline kişilik bozukluğu" (kişinin düşünce ve algılama biçiminde, insanlara karşı olan duygularında ve ikili ilişkilerinde problemlere yol açan psikiyatrik rahatsızlık), "beden dismorfi bozukluğu" (bir kişinin gerçekte olmayan var olduğunu sandığı bir bedensel kusur ile aşırı uğraşması ya da bir beden kusuru varsa bile bunu aşırı abartması durumu) gibi kavramları da filme entegre etmeyip sadece ağzında geveleyen, final şaşırtmacası dışında ilginç yönü bulunmayan bir yapım.

27 Eylül 2022 Salı

Sommer vorm Balkon (2005)


Yönetmen: Andreas Dresen
Oyuncular: Inka Freidrich, Nadja Uhl, Andreas Schmidt, Stephanie Schönfeld, Christel Peters, Vincent Redetzki
Senaryo: Wolfgang Kohlhaase
Müzik: Pascal Comelade

Katrin
, oğlu Max ile birlikte yaşayan boşanmış bir kadındır. Resim yapıp satarak ve iş başvurularında bulunarak zor bir hayat sürdürmektedir. Nike ise bir sosyal yardım kurumuna bağlı olarak, yaşlı insanların bakımıyla geçimini sağlamaktadır. Aynı apartmanda yaşamakta olan bu iki kadının aralarında çok güçlü bir dostluk vardır. Akşamları Nike’nin balkonunda içip sohbet ederek, arada bir de evin karşısındaki nöbetçi eczaneyi telefonla işleterek vakit geçirmektedirler. Bir gün Katrin yolda bir kamyon tarafından ezilmekten kurtulur. Nike ise kamyon şoförü Ronald’dan hoşlanmış, onu elde etmeyi kafasına koymuştur. Bu iki kadının hayatla olan mücadeleleri sırasında karşılaştıkları sevinçler, hüzünler ve sürprizler onları daha da olgunlaştıracaktır.
 
Yönetimi, senaryosu ve özellikle de iki başrol oyuncusu Inka Freidrich ve Nadja Uhl ile çeşitli saygın festivallerden ödüllerle dönen 2005 Alman yapımı Sommer vorm Balkon, 2002’de Halbe Treppe ve özellikle yine 2005’de çekilmiş olan Willenbrock ile büyük başarı elde etmiş Andreas Dresen tarafından yönetilmiş çok hoş bir dram. Dresen’in genelde çeşitli insan portlerini ve bu çeşitliliğin birbirleriyle olan çelişkilerle dolu ilişkilerini dramatik bir hikayeyle sunduğu yöntemini Sommer vorm Balkon’da da görmek mümkün. Katrin ve Nike gibi iki hayatın içinden karakterle yola çıkan filmin, iki farklı öykü oluşturma çabasını izliyoruz. Karakterlerin maddi sıkıntılarının getirdiği mecburiyetlerini gördükçe, Almanya gibi büyük bir gücün içinde bile yaşanması olası zorlukların evrenselliği fikri hiç de yabancı gelmiyor.

Fakat karakterlerin yaşadığı sıkıntılar, sersefil bir tablodan ziyade, hali vakti yerinde bir sefillik şeklinde sunuluyor. Balkonlu, güzel ve ferah evler (Nike’nin evi öyle en azından) ortalama bir yaşamı sürdürebilecek ölçüde kazanılan paralar, arandığında kapının önüne gelen ambulans, işsiz bir insana sunulan düzenli psikolojik tedavi, sıkça dalınan gece hayatı ve cinsel özgürlük.. Sefalet kavramı, sadece karakterlerin yaşadığı mesleki ve kişisel sorunların getirdiği istikrarsızlıklarla kendini ifade ediyor.


Katrin ve Nike’nin birbirine kimi yönlerden benzeyen öykülerinde tutulan anlatım yolunun getirdiği paralellikler bazen aksayabiliyor. Nike’de daha sağlam ve belirgin bir anlatım izlenirken, Katrin’in sıkıntılarının bölük pörçük duruşunda sezilen anlatım düzensizliği senarist Wolfgang Kohlhaase’nin kasti seçimi midir bilinmez. Gerçi bu durum, kocasından boşanma sebebini bilmememiz dışındaki bunalımlarını anlamamızı etkilemiyor. Zamanında yalnızlığı seçmiş Nike ile, belki de istemeden yalnız kalmış Katrin’in bu durumlarına son verme sırasında yaşadıkları acemilikler diyebileceğimiz davranışları, güçlü kalmaya çabalayan yalnız metropol kadınının global sakarlığı olarak sunulmuş. Kötü niyet barındırmayan, gayet insani bu arayışların Katrin’de olduğu gibi hüsranla sonuçlanması ve Nike’nin karikatür gibi bir kamyon şöförüyle ilişkiye girip, maneviyatının kapılarını kahramanı ilan ettiği bu adama açması da benzer liman arayışlarının bir sonucu. Katrin’in hayatında belli bir erkek olmamasından ötürü onun zayıflıkları üzerine yapacağımız yorumlarla, hayatına Ronald gibi bir yalnızlık tıpasının girip onu sömürmesine izin veren Nike’nin handikapları üzerine yapacağımız yorumlar birbirinden çok da ayrı durmuyor.

Nike’nin erkek arkadaşı, bize Nike hakkında karakter tahlili imkanı veriyor. Bir diğer yan hikayede Katrin’in ergenliğe yeni yeni adım atmakta olan oğlu Max ise, Katrin hakkında fikir vermektense, Max’in çok hoşlandığı, sigara karşıtı güzel yaşıtı Charly’den yola çıkarak güzel bir ter köşe yapıyor. Onun uğruna koşu yapmaya başlayan, annesinden pahalı bir ayakkabı isteyen Max, Charly’nin kendisinden hoşlandığını sanıp aslında Rico diye sigara içen bir başka çocuktan hoşlandığını anladığında bile ümidini yitirmiyor. Ama Charly’yi Rico ile gördüğü bir an var ki, o zaman yıkılıp “aşk koması”na giren küçük Max, annesi ve Nike ile aynı kaderi paylaşıyor.


Mülakatlarda başarılı olabilmek için kursa giden, yalnızlığı yüzünden alkol komasına giren Katrin; para kazanmak için yaşlı insanların altını bile değiştiren, onların kahrını çeken ve bundan fazla şikayetçi olmayan, aynı şekilde hayatına alelacele soktuğu bir adama da o yaşlı insanlara sunduğu fedakarlıklarından sunan Nike; ve son olarak Max gibi çalışkan, zeki ve kendisine değer veren bir çocuk yerine Rico gibi potansiyel Ronald’a gönül veren Charly. 39.5 yaşındaki Katrin, muhtemelen ondan birkaç yaş küçük Nike ve 12-13 yaşlarındaki Charly.

İki erkek figürün fonunda çok çarpıcı kadın tasvirleri izlediğimiz film, oyunculuk olarak Inka Freidrich ve Nadja Uhl’un sürüklediği Sommer vorm Balkon, iki karakterin hikayesinin paralel gidişlerinde kimi zaman yaşadığı sapmalara rağmen, farklı yorumlara zemin oluşturabilecek bir dram anlayışına sahip. Sulu sepken bir romantizm yerine duygu sömürüsünden itinayla kaçınmaya çalışan ölçülü bir tavıra daha yakın durmakta. Adı geçen ödüllü filmlerinde de oyuncu yönetiminde çok başarılı olan, güzel kareler yakalamayı iyi beceren Andreas Dresen, burada da benzer özelliklerini sergileyerek zevkli ve sürükleyici bir filme imza atıyor.

15 Eylül 2022 Perşembe

Razzhimaya kulaki (2021)

 
Yönetmen: Kira Kovalenko
Oyuncular: Milana Aguzarova, Alik Karaev, Soslan Khugaev, Khetag Bibilov, Arsen Khetagurov, Milana Pagieva
Senaryo: Kira Kovalenko, Lyubov Mulmenko, Anton Yarush

Kira Kovalenko'nun yazıp yönettiği ikinci uzun metraj olan Rusya - Fransa ortak yapımı Razzhimaya kulaki (Unclenching The Fists - Yumrukları Gevşetmek), Kuzey Osetya'daki eski bir maden kasabası Mizur'da yaşayan genç Ada'nın hayatından önemli bir kesit sunuyor. Korumacı babası ve yerinde duramayan saf erkek kardeşi Dakko ile yaşayan Ada, bunaltan bir rutine hapsolmuş bir genç kız. Bir yandan annesiz bu aileye annelik ederken, bir yandan da çalıştığı bakkal dükkanına mal getiren Tamik'e olan karışık duygularıyla baş etmek zorunda. Bir süre önce çalışmak için en yakındaki büyük şehir olan Rostov'a kaçan en büyük kardeş Akim'in geçici bir süreliğine dönmesinde sıkıcı hayatından kurtulma fırsatı gören Ada'nın mücadelesini izliyoruz. Bu mücadele, benzer temalı filmlerde rastladığımız önemli bazı klişelere yüz vermeyen nitelikte. Hiç görmediğimiz annenin bahsi bile geçmiyor. Akim'in dönüşüyle birlikte kendisine düşkün üç erkekle aynı evde yaşayan, ev dışında da kendisinden hoşlanan (onun da hoşlandığı) Tamik'in sevimli darlamalarına karşı koymaya çalışan Ada, görüldüğü gibi sert baskılara, hakaretlere, şiddete uğramayan bir genç kız. Çok net ifade edilmeyen geçmişe ait bir hastalığı, yara izleri var. Ama kimi kendisine bağımlı, kimi düşkün, kimi aşık bu dört erkeğin ilgilerinin toplamından oluşan baskı iklimi, zaten yaşadığı Mizur gibi bir dar bir çerçeveye sıkışmış Ada'yı ayrı bir klostrofobiye hapsediyor adeta.

Kira Kovalenko, farklı tipte erkeklerle çevrelenmiş bu ilgi/baskı ortamının ortasında bir türlü açamayan, serpilemeyen Ada'nın hayatını yer yer tuhaf bir zorbalığa, hoyratlığa varan boyutlarla çiziyor. Babası parfüm sürdüğünü fark edince onu dökmesini söylerken bağırıp çağırmıyor, gergin bir nezaket gösteriyor. Kardeşi Dakko gece onun yanına uyumaya geldiğinde yatağına dönmesini isteyince Dakko onu Tamik'i babasına söylemekle tehdit ediyor. Tehdit etse de Dakko bunu yapacak kadar Ada'ya kıyamıyor. Tamik onu arabasına binmesi için zorlarken yine dram yaşamıyoruz. Ama hepsinde içten içe bu erkeklerin ona istediklerini yaptırma yönünde izledikleri yöntemler hem Ada'yı, hem de seyirciyi rahatsız ediyor. Birinin kızı, birinin sevgilisi, birilerinin kız kardeşi olmanın verdiği bu "ilgi zorbalığı" ve hiçbir vizyonu, renkliliği, çekiciliği olmayan küçük kasaba sıkıntısına sahip her genç kızın duygularına tüm içtenliğiyle tercüman oluyor. Ada, buralardan gitmek, babasını, kardeşini, erkek arkadaşını terk etmek için çok hazır. Üstelik onları çok sevmesine, gittiğinde onların perişan olacaklarını bilmesine rağmen bunu istiyor. Gidince ne yapacağını, nasıl yaşayacağını da bilmemesine rağmen bunu istiyor. Onun için tek çıkış ümidi olan ağabeyi Akim'e olan güveni ile, Akim'in onu geride bırakacaklarına dair yaptırdığı vicdanı arasında bocalamak uğruna bunu istiyor. Gitmenin karakterler için zor olduğu ama gitmek zorunda kaldıkları pek çok film izledik. Ama gidememenin zorluğu Kira Kovalenko'ya göre daha bir başka.

Cannes Film Festivali'nde Un Certain Regard Ödülüne layık görülen Kira Kovalenko, Ada aracılığıyla binbir çeşit kadın sorunlarından birine farklı bir coğrafyadan, farklı bir bakış açısıyla bakıyor. Ama bu "fark", yaralı ve dar bir Kuzey Osetya kasabasının sıkışmışlığında var olmaya çabalayan değil, o varoluştan kaçmaya çabalayan genç bir kadının portresi. Benzer bir portreye Makedonya'dan bakan Teona Strugar Mitevska filmi Gospod postoi, imeto i' e Petrunija'da gayet belirgin şekilde görülen patriarka, Kovalenko'nun kavgasız gürültüsüz de olsa kaçınılmaz biçimde sancılı varlığını yine hissettiriyor. Gerek Petrunija'yı, gerek Ada'yı, gerekse onlar gibi nicelerini en iyi kadın sinemacıların anlayıp perdede bu denli güçlü anlatmaları, belki zamanında aynı yollardan geçmiş olmalarından, belki etrafta o yollardan geçmiş genç kızları çok görmelerinden kaynaklanıyor. Bu yaşanmışlık veya gözlem gücü, sinema sanatının gerçek hayatla olan yakın ilişkisini dile getirme biçimi olarak en etkili beslenme kaynaklarından biri. Filmde yer alan hiç kimsenin oyuncu olmaması, onların amatörlüklerinden çok yerinde faydalanan Kovalenko gibi yönetmenler sayesinde göze batmadığı gibi, aslında buna benzer hikayeler için bir ihtiyaç bile sayılır. Özellikle Ada'yı canlandıran genç Milana Aguzarova duru güzelliğiyle, yıpranmışlığıyla, ürkekliğiyle ama yine de umutlarına sarılmış duruşuyla çok iyi bir tercih. Belki daha iyi bir finali hak ediyordu. Ama beklentileri karşılamayan bir finalin bile zarar veremediği filmlerden biri olan Razzhimaya kulaki, karakterini ve onun meselesini gayet iyi bir yerden anlatabilmiş mütevazi bir dram.

8 Eylül 2022 Perşembe

Liza, a rókatündér (2015)

 
Yönetmen: Károly Ujj Mészáros
Oyuncular: Mónika Balsai, Szabolcs Bede Fazekas, David Sakurai, Antal Cserna, Piroska Molnár, Gábor Reviczky, Mariann Kocsis, Ági Gubík, Lehel Kovács
Senaryo: Bálint Hegedûs, Károly Ujj Mészáros
Müzik: Dániel Csengery, Ambrus Tövisházi

Bálint Hegedûs ve Károly Ujj Mészáros'un senaryosunu yazdığı, kısa filmlerin ardından Mészáros'un yönettiği ilk uzun metraj olan Liza, a rókatündér (Liza The Fox-Fairy), Japon konsolosunun dul eşinin bakımını yapan 30 yaşındaki Liza'nın modern masalını anlatıyor. Bir yandan sıkıcı hayatına mülayim bir şekilde katlanırken, gerçek aşkı bulma hayalleri kuran Liza'nın tek arkadaşı, bakıcılık yaptığı evde sadece onun gorebildiği, uzun zaman önce ölmüş Japon pop yıldızı Tomy Tani'nin hayaletidir. Liza'yı kıskanan Tomy'nin yaptığı büyü yüzünden etrafındaki bazı insanlar, özellikle de onu arzulayan erkekler birer birer ölmeye başlayınca, evde bulduğu eski bir Japon müze broşüründe okuduğu Tilki Peri Lanetine sahip olduğunu düşünmeye başlar. İnsanların ölmesini engellemek ve hayallerine kavuşmak için bu laneti bozmanın yollarını arar. Renk paletleri, mekan seçimleri, şık kadrajları, masalsı ve modern öğeleri buluşturan anlatımıyla stilize bir romantik-kara-komedi olan Liza The Fox-Fairy, birçok uluslararası ve fantastik film festivallerinden haklı ödül ve adaylıklar aldı. Modern bir masal olarak nitelendirilebilecek filmin bu karışımı zaman zaman Wes Anderson veya Jean-Pierre Jeunet referansları taşısa da, metin ve anlatı olarak çok daha sade, özüne sadık, hikaye dengesini koruyan bir yapıda. Absürt dokunuşlarını bu dengeli duruşuna sakil durmayacak şekilde entegre etmesi, başka bir deyişle gerçeküstülüğünü romantik komedi anlayışıyla bütünleştirmesi filmin çıtasını yükseltiyor.

Çin ve Doğu Asya mitolojilerinde "Tilki Ruhu" olarak bilinen bu efsaneyi filmden dinlediğimiz şekliyle kabullenip Liza'nın üzerindeki bu tuhaf laneti kabaca kabullendiğimizde film kendi kara mizah dinamiklerini oluşturmuş oluyor. Efsaneye göre Nasu ormanında yalnız yaşamakla cezalandırılmış lanetli şeytanlar olduğuna inanılan tilki perilere aşık olanlar ölmek zorunda. Liza'ya saplanıp kalan bu lanet, sadece tilki periyi başına gelecekleri bile bile saf bir şekilde seven birisi tarafından bozulabilir. Bu folklorik kalıp modernize edilirken senaristler Hegedûs ve Mészáros hem güncel detaylarla, hem de retro havası veren nostaljik sadeliklerle güçlü bir çevre düzeni kurmuşlar. Rahatsız etmeyen absürtlükler filmin doğal akışında çok iyi durmuş. Birbirinden tuhaf izdivaç kurbanlarını saymazsak, biri hayalet olmak üzere üç erkek tarafından bir aşk çemberine alınan, saflığı ve güzelliğiyle büyüleyen Liza, bir romantik komedi için çok doğru bir odak noktası. Hem sevimli, hem de seksi bir kadın olarak kendini sadece gerçek aşkı bulmaya adamış olmanın saflığıyla burnunun ucundaki gerçek aşkı göremeyişinin gülümseten anları, onu modern bir zamanda yaşayan romantik komedi kraliçesi yapmakta zorlanmıyor. Zeki ve ketum polis Zoltán da tam ona göre bir partner. Liza'yı canlandıran Mónika Balsai ve Zoltán rolündeki Szabolcs Bede Fazekas bu yüzden tam da filmin ihtiyacı olan masalsı mütevaziliği ve dingin tutkuyu vücuda getiren oyuncular. En son ülkesi Macaristan'da 2019'da çektiği 8 bölümlük Alvilág dizisinden beri yeni işi olmayan Károly Ujj Mészáros, daha fazla film yapması gereken yönetmenlerden.