30 Aralık 2015 Çarşamba

Youth (2015)


Yönetmen: Paolo Sorrentino
Oyuncular: Michael Caine, Harvey Keitel, Rachel Weisz, Paul Dano, Jane Fonda, Alex Macqueen, Luna Zimic Mijovic, Nate Dern, Alex Beckett, Mark Gessner, Tom Lipinski, Chloe Pirrie, Robert Seethaler, Ed Stoppard, Paloma Faith, Roly Serrano
Senaryo: Paolo Sorrentino
Müzik: David Lang

Paolo Sorrentino bu kez emekli besteci Fred Ballinger (Michael Caine) ve yönetmen Mick Boyle (Harvey Keitel) adlı iki eski dostun Alpler'deki lüks bir dinlenme tesisinde geçirdikleri zaman dilimini filme alarak La grande bellezza'nın tarzına ve duygusuna hiç de uzak olmayan bir film sunuyor. Duygu, geçip giden yılların muhasebesini yapan yaşlı bir (burada iki) ana karakter üzerinden hayatın yorumlanışına yönelik. Tarz ise yine elit, mizahi ve yer yer minimal. En kestirme yoldan La grande bellezza'yı seven / sevmeyen kesmin, Youth'u da sevecek / sevmeyecek olması muhtemel (düz) çıkarımında bulunabiliriz. Tabii ki sinema sanatı söz konusu olduğunda her iki Sorrentino filmi de sevilmeyecek yapıda filmler değil. Lakin kendi adıma La grande bellezza'da ne bulduysam / bulamadıysam, Youth bünyesinde de hemen hemen aynı şeyleri buldum / bulamadım. Erken bir kıyaslamada bulunursam, La grande bellezza'yı 1-2 puan daha fazla beğendiğimi söyleyebilirim.

Yine filmin ruhuna çok iyi oturan, bazılarının sosyal medyada sanki kendi bulmuş gibi kullandığı harikulade cümlelerle bezeli senaryo, tablolardan fırlamış gibi duran olağanüstü Alpler görüntüleri ve hali vakti yerinde yaşlı insanlar eşliğinde sunulan varoluş salvoları Sorrentino karakteristiği olarak tüm görkemiyle boy gösteriyor. Fakat bununla birlikte yeterince derinleştirilemeyen zengin yan karakter koleksiyonunun yarattığı dağınıklık -ki bazen göze fazlalık olarak bile görülebiliyor- ve bu koleksiyona dair hezeyanların sadece belli bir kesime hitap etmesinin yarattığı yabancılaşma da aynen muhafaza edilmiş. Elbette Fred veya Mick'in etrafında şekillenen uzak (yaşlılık) ve yakın (gençlik) kavramlarına farklı biçimlerde bir çiftçi veya bir memur da yabancı değildir. Ama bu insanların sanatçı ve ünlü oluşlarındaki kaygılara ortak olma becerimiz, genel olarak Sorrentino filmlerine bakışımızla doğru orantılı sanırım.


Sorrentino'nun her iki filmiyle özümsetmek istediği "cennette yaşlı olmak" ironisi, Jep, Fred, Mick gibi sanat ve popülariteyle içiçe bir hayat geçirmiş 65 yaş üzeri erkeklerdeki hayata bakışı karamsarlaştırırken, onların çevreye olan gözlemci tutumlarından da bolca nemalanmalarını sağlıyor. Yaşlandıkça etrafa karşı daha gözlemci bir eğilim gösteren yaşlı insanların gözlemleyeceği çevreyi de zengin tutmayı şiar edinmiş Sorrentino'nun, Roma sosyetesinden sonra elit bir İsviçre tesisi seçmesi garip değil. Ama bu tesiste sosyete yanında müzik ve sinema dünyasından karakterler, bir kainat güzeli, eski bir futbolcu (Maradona olduğu çok açık), hiç konuşmayan yaşlı bir çift, bir Budist rahip, robot ve Hitler profillerini temsilen bir aktör gibi malzemesi bol unsurlar serpiştirmek de senaryoyu besleme yönünde ilginç çıkış noktaları. Böylece yaşlılık kadar "geçmiş" vurgusu da kendini öne çıkarmayı arzuluyor. Zaten "yaşlılık geçmişine uzaklaşmaktır" sözü bunu çok iyi destekliyor. Ne var ki özenle seçilmiş bu yan karakterlerdeki potansiyel, ya potansiyel olarak bırakılmış ya da Sorrentino'nun çarpıcı aforizmalarını seslendirmek için tasarlanmış izlenimi veriyor. Hele Fred'in kızı Lena'nın varlığı ve ona bahşedilen senaryo örgüsü, sırf Fred Lena'ya "senin yatakta iyi olduğunu biliyorum çünkü ben de iyiydim" cümlesini kurabilsin diye filme konulmuş sanki.

Sorrentino Roma'yı ve Alpler doğasını sanatına kusursuz biçimde ortak ederken, bezgin karakterlerinin törpülenmiş tutkularından yarattığı bu tezatlığı uzunlu kısalı skeçlerle ifade etmeyi seviyor. Hatta bu skeçlerin her birine kıssadan hisse eklemeye çalışıyor. Kimini karakterlerine söyletiyor, kimini seyircinin çıkarımına bırakıyor. Böylece merkeze koyduğu karakterinin temsil ettiği birçok özelliği farklı şekillerde ifade etme fırsatı buluyor. Bu noktada yakaladığı sanatsal estetik ve öngörülemezlik sayesinde elini daha da güçlendiriyor. Ortaya birbirinden bağımsız fakat buradaki gençlik - yaşlılık - geçmiş konseptlerinden oluşan ana gövdeye ne tür sahne çekilse gider bir anlayış çıkıyor. Jep - Fred merkezi noktalarında rastladığımız karizmatik duruşun işbitiriciliği de bu anlayışı anlamayı kolaylaştırıyor. Zaten yaşayan birer efsane olan Michael Caine - Harvey Keitel ikilisi, Sorrentino'nun son iki filmde anlatmak istediklerinin Amerikan / İngiliz versiyonu sanatçılar. Özellikle genç bir senaryo ekibiyle "vasiyetim" dediği filmini çekmek için uğraş veren, hatta favori aktrisi Brenda Morel (ilk görüşte Faye Dunaway'e benzettiğim Jane Fonda) ile anlaşma bile sağlayan Mick Boyle, belki de gidişatı ve sonuyla en çarpıcı hikayeye sahip karakter. La grande bellezza ne kadar Sorrentino'nun sanatsal duruşunu dinamikleştirebildiyse, Youth aynı duruşu daha hüzünlü hale getirebilmiş bir film.

26 Aralık 2015 Cumartesi

La grande bellezza (2013)


Yönetmen: Paolo Sorrentino
Oyuncular: Toni Servillo, Carlo Verdone, Sabrina Ferilli, Pamela Villoresi, Galatea Ranzi, Giorgio Pasotti, Serena Grandi, Luca Marinelli, Luciano Virgilio, Giusi Merli, Sonia Gessner
Senaryo: Paolo Sorrentino, Umberto Contarello
Müzik: Lele Marchitelli

Yıllar önce yazdığı tek bir kitapla şöhrete ve paraya kavuşan, bu rehavetle yeni kitaplar yazmak yerine bir dergide röportajlar yaparak Roma'da lüks hayatını sürdüren Jep Gamberdella'nın 65. doğum günü partisiyle açılan La grande bellezza (The Great Beauty), Paolo Sorrentino'nun yazıp yönettiği ve 2014 En İyi Yabancı Film Oscar'ı, Golden Globe, BAFTA dahil yüzün üstünde organizasyondan ödül ve adaylıklar almış bir film. Yıllarca Roma sosyetesinde farklı karakterlerdeki insanların kaprislerine, ikiyüzlülüklerine, züppeliklerine, krizlerine tanık olmuş ve hala olmakta olan Jep, yaşlandıkça gençliğine özlem duyan bir adam. Ona gençliğini hatırlatan en önemli unsur ise artık daha sık hatırladığı ilk aşkı. Bu ruh haliyle ölmeden önce henüz tanımını yapamadığı muhteşem güzelliğin peşine düşen Jep, yeni bir kitap yazmak için de kendini hazır hissetmeye başlıyor.

Aslında ortada somut bir arayış veya yeni bir kitap yazmak için belirgin bir gayret yok. Açılıştaki uzun parti sahnesinden itibaren partiler, davetler, tuhaf sanatsal performanslar, burjuva sohbetler, olağanüstü mekanlar (bir adet de cenaze) arasında mekik dokuyan Jep, 65 yaşın baygın ve bitkin bakışlarıyla tutkulu bir varoluş arayışını benimsetmekten çok uzak. Şüphesiz Toni Servillo güçlü ve tecrübeli bir aktör. Ancak daha en başından Jep karakterinin sanki daha farklı bir yüze ve yoruma ihtiyaç duyduğu düşünülebilir. Yine de bu durumu kanıksadıktan, Jep'in bitkinliğini 65 yaşına ve sosyetik yaşam tarzının monotonlaşmasına tahvil ettikten sonra adaptasyon daha kolaylaşıyor. Aynı zamanda yan karakterlere ve Jep'in bu karakterlerle iletişimine odaklanmak da kabul edilebilir, hatta keyifli hale geliyor. Farklı amaçlara sahip görünseler de aslında amaçsızca o parti senin, bu davet benim savrulan bu karakterler içinde belki de en tutkulu olanı, tiyatro oyunu yazma peşindeki Romano olsa gerek. Tabii bu kadar amaçsızlık içinde Jep'in "muhteşem güzellik" arayışı (ki tekrar edelim, adam bariz birşey aramıyor, sadece hayatını yaşıyor), seyirciye hissettirmesi muhtemel burjuva yabancılaşmasını kendi kalıplarında makul hale getirmeye çalışıyor.


Jep Gamberdella, "65 yaşına bastıktan birkaç gün sonra keşfettiğim en önemli şey, yapmak istemeyecegim şeyler için artık vakit harcayamayacak olmamdı" dedikten sonra bile yapmak istemediği şeyler için vakit harcamaya devam ediyor. Katıldığı her etkinlik, karşılaştığı her insan, onlarca farklı ayrıntıyla birlikte hayatının son düzlüğüne bir anlam vermek isteyen bu adama birbirinden ilginç örnekler sunuyor. Sorrentino bu manada bir bütünlük peşinde değil. Tam tersi, Jep özelinde kendi bilinç akışının kanallarını açmak için çaba sarf ediyor. Ama birbirinden bağımsız görünen bu parçaları Jep'in spiritüel yolculuğuna uyarlarken bir bütüne ait olduklarını da doğal akışa yansıtıyor. "Hayat, tek bir bireyin anlayamayacağı kadar karmaşık" olunca tüm yan karakterlerin bu anlayışsızlığından kolektif başka anlayışlar peydah oluyor. İnsanın belli bir tükenme noktasında kendini ya eğlenceye ya da dine vermeye eğilimli oluşuna dair söyleyecekleri olan Sorrentino, en nihayetinde "kökler önemlidir" derinliğine erişiyor. Jep bu erişimi, hergün kendi vesikalık fotoğrafını çeken, üstelik bunlardan dev bir sergi oluşturan adam veya yıllardır kök yiyerek beslenen yaşlı azize sayesinde, ya da başta ilk aşkı olmak üzere ona yitip giden yılları hatırlatacak herhangi bir nostalji unsurunun güdülemesiyle sağlıyor.

Sorrentino'nun Roma'yı adeta bir başrol gibi kullanması, Jep ve çevresini kuşatan yapaylığa yer yer absürt yorumlar getirmesi Fellini seslerini de yükseltti. Ama Sorrentino birçok yönetmenden izler taşıyan, onlardan derlediği bu izlerden kendine başka bir yol açmaya çalışan yönetmenlerden biri. La grande bellezza ile bu yolda çok önemli bir adım atmışa benziyor. Bir olay örgüsü oluşturmak yerine, içinden kısa filmler çıkabilecek pasajlar oluşturan Sorrentino, Lele Marchitelli'nin tema müziklerini ve ilk kez bu filmle keşfedilebilecek pekçok lezzetli şarkıyı bu akışa dahil ederek zaten görselliği son derece güçlü filmini işitsel anlamda da özel hale getiriyor. Meydana getirdiği bu şiirsel bütünlük ile bir yönetmenin roman yazar gibi film çekme yetisine çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Henüz 50'sine gelmemiş Sorrentino'nun yaşlanma algısını (en azından 65 yaş algısını) bu denli elitist ve entellektüel kaygılarla ele alması şahsen filmle duygusal bir bağ kurmam yönünde önüme türlü engeller çıkardı. Ancak bir sanat olarak sinemanın bu penceresinden bakmayı başardığımızda kimi anlarda üzerimize yağan yağmur gibi bir film La grande bellezza...

17 Aralık 2015 Perşembe

Beasts Of No Nation (2015)


Yönetmen: Cary Joji Fukunaga
Oyuncular: Abraham Attah, Idris Elba, Emmanuel Nii Adom Quaye, Kurt Egyiawan, Annointed Wesseh, Ama K. Abebrese, Kobina Amissah-Sam, Francis Weddey
Senaryo: Cary Joji Fukunaga
Müzik: Dan Romer

Uzodinma Iweala'nın romanından Cary Joji Fukunaga'nın senaryosunu yazıp yönettiği Beasts Of No Nation, ismi belirtilmeyen bir Afrika ülkesindeki iç savaş yüzünden mutlu yaşamı ve ailesi dağılan 14 yaşındaki Agu'nun adım adım bir çocuk asker olmaya doğru giden hikayesini anlatıyor. Agu'nun önce bir çocuk, kısa bir süre esir, eğitim aldıktan sonra da savaşçı olma düzlemini onun gözünden ve ara sıra da kafa sessinden izlediğimiz film, iyi bir başlangıç yapıyor. Askerler ve isyancılar arasındaki bir tampon bölgede yaşayan Agu'nun mutlu çocukluk dönemi, ailesi ve arkadaşlarıyla ilişkileri, fakat bir yandan da kaçınılmaz hale gelen iç savaşın ayak sesleri ilk bölümde gayet benimsetici bir tempoda işleniyor. Agu zalim askerlerin elinden kurtulup tek başına ormana kaçtıktan bir süre sonra ulusal savunma gücü NDF'in karizmatik lideri Commandant'ın filme dahil oluşu da bu tempoyu bozmuyor. Ancak filmin şerit değiştirmesi gerektiği anda değiştirmeyip bir de üstüne o tempoyu düşüren, bazen de yanlış şeride geçen film, dakikalar ilerledikçe hikaye olarak anlatacak fazla birşeyi kalmadığını hissettiriyor.

Bu süreçte Agu'nun içinde bulunduğu zor şartlar dahilinde şansının yaver gitmesi, fazla keskin virajlar yaşamadan NDF'e dahil olması, kendini kanıtlamak için işlemek zorunda olduğu ilk cinayeti derken daha önce farklı suretlerde izlediğimiz filmlerin rotasını burada da görüyoruz. Üstelik bu rotada yanına bazı önemli eşyaları almadığını, bazı önemli duraklara uğranmadığını da görüyoruz. Örneğin başlangıca Agu'nun annesiyle birlikte yer aldığı özel bir sahne koymadan annesinden ayrıldığı sahnede duygusal yoğunluk beklemek, hatta sonradan anneyi bulmak gibi filmi sonuna dek taşıyabilecek motivasyonlardan birine sırtını dönmek filmden çok şey götürüyor. Yine başlangıçta gözümüze sokulan (çok da eğlenceli olan) Agu'nun "hayali televizyon" konseptinin NDF'in vahşi sosyalliğinde tek bir sahnede bile kullanılmaması, yitirilen masumiyete yapacağı vurguyla çok farklı ve etkili şekillerde kullanılacağı düşünüldüğünde bu fırsatın kaçırılması da talihsizlik. Vahşi sosyallik demişken, çocuklardan ve gençlerden kurulu NDF'in "vahşi" duruşunu fazlasıyla kanıksamış gibi hissetme olasılığımızın sebebi, filmin inandırıcı bir boyutlama gerçekleştirememesi diye yorumluyorum. Mesela Blood Diamond, ana konusu Afrika'nın çocuk askerleri olmamasına rağmen bu konuda iyi bir damar bulup onu işleyebilmiş bir filmdi.

Agu'nun kafa sesinden duyduğumuz şiirsel isyan ve umutsuzluk cümlelerinin filme büyük geldiğini düşünüyorsanız, Beasts Of No Nation ile ilgili hemen hemen aynı şeyleri hissediyoruzdur. Sözünü ettiğimiz önemli eksiklikler çoğu zaman karakterlerin doğasına yansımış "performans" detaylarıyla ve Fukunaga'nın kendisinin üstlendiği görüntü yönetiminin gücüyle kapatılmaya çalışılıyor. Başarılı da olunuyor. Örneğin bahsi geçen Agu'nun annesinden ayrıldığı o sahnede duygusal bir yoğunluk yaşıyorsak bunun yegane sebebi Abraham Attah'tır. Anlamlı yüzünü hiç aksamayan bir performansla bütünleştirip bir karakter çıkaran Attah, defalarca Fukunaga'nın eksikliklerini kapatıyor / kapatmaya çalışıyor. Idris Elba'nın canlandırdığı Commandant bile bu denli tam bir karakter ortaya koyamıyor. Nereden geldiği, tam olarak neyi hedeflediği, hatta akıbetinin ne olduğu belli değil. Agu ile Commandant arasında baba-oğul ilişkisi kurmaya çalışmayıp "kurdum oldu"ya getiriyor. Üstelik göstermediği bir sahneyle bu ilişkiyi çok itici bir boyuta dahi taşıyor. Oysa liderlik vasıfları yükselişten inişe geçerken politik verileri de çok iyi kullanabilecek Commandant gibi bir karakterin "epic fail" potansiyelinden hakkıyla yararlanamamak tam bir başarısızlık. Ama Fukunaga bu iki oyuncusu ve teknik becerileriyle filmi olmadığı birşey gibi gösterme becerisine sahip. O yüzden şahsen Abraham Attah dışında filmde uzun uzun bahsedilecek bir derinlik görmedim.

10 Aralık 2015 Perşembe

Man Up (2015)


Yönetmen: Ben Palmer
Oyuncular: Lake Bell, Simon Pegg, Rory Kinnear, Olivia Williams, Sharon Horgan, Ophelia Lovibond, Henry Lloyd-Hughes, Ken Stott, Harriet Walter, Stephen Campbell Moore
Senaryo: Tess Morris
Müzik: Dickon Hinchliffe

Tess Morris'in yazıp Ben Palmer'ın yönettiği Man Up, evlenmek için ümidini kaybetmek üzere olan 34 yaşındaki Nancy'nin tesadüf eseri trende karşısında oturan 24 yaşındaki Jessica'nın "kör randevusu" ile buluşması, ama bozuntuya vermeyip potansiyel gördüğü bu randevuyu Jessica olarak sürdürmesiyle yaşanan komik olayları izlediğimiz sevimli bir romantik komedi. Online satış işinde çalışan 40 yaşındaki Jack ile kısa sürede kaynaşan Nancy, aynı gün anne ve babasının . evlilik yıldönümleri için de bir konuşma yapacaktır. Ama eski tanıdıklar, eski eşler ve yaşanan türlü aksilikler Nancy ve Jack'in bu buluşmasını unutulmaz bir güne dönüştürür.

Man Up'ın en belirgin özelliği, 90'lar sonu, 2000'ler başı Hugh Grant romantik komedilerini anımsatan, özlediğimizi fark ettiğimiz sıcak, samimi ve çok enerjik bir film olması. Jack'in dahil olmasıyla ivme kazanan film, hızlı akan ve duygusal zekası zengin diyalogları ile iyice kıvama geliyor. Üstelik Nancy'nin Jessica yerine geçmesi ve bunların yol açtığı komik yanlış anlamaları / yalanları yerinde kullanıp cebine koyduktan sonra bu durumu fazla uzatmayıp gerçeği açık ediyor. Bu erken açığa çıkış yüzünden kredi kaybedeceği düşünülürken çok zekice durumu lehine çevirecek hamleler ortaya koyuyor. Finaline kadar cebinde biriktirdiklerini de çeşitli yer ve zamanlarda çıkarıp ekonomik biçimde kullanıyor. Yer yer karikatür ve absürt olmayı kafaya takmayıp, kısa süresi dahilinde romantik komedi gereklerini başarıyla uyguluyor.


Başlangıçta Nancy'yi tek izlediğimiz bölümlerde bir tutukluk yaşansa da, Jack ile karşılaşmaları ile hemen bir sıcaklık oluşmaya başlıyor ki, bir romantik komedi bunu kısa sürede başarıyorsa sonrasından da beklentiler artıyor. Nancy'nin birbirinden renkli teorileri, taze dul Jack'in çaresiz eş arayışının sebep olduğu delişmen yapısı filmin temposunu hep zinde tutarak bu beklentilere cevap veriyor. Nancy ve Jack'in doğru insanı bulmaya yönelik çatışmalarının yarattığı sözde uyumsuzluk, tatlı bir hüzün sosuyla aslında güzel bir uyuma işaret ediyor. Bazen abartılı ve karikatür durum / kişiler bile bu çekiciliği bozmuyor.

Bahsettiğimiz dönemin yapımlarıyla hoş vakit geçirmiş izleyiciler için Lake Bell - Simon Pegg uyumunu eğlenceli sahneler, hınzır diyaloglar, bazıları 80'lerden seçilmiş güzel şarkılar eşliğinde izlemek keyif veriyor. Man Up, her eli yüzü düzgün romantik komedi gibi doğru insanı bulmak, tüm aksiliklere rağmen ona tutunmak üzerine bir günü anlatan, özellikle Simon Pegg hayranlarının kaçırmaması gereken, Lake Bell'i de parlatan bir yapım. Hatta Nancy ve Jack'in konumunda olanlar için adeta pamuk şekeri gibi. Mesajları güzel ve bir tanesi de çok net: "Fuck the past!"

5 Aralık 2015 Cumartesi

Hidden (2015)


Yönetmen: Matt Duffer, Ross Duffer
Oyuncular: Alexander Skarsgård, Andrea Riseborough, Emily Alyn Lind, William Ainscough
Senaryo: Matt Duffer, Ross Duffer
Müzik: David Julyan

Baba Ray, anne Claire ve kız çocukları Zoe'den oluşan üç kişilik bir ailenin bilinmeyen bir sebepten dolayı saklandıkları sığınaktaki 301. günlerinde dahil olduğumuz Hidden, büyük bölümü bu sığınakta geçen ve bir noktaya kadar kendini gayet iyi taşıyan bir psikolojik gerilim. Zaten kendini en iyi taşıdığı anlar da psikolojik gerilim anları. Tabii sonradan dönüştüğü birtakım şeyleri açık ederek filmin tadını kaçırmamak adına daha yüzeysel bir yorum yapmak daha iyi. 301 gündür bu sığınakta hayatta kalmaya çalışan ailenin içinde bulunduğu zor durum neticesinde kısa sürede filme adapte olmak kolaylaşıyor. 301 gün önce ne olduğu, ailenin o sığınağa nasıl girdiği, en önemlisi de dışarıdaki tehditin ne olduğuna dair bilinmezlik filmin en önemli kozu sayılır. Filmi yazıp yöneten Matt ve Ross Duffer kardeşler bu koz sayesinde avucuna aldıkları seyirciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynama fırsatı elde ediyorlar. Sığınaktaki konservelere dadanan bir farenin yarattığı krizle başlayan gerilimi çok ölçülü biçimde dalga dalga yükselten Duffer kardeşler, aşağıda yaşanan dram harmanlı psikolojik gerilimi, yukarının bilinmezliğiyle çok iyi dengeliyorlar.

Ancak tüm bu bilinmezliğin çözüleceği 301. gün, bir gerilim filmi için çok iyi başlasa da, ufak ayrıntıların sağladığı geri dönüşlerle birlikte yavaş yavaş aslında tanıdık bir film izlediğimizi anlamaya başlamak hayalkırıklığı yaratabilir. Zira ilk yarıdan sonra dışarıdaki "breathers" denilenlerin gerçekte kim ve neyin peşinde oldukları ne yazık ki beklenmediği bekleyenlerin beklentilerine cevap veremiyor. Öyle ki, iki kilit kelime bile film için çok büyük spoiler olabilir ve filmi izleyecekler bu iki kelime yüzünden filmi izlemekten vazgeçebilirler. İşte bu kelimelerin bulunduğu kaliteli kalitesiz çok fazla film izlediğimizden, artık fark yaratan ya da en azından fark yaratmaya oynayan filmler görmek istiyoruz. Hidden, fark yaratmasa da, özellikle ilk yarısıyla fark yaratmaya oynayan sınıfına dahil edilebilecek bir film. Sürpriz final kaçınılmaz olarak ikinci yarıya güç kazandırmak için planlanmış bir durum. İkinci yarıda aksiyona yüklendikten sonra ilk yarının psikolojik etkisini silip atmak yakışmasa da, bu final belki bir devam filminin kapısını aralamak için tasarlanmıştır. Ama o devam filminin de az çok neye benzeyeceğini tahmin edebiliriz. Sonuç olarak elimizde sıkı bir ilk yarıya, çekirdek aileden oluşan üç başarılı performansa ve şahane bir periskopa sahip bir film kalıyor.