2000 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2000 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2014 Salı

You Can Count On Me (2000)


Yönetmen: Kenneth Lonergan
Oyuncular: Laura Linney, Mark Ruffalo, Matthew Broderick, Rory Culkin, Jon Tenney, Josh Lucas, Amy Ryan
Senaryo: Kenneth Lonergan
Müzik: Lesley Barber

Catskill kasabasında bir bankada çalışan dul Sammy (Laura Linney), 8 yaşındaki oğlu Rudy ile birlikte sakin bir yaşam sürmekte. Bir gün Sammy’nin uzun zamandır görmediği, hiçbir işte dikiş tutturamamış kardeşi Terry (Mark Ruffalo) ablasından para istemek için çıkageliyor. Gelmişken de bir süre bu sıkıcı kasabada kalıyor. Hoş, geri döndüğünde yapacak bir şeyi yok. Bu süre içinde abla-kardeş, pek de sağlam temellere oturtamadıkları ilişkilerini gözden geçirme fırsatı buluyorlar. Konu olarak küçük Amerikan kasabalarını mesken tutmuş binlerce bağımsız yapımı anımsatsa da kesinlikle onların en iyilerinden. Uzun süre gözden kaçmıştır, ama bundan böyle aile dramları söz konusu olduğunda tavsiye edeceğim 3-5 filmden birisidir. Mesele sadece abla-kardeşin birbirlerini yeniden keşfetmeleri, eskiyi yadetmeleri, geçmişte yapılmış hatalardan birbirlerini sorumlu tutarak bolca didişmelerinden ibaret değil.

Sammy’nin çalıştığı bankanın müdürü, kuralcı ve sinir Brian (Matthew Broderick) ile girdiği yasak ilişki –ki Brian evlidir, eşi de hamiledir- yanında sürekli görüştüğü, evlenme teklifi alıp reddettiği iyi kalpli Bob arasında kalması, Sammy’nin duygusal çıkmazlarını romantik açıdan ortaya koymakta. Ama ailevi çıkmazlar yönünden de pek şanslı sayılmaz. Anne babasını küçük yaşta bir araba kazasında yitiren, sürekli bu trajik kazanın etkisinden kurtulamayan Sammy, oğlu Rudy’nin babasından boşanmıştır. Rudy hiç görmediği babasını adeta bir süper kahraman gibi hayal etmektedir. Oysa böyle filmlerde gerçekler hep farklıdır. Zaten küçük Rudy’nin yürek parçalayan dramı da ayrı bir psikolojik vaka. Tüm bunların üzerine bir de sorumluluk bilincine sahip olmayan kardeş Terry ile yaşamak zorunda kalınca hayat Sammy için daha da zorlaşır. Ama Terry de sanıldığı kadar asalak bir kardeş sayılmaz. Temiz kalplidir, bir işe yaramak arzusundadır, bu yüzden zaman zaman dürüst hatalar yapar. Sade, sevimli, sürprizsiz ama güçlü bir bağımsız olarak Amerikan kasabalarının sıkıntılı halini, hayatın ve ilişkilerin zorluklarıyla kaynaştırmış, Laura Linney ve Mark Ruffalo’nun başarılı performanslarıyla gücüne güç katmış bir film. 2001 Oscarlarında En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında aday olmuş, birini Julia Roberts’a, diğerini Almost Famous’a kaptırmış olması da hiç mühim değil. Şiddetini yüzeyden değil, içten içe hissettiren sakinlikteki dramları sevenlerin kaçırmaması gerek.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Nueve Reinas (2000)


Yönetmen: Fabián Bielinsky
Oyuncular: Ricardo Darín, Gastón Pauls, Leticia Brédice, Oscar Nuñez, Ignasi Abadal, Tomás Fonzi, Antonio Ugo, Alejandro Awada, Elsa Berenguer, Ricardo Díaz Mourelle
Senaryo: Fabián Bielinsky
Müzik: César Lerner

Para üstü numarasıyla bir market kasiyerini soymaya çalışan Juan’ı (Gastón Pauls) iş üstünde gören usta dolandırıcı Marcos (Ricardo Darin), çuvallayan Juan’ı zor durumdan kurtarır ve ona birkaç numara öğretmeye karar verir. Birlikte ufak çapta birkaç dolandırıcıık yaptıktan sonra aldıkları bir tüyo sayesinde Dokuz Kraliçe adı verilen bir pul serisinin orijinalini ele geçirme ve bunu zengin bir koleksiyoncuya satma fırsatı elde ederler. Film için bu kadar özet kafi. Zira fazla açıldıkça spoiler verme ihtimali artan bu zeki senaryoyu kaleme alan ve yöneten Fabián Bielinsky’nin 2000 yılında yazıp yönettiği ilk film olarak Nueve Reinas, aradan geçen 13 yıla rağmen hala zeki, akıcı ve zamansız bir suç yapımı.

Nueve Reinas, kendisinden önceki dolandırıcılık temalı Hollywood filmlerinden yer yer izler barındıran, fakat bunlara sadece Bielinsky’nin hayranlık duyduğu o eski yapımlarla aynı atmosfere sahip olma isteği şeklinde düşündüren usta işi bir film. Kurnazlığı yüzünden okunan Marcos’un saf Juan ile ilk karşılaştığı market sahnesinden itibaren temposunu sürekli zinde tutan, zaman içinde ikilinin kapsamlı plan gerektiren büyük bir işi kovalamaya başlamalarıyla iyice ısınan film, arada mühim dramatik duraklara da uğrayarak karakterlerinin insani yönlerini keskinleştiriyor. Juan’ın kurnazlığı ile vicdanı arasındaki mücadelesi, Marcos’un hedefi uğruna her türlü tavizi verebilecek hırsı arasındaki çatışmalar, film içindeki her türlü kurnaz planla birlikte bu güzel senaryonun ana malzemesini oluşturuyor.


Nasıl bir sürprizle bittiği bilinmese de bir filmin sürpriz sonla bittiğini bilmek, film boyunca insanı rahatsız edebilen bir durum. Nueve Reinas’da da sona yaklaşırken kafalarda üretilen teoriler çoğaldıkça bu rahatsızlık nüksedebilir. Ama özellikle Arjantin’deki ekonomik krizi, o sürpriz sona yaklaşırken hikayesine katık eden Bielinsky, son ana kadar ince ince ördüğü suç ağının düğümlerini çözdüğünde filminin geri kalanına ihanet etmeyen çok başarılı bir final tasarlamış. Sürpriz sonlarıyla ünlenmiş filmlerle ilgili bir anket yapılsa, kimlere oy verileceğini az çok biliriz. Bunların birçoğunda da Nueve Reinas adına rastlamışızdır. Artık günümüzde seyirci “sürpriz son” kavramına fazla alıştırıldığı ve efsane örnekler tarafından iyi eğitildiği için, 2000 tarihli bir filmi yeni izlediğinde burun kıvırma eğilimi gösterebilir. Oysa sürpriz bir finalin etkili olup olmadığının sağlamasını en iyi yapabilecek şeylerden biri, o finalin (sonuç artık biliniyor olsa bile) tüm filmi yeniden izleme isteği uyandırmasıdır. Nueve Reinas bence bu sağlamayı yapabilen bir film.

Usta oyuncu Ricardo Darin, genç Gastón Pauls ile uyum içinde. Her ne kadar Pauls fazla sivrilemiyor gözükse de, Darin çoğu sahnede ipleri elinde tuttuğu için onun karşısında hemen her oyuncu Pauls gibi kalırdı büyük ihtimalle. Başta Marcos’ın kızkardeşi Valerie’yi canlandıran Leticia Brédice olmak üzere yan karakterler de iyi yazıldıkları kadar iyi oynanmışlar. Nueve Reinas’ın 2004 tarihli Criminal adında başarısız bir Hollywood yeniden çevrimi de mevcut. Bu filmden sonra 2005’te yazıp yönettiği, yine Ricardo Darin’in ustalığıyla bezenmiş El Aura ile biraz durağan ama kesinlikle güçlü bir suç yapımına daha adını yazdıran Fabián Bielinsky’nin 28 Haziran 2006 yılında henüz 47 yaşındayken São Paulo’da kalp krizinden ölmesi sinema dünyası adına büyük kayıplardan biri. Yaşasaydı daha kimbilir nasıl filmler çekecekti diye iç geçirdiklerimizden biri.

15 Temmuz 2012 Pazar

Gangster No. 1 (2000)


Yönetmen: Paul McGuigan
Oyuncular: Malcolm McDowell, Paul Bettany, David Thewlis, Saffron Burrows, Kenneth Cranham, Jamie Foreman, Eddie Marsan, Doug Allen, Razaaq Adoti, Andrew Lincoln
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto, Johnny Ferguson
Müzik: John Dankworth

Sexy Beast ve 44 Inch Chest gibi aksiyonsuz, derinlikli iki gangster filminin senaristleri Louis Mellis ve David Scinto’nun orijinal senaryosundan uyarlanan, The Acid House ve Lucky Number Slevin filmlerinin yönetmeni Paul McGuigan tarafından (The Acid House’tan iki yıl sonra) çekilen Gangster No. 1, ismi seyirciye verilmeyen ama konusunda adı Gangster 55 olarak geçen genç adamın 1968 yılından başlayarak suç dünyasındaki yükseliş öyküsünü anlatan bir yapım. Dönemin en güçlü gangsterlerinden Freddie Mays’in himayesine girip kısa sürede onun sağ kolu olmayı başaran 55’in bu kariyeri bize tersten, yani 2000 yılında artık suç aileminin kralı olan yaşlı adamın geri dönüşüyle kendi ağzından anlatılıyor.

68’den 2000’e yaptığımız bu yolculuk bize alışık olduğumuz tarzdaki “mafyada yükseliş” senaryolarından farklı bir tarzda anlatılmakta. Sadece bu gizemli ve gözükara adamın neden Freddie Mays’in özellikle yanında görmek istediği birisi olduğuna dair ipuçları veren bazı olayları seçip o kısımlardan gangster skeçleri birbirine eklenmiş. Bu sayede film gereksiz yere uzatılıp şişirilmemiş. Üstelik aceleci görünen bu tercih aslında iyi planlanmış kurgu becerisiyle onun karakteri hakkında kilit noktaları ifşa ederek kısa yoldan özetlemiş. Mays’in husumetli olduğu Lennie Taylor ile olan meselesinin ağırlıklı işlenişinden ve sonu kahramanımız lehine sonuçlanacak süreçten sonra filmin tekrar şimdiki zamanı olan 2000 yılına dönüşüyle farklı bir rotaya giriyor. Orada ise tüm kazançlara rağmen hastalıklı bir tatminsizlik durumu var ki, bu rota biraz da Sexy Beast ve 44 Inch Chest senaristlerinin tarzını yansıtır nitelikte hem metne hem de doğaçlamaya dayalı.


Kahraman olmaktan uzak bir suçlunun bu yükseliş öyküsünü hakli biçimde “bir yıldız doğuyor” fikrinden uzak bir mantıkla ele almaya çalışan film, gençliğini Paul Bettany’nin, yaşlı halini de Malcolm McDowell’ın oynadığı 55 özelinde sinsi ve güvenilmez atmosferini koruyan bir yapıda. Bu klas İngiliz aktörlerin güçlü performansları yanında bir başka usta İngiliz oyuncu olan David Thewlis’in fazla elegant Freddie Mays tiplemesi gölgede kalıyor. Saffron Burrows çekici ve bakışlarına yansıttığı tuhaf tutkulu haliyle filmin sadece bu yöndeki ihtiyacını karşılıyor. Eddie Marsan ise adamakıllı tek sahnesi olan 55 tarafından sorguya çekildiği bölümde oldukça sivriliyor. Ama artık kült kontenjanından itibar gören Malcolm McDowell’ın finalde Mays’e yaptığı konuşmayla sanki A Clockwork Orange’daki Alex’in yaşlı halinin günahlarına atıfta bulunuyorcasına yaptığı çıkış Gangster No. 1’ın özetini oluşturuyor bir bakıma. Bu özet ise, pek de ederi olmayan bir vicdan çıkışındansa, McDowell’ın oyunuyla değer kazanıyor.

4 Ocak 2011 Salı

The Cell (2000)


Yönetmen: Tarsem Singh
Oyuncular: Jennifer Lopez, Vince Vaughn, Vincent D'Onofrio, Colton James, Musetta Vander, Marianne Jean-Baptiste
Senaryo: Mark Protosevich
Müzik: Howard Shore

Şimdi bir Jennifer Lopez ile Vince Vaughn filmi desek akla hemen Owen Wilson’un biryerlerden fırlayacağı gerzek bir romantik komedi gelme ihtimali yüksek olacak. Lakin The Cell, henüz Lopez’in Lopez, Vaughn’ın da Vaughn olmadığı, 2000 yılına ait çok şık bir görsel deneyim. Hani oyunculuk olarak seri katil Carl Stargher rolündeki Vincent D’Onofrio’nun eline su dökebilecek bir babayiğit bulunmaması filmi o kadar da kasmıyor. Zaten Mark Protosevich’in yazdığı filmin başrolünde kesinlikle yönetmen Tarsem Singh var. Ona geçmeden evvel konu hakkında biraz bilgi verelim. Yeni bir terapi buluşu üzerinde çalışan bilimsel bir ekip, buldukları transandantal metod sayesinde insan zihninin derinliklerinde kalmış fantezilere, rüyalara, düşüncelere zihinsel yolculuklar yapabilmektedirler. Teknik ekip yardımıyla bu yolculuğu bizzat yapabilen tek kişi psikolog Catherine Deane (Lopez)’dir. Fakat bu teknik şimdiye dek sadece bir kaza sonrası zihinsel komaya girmiş küçük Edward üzerinde uygulanmaktadır. Catherine, uzun terapileri sonucu hala Edward üzerinde bir gelişme kaydedememiştir.

Öte yandan, seçtiği genç kızları kaçırıp onları büyük bir su tankına hapseden, boğduktan sonra da akıl almaz yöntemlerle nefsini körelten sapık Carl Stargher (D’Onofrio), son kubanını da tankın içinde ölüme terk ettikten sonra yakalanır. Ama o da zihinsel olarak komaya girmiştir ve bir yerlerde bulunup kurtarılmayı bekleyen bir genç kız vardır. Bunun üzerine FBI ajanı Peter Novak (Vaughn), Stargher’ın zihnine girip, kurbanının yerini öğrenmesi için Catherine ve ekibiyle işbirliği yapar. Stargher’in beyninde ve dışarıda zamana karşı bir yarış başlar.


Aslında The Cell gibi filmlerden çok var, uzak durulmalı diye düşünenler çıkabilir. Bir sapık seri katil veya azılı bir terörist, onun sakladığı bir felaket veya gizlediği ölümcül bir bomba/virüs. Daha sonra onu yakalamak ve yanlışları düzeltmek için farklı kesimlerden iki doğrunun bir araya gelmesi (-ki bu doğrulardan biri okumuş zeki ve güzel bir kadın, öteki geçmişi arızalı yakışıklı bir polistir). Bu iki doğru, türlü aşamaların ardından yanlışın imanını gevreterek mutlu sona ulaşırlar. The Cell için de benzer bir kalıptan söz etmek yanlış olmaz. Fakat The Cell’de yanlışın icabına bakmak için kurulan tezgah diğerlerine pek benzemiyor.

Catherine’in Stargher’ın çocukluğuna inerek son kurbanını nerede ölüme terk ettiği bilgisini alma amacıyla başlayan, ancak sonradan indiği bu çocukluğun aslında ne kadar yardıma muhtaç olduğunu fark etmesiyle gerçekleşen kişilik dönüşümü oyunculuk manasında Lopez’i aşan bir durum. Aynı şekilde, parçaları birleştirme konusunda yalamış yutmuş akıl küpü, ve her şeyden mühimi “ciddi” FBI ajanı Novak tiplemesi de Vaughn’ı aşan bir durum. Her ne kadar bir Lopez’den farklı olarak geçmişi olan bir oyuncu olsa da.. Ama bence her ikisinin bu vasatlığı çok fazla göze batmıyor. Çünkü yönetmen Tarsem Singh, bir tarafta akan o bildik polisiyenin öbür tarafını, yani Stargher’ın karanlık ve sırlarla dolu zihnine yapılan tehlikeli yolculuğun görsel yanını o kadar sağlama almış ki, o sahnelerdeki ayrıntıların, renklerin, planların, kostüm ve kompozisyonların seyrine doyum olmuyor. O sahneler bir yerde Tarsem Singh’in zihnine veya öbür tarafına yapılan bir yolculuk. Filmin en büyük zenginlik kaynağı, bu kaotik ve gözalıcı atmosfer.

Hint asıllı yönetmen Tarsem Dhandwar Singh, Kaliforniya’da tasarım üzerine eğitim veren bir sanat kolejinden mezun olmuş. Çeşitli reklam filmleri çekmiş ve iş, REM videosu Losing My Religion’a kadar gelmiş. O klipteki görsel zenginlikten de anlaşılacağı üzere geldiği kültürün motiflerini müthiş bir hayal dünyasıyla birleştirme yeteneğine sahip. Söz o klibe gelmişken, klipte Michael Stipe’ın şarkı söylediği odanın tasarımının bir benzerini The Cell’de de görmek hoş bir tesadüf oldu. Catherine, Stargher’ın beynine daldığı seansların birinde kendini o Losing My Religion’un söylendiği odanın benzerinde buluveriyor. Stargher ise o sırada kurbanlarından birini küvette doğramakla meşgul. Aynı odada Catherine’e 6 yaşında geçirdiği trajik vaftiz töreninden (eve döndüklerinde babasının kaburgalarını ve çenesini kırmasından) bahseden Stargher’ın inancını neden yitirdiğini biraz zorlama da olsa bir punduna getirip ilişkilendiriyorum.


Oyunculara tekrar dönersek Vincent D’Onofrio dışında pek sivrilik görmek zor. Bir masanın bile durduğu yerde ondan daha iyi oynayacağı J-Lo’yu bile harika kostüm ve makyajlarla duruş itibariyle karizmatik gösterebilen Tarsem Singh’in en çok faydalandığı isim olmuş D’Onofrio.. Oynadığı birçok filmde sağı soğu belli olmayan, sigortası atmış karakterleri gözalıcı biçimde hayata geçiren oyuncu The Cell’de insanı büyülüyor adeta. Onun da makyajı, kostümü yerli yerinde ama üzerine psikopat bir kimlik de giydirebildiği için Kötü Adamlar Klübü’nün saygın üyelerinden biri olmuştur her zaman. Vince Vaughn ise, omuzunda Owen Wilson’u gezdirmediği vakit biraz daha çekilir bir insan. İzlediğim filmleri arasında bir tek Swingers’ı beğenmişimdir. Tabi Lopez’de olduğu gibi Vaughn için de The Cell’de rol almak bir şans olmuş. Bir de filmde hep belden yukarısını gördüğümüz kumanda masasındaki Dylan Baker var ki, onu da Todd Solondz filmi Happiness’daki unutması zor sapık baba performansıyla hatırlarız. Yine de The Cell eğer iyi bir film ise bunu tamamen Tarsem Singh’e borçludur.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Almost Famous (2000)



Yönetmen: Cameron Crowe
Oyuncular: Billy Crudup, Frances McDormand, Kate Hudson, Jason Lee, Patrick Fugit, Zooey Deschanel, Philip Seymour Hoffman, Anna Paquin, Fairuza Balk, Noah Taylor, Jimmy Fallon
Senaryo: Cameron Crowe
Müzik: Nancy Wilson

İnsanın içinde yaşayan “şey”in dışarı çıkması bir parça doğuma benzer. Dansçı, yazar, tecavüzcü, futbolcu, hırsız, din adamı, güzellik uzmanı, faşist, neyse ne! İyi-kötü bu kimlikleri dışa vurmak veya saklamak, zaman-mekan ilişkilidir. Her normal insanın içinde yaşayan bir anormal alt kimliğe olan inancım her gün, her saat güç kazanmaktadır. Benim için 1988, müzikal tercih anlamında bu anormalliğe uyandığım yıl olsa gerek. Ama bundan bir yıl sonrasını, yani eli gitar tutan hemen herkesin referans gösterdiği Led Zeppelin ile tanışmamı, rock takvimindeki doğum yılım kabul ederim. Led Zeeppelin IV albümü ise, bugün bile iştahla yediğim, hiç bitmeyecek doğum günü pastamdır. Zeppelin benim için ciddi anlamda bir uyanıştı. Evrendeki her şeyin onda bir karşılığı vardı. Tuhaf gelebilir belki ama, Zeppelin felsefesi sayesinde Bon Jovi’den Slayer’a olan kısa ve hızlı evrimimi sağlıklı bir şekilde atlatmış, o kısa döneme ait rock yobazlığımın, sertlik bağnazlığımın üstesinden gelebilmiştim. Zeppelin, ezik siyahların pamuk tarlalarından yetişmiş, İngiliz işçi sınıfının tornalarından şöyle bir geçmiş, doğunun büyüsünü hiç kimsenin özümseyemediği kadar içinde yeşertip tütsülemiş, potansiyel hayallerimize açılmış mistik bir denizdi. İçimdeki “rock” ı tasdiklediği gibi, içimdeki “funk”ı da ortaya çıkardı. Bu hoşgörü demekti, müziğin hislere harita çizmeye başlaması demekti, parçalardan oluşan bütünün üzerine dikilmiş dalga dalga bir bayraktı. Ve o Zeppelin, şimdi bile Beethoven’dan Rage Against The Machine’e uzanan zevkime saygı duyuyordu. Zeppelin, rock müziği neden sevdiğimin cevabıydı. Hâlâ da öyle.

Almost Famous, biraz o ilk zamanları hatırlattı. 15 yaşındaki William Miller’ın (muhtemelen yönetmen Cameron Crowe’un kendi hayatından kesitler içeren) öyküsü. Anne Elaine Miller’ın tutuculuğu, kızkardeş Anita’yı evden kaçırmış, zeki ve uyumlu William’ı da bunaltmaya başlamıştır. Ablasının bıraktığı zevk sahibi plak arşivi ile büyüyen Will, musallat olup tanıştığı cool müzik eleştirmeni Lester Bangs’in yardımıyla ve biraz da bileğinin hakkıyla Stillwater isimli rock grubunun turnesine katılarak hem bu gerçeküstü hayatı, hem de kendini keşfeder. Turne esnasında bir de ünlü müzik dergisi Rolling Stone’dan turne yazısı teklifi alınca hayatının sorumluluğunu üstlenir bir yerde. Turnede tanıyacağı grup üyeleri yanında, başta efsanevi Penny Lane olmak üzere “groupie”leri de tanıma fırsatı bulacaktır. Müzik yazarı olması nedeniyle grup tarafından “düşman” diye çağırılan William, bu insanlara kendini çabucak sevdirir ve bir de bakar ki Almost Famous Tur otobüsündedir. Ondan sonra o şehir William’ın, bu şehir Stillwater’ın gezer dururlar. Tur esnasında yaşananlar ise makale değil, roman yazdıracak kadar renkli ve bereketlidir. Will, bir türlü dönemediği annesini ankesörlü telefon ile idare ederken, bu birbirinden ilginç tur ahalisiyle yaptığı yolculuk sayesinde birçok “ilk”i bir arada yaşayacaktır.


Billy Crudup, Kate Hudson, Jason Lee, Anna Paquin, Jimmy Fallon, Noah Taylor, Fairuza Balk, Bijou Phillips, Zooey Deschanel gibi günümüzün popüler genç oyuncuları ile birlikte, Frances McDormand, Philip Seymour Hoffman ustalığı ile dengelenmiş lezzetli bir “perde arkası” filmi olan Almost Famous, oyunculuk yeteneği açısından da bir yıldızlar geçidi. Katı ve tutucu ama, çocukları uğruna ters ölçüde demokratik anne McDormand ile, tecrübe abidesi müzik yazarı Lester Bangs rolüyle Hoffman’ın kıdem ağırlığı hissediliyor. Hele Lester Bangs’in The Doors üzerine yaptığı yorum yok mu! Kendisi ile %100 aynı fikirdeyim. Crowe’un cümlelerini duydukça, Jim Morrison hakkında yeryüzünde benim gibi düşünenler de yaşıyormuş dedim. Çiçeği burnunda müzik eleştirmeni William’ın başı sıkıştığında ve yazma kısırlığı yaşadığında aradığı Lester’ın söyledikleri, filmin ikide bir uğraştığı “gerçeklik” üzerine sağlam dokunuşlar yapıyor: “Dostum, onlarla arkadaş olmuşsun, sana dostluk şarabı içirmişler. Seni kendilerine benzetmişler. Biz gerçeğiz. Kadınlar bizim için sorundur. Onlar kızları kaparlar. Güzel insanların karakteri bozuktur, eserleri kalıcı değildir. Ama biz daha zekiyiz. Büyük eserler suçluluk, hasret, seks görünümündeki aşk ve aşk görünümündeki seks üzerinedir. İflas eden bu dünyada gerçek para, gerçek birisiyle paylaştığındır. Onlarla dost olmak istiyorsan, dürüst ve acımasız ol.”



Bu gerçeklik olgusu, özellikle grubun karizmatik gitaristi Russell Hammond üzerinden vücut buluyor. Hammond, içinde bulunduğu büyüleyici dünyayı “orada olmayan adam” rolüyle değil de, daha çok bir ayağı dünyada, bir ayağı rüyada olan rockstar profiliyle yansıtıyor. Crowe’un tur enstantaneleri çok lezzetli. Meşhur olarak yırtmayı hedefleyen bu grupla bir izleyen olarak sempati kurmak da çok kolaylaşıyor o vakit. Almost Famous, barındırdığı o güzelim anlarıyla “bir yıldız doğuyor” safsatası yapmıyor. Özellikle grubun radyo programı sahnesi ve kendilerine tahsis edilen özel uçağın düşme tehlikesi yaşamasıyla bütün herkesin “ölmeden önce” yaptığı flaş itirafların yaşandığı sahne gerçekten komik ve izlenesi anlar. Bu çeşit bir itiraf sahnesi daha önce bir yerlerde denenmiştir, pek hatırlamıyorum. Ama bunu unutmam mümkün değil. Klâsik “ön adam” olma egosu dışında, gruba musallat olan kadınların ortalığı bulandırması veya grup içi kariyer planı uyuşmazlığı gibi klişeleri yapış yapış ele almayan bir yapısı var.

Crowe’un Noah Taylor ile beraber sevdiği aktörlerden Jason Lee’nin oynadığı solist Jeff Babe’e söylettiği pasaj, gerçekliği görmeyi engelleyen en mühim unsurlardan popülariteye de selam yolluyor: “Bana popülarite istemeyen birini göster, ben de sana bir korkak göstereyim. Müzik tarihini araştırdım. En iyi eserler popüler olanlardır. “Popülarite kötüdür” demek güven verir. Başarısız olursan kendini affetmek kolaylaşır. Ben kendimi affetmem. Sen affeder misin?”. 2001 yılında En İyi Senaryo Oscar’ını Billy Elliot, Erin Brockovich, Gladiator gibi adaylara yâr etmeyen Almost Famous, hayata dair önemli bir keşfediş hikayesini, rock müziğin ve müzisyenlerinin yaşadığı büyülü atmosfer çerçevesinde işleyen, ışıltılı dünyanın perde arkasında olup bitenlere çarpıcı ve eğlenceli biçimde bakann harika bir dram.

Soundtrack



1. Simon and Garfunkel - America
2. The Who - Sparks
3. Todd Rundgren - It Wouldn't Have Made Any Difference
4. Yes - I've Seen All Good People: Your Move
5. The Beach Boys - Feel Flows
6. Stillwater - Fever Dog
7. Rod Stewart - Every Picture Tells a Story
8. The Seeds - Mr. Farmer
9. The Allman Brothers Band - One Way Out
10. Lynyrd Skynyrd - Simple Man
11. Led Zeppelin - That's the Way
12. Elton John - Tiny Dancer
13. Nancy Wilson - Lucky Trumble
14. David Bowie - I'm Waiting for the Man
15. Cat Stevens - The Wind
16. Clarence Carter - Slip Away
17. Thunderclap Newman - Something in the Air

29 Mayıs 2009 Cuma

19 (2000)


Yönetmen: Kazushi Watanabe
Oyuncular: Daijiro Kawaoka, Kazushi Watanabe, Takeo Noro, Ryo Shinmyo
Senaryo: Kazushi Watanabe

Yer tarifi bahanesiyle durdurdukları genç Usami’yi kaçıran üç silahlı serseri önce çocuğu biraz hırpalıyorlar. Daha sonra hep beraber süpermarket alışverişi yapmalar, oyun oynamalar, yemek yemeler, hayvanat bahçesine gitmeler, fotoğraf çektirmeler, sahilde gezinmeler birbirini izliyor. Usami’nin neden kaçırıldığı, onu kaçıranların kim oldukları veya amaçları üzerine izleyenin kafasının bir köşesinde hep yanıp sönen soru işaretini canlı tutmasına rağmen, esasen bir suç filmi olarak anılmak istemediği çok açık. Artık bir süre sonra o soru işaretinin varlığını bile unutturacak düşük tempo, bir miktar Stockholm Sendromu, bir cinayet ve gözalıcı bir görsellik el ele verip bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat bu görsellik, alternatif grupların albüm kapaklarında veya o albümlerin bookletlerinde verdikleri karizmatik pozları andıran figürler ile, kasvetli şehir ve sahil görüntülerinin iç içe geçmişliğini harmanlayarak kendini ifade etme yoluna gidiyor. Yaklaşık 128 milyon nüfuslu Japonya’nın bireysel yalnızlığına ironik bir atıf gibi de görebileceğiniz 19 için buna benzer daha başka afili analizler de yapılabilir. Bu birey-şehir tabanlı yorumlara kapılarını açık tutmuş bir film zira. Özellikle sahil sahneleri oldukça etkileyici. Dört gizemli gencin sıkıntılı yol hikayesi olarak özetlenecek filmi yazıp yöneten Kazushi Watanabe, filmde aynı zamanda kaçırma eylemini gerçekleştiren üçlünün lideri konumundaki Yokohama karakterini de canlandırıyor. Zaten en gizemli ve karizmatik rolü kendine seçmiş olduğu belli. Japon olmasına rağmen kendisini gözüm biryerlerden ısırıyordu. Meğer Takashi Miike'nin akıllara ziyan Bijitâ Q'sunda da oynamış.

Beklen(me)dik sonu ile de kafalardaki soru işaretlerine yenilerini eklediği gibi, o soruların cevapları için gündelik yaşamın getirdiği kasvetli ruh çözümlemelerine topu atar bir yapısı var. O topu yakalayamadığını düşünenler olursa bu filmi beğeneceklerini pek sanmıyorum. O topu yakaladıklarını düşenenler ise kendi içlerine döndüklerinde yine anlam veremedikleri bazı noktalarla uğraşmak zorunda kalabilirler. 19, beklenti çıtasını iyi ayarlayabilen Uzakdoğu sineması düşkünlerini memnun etme potansiyeli olan bir film. Ancak bir de o çıtayı ayarlayamayan Uzakdoğu sineması düşkünleri de var ki, onlara tavsiye etsek mi etmesek mi bilemedim.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Sexy Beast (2000)


Yönetmen: Jonathan Glazer
Oyuncular: Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane, Amanda Redman, James Fox, Julianne White, Álvaro Monje
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto
Müzik: Roque Baños

İspanya’daki villasında eski bir porno yıldızı olan karısı Deedee ile gününü gün eden Gal (Ray Winstone), kendini emekliye ayırdığını düşünen bir soyguncudur. Ama bu işlerden emekliye ayrılmanın o kadar kolay olmadığını anlaması, beraber iş yaptıkları Don Logan’ın (Ben Kingsley) Gal’in yaşadığı kasabaya geleceğini haber vermesiyle mümkün olur. Gizemli ve tehlikeli Don Logan, Londra’da yapılacak bir soygunun ekibinde yer alması için üstleri tarafından Gal’i ikna etmekle görevlendirilmiştir. Artık pis işlerden uzak durmak isteyen Gal başlangıçta reddetmeye çalışsa da, üzerine çöken Don Logan belâsından kurtulmak ve kurduğu düzenli yaşamına tekrar dönebilmek için teklifi kabul etmek zorunda kalır.

Sexy Beast, bazı çevrelerce kült kabul edilmeye başlanmış, stil sahibi bir İngiliz suç yapımı. Uzun müddet hizmet ettiği suç camiasından çıkmak ve birikimleriyle bundan sonrası için huzurlu bir yaşam sürmek isteyen suçlu motifinden hareketle, sıyrılmanın o kadar kolay olmadığını kendisine anlatacak bir başka motifin devreye girmesi ve hız kazanan gerilim-aksiyon hiç de yabancısı olmadığımız prosedürler. Ama yönetmen Jonathan Glazer işin aksiyon tarafını budayıp, daha estetik bir anlatıma kaymak isteyince ortaya çıkan film gerçekten etkileyici bir renkli noir’a dönmüş adeta. Çok çarpıcı kurgu oyunları da mevcut. Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane gibi karizması tavanda İngiliz oyuncuların yanı sıra, Amanda Redman ve Julianne White gibi iki çekici İngiliz dizi oyuncusunun varlığı ortalığı daha da şenlendiriyor. Fakat Ben Kingsley için ayrı bir paragraf açmak bu film için farz.

Psikopat, dengesiz, küfürbaz, yavşak ve biraz da âşık Don Logan tiplemesiyle 2002 Oscar’larında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday olan, fakat Iris filmindeki rolüyle ödülü vatandaşı Jim Broadbent’e kaptıran Ben Kingsley’in performansı yabana atılacak gibi değil. Herhalde Gandhi’den sonra gördüğüm en iyi Kingsley oyunuydu. Don Logan’ın öfke nöbetleri, bulunduğu ortamı hiç takmayan pervasızlığı, terbiyesiz romantizmi, küfürün birinin bin para olduğu aksanlı konuşmaları, patladığı halde hâlâ patlamaya hazır bir bomba gibi duran olağanüstü bir oyunculuğun dışa vurumuydu. Bir sürü soygundan haksız kazanç elde etmiş, çaldığı paralarla kendini burjuvazinin kollarına bırakmış, İspanya’daki villasında bünyesini serinleten Gal karakterine yakınlık hissetmemizin en önemli sebeplerinden biri belki de bu kabus gibi Don Logan performansı. Etik açıdan düşünüldüğünde, beterin beteri bir karakteri bu şekilde öne çıkaran, bu sayede suç aleminin ne kadar insani ve hayvansı olabildiğini gösteren yapımlar arasında en lezzetlilerinden birisi Sexy Beast. Yeri gelmişken, Gal’in kabuslarında rastladığımız o seksi hayvanın fonksiyonu bile ancak İngiliz suç mizahı içinde kendine adam akıllı bir yer bulabilecek derecede absürd bir dokunuş. Fazlasını düşünmek gaz yapabilir.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

El Bola (2000)


 Yönetmen: Achero Mañas
Oyuncular: Juan José Ballesta, Pablo Galán, Alberto Jiménez, Manuel Morón
Senaryo: Verónica Fernández, Achero Mañas
Müzik: Eduardo Arbide
 
İspanyol aktör, aynı zamanda yönetmen Achero Mañas'ın Noviembre'den bir önceki filmi El Bola, çocuk istismarı, dayak, aile içi şiddet konulu harika bir dram. 12 yaşındaki "Misket" lakaplı Pablo, ölen ağabeyinin gölgesinde büyüyen ve babası tarafından sürekli aşağılanıp dövülen bir çocuk. Okula yeni gelen Alfredo ile dostluk kuruyor. Pablo'nun durumunu keşfeden Alfredo bunu kendi ailesi ile paylaşıyor. Aile Pablo'ya kol kanat gerip ona iyi vakit geçirtmeye çalışıyorlar. Ama ne var ki Pablo'nun dönüp dolaşacağı yer yine öfkeli babasının evi oluyor. Başrolde iki çocuk olmasına rağmen yaşından çok olgun bir film olması zihinlerde Au revoir, les enfants'ın kırılganlığını az da olsa çağrıştırmıyor değil. İki farklı aile tablosu, iki farklı baba figürü, farklı şartlarda büyümüş iki çocuk arasındaki samimi dostluğu çok yerinde bir anlatımla servis yapan, dayak sahnesinde olduğu gibi amacı gereği sinir bozucu, rahatsız edici de olan çok ciddi ve duyarlı bir yapım. Filmin çekildiği sene 13 yaşında olan Juan José Ballesta'nın yürek acıtan oyunu görülmeye değer.

24 Şubat 2007 Cumartesi

Peppermint Candy (Bakha Satang) (2000)

 
Yönetmen: Chang-dong Lee
Oyuncular: Kyung-gu Sol, Yeo-jin Kim, So-ri Moon, Jung Suh
Senaryo: Chang-dong Lee
 
Yongho, 20 yıl sonra okul arkadaşlarının düzenlediği bir pikniğine katılmıştır. Ama gerek tuhaf davranışları, gerek kabalığı, gerekse anlamsızca attığı çığlıklarla herkesi şaşırtır. Aradan geçen 20 yılın onu değiştirdiği açıktır.
 
Yongho ile tanışın... Gezi – Fotoğraf Makinesi – Hayat Güzel – İtiraf – Duacı – Asker Ziyareti – Piknik gibi yedi bölümden oluşan Peppermint Candy, Yongho’nun hayatından kesitleri geri dönüşlerle anlatan mükemmel bir film. Hikayeyi sondan anlatan filmlerin hepsini bir kenara bırakıp, Yongho’nun trajedisini bu tarzda yapılmış en iyi filmlerden biri olarak adlandırmak mümkün. Askerliği, aşkı, evliliği, çocuğu, köpeği, mesleği, arkadaşları ile Yongho’nun hayat öyküsü sıradan gibi görünse de, sıradanlığını yaşayan pek çok insanın karşılaştığı, kimi zaman sıra dışı sayılabilecek ayrıntılar, hatalar, pişmanlıklarla ve en önemlisi yazıp yöneten Chang-dong Lee’nin çamura bulanmış destansı anlatımıyla o kadar güçlü ki.
 
Finalden başlayıp başlangıçta biten filmin tersten giden yapısı, benzerlerinden kesinlikle farklı. Hikayenin sonunu daha filmin başında görmek izleyeni filmden soğutmuyor, aksine önce saatler, sonra aylar, yıllar başa alınmaya başladıkça bu dram gücüne güç, esrarına esrar katıyor. Yedi öyküyü izledikçe sorular birer birer cevap bulmaya, ayrıntılar anlam kazanmaya, yeni sorular cevap aramaya başlıyor. Chang-dong Lee bölümler arası geçişleri ise filmin en önemli metaforu olan trenleri kullanarak yapmış. Tren olgusu daha önce hiçbir filmde bu kadar manidar olmamıştı. O trenler ki bazen hızlı, bazen yavaş, çoğu zaman düz ama bazen de ters giderler. İşte bu yedi bölüm arası geçişlerde harika müzikler, harika manzaralar eşliğinde filmin akışına da uygun olarak tersine ilerleyen trenin önünden (arkasından) bakarak ilerliyoruz (geriliyoruz). Bu geçişler 1996 yapımı Lars Von Trier filmi Breaking The Waves'teki episode aralarını hatırlatıyor sanki. (Zaten Bess McNeill de az çok Yongho’nun kayıp kızkardeşi sayılır). O trenler aynı zamanda belli bir yol üzerinde gidip, belli bir yere sabit raylar üzerinde seyrederler. Bu kesinlik bile trenlerin zaman ve kader kavramlarının metaforu olmasına yeter de artar. Yongho’nun öyküsünün muhtelif yerlerinde karşılaştığı trenler, ona zamanın ne kadar hızla ilerlediğini ve kaderini ne ölçüde etkilediğini hatırlatan referanslar.
 
 
80’li yıllar pek çok insanın damağında nane şekeri tadı bırakmıştır. Ama yine pek çok ülkenin siyasi çalkalanmalarına da sahne olmuş kritik zaman dilimlerindendir. Film, “İtiraf” ve “Duacı” bölümlerinde o yılların Kore’sine de uzanarak üniversite olaylarını fon ediniyor. Zaten filmin kilit noktası olan pek çok olaya, Yongho’nun dibe vuruşuna zemin hazırlayan çarpıcı okumalara bu iki bölümde tanık olmaktayız. Yürekleri parçalayan bir aşk hikayesi, ihanetler, işkenceler, travmalar, Yongho’yu bataklığa gömülmüş bir kral, alternatif bir Forrest Gump, zaman değirmenleri altında kalmış bir Don Kişot yapmaya yetiyor. Tüm bunların sahiciliğini sağlamada aslan payı Lee’den sonra aktör Kyung-gu Sol’a ait. Bu muhteşem oyunculuk üzerine ne söylense boş. Sıradan dış görünüşü ile kaybeden, zavallı duruşu ne kadar doğruysa, içindeki fırtınaları yansıtma ve film bittiğinde (başladığında) bile hala gizemini koruma duruşu da o kadar doğru. Oyunculuğa gönül vermiş, veya oyunculuk izlemeyi seven herkesin hayatında bir kez de olsa bu kompozisyonu görmesi gerek.
 
Peppermint Candy, kritik sorunlara, idealleri ve zorunlulukları arasında ikiye bölünmüş, dönüşüm geçirmiş ve rahatsızlaşmış bir bireyin gözünden çok çarpıcı şekilde bakan bir başyapıt. Başladığı yerde biten, bittiği yerde başlayan, nane şekeri, tren, bisiklet, köpek, fotoğraf makinesi gibi bir dolu metaforun kullanımındaki boşlukları izleyiciye bırakmış, Güney Kore sinemasının en iyi 10 filminden biri. Geri almadan, kesinlikle bir kerede izleyin, bitince isterseniz daha sonra yine izleyin. Yongho ile tanışın...