30 Nisan 2012 Pazartesi

Çalgı Çengi (2011)


Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Murat Cemcir, Ahmet Kural, Erdal Tosun, Tuna Orhan, Sinasi Yurtsever, Cahit Gök, Bora Akkaş, Hazal Kaya, Berfu Öngören
Senaryo: Selçuk Aydemir
Müzik: Alper Atakan, Mehmet Erdem

Selçuk Aydemir’in yazıp yönettiği Çalgı Çengi, düğünlerde sahne alan Salih (Murat Cemcir) ve Gürkan (Ahmet Kural) adlı Ankaralı iki teyzeoğlunun, İstanbul’daki bir sünnet düğünü öncesinde “külis”te (!) tanık oldukları cinayet yüzünden başlarının mafya ile derde girmesi üzerine sevimli bir komedi. Son zamanlarda Türk sinemasında komedi adına yapılan çapsız işlerle karşılaştırıldığında bu sevimli ve sade yapısı yanında, kendini kasmayıp fazla zekâya bağlamayan suç öyküsünü vasatın üzerinde bir komedi seviyesine ulaştırmayı başarmış bir film denebilir. Bu bağlamda suç öyküsünü biraz daha öne çıkarmış ama sade komedi düzeyini tıpkı Çalgı Çengi gibi doğal haliyle elde etmiş Ömer Vargı filmi Herşey Çok Güzel Olacak ile duygusal bir bağ kurduğu bile söylenebilir. Zaten filmin yapımcıları arasında CMYLMZ şirketinin de olması, bu bağın ticari tarafından bağımsız bir yanını da ortaya koyuyor.

Çalgı Çengi en büyük gücünü Salih ve Gürkan’ın saf ve temiz kişiliklerinden beslenen son derece doğal diyaloglarından, ayrıca hayata bakış, onu yorumlayış biçimlerinden almakta. Sosyal medyada bu ikilinin sinema ve tiyatro duayenleri Zeki Alasya – Metin Akpınar ikilisine varana kadar ne denli uyumlu bir komedi ikilisi olduğuna dair yapılan yorumların haklılık payı, sinemamızda uzun zamandır bu kadar doğal, komik ve sıcak bir ikili çıkaramamasıyla orantılı. Akraba olmaları bir yana, aralarındaki kardeşlik ve dostluğu bu kadar sade ve komik bir uyum içinde seyirciye aktarabilen fazla ikili yok. Bu heyecan verici birliktelik filmin hikâyesine de çok olumlu yansıyor. Salih ve Gürkan’ı kimi zaman fazla karikatür bulma fikri, temsil ettikleri “İncesu Çocuğu” alt kültürüne, onun şivesine, olaylara verdiği tepkilere dayandırılırsa çürütülebilir bir özellik de taşıyor. Çünkü Ankara tıpkı Salih ve Gürkan gibi acar olduğu kadar saf, doğal, kırılgan iPhone kullanıcısı tutunamayanların memleketi. Büyükşehrin lokal yapılanması içinde kırsal bir Ankara Sıkıntısı’ndan muzdarip olma hâlini yansıtırken İstanbul’da bahtsız bedevi durumuna düşmenin traji-komedisini o doğallığa iliştirmek, zaten gerçek yaşamın karikatüre dönüşmüş ortamında fazla göze batmamalı.


Murat Cemcir ve Ahmet Kural, Çalgı Çengi’de dört dörtlük kimyalarıyla harika bir “performans sergiliyorlar”. Zaten ikili özellikle televizyona yaptıkları işlerde yeteneklerini gösterdiler. Selçuk Aydemir’in de hikâyeden ziyade Salih ve Gürkan’ın üzerine oynadığı gayet açık. Şayet oyuncular bu kadar içten olmasalardı filmin silinip gideceğini öngörmek o kadar zor olmazdı. Oysa bir filmde yaratılan ve canlandırılan karakterlerin filmin selâmetini ne derece etkileyebileceğine dair örneklerden biri Çalgı Çengi. Öyle ki ikincisinin çekilmesi bile gündemde. Behzat Ç.’de konuk oldukları bölümde bile diziye o kadar güzel eklenmişlerdi ki, Salih ve Gürkan’ı ne kadar özlediğimizi fark ettik.

Talihsiz biçimde rating canavarına kurban giden Üsküdar’a Giderken dizisini de yazan Selçuk Aydemir’in neyse ki hünerlerini sürdürebileceği bir alan var artık. Bunu gerek sosyal medyada, gerekse sokakta kendine birçok hayran edinmiş Salih ve Gürkan ile sürdürme ihtimali daha da heyecan verici. Abdest almayı, namaz kılmayı bilmeseler, zekât verip hacca gitmeseler, oruç tutmasalar da, tersine tam yerinde ve olması gerektiği gibi ağız dolusu sövseler ya da alkol alıp ceset saklamaya çalışsalar da iyi niyetlerinin ve temiz kalplerinin bir yerlerden göründüğüne olan inançları onları çoğu insana daha çok yakınlaştırıyor. Şahane sahne performansları da ayrıca övgüyü hak ediyor. Bu arada Ferhat Güzel hakkaten 20 bin lira alıyo mu la?

24 Nisan 2012 Salı

Tyrannosaur (2011)


Yönetmen: Paddy Considine
Oyuncular: Peter Mullan, Olivia Colman, Eddie Marsan, Paul Popplewell, Samuel Bottomley, Sally Carman, Ned Dennehy
Senaryo: Paddy Considine
Müzik: Dan Baker, Chris Baldwin

Tyrannosaur, karısının ölümünün ardından kendini toparlayamayan, etrafına öfke saçan Joseph'ın, dini bir yardım kuruluşunda çalışan ve sorunlu bir evliliği olan Hannah ile yaşadığı dokunaklı ilişkiyi anlatan bir ilk film. Yazan ve yöneten ise ünlü İngiliz aktör Paddy Considine. 2007’de çektiği kısa film Dog Altogether ile BAFTA kısa film ödülü kazanan Considine, o filmde çalıştığı Peter Mullan ve Olivia Colman’ı hemen hemen aynı rollerde tekrar oynatıyor. Tabiî Tyrannosaur daha geliştirilmiş ve değiştirilmiş bir versiyon. Konu olarak çok fazla örneğini gördüğümüz sert İngiliz dramlarından ayrı bir yerde durmayan film, bu klasmanın iyi örneklerinden biri. İşleniş olarak Considine’in iki filminde oynadığı Shane Meadows’un sıkıntılı ve patlamaya hazır, aynı zamanda karakter odaklı tarzından etkilendiği de rahatlıkla söylenebilir.

Paddy Considine, bu ilk filminde oyuncu olarak Shane Meadows yanında Jim Sheridan, Michael Winterbottom gibi isimlerle edinmiş olduğu birtakım yönetmenlik birikimleri sayesinde hiçbir acemilik çekmiyor. Sadece eleştirel tavrını biraz fazla göze sokuyor. (Hatta dindar Hannah’yı kullanarak eline ilk geçirdiği şeyi İsa resmine fırlatıyor.) Meselesi esasen dinle de sayılmaz. Tyrannosaur, iyi bir insan olmanın kötülüğe karşı nasıl bir tutum takınmayı gerektirdiğinin sorgulanışı üzerine kafa yoran yapıda. Din kavramı da tokat yedikten sonra öteki yanağı çevirmeyi benimsediğinden Considine’in ve Joseph'ın hışmına uğramakta. Ama önemli olan, hayatı cehenneme dönmüş Hannah’nın hışmına uğraması. Joseph'ın filmde dediği gibi, kötü insanlara karşı herkes kötü bir şeyler yapma fikrini aklından geçirir, oysa bazıları akıldan geçirmeyi bırakıp sadece yapar.


Hannah’nın ve Joseph'ın küçük dostu Sam’in etrafındaki günlük hayattan alınma kötülükler kesinlikle cezayı hak ediyor. Bunu ekran başında birer komşu mesafesiyle izleyen bizler düşünüyoruz. Fakat yasalar haricinde bu kötülüklere aynı derecede veya daha fazla kötülükle cevap verecek kişilerin, o çivileri sökecek başka çiviler olması gerekebiliyor ki, işi çivi olmaya getirecek kötülüklerin çıkış noktalarındaki basitliğin önemine dikkat çekiyor Considine. Yine Joseph'ın hışmına uğrayan talihsiz köpekler de bu basitlikten paylarını alıyorlar. İnancı kuvvetli Hannah ve onun kocası tarafından çekilmez hale getirdiği hayatı belki istismara çok müsait bir örnek. Ama kötülük denen şeyin en naif kurum olan aile içinde de yeşerebilme normalliğini anormal karşılamamak için James gibi bir örnekle de anlatmak gerekebiliyor. “Bir insan nasıl bunu yapabilir” cümlesini okuduğumuz, izlediğimiz haberlerde artık o kadar sık söylemeye başladık ki, kötülük timsali James örneğinin bir filmdeki kötülük düzeyini bile sorgulamaya başladık.


Karizmatik usta Peter Mullan, birçok filmde tekrarlayageldiği huysuz ihtiyar, öfkeli kaybeden tiplemelerine bir yenisini daha ekliyor. Olağanüstü sesi ve suskun sahnelerde bile çok şey anlatan çizgilerle dolu yüz hatları hâlâ yerli yerinde duruyor. Bunlar sayesinde her filmine 1-0 önde başlayıp, şayet gidiyorsa sonra farka gidiyor. Fakat filmde öyle bir Olivia Colman performansı var ki, belki de son yılların en güçlü oyunculuklarından birini izleme fırsatı bu filmde saklı. Televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip olan Colman, üç önemli İngiliz film festivali yanında Sundance ve Uluslararası Chicago Film Festivallerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandı. Önemli bir kriter sayılan Oscar ödüllerinde ise aday bile değildi. İngiliz siyasetinin yüzkarası Margaret Thatcher ve seksi olmaktan başka bir numarası olmayan Marilyn Monroe taklitlerinin dört döndüğü bir kategoride şahane bir Olivia Colman’ın bulunmaması isabet olmuş bile denebilir.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Lonely Hearts (2006)


Yönetmen: Todd Robinson
Oyuncular: John Travolta, James Gandolfini, Jared Leto, Salma Hayek, Scott Caan, Laura Dern, Michael Gaston, Bruce MacVittie, Dan Byrd, Alice Krige
Senaryo: Todd Robinson
Müzik: Mychael Danna

1940'lı yılların sonunda Martha Beck ile Raymond Fernandez Amerika'da bilinen adlarıyla “Yalnız Kalpler” katilleriydi. Avlarını seçme yöntemleri ilginçti. Gazeteye ilan veriyor, ilana cevap veren terk edilmiş dul kadınlara yaklaşıyorlardı. Böylelikle tuzağa düşen kadınları hem dolandırıyor hem de öldürüyorlardı. Ray ile Martha'nın tanışması da bu yöntemle olmuş, ancak ikili birbirlerini görür görmez aşık olunca beraber dolandırmaya ve öldürmeye başlamışlar. Ray kadınları baştan çıkarırken, onun kızkardeşi rolü yapan Martha ortaya çıkıyor, kadınları hallettikten sonra servetlerine konuyorlardı.

1969 yılında The Honeymoon Killers adıyla filme alınan bu hikâyenin farklı bir yorumu olan Lonely Hearts, Todd Robinson’ın bu seri cinayetleri baz alarak yazıp yönettiği bir polisiye dram. Cinayetleri araştıran dedektiflerden biri olan ve filmde John Travolta’nın canlandırdığı Elmer C. Robinson’ın yönetmenin büyükbabası olması ise kaynağını güçlendiriyor. Bu yüzden Robinson’ın filmi derinleştiren kurgusu yer yer ağırlaşan, ama kendini dik tutan bir tempo içinde kendini belli ediyor. Dramatik iniş çıkışlar, finale doğru yükselen tempo ve dedektif Robinson’ın özel yaşamının bir parça öne çıkarılışı filmi mainstream kalıplarında tutuyor olsa da, bittikten sonra gerçekten yaşanmış bu cinayetlerin vahametini seyirciye geçirebiliyor.

John Travolta ve James Gandolfini’nin mafyöz vitrine sahip kanun koruyucu güvencelerinin karşısına Martha ve Ray ikilisinin kötü emellerinin konması filmi tekinsiz bir dengede tutuyor. Bu ikilinin ilişkilerindeki şiddet ve tutku da kendi iç dinamiğinde ilerliyor. Başarılı cast kurulumu içinde özellikle Jared Leto sinir bozucu Raymond Fernandez rolüyle kendini sivriltiyor. Salma Hayek’in bile fena oynamadığı bir film olarak Lonely Hearts, Amerikan suç tarihinde tahmini 20 kadar cinayeti benzer yöntemlerle işleyen çiftin (biraz da lokal kalmış olması sebebiyle) fazla bilinmeyen hikâyelerini aydınlatan vasatın üzerinde bir suç yapımı.

17 Nisan 2012 Salı

The Front Line (Go-ji-jeon) (2011)


Yönetmen: Jang Hoon
Oyuncular: Sin Ha-gyoon, Ko Soo, Ryoo Seung-soo, Ko Chang-seok, Lee Je-hoon, Jo Jin-woong, Kim Ok-bin, Ryoo Seung-yong, Park Yeong-seo
Senaryo: Park Sang-yeon
Müzik: Pa-ran Dal, Young-gyu Jang

Rough Cut (2008) ve Secret Reunion (2010) filmlerinin yönetmeni Jang Hoon’un yeni filmi The Front Line, Kore tarihinin kanayan yarası olan Kuzey – Güney savaşına, savaşın sona erdiği 1951 yılından bakan güçlü bir dram. Aerok tepelerinde görev yapan bir bölüğün içinde geçen hikâye, disiplinsizlikte bulunduğu gerekçesiyle Harekât Merkezi Subayı Kang Eun-pyo’nun, bölüğe ait bir silahla öldürüldüğü belirlenen bölük komutanının şüpheli ölümünü araştırmak üzere Aerok’a sürülmesiyle polisiye bir hüviyet kazanıyor. Film, bu şüpheli durumu seyirciye unutturmadan, fakat başka unsurları da işin içine katarak harcını iyice sağlamlaştırıyor. Kuzey ve Güney arasında sürekli el değiştiren bir tepe ve o tepeyi neredeyse rüşvetle dönen bir postane haline getiren iki taraf askerleri, başroldeki güneyli askerlerin kişisel dramları, filmin belli bir noktasına kadar ince ince işlenen 1950’de Pohang’da meydana gelenlerin trajedisi, Kuzeyli keskin nişancı İki Saniye’nin filme kattığı ivme ve Kang Eun-pyo ile Kim Soo-hyeok arasında geçmişe dayalı sıkı dostluğun bu cinayet davası yüzünden inişli çıkışlı hamlelerle test edilişi derli toplu biçimde tabloda yerini alıyor.

The Front Line, yönetmen Jang Hoon’un Secret Reunion’da da başarıyla işlediği üzere Kuzey ve Güney taraflarının yaşadıkları husumetin arka plânındaki kardeşliğe de değinmeden geçmiyor. Ne için savaştıklarını tam olarak idrak edememiş iki kardeş halkın bu zoraki düşmanlığı her ne kadar Güney tarafından işlense de, bu düşmanlığı sorgulayan her Güney Kore yapımında görüldüğü üzere savaşın anlamsızlığının tüm Kore fertlerine olan trajik yansımalarına bolca rastlanıyor. Hatta bazen bu husumeti bir kenara koyup, genel anlamda savaş kavramının yarattığı, sonradan vicdani çöküntülere sebep olacak ikilemler yüzünden aynı taraf askerlerinin bile birbirlerine yapabileceklerini cesurca ortaya koyuyor. Ateşkes ilân edilip savaşın bitmesine saatler kalmışken bile onur meselesi haline getirdikleri tepeyi almak için son bir kez mücadele etmeye kalkmaları da savaşın kuzeyi güneyi olmayan kör bir alışkanlık hâli olduğu eleştirisini kanlı biçimde deklare ediyor.


Kısa Güney Kore sinema tarihinin en güzel savaş karşıtı yapımlarından biri olan Welcome To Dongmakgol’da bir Kuzey askerini canlandıran Sin Ha-gyoon ile beraber özellikle Ko Soo ve Lee Je-hoon çok üstün performanslar sunuyorlar. Savaş sahnelerinin çiğ gerçekçiliği yanında karakterlere daha fazla odaklanan bir anlatım benimseyen Jang Hoon, tarafların sürekli birbirlerinden alıp tekrar kaybettikleri tepe mücadelesini sabit bir noktadan farklı zaman dilimlerinde kurguladığı kısa bir sahneyle ya da iki tarafın birbirine girmeden önce sisli cephelerden şarkı söyledikleri bölümle becerilerini sergiliyor. Bununla birlikte yönettiği üç filmiyle A sınıfı bir yönetmen olduğu gerçeğini perçinliyor.

Senaryoyu yazan Park Sang-yeon ise 2007 yapımı May 18 filminin tarihsel gücünü bana göre yeterince güçlü yansıtamayan, hatta içine sulu komedi sahneleri bile serpiştiren istikrarsız tutumunu The Front Line’da disipline etmiş görünüyor. Ama karakterlerin duygusal yönünü adım adım koyultma yöntemlerinin katı bir disiplinle ruhsuzlaştırılması söz konusu değil. Tam tersi, filmin tam da ihtiyacı olduğu dramatik özgürlüğü kendi lehine çevirdiği anlar çok fazla. Bir Güney Kore savaş başyapıtı olan Taegukgi Hwinalrimyeo kadar olmasa da, onunla aynı paragraf içinde adının geçmesini hak eden bir film The Front Line.

13 Nisan 2012 Cuma

Mission: Impossible - Ghost Protocol (2011)


Yönetmen: Brad Bird
Oyuncular: Tom Cruise, Paula Patton, Simon Pegg, Jeremy Renner, Michael Nyqvist, Léa Seydoux, Samuli Edelmann, Josh Holloway, Tom Wilkinson, Anil Kapoor, Pavel Kríz, Miraj Grbic
Senaryo: Josh Appelbaum, André Nemec
Müzik: Michael Giacchino

Sırasıyla Brian De Palma, John Woo ve J.J. Abrams’ın çektiği Mission: Impossible serisinin dördüncü filmini yöneten isim, The Incredibles ve Ratatouille animasyonlarıyla iki Oscar ödülü bulunan Brad Bird. İlk üç yönetmen kendi tarzlarını iyi-kötü bu filmlere yedirmiş, sinema tarihine değil de gişelere iz bırakmak konusunda pek sıkıntı çekmemişlerdi. Tom Cruise’ün yapımcılığı ve tabiî başrolünde çekilen Mission: Impossible - Ghost Protocol’ü Brad Bird’ün yönetmesi ise ilginç olduğu kadar yerinde bir tercih olmuş. Zira bu filmin amacı diğerlerine nazaran daha fazla aksiyon ve bir miktar da eğlence gibi duruyor. Özellikle çok beğendiğim The Incredibles’ı tasarlayan adamın Ghost Protocol’ün birçok sahnesini derin matematik ve mantıktan bağımsız, eğlenceli bir animasyonu andırır biçimde çekmesi (hem de bu tanım çerçevesinde ele alındığında gerçekten iyi çekmesi) durmak bilmeyen bir aksiyon ve kovalamacanın keyfini yaşatıyor.

Tabiî bu yapılırken bu defa karton değil de, kanlı canlı insanlardan oluşan karakterlerin derinleştirilmeye çalışılması zaman zaman sakil durabiliyor. Bu açıdan filmle ilgili en büyük sıkıntılardan biri, artık kabak tadını bile aratır hale gelmiş “ABD ve Rusya arasında çıkarılmak istenen nükleer savaş” plotu üzerinden bir dünya savaşı başlatmaya kilitlenmiş baş kötünün niteliksizliği. Her ne kadar İsveçli tecrübeli aktör Michael Nyqvist vitrin olarak belli bir kötü adam ceketini üzerinde iyi taşıyor olsa da, Kurt Hendricks’in kötücül niyetleri hakkında senaryo son derece basiretsiz kalmış. Savaş çıkarıp o savaştan nemalanmayı plânlayan kötü adam profili artık o kadar kanıksandı ki, filmin kötü kanadını bu temel üzerine inşa etmenin cazip bir tarafı kalmadı. Gerçi aslen dizi yazan iki senaristin derdi bazı basmakalıpları değiştirmek ve derinleştirmekten ziyade bazı Mission: Impossible klişeleriyle hafiften dalgasını geçmek ve Budapeşte, Moskova, Dubai, Mumbai ekseninde deli dolu aksiyon sahneleri tasarlamak muhtemelen.


Örneğin şu maske saçmalığıyla John Woo’nun iyice suyunu çıkardığı gibi oyalanmaması, “bu disk beş saniye içinde kendini yok edecektir” klâsiğine inceden giydirmesi, Simon Pegg’i sahaya indirerek matrak yönünü güçlendirmesi bir parça farklı M:I hedeflendiğini hissettiriyor. Ayrıca Burj Khalifa’da sabah koşusu, duvar tırmanışı yapan Ethan Hunt’ın, işlerin sarpa sardığı takas sahnesinden sonra bir anda kendini kum fırtınasında takipte bulduğu bölüm de gayet zevkli Dubai enstantaneleri içeriyor. İlk üç filmde sırtını hepten Ethan’a dayayan anlayış bu filmde yine kilit görevleri ona yüklemesine rağmen takım oyununa gözle görülür bir önem verdiğini de gösteriyor.

Mission: Impossible serisi her daim sinemanın eğlence yönüne hizmet eder nitelikte filmlerden oluşmakta. De Palma’dan beri sürekli düşüşte olduğunu düşündüğüm serinin son halkası Ghost Protocol, belki de bu “eğlence” kelimesinin karşılığını en fazla vereni denebilir. Yapımcılar Cruise ve Abrams’ın hiçbir masraftan kaçınmadığı (sponsorların desteği de unutulmadan) görülüyor. Altın yumurtlayan tavuğu kesmek istemediklerinden devam filmine de yeşilleri yakmışlar. Bir robotun yardımıyla yerçekimine meydan okuyan kostüm, ön camı GPS görevi gören süper araba, baktığı şeyin fotokopisini çeken kontakt lens ve daha bir dolu fantastik oyuncakla adeta reklâm kuşağında gezinen bilimkurgu sentetikliğini, çizgi film tadında skeçlendirerek dengeleme girişimleri seziliyor. Bunun mimarı da büyük ölçüde Brad Bird. Umarız kendisi o güzel aksiyonlarına tekrar döner. Tom Cruise’ün takım arkadaşları Simon Pegg, Jeremy Renner ve ölümcül güzelliğiyle Paula Patton sıkı bir ekip oluşturmuşlar. Arada mantık takıntısı olmayan aksiyon krizi tutanlara özellikle tavsiye olunur.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Albert Nobbs (2011)


Yönetmen: Rodrigo García
Oyuncular: Glenn Close, Janet McTeer, Mia Wasikowska, Brendan Gleeson, Aaron Johnson, Pauline Collins, Bronagh Gallagher, Maria Doyle Kennedy, Jonathan Rhys Meyers, Brenda Fricker
Senaryo: István Szabó, Gabriella Prekop, John Banville, Glenn Close
Müzik: Brian Byrne

George Moore’un kısa hikâyesini ünlü Macar sinemacı István Szabó’nun genişlettiği, Macar Gabriella Prekop, İrlandalı John Banville ve filmin başrol oyuncusu Glenn Close’un birlikte senaryo haline getirdiği Albert Nobbs, televizyon dünyasının en özgün işlerinden olan In Treatment’a yapımcı, senarist ve yönetmen olarak emek vermiş, aynı zamanda birkaç vasat Hollywood filmi de çekmiş Kolombiyalı Rodrigo García’nın çektiği başarılı bir dönem dramı. 19. Yüzyıl İrlanda’sında bir otelde uzun zamandır kadın olduğunu gizleyerek şef garsonluk yapan Albert Nobbs’un, bir gün otelin bir bölümünü boyamak için gelen ve kendisi gibi kadın olduğunu saklayan Hubert Page ile tanışmasını konu alan film, bu iki kadının birbirleriyle adım adım kurdukları dostluktan dokunaklı bir kimya yaratıyor. Bu kimyayı ekonomik biçimde çok olumlu yönde kullandığı gibi, zemini çok müsait olduğu halde klişe duygu sömürülerine prim vermeyen bir olgunlukla naif kalmayı beceriyor.

Dönem şartlarının işçi sınıfına getirdiği zorluklar bünyesinde kadın olmanın ekstra yükünü taşımaktansa, erkek kılığına girerek toplumda iş ve sosyal statü kazanma avantajı elde eden benzer karakterlerin hikâyelerinden farklı olarak, Albert Nobbs’un çok daha sıradan ve bu sayede gerçekçi gerekçeler öne sürdüğü görülüyor. Bir kere hem Albert’ın, hem de Hubert’ın erkek kılığında, erkeklere ait olduğu düşünülen işlerde çalışıp hayatlarını sürdürüyor olmalarının altında tipik “ezilen kadın” feminizmi çok fazla öne çıkmıyor ki, bu hikâyenin belki de en orijinal noktası bu. Albert ve Hubert’ın farklı hikâyeleri sonucunda öğrendiğimiz, onların değişik sebeplerle kendilerini bir anda karşı cins konumunda bulmaları, bu konumu kendi çıkarlarını zedelememek, mutlu bir evlilik, başarılı bir iş hayatı ve huzurlu bir yaşam hayallerini gerçekleştirebilmek uğruna sürdürerek, ait olduklarını hissettikleri gerçek cinsel kimlik bünyesinde varoluşlarını keşfetmeleri.


Özellikle Albert’ın geçmişte yaşadığı acı tecrübe sonrası bir cinsel konum belirlemesi her ne kadar ona haklı olarak olmazsa olmaz “ezilen kadın” karakteri yüklüyor olsa da, aslında filmin geri plânda vurgusunu yaptığı şey “ezilen birey” fikri. Zira Albert’ın geçmişine yapılacak flashbacklerle ya da dozu abartılmış dramatik sahnelerle karakterin suistimal edilmesi çok kolayken, film bunu daha ılımlı fakat yine de gücü yerinde bir üslupla ifade ediyor. O dönemlerde kadınlar da çalışma hayatında aktif, erkekler de basit bir sakarlık yüzünden işten kovulabiliyor. Sınıfsal farklılık, cinsel farklılıktan daha önde resmediliyor. Şımarık üst sınıfın, hizmetçiyi bacak kadar bir çocuğun önünde bile hareketsiz kılan sözde görgü kurallarıyla bunalttığı alt sınıf bireyinin cinsiyeti o kadar da önem arz etmiyor. Kısacası film, takındığı temkinli tavırla hem alt sınıfa, hem de alt sınıf kadınına eşit mesafede durarak bir taşla iki kuş vuruyor.

İki otel işçisi olan Helen ve Joe’nun sözde aşkları, çıkarcı erkek – teslimiyetçi kadın düzleminde esasen filme kadın yanlısı – erkek düşmanı bir tondan daha önce, Albert’ın saflığına, fedakârlığına ve duyarlılığına dokunarak hizmet ediyor. Bunun yanında Albert ve Hubert’ın kadın kıyafetleri giyerek sokağa çıkmaları, Albert’ın kendi cinsel kimliğine ait o kıyafetler içindeki tedirginliği, hatta sahilde özgürce koşarken takılıp düşmesi, kendi özüne yabancılaşmış bir kadının konumunu çok iyi yansıtan örneklerden biri. Güzel bir gelecek hayalleriyle işini en iyi şekilde yapmaya çalışan Albert’ın Hubert ve onun sıra dışı evlilik pozisyonundan etkilenerek Helen’e yakınlaşması güzel bir fikir olsa da, Albert ve Helen arasında -tek taraflı da olsa- bir çekim yaratması, bu çekimi de filmin ilk bir saatine ufak ufak yayması gerekirdi. Yine de Albert’ın evlilik düşüncesine ısınmaya başladığında yakınında buna en uygun kişinin Helen olması filmi dağıtmıyor.


Senaryoya katkıda bulunan, filmin yapımcılarından biri olan ve başrolü üstlenen Glenn Close’un Oscar adaylığı da kazanan Albert Nobbs performansı, oyuncunun kariyerine parlak bir halka daha ekleyen türden. Yine Oscar adaylığı alan Janet McTeer’in Hubert Page yorumu da oldukça etkileyici. Aynı filmde biri hassas ve savunmasız, diğeri güçlü ve soğukkanlı iki erkek kimliğine bürünmüş kurgu kadın karakterler izlemenin ilginçliği yanında, bu iki oyuncunun filmin ruhunu oluşturan oyunculuklarını izlemek ayrı bir keyif. Albert Nobbs, Oscar adaylıklarından biri olan makyaj işçiliğiyle, dönemin ruhunu sade biçimde yansıtan kostümleriyle, iç ve dış alan çekimleriyle de hüzünlü ve umutlu bir dram.

4 Nisan 2012 Çarşamba

The Divide (2011)


Yönetmen: Xavier Gens
Oyuncular: Lauren German, Michael Biehn, Milo Ventimiglia, Rosanna Arquette, Ashton Holmes, Courtney B. Vance, Michael Eklund, Iván González, Abbey Thickson
Senaryo: Karl Mueller, Eron Sheean
Müzik: Jean-Pierre Taieb

Sanırım olay şöyle gelişti: Karl Mueller ve Eron Sheean adlı iki acemi senarist, kapalı mekânda sıkışıp kaldıktan sonra birbirine düşen bir grup insanı konu alan bazı filmlerden etkilenerek yazdıkları ilk senaryolarına bir şekilde finansör bir ekip bulup çekme aşamasına gelince bu filmi en iyi kim yönetir diye düşünmüşler. Senaryo biraz psikopatça olunca akıllarına Frontier(s) ile çok beğendikleri Fransız Xavier Gens gelmiş. Gens ise türlü korku/gerilim/gore temalı alternatif festivalden övgülerle dönen bu filminin rüzgârıyla Hollywood trenine binmeyi seçtikten sonra cool video oyunu Hitman’i “Hiçman” etmiş olmanın ezikliğini hâlâ üzerinde taşıyordu. ABD/Kanada ortak yapımı bu film belki çok beğenilen Frontier(s) tarzı ile Amerika’da tutunma umutlarını birleştirme fırsatı olabilirdi onun için. Tabiî bunlar benim kurguladığım şeyler. Zira The Divide, ilk yarısı ile mainstream bilim kurgu seyircisini oltaya getirip, ikinci yarısında bunlardan bir kısmını filmin yarısından çıkarttırmaya, kalanları da Frontier(s) kırıntılarıyla beslemeye oynuyor sanki.

Sonradan sebebinin 11 Eylül sonrası Amerika’dan alınan bir intikam olabileceği vurgusu yapılan büyük bir nükleer saldırıdan apartman yöneticisi Mickey sayesinde kurtulan 9 kişi, bu apartmanın altındaki tam teşekküllü sığınakta olacakları beklemeye başlarlar. Derken saçma sapan biçimde saldırıyı gerçekleştiren kişiler tarafından baskın yerler. Baskıncılar içlerinden Marilyn’in kızı Wendi’yi kaçırılar, kalanları da öldürmeye çalışırlar. İşler ters gidince de kapıyı kalan 8 kişinin üzerine bir daha açılmayacak şekilde kilitlerler. Sonra da 8 kişi yavaş yavaş birbirlerine düşmeye başlarlar demek isterdim ama bu birbirine düşme hadisesi sanki beklenenden biraz daha çabuk ve yapmacık gerçekleşir. Açlık ve sonlarının ne olacağına dair belirsizlik sonucu kafayı yemeleri de aynı çabuklukta olur. (Ya da bana öyle gelmiştir). Öyle ki, daha aradan günler geçmeden bu sığınakta yaratılan tuhaf atmosfere hemen ayak uydurdukları görülür. Mickey’nin müthiş zulası keşfedilir ve parti başlar.


Filmin ilk yarısından çok farklı tasarlanan ikinci yarısı, bir an önce Frontier(s) mecralarına gireyim diye o kadar aceleci davranıyor ki, bu geçiş bir an önce kendi psikopatlarını, kurbanlarını ve kahramanlarını yaratmak için çabalıyor. Haliyle iyi kötü benimsettiği bazı karakterlerin bu hız yüzünden yaşadıkları ani değişimler çok fazla sırıtıyor. İlk yarıda dışarı çıkıp Wendi’yi bulma cesareti gösteren Josh, birden tekinsiz bir pisliğe dönüyor. Kızını kaybeden Marilyn, daha kırkı çıkmadan kendini umarsızca Bobby’nin kollarına atıyor. O Bobby de başlarda orta karar dalgacı bir adamken, ikinci yarıda üzerine Frontier(s) kokusu sinmiş orijinal bir manyağa dönüşüyor. Tabiî senaristlerin bu dönüşümlere kızını kaybetmek, ceset parçalamak, açlık, zulayı bularak zevk-ü sefaya dalmak vs. gerekçeleri mevcut. Hatta filmle şöyle böyle bir bağ kurmuş isek, bu değişimleri nükleer sızıntıların yol açtığı ani denge kayıpları olarak yorumlamamız da mümkün. (Bunu senaristlerden daha zeki olan biz seyirciler düşünebiliyoruz sanki). Fakat o gerekçelerden ve denge kayıplarından Eva, Adrien veya Delvin gibileri pek etkilenmiyor nedense. Buradan da hemen sadede, yani psikolojik yıpratma, işkence, tecavüz, cinayet sularına gelinmek istendiği anlaşılıyor.

İtiraf etmeliyim, The Divide yarattığı ürkütücü klostrofobik sığınak atmosferinin hakkını bu noktadan sonra bazı anlarda veriyor. Josh ve Bobby’nin zıvanadan çıkmalarıyla şenlenen bu atmosfer, kısıtlı da olsa Frontier(s) sapkınlığına yakın oynadığını hissettiriyor. Bunda Frontier(s)’in görüntü yönetmeni Laurent Barès’in payı yadsınamaz. Rosanna Arquette dışında pek fazla tanınmayan oyuncu kadrosu da genel anlamda konumlarını iyi idrak etmiş görünüyorlar. Final sürecinde iyice yükselen tansiyon Jean-Pierre Taieb’in müziklerinin de etkisiyle filmin kendisine bile fazla gelen iyi bir final yapıyor. Gerçi benzer örneklerine daha önce rastlanmış çıkışsız bir epik deneme olsa da, filmin bilinçli ya da bilinçsiz iletmeye çalıştığı mesajın işini kolaylaştıran bir son bu. Dışarıda taş üstünde taş bırakmayan anlam veremediğimiz korkunç bir savaşa, 8 kişilik bir grup içinde bile geçinemeyen insanlar olduğumuzun anlamsızlığıyla cevap vermeye çalışan başarılı bir dışavurum tekniği.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Outrage (Autoreiji) (2010)


Yönetmen: Takeshi Kitano
Oyuncular: Takeshi Kitano, Jun Kunimura, Kippei Shiina, Ryo Kase, Tomokazu Miura, Tetta Sugimoto, Takashi Tsukamoto, Hideo Nakano, Renji Ishibashi, Fumiyo Kohinata
Senaryo: Takeshi Kitano
Müzik: Keiichi Suzuki

Yakuza ailelerinin yaptığı büyük toplantıdan sonra ailenin başı, Murase ailesinin bitirilmesi kararı alır ve bu görevi Ikemoto ailesine verir. Ama Murase ve Ikemoto hapiste kardeşlik yemini etmişlerdir. Ikemoto’nun Murase’ye bulaşabilmesi için bir bahane lazımdır. O bahaneyi de birkaç adamının Murase’nin mekânında hesap ödememesiyle çözümler. Olaylar, özürler ve yine olaylar birbirini izler. Murase, büyükbaba tarafından emekli edilir ama Murase’nin sağ kolu Kimura bu durumdan hiç hoşnut değildir. Ikemoto, büyük aileye karşı görevini yerine getirmiştir fakat aile onu da bitirme plânları yapmaktadır. Ödlek bir dalkavuk olan Ikemoto’nun pis işlerinden sorumlu olan tecrübeli Ôtomo (Takeshi Kitano), bu entrikalar yumağında duracağı yeri anlamaya çalışmaktadır. Ne var ki değişmeye yüz tutmuş geleneksel Yakuza rutinleri ve raconları eski toprak Ôtomo’nun işini güçleştirmektedir.

Aktör, senarist ve yönetmen olarak sinemada 30 küsür yılı deviren Takeshi Kitano’nun yine bu üç kıyafeti giyerek çektiği Outrage, suç dünyasının entrikalarla süslü klâsik unsurlarını izlemeye meraklı seyircilerin kaçırmaması gereken bir yapım. Bu kesmi daha ilk dakikalarından itibaren içine çeken filmin herhangi bir yenilik ya da bu tarz filmlerin üzerine bir şeyler koyma gibi bir iddiası yok. Ayak oyunları, kesilen parmaklar, kurşunlar, ilginç Yakuza gözdağları ve infazları, güven vermeyen, her an taraf değiştirecekmiş gibi duran ve sürekli birbirlerine atar yapan karakterlerle bir mafya filminden beklenen her şey mevcut. Bunun yanında tüm Yakuza ailelerini himayesine alan büyükbabaların, bu aileler arasında güç kazanmaya başlayanları sudan sebeplerle birbirine düşürerek iktidarı koruma stratejisi bazı derin devlet politikalarını andırmıyor değil.


Kitano’nun değinmeye çalıştığı bir başka nokta da, Ôtomo gibi eski Yakuza âdetlerinde takılıp kalmış bir gangsterin çağa ayak uydurma yönünde bocalaması. Artık özür niyetine parmak kesmenin modasının geçmesi, kardeşlik yeminlerinin kolayca bozulması gibi örnekler yanında Ôtomo’nun bu gelenekselliğinin altı biraz daha çizilebilir, böylece dünyanın en tehlikeli mafyasına ait yeni vizyonların eskiye galip gelişinde yaşanan ikilemlerden daha derin bir Ôtomo kimliği çıkarılabilirdi. Ama en son Zatoichi ile izlediğim Kitano filmlerinin karakteristik özelliklerinden biri de, başkalarından beklenecek şeyleri Kitano’dan beklememek. Yine de Outrage, popüler sinemanın nimetlerinden yararlanan, özellikle son 20 dakikası çetin geçen sürükleyici bir suç yapımı. 2013’te çıkması plânlanan devam filminin çalışmaları da sürmekte.