30 Ağustos 2018 Perşembe

The Equalizer 2 (2018)


Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Pedro Pascal, Ashton Sanders, Melissa Leo, Bill Pullman, Orson Bean, Jonathan Scarfe, Kazy Tauginas, Garrett Golden
Senaryo: Richard Wenk, Michael Sloan, Richard Lindheim
Müzik: Harry Gregson-Williams

1985-89 yılları arasında yayınlanan, Michael Sloan ve Richard Lindheim'ın yarattığı, Robert McCall rolünde başrolde Edward Woodward'ın yer aldığı aynı adlı TV dizisinden yıllar sonra Richard Wenk'in 2014'te beyaz perdeye uyarladığı The Equalizer, klişe özelliklerine rağmen stilize aksiyonu, sürükleyici suç örgüsü, hiç eskimeyen "bileği bükülmez tek kişilik intikamcı" kahramanı ve tabii ki usta aktör Denzel Washington faktörüyle devam film(ler)ine hazır görünüyordu. Nitekim ilk filmi de yöneten Antoine Fuqua, yine Wenk senaryosuyla dört yıl aradan sonra ikinci The Equalizer'a el attı. Bu film hem Fuqua, hem de Washington'ın kariyerlerindeki ilk devam filmi. İkilinin beraber çalıştıkları 4. film aynı zamanda. İlk filmde Rus mafyasını tek başına alt eden eski CIA ajanı, yeni Home Mart çalışanı McCall, yine kendini izole etmiş bir şekilde bu defa Boston, Massachusetts'te Lyft (Uber benzeri bir taşıma organizasyonu) şoförü olarak karşımıza çıkıyor. Ondan öncesinde açılış sekansında Türkiye'ye giden bir trende kılık değiştirmiş olarak Amerikalı bir kadının ayrıldığı Türk kocasının kaçırdığı küçük bir kızı kurtarma işi üzerinde olduğunu anlıyoruz. Beladan uzak durmaya çalışsa da, yeni işinde türlü müşterilerle muhatap olan McCall için bu pek kolay olmuyor. Onun en belirgin özelliği, hayalet gibi sade bir yaşam sürerken karşısına çıkan başka insanların sorunlarını da kendi yöntemleriyle çözmeye çalışmak.

Tam bir iyilik ve adalet meleği olan McCall'ın, müdavimi olduğu kitapçının sahibi olduğunu öğrendiğimiz kızı kaçırılan kadına ondan habersiz yardımcı olmak için dünyanın bir ucuna gitmesi (ki bunu hem kadına iyilik olsun, hem de sık sık ziyaret ettiği kitapçı kapanmasın diye yapıyor), birkaç genç "yuppie"nin bir eskort kızı istismar etmelerini cezalandırması, hikayesi filme ince ince iliştirilen yaşlı yahudi Sam ile ilgilenmesi, en önemlisi de yaşadığı muhitte yakınlık kurduğu genç Miles'ı torbacıların ve "gangsta"ların eline düşmemesi için çaba göstermesi, misyonu ve sorunları çözme tarzı olarak ilk filmi uzun uzun anımsatıyor. Tabii bu kadar iyilik yaparken zaman zaman fazla didaktik olmaktan kurtulamıyor. Ölen karısı Vivienne'i hatırlatan yüzüğü ile oynaması, sade rutinleri, kitap sevdası aynen sürüyor. İlk filmde göze batırılan, filme ufak referans katkıları da olan The Old Man and The Sea, Don Quixote, The Invisible Man gibi kitapların yerini burada Hermann Hesse'in Siddhartha, Richard Wright'ın Native Son, Marcel Proust'un In Search Of Lost Time adlı kitaplar alıyor. Bu seçimler orijinal dizide de var mıydı, yoksa Wenk veya Fuqua tercihleri mi bilinmez. Ama yine felsefi göndermelerle filmi olmadığı bir derinliğe itme işlevi üstlensin isteniyor büyük ihtimalle. Bu kitapları okumuş olanlar mutlaka filmin bir yerlerinden istenen göndermeleri çıkaracaklardır. Okumayanları da bu kitapları edinmeye teşvik ederse süper bir iş yapmış olacaktır.


Film McCall'ın kötüleri pataklayıp yüreğimizi soğutan, muhtaçlara yardım edip kalbimizi fetheden iyilik meleği konumunu sürdürürken daha büyük bir meseleye sahip olması gerektiğinin bilinciyle, ilk filmden hatırladığımız teşkilattan arkadaşı Susan'ı devreye sokuyor. Teşkilatın Belçika ayağında çalışan bir görevli karısıyla beraber öldürülüp intihar süsü verilince olayı inceleyen Susan da gizli güçler tarafından harcanıyor. Massachusetts'te kendi halinde Miles'a apartman duvarını boyatıp hayat dersleri veren McCall, her durumda yardımına koşan, belki de hayattaki tek dostu olan Susan'ın öldürülmesi ile ortalığı kasıp kavuracak kıvama, bu da bizim işimize geliyor. Zira Fuqua'nın aksiyon vizyonu bu serinin en dikkate değer özelliklerinden biri. Tecrübeli, soğukkanlı, sert ve acımasız McCall'un bu güven veren profili, aksiyon sevenler için de kıymetli. Değer verdiği biri rehin alınınca yelkenleri suya indirecek bir adam değil McCall. Her durumda B ve C planları hep cebinde. CIA içinde artık kaç tane derin teşkilat kurulduysa, aksiyon filmlerinin ihtiyacı olan çeteleşme ihtiyacı çoğunlukla buradan karşılanıyor. Öldü sanılan McCall'ın da açığa çıkmasıyla tüm "açık uç"ların yok edilmesi gerekliliği, filmin büyük oynama gerekliliğini sağlıyor.

64 yaşındaki Denzel Washington, asıl üstün olduğu karakter oyunculuğu yanında, tıpkı Tom Cruise, Liam Neeson gibi sert aksiyonlarla "ben daha ölmedim" mesajı veren meslektaşları gibi The Book Of Eli, Safe House, 2 Guns, The Magnificent Seven filmlerinde boy göstermeye devam ediyor. Robert McCall karakteri ona iyi gelmiş olacak ki, ilk kez bir devam filminde gördük onu. The Equalizer 3 diye bir film yapılıp yapılmaması onun paşa gönlüne bağlı. Her biri 22 bölümden oluşan 4 sezon, toplamda 88 bölümlük The Equalizer serisinde malzeme bol ne de olsa. Formunun zirvesindeki Ethan Hunt (Mission: Impossible), devam filmleriyle kendini bitiren Bryan Mills (Taken), her an geri dönebileceği duyurulan John McClane (Die Hard) gibi süper kahraman görünümlü veteran kahramanların arasında McCall da kendine özel bir yer edindi denebilir. Atom parçalamasını beklemediğimiz, az da olsa belli bir tarz yaratmasına ve aksiyon beklentilerini kalite ölçülerinde karşılamasına fit olacağımız bir "vigilante" durumundaki McCall, üçleme olsun diye son bir halkayı daha hak ediyor. Zira iki film de öyle ya da böyle akıyor. Gerçek hayatta bir türlü cezasını bulmayan kötülerin kıçlarını, en azından filmlerde McCall gibi gizemli, karizmatik, adil ve sert kahramanlar tekmelesin istiyoruz içten içe.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Hrútar (Rams) (2015)


Yönetmen: Grímur Hákonarson
Oyuncular: Sigurður Sigurjónsson, Theodór Júlíusson, Charlotte Bøving, Jón Benónýsson, Gunnar Jónsson, Sveinn Ólafur Gunnarsson, Þorleifur Einarsson
Senaryo: Grímur Hákonarson
Müzik: Atli Örvarsson

Gummi ve Kiddi, İzlanda kırsalındaki geniş bir vadide yan yana evlerde yaşayan yaşlı iki kardeştir. Babadan kalma meslekleri olan koç yetiştiriciliği ile uğraşmakta ve ülkenin en iyi koçlarını yetiştirmektedirler. Ama her sene kasabada düzenlenen bir Gummi'nin, bir Kiddi'nin kazandığı en iyi koç yarışmasında büyük ödülü almak için mücadele eden ve tek hayatları koçları olan bu iki kardeş, birbirleri ile 40 yıldır konuşmamaktadırlar. Bir gün Kiddi'nin koçu bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığa yakalanır. Yetkililer tüm kasabayı boşaltıp, tüm hayvanların da itlaf edilmesinin en uygun çözüm olduğunda ısrarcıdır. Bu durum kardeşlerin ilişkisine yeni bir yön çizecektir. Zira ikisinin de bu hastalık yüzünden kolayca pes etmeye, koçlarını kaybetmeye gönlü yoktur. Grímur Hákonarson'un yazıp yönettiği Hrútar (Rams), keçi gibi iki inatçı koç yetiştiricisi kardeşin beklenmedik bir hastalık yüzünden evlatları gibi sevdikleri bu hayvanları koruma / kurtarma çabalarını, birbirleriyle olan küslüklerine paralel bir anlatımla götüren, gücünü sadeliğinden, doğallığından, soğukluğundan devşiren bir dram. Buradaki soğukluğun hem hava şartlarının insanın içine işleyen gerçekliğiyle, hem de yaşlı Gummi ve Kiddi kardeşler arasında süren 40 yıllık küslüğün yarattığı mesafeyle ilgisi var.

İzlanda sinemasının genel karakteri içinde yer alan bu soğukluk, belki de bu sinemanın en çekici yanı. Çünkü bu fiziki ve duygusal iklim sayesinde hikayenin ve karakterlerin saflıkları, gerçeklikle olan bağları daha net görülebiliyor. Karlarla kaplı bir alanın üzerinde hiç kimsenin, hiçbir şeyin beyaz kalmaması gibi, Gummi ve Kiddi'nin rutinlerini, sessizliklerini, kendilerini koçlarına adamışlıklarını, yalnızlıklarını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Bu da filmin içine girmeyi, orada yaşamayı kolaylaştırıyor. Bazen "hiçbir şey olmuyor" diye şikayet edilen bir filmde aslında o kadar çok şey oluyor ki, bazı seyircinin sadece filmdeki bu beyaz zemini algıladığını anlıyoruz. Bu yalnızlıktan duyduğumuz huzur karışımlı hüznü her karesine nakış gibi işleyen film, doğal atmosferinde kendi yolunu kolayca bulacak hikayesini de aynı titizlikle anlatıyor. Yer yer gülümseten, bazen kızdıran, çoğunlukla üzen bu hikaye sanki dedelerin kış gecesi soba başında torunlarına anlattıklarına benziyor. Tabii biz bunu Hákonarson'un ellerinde şiirsel olmayan, lakin kendi edebi atmosferini sade ve doğal yollardan oluşturuş biçimiyle izliyoruz.


Haklarında fazla şey bilmediğimiz Gummi ve Kiddi hakkında filme dahil olduğumuz andan itibaren öğrenmeye başladıklarımız, onların hayatlarının doğal akışına yedirilmiş şekilde karşımıza çıkıyor. Ağır bir tempoda ilerlemesine rağmen bir süre sonra kendi ritmini bulan ya da baştan beri o bulunmuş ritme seyircisini alıştıran film, salgın hastalık formülüyle hem iki kardeşin aşkla bağlı oldukları mesleklerini, hem de birbirleriyle onca yıl iletişimsiz kalmış ilişkilerini sınıyor. 40 sene konuşmayan iki kardeşin küslük sebebini merak ettiğimiz kadar, onların bu trajik salgın sonrası nasıl etkileşime geçeceklerini de merak ediyoruz. Kardeşliğin çok başka bir duygu olması, onların küslüklerinin de çok başka bir duygu olması demek. Barışmak o kadar kolay olamayabiliyor. Gummi ve Kiddi'nin uzun yıllara yayılan dargınlıklarının zamanla güçlü bir rekabete ve inatlaşmaya dönüşmesi anlaşılabilir bir durum. Öte yandan, bu rekabet ve inatlaşmanın gerisinde, koçların onlar için duygusal önemini saymazsak hayatta birbirlerinden başka kimse kalmamış iki yaşlı adamın hep birbirlerine yakın şekilde bir yaşam sürmeleri gerçeği var. Küs olsalar da birbirlerinden nefret etmedikleri, hatta birbirlerine komşu evlerde olmakla birbirlerini kontrol altında tuttukları, varlıklarından hoşnut oldukları hissediliyor.

Biraz kaba saba Kiddi'ye nazaran, naif ve uzlaşmacı bir yapıya sahip Gummi'yi daha yakından gözlemleyen Hákonarson, onun gerek koçları, gerekse Kiddi ile ilişkilerine biraz daha yakından bakarak filmine derinlik kazandırıyor. Çünkü yaşananlara tepkisini sessiz ama çok güçlü şekillerde sezebildiğimiz bir karakter olarak Gummi'nin filmi yönlendirişi çok önemli. Salgından sonra duygusal motivasyonlarla trajik, tehlikeli ve tabii ki inatçı tercihlerde bulunması Gummi'yi çok boyutlu ve özel bir karakter haline getiriyor. Onu canlandıran tecrübeli aktör Sigurður Sigurjónsson'un anlamlı yüz ifadesi ve performansından güç alan Gummi, Kiddi ile ilişkisinde de baskın ve etkili bir rol üstleniyor. Bu rolün inceliğini mükemmel finalde daha kuvvetli ve yürek parçalayan biçimde fark ediyoruz. 2015 yapımı 138 dakikalık tek çekim Victoria'nın da görüntü yönetmenliğini yapmış Sturla Brandth Grøvlen'in sinematografisi ve İzlanda sinemasının gelecek vaat eden isimlerinden biri olarak haklı övgüler alan, 2015 Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış ödülünü kazanan Grímur Hákonarson'ın yoğurduğu Hrútar, her şeyiyle yaşayan, ekran karşısındakine de nefes aldıran, hatta nefes verdirdiğinde ağzından buhar çıkarttıran bir yapım.

17 Ağustos 2018 Cuma

Upgrade (2018)


Yönetmen: Leigh Whannell
Oyuncular: Logan Marshall-Green, Harrison Gilbertson, Betty Gabriel, Melanie Vallejo, Benedict Hardie, Linda Cropper, Christopher Kirby
Senaryo: Leigh Whannell
Müzik: Jed Palmer

Teknolojinin hayatın tüm alanlarına sirayet ettiği yakın bir gelecekte geçen Upgrade, önce bir araba kazası geçiren, sonra da birkaç kişi tarafından saldırıya uğrayan Grey Trace'i merkezine alan bir film. Saldırı sırasında yanında olan karısı Asha saldırganlar tarafından öldürülür, Grey ise boyundan aşağısı felç şekilde kurtulur. Bu olaydan hemen önce Grey, klasik arabasını tamir ettiği genç teknoloji girişimcisi ve mucit Eron'a (Elon Musk göndermesi akla gelmeden olmuyor) arabayı teslim etmiştir. Kazadan birkaç gün sonra Grey'i ziyaret eden Eron, onun bu haline son verecek, bedenini geliştirecek deneysel bir tedavi teklifi sunar. Buna göre Grey'in bedenine "Stem" denilen yapay zeka implantı yerleştirecektir. Tedavi sonrası insanüstü yetenekler kazanan Grey, başına gelenlerin sebebini öğrenmek, karısını öldüren ve kendi hayatını mahveden kişilerden intikam almak için harekete geçer. Yani artık kalıplaşmış bir intikam hikayesinin yakın geleceğe uyarlanmış, birtakım teknolojik teorilerin pratiğe dökülerek bu basit hikayenin zenginleştirilmesine çalışılmış hali de denebilir. Filmi yazan ve yöneten Leigh Whannell'ın pek tanınmayan bir oyuncu, ama gerilim sinemasında önemli bir yere sahip ilk Saw filminin senaristi olması beklentileri bir miktar arttırıyor.

Yapay zeka - insan ilişkisine dair farklı türlerde daha nice film göreceğiz. Şimdilik işin aksiyon kısmı ile daha çok ilgileniliyor. Whannell da olayın psikolojik veya felsefi taraflarıyla pek uğraşmayıp, filmi Jason Statham aksiyonlarına yakın bir pespektifte ele almış. Grey'in başta bu teknolojik mahkumiyete tepkili oluşu, "old school" takılması, şahsi menfaatleri gereği yerini kabullenmişliğe bırakıyor. Konu itibariyle süper kahramanların doğuş öykülerinden beslenmesi, yapay zeka insan vücuduna yerleşse neler olurdu konulu teorilerini fazla derinleştirmeye uğraşmayıp bunu Grey'in şahsi intikamın peşindeki olay örgüsü ve aksiyonu için kullanması, seyircisine göre Upgrade'i bu beklentilerin farklı yerlerine koyuyor. Konu yapay zeka ise, konuşan akıllı evler, led masalar, kendi kendine giden arabalar, havada devriye atan dronelar ile çizilen klasik yakın gelecek tasvirinden daha zeki ve derinlikli bir senaryo umut edilmesi de normal. Statham demişken, örneğin Upgrade'in Crank (2006) kadar yaratıcı bir aksiyon rotası çizemediğini söylemek gerek. Çoğunluğu yakın dövüş sahnelerinden oluşan aksiyon sekansları gayet başarılı. Bu noktada aksiyon seyircisi için iyi bir seçenek. Ama daha dolgun bir alt metin veya derinlemesine sorgulama bekleyen seyirci profili için eksiklik hissi oluşması muhtemel.

Finaldeki twist ile olası bir devam filmi için muğlak aralık bırakılması, bir devam filmi gerekliliğinden ziyade, bir dizinin pilot bölümü havası yaratıyor. Aslında The Punisher'dan bir dizi yapılabiliyorsa pekala Upgrade'den de yapılabilirmiş. Grey ve Stem arasındaki ilişkinin kimi zaman Michael Knight - KITT veya Tony Stark - Jarvis arasındaki ilişkiyi anımsatması bu potansiyele işaret ediyor. Tabii böyle bir proje olursa senaryoya da bir "upgrade" gerekebilir. Leigh Whannell'ın Saw senaryosunun ateşlediği fitilin şu an bulunduğu durum ortada. Şayet tadında bırakılıp devamı çekilmezse zamanla demlenip mütevazi bilim kurgu aksiyonlar arasında anılabilir. Tom Hardy'yi anımsatan simasına yaslanmayan Logan Marshall-Green'in başarılı bir oyuncu olduğu, ama şimdiye dek patlama yapabilecek bir yapıma adını yazdırmadığı bir gerçek. Malzemesi bol bir konuyu basit bir intikam hikayesine indirmesiyle kendi kendini hafifletmesine rağmen, izlendiğine pişman olunmayacak, belki kısa belki uzun vadede devam filmi veya dizi formatında tekrar elden geçirilme ihtimali bulunan bir film Upgrade.

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Ready Player One (2018)


Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Tye Sheridan, Olivia Cooke, Ben Mendelsohn, Mark Rylance, Simon Pegg, Lena Waithe, Hannah John-Kamen, Philip Zhao, Win Morisaki
Senaryo: Zak Penn, Ernest Cline
Müzik: Alan Silvestri

Ernest Cline romanından Cline ve Zak Penn'in senaryosunu yazdığı, kendini fantastik filmlerin dahi çocuğu ile politik sinemanın cesur yönetmeni arasında konumlandırmayı seven Steven Spielberg'in yönettiği Ready Player One, yönetmenin bir ondan bir bundan mantığıyla The Bridge Of Spies, The BFG, The Post sonrası tekrar fantastik bilim kurgu sularına döndüğü bir film. 2045 yılında kıtlıklar, savaşlar ve bunun sonucu olarak derme çatma, sersefil bir gerçek dünyada geçen hikayenin bir de sanal yüzü var ki, orada işler çok başka. James Halliday (Mark Rylance) ve Ogden Morrow (Simon Pegg) adlı iki geek dostun tasarladığı, içinde sınırsız seçeneklerin bulunduğu devasa bir sanal evren olan OASIS, toplumun her kesimindeki her yaştan, her mevkiden insanı adeta esir almış vaziyette. Artık sanal alemde, sosyal medyada veya oyun evreninde klasikleşmiş o "gerçek hayatta olamadığı kişileri, gidemediği yerleri, yaşayamadığı maceraları sınırsızca deneyimleme" hadisesinin gerçek hayata entegre olmuş, eşik atlamış hali olan OASIS'in ardındaki gerçek akıl olan Halliday ölünce, kendi sesinden vasiyeti ortaya çıkıyor. Sessiz sedasız gitmek istemediği anlaşılıyor. Buna göre onun oyun içine gizlemiş olduğu üç anahtarı bulduktan sonra Easter Egg’e ulaşan kişi yarım trilyon dolarlık servete sahip olacak, aynı zamanda OASIS'in bütün kontrolü de kendisine geçecek. Tabii adı gerçek dünyada Wade, sanal alemde Parzival olan 18 yaşında bir kahramanımız var. Bu uzun ve meşakkatli yolda zekası, hırsı, en önemlisi de Halliday'in bulmacalarla dolu zihnini anlama kapasitesi olduğu için onun gözünden bu maceralara atılırız.

Spielberg'in sadece fantastik bilim kurgu tarihine baktığımızda sınır tanımayan bir hayalgücünün eseri nice ilham kaynağına rastlarız ki, uzaylısından dinozoruna, robotundan dev köpekbalığına ne kadar korkumuz, paranoyamız, merakımız varsa üstüne gitmekten çekinmemiştir. Artık çağın gereği olarak bilgisayar oyunlarına, herkesin istediği kişi veya şey olabildiği sanal dünyaya bugüne kadar elini atmamasına şaşırmak lazım. Alem vur der, ben öldürürüm mantığıyla Ready Player One sayesinde öyle bir el atıyor ki, gelişmiş VR teknolojisinin gerçek ile sanal dünyalar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya başladığı bir gelecek bunun için biçilmiş kaftan. Hele de OASIS gibi varolan tüm tasarımları bünyesinde taşıyan devasa bir sanal alem fikri üzerinden bu geleceği tasvir etmek, edişmiş tasviri beyaz perdeye uyarlamak belki de tam Spielberg kafası gerektiriyor. Ama o kafanın da yıllardan beri süregelen bir şablonun dışına pek çıkamadığını biliyoruz. Yani OASIS diye sınırsız bir evren var ama içinde 18 yaşında bir kahraman, duygusal temaslar yaşayacağı hoş bir kız, aynı yaşlarda renkli bir ekip, yol gösteren bir bilge ve tabii kötü adam ile ordusu olunca ne izleyeceğimizi sanki biliyoruz. Benzer bir alternatif evren tasarımını ta 1999'da planlayıp çığır açan The Matrix özgünlüğü yerine, gişeleri aşındıracak çocuklara, ailelere yönelip risk almamak, Spielberg'in fantastik bilim kurgu tarihinin en belirgin özelliğidir. Yani kısaca saatlerinizi buna göre ayarlayın deniyor.


Bu ayarı yaptıktan sonra keyfini çıkaracağımız tek şey görsellik oluyor. O noktada da zaten almış yürümüş olan teknolojinin Spielberg ve ekibinin ellerinde şekilden şekile girişini izliyoruz. Filmin kabaca nasıl ilerleyeceğini ve nasıl biteceğini zaten biliyoruz. Kariyerinde yoğunlukla X-Men ve video oyunları senaryoları olan Zak Penn'in hem Cline'dan, hem de Spielberg'den beslendiğini düşündüğümüz popüler kültür bombardımanı o görsel zenginlikle iç içe geçince, o kabaca bildiğimiz her şeyi kabullenip günü kurtaran sürükleyiciliğe teslim olmak mümkün hale geliyor. Üstelik popüler kültürün "popüler kült" olmuş örnekleri bile bu bombardımanda kendi sekanslarını yaratıyorlar. Stanley Kubrick klasiği The Shining buna en güzel örnek. OASIS'in sağladığı bu özgürlüğü bu tip sekanslarla kullanmak gayet olumlu. Fakat bunlar bütünü yücelten değil, o bütün içinde kendi yolunu çizen anlar. Sürekli bunu söylüyoruz ama o bütünü zaten biliyoruz. Hatta gelişmiş teknolojik imkanlara ve hem sanal, hem de gerçek bir orduya sahip IOI adlı dev şirketin başında bulunan ve OASIS'te saklı üç anahtarın peşinde olan Sorrento bile milyonlarca filmden edinilen tecrübelerle o kadar tanıdık ki. Bu anahtarların elde edilmesi için gerekli olan fiziki, sanal ve zeka aygıtlarının hepsine sahip olan senaryo, zaten cepteki görsel gücünün avantajlarını başarılı bir kurgu ve tempoyla bütünleştirerek her şeyi kitabına uygun yapıyor. Lakin sorun, o kitabın birçok versiyonunu daha önce okumuş olmamızda.

Ready Player One'ın cast seçimini de eleştirmeden olmaz. Gerçi çoğu yetenekli gençlerden ve Mark Rylance, Ben Mendelsohn, kısa da olsa Simon Pegg gibi tecrübeli isimlerden oluşan kadro, filmin baş döndüren temposunda ve senaryonun insani derinliğe inmek yerine anahtar kovalamaca peşinde olması yüzünden çoğunlukla sadece eşlikçi pozisyonunda kalıyorlar. Zira onlar Easter Egg peşinde koşarken biz de sağımızdan solumuzdan kuşun gibi geçen sürpriz yumurtaları nereden nasıl hatırladığımıza takılıyor, bazen seviniyor, bazen şaşırıyoruz. Bu sayede aktörler bile karakterlerinin gerisinde kalıyorlar. Öyle ki, Wade rolündeki Tye Sheridan mı yoksa onun avatarı Perzival mı ekranda daha fazla görünüyor araştırmak lazım. (Wade'in bir yakının suikaste uğraması bile şaşırtıcı derecede işlevsiz kalıyor.) Hal böyle olunca ikisiyle de yakınlık kurmak güçleşebiliyor. Parzival ve Art3mis arasındaki yakınlaşmanın, Wade ve Samantha arasındakinden daha ağır bastığını dahi düşünebiliyoruz. Sorrento o kadar basmakalıp bir kötü adam ki, Mendelsohn başka filmlerde ondan kat kat kötü olmuştu. Halliday'in zekice sakladığı üç anahtar ve Easter Egg, bulunma gerekçeleri sayesinde filme dair en insancıl bağları kurma işini üstleniyor. Bunu ne oranda başardığı da seyirciden seyirciye fark eder. Ama filme dair ortak paydada buluşulacak yegane nokta, iyi bir sinema salonunda mümkünse IMAX teknolojisiyle izlendiğinde tadına varılacak türlü görsel zenginlikler olacaktır. Keşke buna ilaveten, ele geçirildiğimiz sanal sınırsızlığın karşısına daha güçlü insani argümanlar koyabilmiş olsaydı.

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Isle Of Dogs (2018)


Yönetmen: Wes Anderson
Seslendirenler: Bryan Cranston, Edward Norton, Bill Murray, Bob Balaban, Jeff Goldblum, Koyu Rankin, Scarlett Johansson, Frances McDormand, Greta Gerwig, Kunichi Nomura, Akira Ito, Harvey Keitel, Liev Schreiber, Courtney B. Vance, F. Murray Abraham, Tilda Swinton, Yoko Ono, Fisher Stevens, Nijirô Murakami, Roman Coppola, Anjelica Huston
Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman, Kunichi Nomura
Müzik: Alexandre Desplat

Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman ve Kunichi Nomura'nın ortak hikayelerini Anderson'un senaryolaştırıp yönettiği Isle Of Dogs, günümüzden 20 yıl sonra Japonya'nın Megasaki şehrinde geçen bir stop motion animasyon. Bu geleceğe gitmeden evvel, hikayenin geçmişine bakalım. İtaat Dönemi'nden önceki 10 yüzyıl önce köpekler mutlu bir şekilde özgürce yaşıyorlar. Ne var ki hakimiyetini genişletmek isteyen kedisever Kobayashi Hanedanlığı savaş ilan ediyor ve köpeklere saldırıyor. Tam köpek ırkı yok olacak iken, onların bu durumuna üzülen, sonradan Efsanevi Samuray Çocuk olarak tanınacak cesur bir savaşçı ortaya çıkıyor ve insanoğluna sırtını dönerek Kobayashi kabilesinin liderinin kellesini uçuruyor. Köpek savaşları sonunda evcilleştirilen, hor görülen, acizleştirilen bu canlılar yine de hayatlarına devam edip çoğalıyorlar. Kobayashiler ise yenilgiyi asla kabullenemiyorlar. Günümüzden 20 yıl sonrasındaki Megasaki'de ise burun humması, köpek nezlesi gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle pireler, kurtçuklar, kene ve bitler istila halinde. Kobayashi soyundan gelme Vali Kobayashi, sahipli sahipsiz tüm köpek ırkının Çöp Adası'na sürgün edilmesine karar veriyor. Asıl hikayemiz bu "Çöp Adası Kararnamesi"nin uygulanmasından 6 ay sonrasında başlıyor.

6 ay önce Vali Kobayashi, bu kararnameye öncü olmak için resmen ilk olarak valilik bünyesine ait koruma köpeği olan Spots Kobayashi'yi şehirden sürüyor. Spots, Vali Kobayashi'nin vasisi olduğu 12 yaşındaki Atari'nin en iyi dostu olunca, Atari onu Çöp Adası'ndan kurtarmak için küçük uçağına atlayıp adaya gidiyor. Uçağı adaya düşen Atari, orada ada sakinlerinden Chief, Rex, King, Boss ve Duke adlı beş köpekle karşılaşıyor ve birlikte Spots'u bulmak için türlü sürprizlerle dolu adada bir yolculuğa çıkıyorlar. Böylece 10 yüzyıl önceki tarih, farklı şartlarda kaldığı yerden devam ediyor. Tüm Anderson alametifarikalarını taşıyan, buna ilaveten köpek ırkı üzerinden çocuklara ve yetişkinlere anlamlı mesajlar veren Isle Of Dogs, Japonya bünyesinde kendi kurmaca evrenini olağanüstü detaylarla inşa etmiş, post apokaliptik bilinmezliğini ilginç sürpriz ve karakterlerle zenginleştirmiş bir film. Başroldeki beş arkadaşın kendi iç dinamiklerinden, köpek ırkının ötekileştirilmesini merkez alan genel perspektife kadar kendine pekçok kulvar açan Anderson, yaratıcı senaryo anlayışını bu kulvarlarda istediği gibi yüzdürme fırsatı buluyor. Simetri tutkusu, renk zenginliği, her sahnesinde onlarca detay barındıran titizliği, Alexandre Desplat imzalı müzik kullanımı, Fantastic Mr. Fox animasyonunda da beraber çalıştığı sinematograf Tristan Oliver ile elde ettiği harika kareler ve yıldızlar geçidi şeklindeki seslendirme kadrosu Isle Of Dogs'u son yılların en özel animasyonlarından biri yapıyor.


Beş kahramanımızın dördü evcil köpekler oldukları için güzel bir yuva ortamından, sahiplerinin onlara verdiği görev ve değerlerden koparılıp adaya sürülmüş canlılar. İçlerindeki en huysuz, asi ve umursamaz olan Chief ise bir sokak köpeği. Yani köpeklerin sürüldüğü bir adada kendi grubu içinde de öteki olmuş bir köpek. Ama Chief kendini ezdirecek bir köpek olmadığı gibi, diğerleri de onu dışlayıp ezecek karakterde olmayan mülayim köpekler. Tavrı, hikayeleri, derinliği ile diğerlerinden ayrılan Chief ve en yakın dostunu arayan Atari arasında adım adım kurulan, yol hikayesiyle paralel ilerleyen dostluk, yolda uğradıkları birbirinden ilginç duraklarla daha da değerleniyor. Bu adaya hapsedilen köpeklerin bireysel ve toplumsal olarak kendilerine yeni yaşam alanları açmak, kendi düzenlerini oturtmak zorunda kaldıklarını görüyor, her birinin duyduğumuz ya da duymadığımız enterasan hikayelere sahip olduklarını anlıyoruz. Spots'u bulmak veya köpek nezlesini tedavi eden serumu Megasaki halkına ulaştırmak gibi motivasyonlarla macerasını sağlama alan Anderson, insan-köpek ilişkisi özelinde ötekileştirmeye, ırkçılığa, faşizme karşı da naif ama kararlı bir duruş sergiliyor.

Wes Anderson çoğu filminde olduğu gibi yine bambaşka bir evren kurup onu biçimsel ve metinsel olarak zenginleştirmedeki ustalığını gösteriyor. İngilizce kadar Japonca'ya da sahip çıkan dil kullanımını altyazılarla, çevirmenlerle veya çeviri yapan teknolojik kulaklıklarla halletmesi de yerinde bir çözüm. (Tamamı Japonca çekilse çok daha orijinal bir kimliğe bürünebilirdi tabii.) Filmin tek kötüsü olan Vali Kobayashi'nin aslında çok üstünkörü bir kötü olarak tasarlandığının anlaşılması, dişi köpek Nutmeg'in esas oğlanın "chick"i olmak dışında işlevsiz bırakılması, Anderson'ın çoğu Amerikalı sinemacının hezeyanına kapılarak o kadar köpek ve Japon karakter dururken Amerikalı değişim öğrencisi sevimsiz Tracy'yi içinden çıkılması zor durumdan azmiyle çıkmayı başaran kilit bir pozisyona yerleştirilmesi ise filmin eksiklikleri. Tracy yerine bir Japon öğrenci konsa hikaye en ufak bir zarar görmeyecek iken, böyle bir filme "iş bitirici Amerikalı" yaması hiç iyi durmuyor. Yine de son zamanlarda sıkça rastlanan, hayvanlara, özellikle de köpeklere yönelik eziyet, işkence, cinayet vakalarını düşününce, hayvan barınaklarının içler acısı haline tanıklık edince, hatta faytonlara koşulacak atların nasıl perişan edildiklerini, yanan ormanlarda binlerce canlının nasıl katledildiğini, ekmeğinin peşindeki bir kartalın nasıl canice öldürüldüğünü görünce bir "köpek adası" fikrini akıllara getirebildiği için bile özel bir yapım. Hatta onları insan zulmünden uzak tutmak adına toptan bir "hayvan adası" fikri bile fena durmuyor.

2 Ağustos 2018 Perşembe

A Taxi Driver (2017)


Yönetmen: Jang Hoon
Oyuncular: Song Kang-ho, Thomas Kretschmann, Yoo Hae-jin, Ryu Jun-yeol, Park Hyuk-kwon, Choi Gwi-hwa, Cha Soon-bae, Shin Dam-soo, Yoo Eun-mi
Senaryo: Eom Yoo-na
Müzik: Jo Young-wook

Aralık 1979'da Jeon Doo-hwan'ın kurduğu askeri hükümet, 1980 Mayıs’ında öğrenci hareketlerini bastırmak için “savaş hali” ilan ederek üniversite öğrencilerini ve göstericileri tutuklamaya, orantısız güç kullanmaya ve nihayetinde ateş açmaya başlıyor. Yaklaşık 200 kişinin öldüğü, çok sayıda yaralı ve kaybın yaşandığı bu günlerde geçen, gerçek olaylara dayalı A Taxi Driver, Eom Yoo-na'nın ilk senaryosunu, Rough Cut (2008), Secret Reunion (2010) ve The Front Line (2011) gibi kaliteli yapımlara imza atmış Jang Hoon'un yönettiği bir dram. Karısını kaybetmiş, küçük kızıyla Seul'de yaşayan taksi şoförü Kim Man-seop, yüz bin won karşılığında bir müşteriyi Gwang-ju'ya götürme işi alan taksici bir arkadaşını atlatıp müşteriyi kapıyor. Bu müşteri ise Alman ARD kanalında savaş muhabirliği yapan Peter Hinzpeter'dir. Olayların en yoğun olduğu, giriş çıkışın yasaklandığı Gwang-ju'ya gitmek isteyen Hinzpeter ve paraya ihtiyacı olan taksici Kim, kendilerini nasıl bir ortamın beklediğinden haberleri olmadan yola koyulurlar. Peter'ın kendini iş adamı olarak tanıtarak girmeyi başardıkları Gwang-ju'dan çıkmaları o kadar kolay olmayacak, hayatları boyunca unutmayacakları olaylara tanık olacaklardır.

Güney Kore tarihindeki önemli trajedilerden biri olan 18 Mayıs olaylarının işlendiği May 18 (2007) filminden çok daha dirayetli, üstelik yaşanmış olaylardan uyarlanan ilgi çekici konusuyla hit olan A Taxi Driver, artık Güney Kore sinemasında alışık olduğumuz dram ve komedi dengesini iyi idare eden güçlü bir film. May 18 bence bunu başaramamıştı. Ama A Taxi Driver özellikle taksici Kim'in fazlasıyla doğal resmedilmesi nedeniyle bu dengeyi çok iyi kuruyor. Düz adam Kim, üniversite öğrencileri ve askeri rejime karşı direnen göstericileri tasvip etmeyen, kendi geçim derdine düşmüş, para için yapacağı işi, taşıyacağı müşteriyi sorgulamayan biri iken, ağır ama emin adımlarla yaşayacağı değişim ile özel bir numune. Jang Hoon iyi bir yönetmen olduğu için bu değişimin gereklerini başarıyla yerine getiriyor. Özünde zaten iyi bir insan olan Kim'i dönüştürmek kolay gibi görünebilir. Fakat bu iyiliği, merhameti, vicdanı sivriltecek çok sayıda trajik olaya tanık olması, onu bu tarihi bilinç ve yapılan direnişi anlama çerçevesinde olgunlaştıracak etkilere sahip. Bu düz adam doğallığı, onu aynı zamanda filmin en güçlü mizahi unsuru haline getiriyor ki, buradaki spontane mizah, May 18'deki gibi eğreti durmuyor, gerektiği yerde denge kurmasını biliyor.

Filmde Mayıs 1980 dehşetinin kanatları altında sadece taksici Kim'in dönüşümünü değil, Kim ve Peter arasında adım adım kurulan bir dostluğun kurulumunu da izliyoruz. Dil sorununu çoğunlukla vücut dili ve tarzanca ile aşan ikili, Peter'ın haber uğruna gözü kara karakteri ile, Kim'in bir an önce kazasız belasız Seul'e dönme arzusu arasında sıkıntılar yaşıyorlar. Tabii bunlar güçlü bir dostluğun temellerini atan zor zamanlar. Peter, bu coğrafyada yaşanan zulmü kamerasına kaydedip tüm dünyaya duyurma misyonuna sahip olduğu için çok önemli bir konumda. Ama bu cehennemden çıkabilmesi için Kim'in cesaretine ve taksisine ihtiyacı var ki, bu karşılıklı zoraki bağlılığın yavaş yavaş karşılıksız bir dostluğa dönüşmesi fikrine yapılan vurgu çok değerli. Gwang-ju'nun dehşet veren atmosferinin kalabalık figürasyonla betimlenişi, gece konuk olunan bir ailede yaşanan sevimli anlar, trajik ölümler, sansür yüzünden hiçbir şey bilmeyen dünyanın Gwang-ju gerçeğinden haberdar olması için yapılan kahramanlıklar, özellikle sonlara doğru nefes kovalamaca A Taxi Driver'ı belki de şimdiye dek Mayıs 1980 olaylarıyla ilgili en önemli film haline getiriyor. Her filminde klasını konuşturan muhteşem Song Kang-ho, yine gülen, güldüren, ağlayan, ağlatan, öfkesiyle gücüne güç katan unutulmaz bir karakter yaratıyor. Alman aktör Thomas Kretschmann ve Gwang-julu taksici Tae-sul rolüyle Yoo Hae-jin de çok başarılı performanslar ortaya koyuyorlar. Filmin sonunda gerçek Peter Hinzpeter'in duygusal bir konuşmasından yapılan alıntı, bu tip gerçek hikaye uyarlamalarının sonunda yer alan güçlü etkiyi hissettiriyor.