30 Temmuz 2018 Pazartesi

Los lunes al sol (2002)


Yönetmen: Fernando León de Aranoa
Oyuncular: Javier Bardem, Luis Tosar, José Ángel Egido, Nieve de Medina, Enrique Villén, Celso Bugallo, Aida Folch, Joaquín Climent, Serge Riaboukine, Laura Domínguez
Senaryo: Fernando León de Aranoa,  Ignacio del Moral
Müzik: Lucio Godoy

Fernando León de Aranoa ve Ignacio del Moral'ın senaryosunu yazdığı, Aranoa'nın yönettiği Los lunes al sol, İspanya'nın liman kenti Vigo'da geçen mükemmel bir dram. Konusu, karakterleri ve onların yaşadıklarıyla asla eskimeyen, her izlendiğinde yeni ayrıntılar keşfedilen harika bir yapım. Çalıştıkları tersaneden çıkarılan bir grup arkadaşın özel hayatları ve birbirleriyle ilişkilerini konu alan film, bugüne dek işsizlik üzerine çekilmiş en iyi filmlerden biri. Günlerini, tersaneden tazminat almayı başararak El Naval adlı bir bar açan arkadaşları Rico'nun yerinde geçiren dört arkadaş için hiçbir şey artık çalıştıkları dönemdeki kadar kolay değildir. Ekonomik, psikolojik ve ailevi hayatlarında türlü zorluklarla mücadele etmek durumunda kalmışlardır. Farklılıklarına rağmen ortak paydalarda buluşabilen, kolaylıkla birbiri ardına duygu sömürüsü pompalayarak anlatılabilecek bu hikayeleri doğal, eğlenceli, hüzünlü bir karışımla, ama hep itidalli biçimde işleyen Aranoa, bir an olsun teklemeyen bu karışımı çok iyi yazmış, kurgulamış ve yönetmiş.

Santa (Javier Bardem), işten çıkarılmasını hiç hazmedememiş, ama içinde bulunduğu durum hayata tutunmasına engel olmamış, dalgacı, çapkın ve fırsatlara karşı hep uyanık bir adam. Grev karışıklığı sırasında kırdığı sokak lambası nedeniyle kendisine açılan yüksek meblağlı tazminat davası yüzünden başı dertte. Arada geceleri zengin ailelerin çocuk bakıcılığına giden Rico'nun kızı Nata'nın yerine geçerek bakıcılık ücretinden pay alıyor. Jose (Luis Tosar), Santa'ya göre sessiz, içine kapanık ve artık öfkesini kanıksamış. Onun en büyük derdi, kendi işsizken karısı Ana'nın bir balık fabrikasında çalışıyor olmasından dolayı duyduğu eziklik. En büyük korkusu da karısının birgün onu terk edecek olması. Kredi çekmek istiyorlar ama bankalar hep Ana'yı muhatap aldıkları için gururu öfkeye dönüşüyor. Lino (José Ángel Egido) işsiz kalması sonrası iş başvurularına katılmaktan hiç vazgeçmemiş, fakat yaş sınırına takılan, yarı yaşındaki diğer adaylar gibi genç görünmek adına saçını boyayan, oğlunun kıyafetlerine dadanan bir karakter. Oğlundan bilgisayar dersleri alarak çağı yakalamaya çalışıyor. En yaşlıları ve suratsızları olan Amador (Celso Bugallo) ise bardaki sabit yerinde gamlı baykuş gibi karamsarlığıyla arada bir söz alıyor. Bir yandan da herkesi karısının seyahatten bugün yarın döneceği konusunda ikna etmeye çalışıyor.

Aranoa, içten ve gerçekçi gözlemlere dayalı olduğunu düşündüren karakterlerini tasarlayıp onların birbirleriyle olan samimiyetlerini, atışmalarını, sisteme karşı bastırılmış öfkelerini ince detaylarla sağlama aldıktan sonra her birine yakın plan girmeye başlıyor. Saymakla bitmeyecek bu detaylar, her bir karakterin yaşamlarından kesitlere meze oluyor. Dengeli ve incelikli bir kurguyla özellikle Santa, Jose ve Lino'nun bu sıkıntılı süreçlerini mizah ve hüzün birlikteliği içinde tecrübe ediyoruz. Bu beraber ve solo skeçlerin bütünlüğü bozmaması, tam aksine bütünlüğün kendisini oluşturması hayranlık veriyor. Santa, Jose, Lino üçlüsünün hikayelerinden üç film birden çıkaran Aranoa, bunlara Amador'u da usul usul dahil edip, filmin en derin darbelerinden birini buradan vuracağının sinyallerini veriyor adeta. Hepsi hayatın içinden, her ülkenin başına gelmiş, her ferdi yaralamış, halen de vahşi sıfatını uygun gördüğümüz kapitalizmin yaralamayı sürdürdüğü tanıdık hikayeler bunlar. Filmin üzerine çökmüş kara bulutların mizahı da kara yapması kaçınılmaz. Bu öyle bir talihsizliktir ki, beleş izlediğiniz maçın golünü göremezsiniz, haklı öfkenizin dışavurumunun üzerine bir de tazminat ödemeye mahkum edilirsiniz, saçlarınıza düşen akları saklamak için sürdüğünüz boya akar, parasız gittiğiniz markette market arabası yerine midenizi doldurmak zorunda kalırsınız, kaynakçı olarak işsiz kalsanız bile hayallerinizde İsviçre'ye kayağa gidebilirsiniz.


Los lunes al sol, işsizliğe dair ne varsa öyle ya da böyle söylüyor. Çalışanların yıllarını verdiği iş yerinin, sırf ekmek kapısı olduğu için değil, sosyalleştiği, ailesi gibi gördüğü insanlarla buluşma noktası olması sebebiyle kapanmasını istememeleri gibi. Amacın aslen çok para kazanmak değil, bir işe yaradığını hissetmek olması gibi. İşsiz iken başa gelecek en kötü şeylerden birinin yalnız kalmak oluşu gibi. İşini kaybedince insanın yaşlandığını daha keskin biçimde fark etmesi gibi. Gururu bir kenara bırakmanın zorluğu gibi. Başka hayatların, başka insanların, başka fırsatların yanıbaşımızdan geçip gitmesini daha dinç gözlerle izlemek gibi. Siyam ikizleri misali kenetlenmiş iş arkadaşları ile beraber düşüp beraber kalkmanın önemi gibi. Çalışırken umurumuzda olmayan Pazartesi güneşinin farkına varmak gibi. (Ve evet, Ağustos Böceği gerçekten alçağın tekidir.) Üstelik film hoyratça testosteron salgılamıyor. Tek başına ev geçindirmek durumunda kalan, üstüne Jose gibi gururuyla zor bir adamı idare eden Ana, tersaneden aldığı tazminatla bar açan babası Rico'ya destek olan, ekstradan yaptığı çocuk bakıcılığı işiyle de Santa'ya yardım eden zeki ve sevimli Nata, yalnız iki sahnede görünmesine rağmen çocuğuna bakabilmek için marketlerde peynir tatma standında çalışan dul Ángela gibi ekonomik krizin hırpaladığı naif kadın resimleri de çiziyor.

Filmde her karakter kendi gerçeğini yaşıyor, onlarla hergün farklı şekillerde yüzleşmek zorunda kalıyor. Kendi dertleri olmasına rağmen özellikle Santa hepsinin hikayesinde mutlaka kendine bir yer buluyor. Her an bela çıkaracakmış gibi durmasına rağmen birleştirici karakteri, dostluğa verdiği değer, uyuşmasına izin vermeyip sürekli beslemek istediği öfkesi onu çok ayrı bir yere koyuyor. Kariyerinin en iyi performanslarından biri olarak Javier Bardem'in onu ete kemiğe dönüştürmesi olağanüstü. İspanya'nın en prestijli sinema festivali olan 2003 Goya Ödüllerinde En İyi Film ve Yönetmen, En İyi Erkek (Bardem), En İyi Yardımcı Erkek (Tosar), En İyi Yeni Aktör (Lino rolüyle José Ángel Egido) ödülleri kazanan film, özellikle Bardem'i uluslararası boyutlarda daha tanınır bir aktör haline getirmişti. Bardem ve Fernando León de Aranoa şimdilerde Loving Pablo gibi düşük profilli filmlerde işbirliği yapıyorlar. Ama zamansız bir film olan "Güneşli Pazartesiler"in yeri hep ayrı olacak. Kolay yoldan para kazanmanın ne olduğunu bilmeyen, çalışan, çalışmak isteyip iş bulamayan, sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalan herkesin kendinden çok şey bulacağı Los lunes al sol, bir anlatıcı olarak sanatlar arasında sinemanın rolünün ne denli önemli olduğunun kanıtı olan filmlerden.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Molly's Game (2017)


Yönetmen: Aaron Sorkin
Oyuncular: Jessica Chastain, Idris Elba, Kevin Costner, Michael Cera, Jeremy Strong, Chris O'Dowd, Bill Camp, Brian d'Arcy James, Graham Greene
Senaryo: Aaron Sorkin, Molly Bloom
Müzik: Daniel Pemberton

Molly's Game, olimpik klasmanda yarışan bir kayakçıdan, 10 sene boyunca tüm zamanların en yüksek meblağlı poker turnuvalarının organizatörlüğüne uzanan yolda Molly Bloom'un yaşadıklarını izlediğimiz bir gerçek hikaye. Bir müsabaka sonrası sakatlandıktan sonra ailesinden uzaklaşıp geçim derdine düşen, adım adım illegal poker dünyasına girip beklenmedik bir kariyer yapan Bloom'un hikayesi gerçekten bir filmi hak ediyordu. Filmin başında FBI'dan baskın yiyip gözaltına alınan Molly'nin sesinden geçmiş ile şimdiki zamanı arasında mekik dokuyarak bu ilginç yükselişe tanık oluyoruz. Aralarında Hollywood yıldızları, sporcular, iş dünyasının tanınmış isimleri ve Rus mafyasının bulunduğu müşteri portföyü açığa çıkınca bir anda kurtlar sofrasında tek başına kalıyor. Servetine el konmuş, medyanın ve kamuoyunun gözü önündeki Molly için durum hiç de iç açıcı değil. Üstelik elinde müşterilerinin mesajları, mailleri ve yazışmalarının bulunduğu kirli çamaşırlarla dolu bir hard disk de mevcut. Güçlü bir avukata ihtiyaç duyuyor ve birkaç duraktan sonra onlardan biri olan Charlie Jaffey (Idris Elba) ile anlaşıyor.

Molly Bloom'un aynı adlı kitabını beyaz perdeye uyarlayan ve yöneten ise Aaron Sorkin. Bu da, The Social Network, Moneyball, The Newsroom dizisi, Steve Jobs gibi konuşkan bir senaryo izleyeceğimiz anlamına geliyor. Nitekim durmak bilmeyen diyalog temposu içinde sıklıkla altyazı okumaktan oyuncuların jest ve mimiklerini kaçırdığımız bir film ortaya çıkıyor. Kitabı okumayanlar için Bloom'un anlatım üslubu Sorkin senaryosu ile nasıl örtüşüyor bilmiyoruz. Ama şu haliyle sanki koskoca kitaptaki tüm cümleleri kendi uzun ve hızlı stiliyle 140 dakikaya sığdırmak isteyen bir Sorkin var yine. Bloom'un kitaptan çıkma cümleleri, filmde onu anlatıcı pozisyonunda çok daha etkin kılarken, karşılıklı konuşmalarda Sorkin'in eli değdiği çok belli pratiklerde bazı sorunlar yaşıyor. Örneğin, karakterlerin birbirlerine normalden uzun ve sık sık komplike cümleler kurmaları, üstelik bunu müthiş bir hazırcevaplılıkla yapmaları, aralara espriler, imalar, teşbihler, anektodlar yerleştirmeleri, bu diyaloglara ikna olma konusunda gerçekten zorlayıcı nitelikte. Öte yandan filmin kendini en güçlü ifade ettiği düşünülen alanda en ciddi sorunları yaşıyor olması da gayet normal.

Mesele Sorkin'in kitaptan uyarlanmış senaryosu değil, daha çok uyarlama temposu. Molly's Game, aynı zamanda Sorkin'in yönettiği ilk film. O konuda pek bir acemilik sezilmiyor. Hatta 40 yıllık yönetmen gibi bilinçli, (senaryo gereği) tempolu, direksiyon hakimiyeti iyi bir yönetmenlik sergiliyor. Ne var ki hemen her senaryosunda boğazımıza metin tıkama huyunu da sürdürüyor. Molly Bloom da, Charlie Jaffey de zeki ve konuşkan insanlar. Ama özellikle ikili arasındaki diyalogların yoğunluğu ve sürati neticesinde gerçeklikten uzaklaşmalar baş gösterebiliyor. Sorkin'in bu tip diyaloglardaki karakter tanımlamaları bazen fazla kitabi kaldığından, tumturaklı cümleler de birbirinin ayağını kolayca kaydırabiliyor. Ancak bu durum, özellikle poker sahnelerinde iyi çalışıyor. Tabii oralarda da poker bilgisi olmayan seyirci için dezavantajlar var. Molly Bloom'un yükseliş, sonra dibe vuruş ve yargılanma süreçleri flashback ve şimdiki zaman karışımı olarak ilerlerken, bir de bunun üzerine Dean Keith, Harlan Eustice, Bad Brad gibi poker müdavimlerinin, hatta Matthew Robinson gibi 1930'lardaki bir atletin kısa ama etkili hikayeleri de biniyor ki, Sorkin'in bu kadar çok organize edilecek meselenin altından yine de iyi kalktığı söylenebilir.


Filmin etik açıdan kendiyle barışık olması için elinden geleni yaptığı da görülüyor. Spor kariyeri sonlanınca önce geçim derdine, durumu iyiye gidince de yasadışı poker organizasyonundan kazandığı sefayı sürdürmenin derdine düşen Molly'yi kendi zekası ve çabası ile ayakları üstünde duran güçlü bir kadın karakter olarak görmemiz talep ediliyor. Hesabını bilmedikleri paralarıyla ne yapacaklarının kararını kendileri veren zenginlere istedikleri eğlenceyi sunan Molly'nin, "kumar oynatıp hayatları söndürüyor" diye adil olmayan biçimde yargılanmasını istemiyor. Zaten var olan bu kumarbaz potansiyelini kendi organizasyonuna çekmek için fırsatları değerlendiren Molly'nin yasalara ve kendi prensiplerine bağlı girişimci yönü, hırsı ve zekası bu güçlü kadın figürünün salt bir imajdan ibaret olmadığını kanıtlıyor. Molly'nin psikiyatrist babasıyla bankta yaptığı konuşma, aslında filmin bazı dertlerini çok iyi temize çekiyor. Molly'nin pekçok alanda başarılı olabilecek iken neden bu yolu seçtiğini, baba Larry'nin neden Molly'ye mesafe aldığını, özellikle ergenliğinde birbirlerini çok zorlayan baba kızın yıllar sonra bunun nedenlerini çözümledikleri iyi bir hesaplaşma sahnesi.

Özellikle Jolene, Zero Dark Thirty, Miss Sloane, Miss Julie, The Zookeeper's Wife, Woman Walks Ahead filmlerinde bir erkek oyuncunun gölgesinde olmayan başroller üstlenmiş, gücü ve zayıflıklarıyla merkezde duran kadın karakterleri başarıyla canlandırmış Jessica Chastain, Molly Bloom için biçilmiş kaftanlardan biri. Idris Elba da, Molly'yi savcılarla anlaşma masasında savunduğu sahne başta olmak üzere yer aldığı her sahneye klasını yansıtyor. Güçlü erkeklere karşı güç sahibi olmak, onları kontrol etmek gibi bir amacın gölgesinde, sportif alanda yaşadığı şanssızlık sonrası Molly'nin spesifik olarak kendini ezmeye çalışan erkeklere, en çok da ayakları üzerinde durabilen bir birey olduğunu kendi kendisine kanıtlaması, temelde Sorkin'in çıkarmamızı istediği fikirlerden biri. Bunu yaparken, Molly'nin babasının kızına 3 senelik terapiyi 3 dakikada yapmaya çalışması gibi hızlı ve teferruatlı cümlelerle seyirciye yapıyor adeta. Belki de romanın okunmuş kadar olmasını istiyor. İyi bir yönetmen olduğunu da göstermiş olan Aaron Sorkin'in en iyi yanı olan senaristlik, hala onun en çok tartışılması gereken yönü olmaya devam ediyor.

17 Temmuz 2018 Salı

Avengers: Infinity War (2018)


Yönetmen: Anthony Russo, Joe Russo
Oyuncular: Robert Downey Jr., Chris Hemsworth, Chris Evans, Benedict Cumberbatch, Mark Ruffalo, Scarlett Johansson, Tom Holland, Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Chadwick Boseman, Paul Bettany, Elizabeth Olsen, Sebastian Stan, Pom Klementieff, Don Cheadle, Anthony Mackie, Karen Gillan, Tom Hiddleston, Letitia Wright, Danai Gurira, Peter Dinklage, Idris Elba, Benedict Wong, Benicio Del Toro, Carrie Coon, William Hurt
Senaryo: Christopher Markus, Stephen McFeely
Müzik: Alan Silvestri

Stan Lee ve Jack Kirby'nin temellerini attığı Marvel Evreni'nin Marvel Cinematic Universe (MCU) yolculuğundaki en mühim noktası olan Avengers: Infinity War, ilk bölümüyle beklendiği gibi infial yarattı. Öncesinde 18 film bulunan bu evren, süper kahramanları önce solo filmleriyle tanıtmaya başlamış, sonrasında iki Avengers filmiyle birleşmeye giden rotaya girmişti. İki adet Guardians Of The Galaxy filmiyle de başka bir ekibin doğrudan birleşmesini konu almıştı. Çizgi romanlardaki işlenişe sadık kalınan bölümler kadar, bazı değişikliklerle onların MCU normlarına uyarlanması da söz konusu. Tüm bu filmlerde ucundan kıyısından 6 adet sonsuzluk taşının iyi ve kötü kahramanlar arasındaki yolculuğuna da tanık olduk. Bu taşların hepsini ele geçirerek Yenilmezler'in bile yenemeyeceği sonsuz güce sahip olmak isteyen Thanos'u ise çoğunlukla after credit sahnelerde gördük. Vision'ın alnındaki Zihin Taşı, Dr. Strange'in boynundaki kolyede bulunan Zaman Taşı ve Vormir denen bir yerdeki Ruh Taşını da elde ederek nihai amacına ulaşmak isteyen Thanos'u durdurmak, bu filme kadar izlediğimiz tüm Marvel yapımlarında anlatsak roman olacak olaylar dizisinin sonucunda her biri bir yere savrulmuş süper kahramanların tekrar biraraya gelmeleri halinde mümkün olacak sanıyoruz. Ama sadece sanıyoruz. Çünkü bu o kadar kolay görünmüyor. Zira bu kez karşımızda hiçbir Marvel filminde görmediğimiz kadar zalim, derin, gizemli, karizmatik ve kafa karıştıran bir kötü var.

Infinity War, en son Thor: Ragnarok'un after credit sahnesinde gördüğümüz üzere, Thor ve Loki'nin Asgard'dan kurtardığı halkıyla birlikte bindiği uzay gemisinin Thanos'un devasa gemisiyle karşılaşması sonrasında başlıyor. Bu karşılaşmanın trajik sürecini pas geçip, trajik sonuçlarıyla yüzleştiğimiz bölümde Thanos ve bir grup ihtişamlı kötüden oluşan Black Order'ın zalimlikleri sonucu bahtsız Thor yine uzaya savruluyor. Öte yandan, bir bardak suda fırtına yarattığını düşündüğüm Captain America: Civil War'un ardından çil sürüsü gibi dağılan Avengers ahalisinin Thanos'un eksik taşların peşinde olduğu gerçeği nedeniyle tekrar birlik olma çabalarını izliyoruz. Özellikle eksik taşları elinde tutan Dr. Strange ve Vision'ın Black Order ile mücadeleleri, kahramanların kendi iç hesaplaşmalarını, sorunlarını, zayıflıklarını bir kenara bırakıp kenetlenme süreçleri filmin Avengers kanadında yaşanan, kendi bünyesinde akıcı, abartısız ve makul yöntemlerle işleniyor. Fakat işin bir de Thanos kanadı var ki, bunca zaman after credits bölümlere hapsedilmiş, yarattığı gizemli tehditin bir gün mutlaka vuku bulacağı gerçeği bilinen bu süper kötünün MCU sularında nasıl yüzdürüleceği, Avengers: Infinity War'un en büyük merak konusuydu.


İlk kez 1973 yılında Jim Starlin tarafından yaratılıp Marvel çizgi roman evrenine dahil edilen Thanos, Titan gezegeninde doğmuş, çocukluğundan gelme travmaları olan, çok gelişmiş zihin gücüyle kozmik enerjiye hakim olabilen, istediği yere ışınlanabilen, askeri dehaya sahip, felsefeye düşkün, ölüme takıntılı (çizgi romandaki Ölüm karakterine sırılsıklam aşık), 446 kiloluk mor bir mutant. Bugüne dek süper kahraman filmlerinin kötü karakterlerinin türlü motivasyonları olduğunu gördük. En bilineni de dünyayı ele geçirmekti. Hemen hepsi de başarısız oldu, unutuldu gitti. Thanos da uzun ömrü boyunca gezegenler işgal etmiş, o gezegenlerdeki halkları katletmiş, evrenin hakimi olmak isteyen bir kötü. Ama sonsuzluk taşlarına sahip olmadan da gayet güçlü iken, taşlara sahip olduğunda bir parmak şıklatmasıyla evrenin yarısını yok etmek gibi bir amaca sahip olması, onu gelmiş geçmiş tüm Marvel kötüleri arasında sıradışı bir yere koyuyor. Gerçi o evrende tüm kötülerin atası olarak zaten en üstte yer alıyor. Bu motivasyon, bir yandan da filmi aşarak bambaşka tartışma ve teori alanları yaratıyor ki, Infinity War'un 10 yıllık bir serüvenin son durağı olması bu fikir çeşitliliğinin ışığında daha da anlamlanıyor. Peki Thanos neden böyle birşey yapmak istiyor? En önemlisi de bu düşüncesinde haklı mı?

Thanos'un geçmişte gezegeninin kaynaklarının kuruması ve işe yaramaz bir hale gelmesi neticesinde bu durumdan etkilenip, bundan böyle ele geçirdiği gezegenlerdeki nüfusun yarısını yok ederek denge sağlamak gibi bir düşüncesi var. Ona göre canlılar kendilerini kontrol edemiyorlar. Küresel ısınma, nüfus artışı, doğal kaynakların tüketilmesi, anlaşmazlıklar, savaşlar gibi sebeplere çare olacağı düşüncesiyle dünya nüfusunun %50'sinin bir parmak şıklatmayla yok olması fikri her bünyede farklı yankı buldu. Bu, Thanos tarafından da enine boyuna düşünülmüş bir çözüm gibi durmuyor. Dünya nüfusunun düz hesap 7 milyar 600 milyon olduğu düşünülürse, bir saniyede 3 milyar 800 milyon kişinin iyi-kötü, zengin-fakir, yetişkin-çocuk ayrımı yapılmadan yok edilmesinin sonuçları öngörülemez. İnsanoğlu olarak katil, hırsız, yalancı, duyarsız, bencil, cahil, ırkçı, hayvan düşmanı, doğaya ilgisiz, çocuk istismarcısı, empati yoksunu, din taciri, para kölesi olabiliriz. Elbette hepimiz öyle değiliz ancak öyle olanlarımız ve olmayanlarımız yüzyıllar boyu hep burun buruna yaşadı, yaşıyor. Thanos'un yöntemi kadar olmasa da dünyanın şu anki halinin her kulvarda bir balans ayarına ihtiyacı olduğu kesin. Zira hatalarımız çığrından çıkalı çok oldu. Bu bağlamda Thanos'un bir Marvel antagonisti olarak sempatik görülmesinin ardında gücü ve karizması kadar, yok olan %50'nin arasında sevdiklerinin de olabileceği ihtimalini umursamayıp, dünyanın selametini düşünen bir kitlenin romantik refleksleri de yatıyor. Nüfus arttıkça ihtiyaçların da arttığı, kaliteli yaşam standartlarının düştüğü, insanların kendini dine verdiği, cahilleştiği, akıl tutulmasına girip bir bitki gibi yaşadığı gerçekler düşünülürse, birilerinin değişim yaratacağına dair umutlar bu reflekslere sirayet etmekte güçlük çekmiyor.


Çizgi romanda Thanos bu kararı aşık olduğu Ölüm'ü etkilemek için alıyor. Neyse ki filmde böylesi saçma bir motivasyona prim verilmemiş. Ama Thanos'un, alelade bir Marvel kötüsü olarak işlenmediğini söylememize gerek yok. Tam tersi, şimdiye kadarki solo Marvel filmlerinde ve ilk iki Avengers filminde kimlerin ön planda olduğu belliyken, Infinity War'ın başrolü Thanos desek yanlış olmaz. Onun zalimliklerini, taşlar uğruna nelerden feragat ettiğini, Tanrıyı oynamasını görüyoruz. Ama yumruk yediğini, tuzağa düştüğünü, ölümden döndüğünü, acı çektiğini, ağladığını da görüyoruz. O kadar yıl ve sürüyle filmden sonraki tek amacın Thanos'un durdurulması üzerine olması boşa çıkmamış gibi hissediyoruz ki, bu az birşey değil. Hawkeye ve bir türlü Banner'ın içinden çıkamayan Hulk haricindeki bütün Marvel cemaatinin seferber olması, film öncesi nasıl bir rol dağılımı olacağı yönünde düşüncelere sevk ediyordu. Ama üç Captain America filmi ile Thor: The Dark World'ün senaryolarını yazmış Christopher Markus ve Stephen McFeely ikilisi, orijinal materyali de yadsımadan kilit kahramanları öne çıkararak bu kalabalığı dengeli biçimde organize etmeyi başarıyorlar. Kilit kahramanlar ise, Avengers'ta ağırlığını hep hissettiren Iron Man, Thanos'u alt etme planlarında hep aktif rol üstlenen ve bizim henüz görmediğimiz gelecekteki 14 milyonda bir ihtimali gören Dr. Strange, arı gibi çalışan Spiderman ve Ragnarok'ta eğitici bir varoluş seyahatinden geçen, burada da uzay boşluğuna savrulduktan sonra toparlanıp yine müthiş bir geri dönüş yapan Thor olarak göze çarpıyor.

The Winter Soldier ve Civil War'ı yöneterek sinematik evrene ısınan Anthony ve Joe Russo kardeşlerin yönettiği Infinity War, tavan yapan beklentileri karşılıyor. Russoların kalabalık kahraman grubunu idare edişleri, Thanos gibi kalıpların dışında bir kötü karakteri ele alışları, atmosfere hakim teknik yeterlilikleri, müthiş aksiyon sekansları, kahramanlar ve Thanos arasındaki güç ve felsefi zıtlıkları ete kemiğe getirişleri, Marvel filmlerinde görmeye alışık olunmayan finali işleyişleriyle bu ateşten gömleği başarıyla giyiyorlar. Kahramanları artık onları canlandıran oyuncular olarak değil, üzerlerine giydikleri kostümler ve temsil ettikleri değerler üzerinden kanıksadık. Fakat yeşil ekran teknolojisinin Josh Brolin aracılığıyla Thanos'u canlandırmadaki olağanüstü becerisi, Andy Serkis'in özellikle Planet Of The Apes'te Caesar'a hayat verişindeki teknik ustalığın aktörlükle birleşimini andırsa da, bulunduğu hayati konum gereği Thanos'un her bir ayrıntısındaki özen hayranlık verici boyutlarda. 2019'da gösterime girecek devam filmine Brie Larson'ın canlandırdığı, kilit bir rol üstlenecek olan Captain Marvel ile birlikte Ant-Man, The Wasp ve başka katılımların olacağı sır değil. Infinity War sayesinde hem senaristler Markus ve McFeely, hem de yönetmen Russo kardeşler yeterince güven vermiş vaziyetteler. Ne var ki o malum sesten bir saniye sonra dünya sakinlerini nelerin beklediği süper bilinmeyene de tatminkar cevaplar verme sorumlulukları var.

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Rumble: The Indians Who Rocked The World (2017)


Yönetmen: Catherine Bainbridge, Alfonso Maiorana
Müzik: Benoît Charest

Catherine Bainbridge'in Alfonso Maiorana ile birlikte yazıp yönettiği Rumble: The Indians Who Rocked The World, yıllar boyu hor görülmüş, asimile edilmiş, dışlanmış, katledilmiş Amerikan yerlilerinin tarihte bıraktıkları etkileri bu defa müzik tarihi içinde inceleyen kapsamlı bir belgesel. Tabii bir müzik belgeseli olması, onun tarihi, kültürel, toplumsal ve psikolojik gerçekleri devre dışı bırakmış olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi, Bainbridge ve Maiorana bu gerçeklere sıkı sıkıya bağlı bir belgesel meydana getiriyorlar. ABD Hükümetinin 1907'de, Amerikan yerlilerinin müziklerini kaydetmek için bir komisyon kurduklarını, çünkü bu şarkıların geleceğe aktarılmayacağından emin olduklarını belirterek sözlerine başlayan film, aslında bu müziklerin nasıl ve kimler tarafından geleceğe aktarıldıklarını örneklerle bir bir önümüze seriyor. Bu örneklerin birçoğunu tanıyor (bazılarının yerli olduklarını yeni öğrenip şaşırıyor), tanımadıklarımızla tanışıyor, bıraktıkları tutkulu ve kalıcı etkileri görünce hayran kalıyoruz. Bu yerli müziklerinin rock, r&b, blues, pop, caz gibi farklı türler üzerindeki öncü ve dönüştürücü rolü karşısında hayranlığımız daha da artıyor.

Belgesel, Jimmy Page'den Iggy Pop'a pekçok kalburüstü müzisyenin hayatını değiştirmiş olan Link Wray'in etkilerinin müzik dünyasındaki yansımaları ile başlıyor. Wray'in 1958'de yayınladığı Rumble, gitarda ‘feedback' ve ‘distortion'ın ilk kez kullanıldığı, aynı zamanda tamamen enstrümantal bir parça olmasına rağmen radyolarda çalınmasının yasaklandığı ilk şarkı olması nedeniyle müzik tarihinde önemli bir yere sahip. Ama Link Wray ile ilgili çoğu kişinin bilmediği şey ise onun kızılderili köklerinden geliyor olması. Rumble'ın ikonik gitar melodisiyle kendinden geçmiş, hatta hayatı değişmiş müzisyenlerin bu şarkı ve Wray hakkında yorumları, bu etnik gerçeğin öne çıkarılmayı hak ettiği bir filtre ile sunuluyor. Bainbridge - Maiorana ikilisi, önce farklı müzik türlerine ait öncü isimleri ve onların hem etnik, hem de müzikal köklerini bir arada ele alarak bunları sağlam kanıtlar, dürüst ve zekice yorumlarla destekliyor. Etnik müzik araştırmacıları, tanınmış müzik yazarları, tecrübe abidesi müzisyenler, tarihçiler, hepsi çok çarpıcı örnekler vererek müzik dünyasındaki "yerli" etkisinin doğuşu, gelişimi ve bilinmeyenlerini açıklayarak ağzımızı açık bırakıp, tüylerimizi diken diken ediyorlar adeta.

Rock kulvarındaki Link Wray etkisinin ardından, onlarca çeşit blues formundan hangisi olursa olsun, Eric Clapton'dan Bob Dylan'a yüzlerce müzisyene ilham kaynağı olmuş Charley Patton'ın da bir kızılderili olduğunu öğreniyoruz. O Charley Patton ki, günümüzde blues müziğin atalarından sayılan Pop Staples, Son House, Howlin' Wolf'a gitar çalmayı öğretmişti. O Charley Patton ki, gitarını aynı zamanda bir davul gibi ritim tutmak için de kullanmıştı. Ve o davul ki, kölelik zamanlarında asi bir enstrüman olarak tanımlandığı, insanları isyan çıkarmak için organize etme kapasitesine sahip olduğu için yasaklanmıştı. Ama Patton'ın geride bıraktığı müzikal öncülüklerin o dönemin dinamiklerine meydan okuması, günümüze kadar ulaşabilmesi kaçınılmazdı. Çünkü bunlar insana, insan özgürlüğüne dairdi. Aynı şekilde 20'li ve 30'lu yıllarda cazın konumlandırılışında bir köşe taşı olarak kabul edilen Mildred Bailey, içinde Amerikan yerli kanı da bulunan karışık bir etnik kimliğe sahip Jimi Hendrix, Come and Get Your Love ile (Guardians Of The Galaxy'nin jenerik şarkısı) büyük bir hit şarkıya imza atan Redbone, pop sahnesinden Taboo (Black Eyed Peas), 80'ler hard rock döneminde çok başarılı bir gitarist iken yolunu şaşıran Steve Salas (Apache) ve onu köklerine döndüren davul virtüözü Randy Castillo (Ozyy Osbourne), kızılderili olmanın gururunu taşıyan isimler.

 
Ünlü olmaya başladığı zamanlarda "kızılderili olduğun için gurur duy, ama bunu kime söylediğine dikkat et" diyen tavsiyelere uyduğunu söyleyen Robbie Robertson, The Hawks ve The Band isimli gruplarıyla neredeyse etkilemedik müzisyen, hatta Martin Scorsese gibi başka branşlardan insan bırakmamıştı. Taj Mahal, John Lennon, Eric Clapton, George Harrison, Jackson Browne, John Trudell gibi dev isimlerin hayran olduğu kızılderili kökenli gitarist Jesse Ed Davis ve onun başarı ve hüzün dolu hikayesi de belgeselde yer almakta. Aktif biçimde yorumlarıyla izlediğimiz Robertson ve Trudell, filmdeki bu kısa hikayeleri daha da anlamlandıran müdahalelerde bulunuyorlar. Özellikle ırkçı faşist yönetimlere ve Vietnam Savaşı'na tepki olarak protest bir dönüşüm geçiren folk müzikte ise Joan Baez'den önce Buffy Sainte-Marie, Bob Dylan'dan önce Peter La Farge vardı ve ikisi de kızılderili köklerinden geliyordu. Üstelik FBI onları kara listesine aldı, radyo ve televizyonlar onları yasakladı. Buffy Sainte-Marie'ye göre bu yasakların sebebi -bize de tanıdık gelecek şekilde- direk radyo ve TV'ler değil, onları satın alıp köleleştirmiş petrol şirketleri, uranyum hırsızları, yani kitlelerin protest müzik sayesinde etkileneceğini bilen rant sahipleri olduğunu ifade ediyor.
 
29 Aralık 1890'da Amerikan Ordusu Wounded Knee'de 300'den fazla kızılderiliyi katletmişti. Bunların arasında Ghost Dancers denilen kabile müzisyenleri ve dansçıları da bulunuyordu. Belki şu an o günlerden uzaktayız. Ama ırkçılık ve faşizm dünyanın çoğu yerinde irili ufaklı şekillerde hala varlığını sürdürmekte. Üstelik bu baskı odakları sıkıştıkça "köklerimizi unutmamalıyız, geçmişimize sahip çıkmalıyız" diye kendi sınırlı geçmiş algılarını insanlara dayatmaktalar. Oysa bu belgeselde sadece müzisyen camiasındaki örneklerini gördüğümüz kızılderili toplumunun başka alanlarda da ne kadar aktif ve ilham verici olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Özellikle tarihçi ve genetikçi Erich Jarvis'in çok güzel özetlediği, burada yorumlaması çok uzun sürecek bilgiler ışığında, Afro-Amerikan toplumun kızılderililerle olan organik bağları, o sahip çıkılması gereken asıl geçmişin ne olduğunu gayet net biçimde ortaya koyuyor. Dünyayı etnik renklerden, kızılderililerden, yerlilerden, azınlıklardan, dışlanmışlardan, ötekileştirilmişlerden ayrı düşünmemiz mümkün değil. Belgeselin pekçok mesajı arasından, toplumu siyah-beyaz, zengin-fakir, kadın-erkek, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi ayrıştırmalarla bölmeden maddi manevi rant elde edemeyen faşizmin, filmin adına istinaden er ya da geç "gümbürdemeye" mahkum olduğu mesajını da alıyoruz.

5 Temmuz 2018 Perşembe

A Quiet Place (2018)


Yönetmen: John Krasinski
Oyuncular: Emily Blunt, John Krasinski, Millicent Simmonds, Noah Jupe
Senaryo: Bryan Woods, Scott Beck, John Krasinski
Müzik: Marco Beltrami

Bryan Woods ve Scott Beck'in yazdığı, çoğu seyircinin komedi dizisi The Office ile tanıdığı John Krasinski'nin yönettiği A Quiet Place, post-apokaliptik bir coğrafyada geçen ilginç konusuyla ve baştan sona gerilim yüklü anlatımıyla 2018'in flaş yapımlarından biri oldu. Woods ve Beck'e senaryoda da katkıda bulunan Krasinski, üç adet The Office bölümü ve iki filmle birlikte üçüncü uzun metrajını yönettiği için zaten acemi sayılmaz. Ama A Quiet Place sayesinde artık yönetmenlik sıfatını daha ciddi şekilde yükleneceği, beklentileri arttıracağı söylenebilir. Öncesinde nasıl bir felaket yaşandığını bilmediğimiz bu dünyaya felaketten sonraki 89. gün ile başlıyoruz. Üç çocuklu Abbott ailesi terk edilmiş bir marketten ihtiyaçlarını alıp yola koyuluyorlar. Dikkat çeken şey ise ses çıkarmamaları, işaret diliyle anlaşmaları. Zira kör ama sese karşı aşırı duyarlı, sert kabuklu yaratıklar, ses duydukları anda oraya gidip canlı ne varsa acımasızca öldürüyorlar. Bir korku gerilim için nimet sayılabilecek eldeki bu malzemeyi iyi değerlendiren ekip, Amerikan klişesi birtakım dram unsurlarını da işin içine katarak türe güçlü bir halka ekliyor.

Trajik biçimde sonlanan 89. günün ardından 472. güne atladığımızda anne Evelyn'i karnı burnunda, baba Lee'yi yoğun çalışmalar içinde, çocuklar Regan ve Marcus'u da ses çıkarmanın tehlikeli olduğu bu kırda kendi hallerinde buluyoruz. İşitme engelli olan Regan'ın geçmiş yüzünden kendini suçlaması, bu yüzden babasıyla arasında soğukluk hissetmesi, Lee'nin başına birşey gelme ihtimaline karşı Marcus'u hayatta kalma ve ailesini koruma yönünde eğitmesi, en dramatik olanı ise Evelyn'in doğuma kısa bir süre kala bu ölüm sessizliğine bir bebek dünyaya getirecek olmasının yüzüne yansıyan tedirginliği filmin insani çevre düzenini oluşturuyor. Tedbir odaklı kurdukları çeşitli düzenler, belli rutinleri var. A Quiet Place'i muadillerinden bir miktar ayıran en önemli yanı, insani olmayan gerilim tarafının filmin her yanına sindirdiği korku atmosferi. Ses çıkarmadıkları sürece huzurlu sayılabilecek iken, çıkardıkları anda vahşice öldürülme tehlikesi olması filmi kaygan bir düzleme koyuyor.


Lee ve oğlu Marcus bir gün eğitim için evden uzaklaştıklarında meydana gelen bir kaza ile ipi kopan film, ondan sonra seyirciye rahat yüzü göstermemek istercesine şapkasından tüm fikirlerini, korku gerilim hamlelerini birer birer çıkarmaya başlıyor. Aile fertleri bir şekilde birbirlerinden ayrı düşüyor, birbirlerini bulanlar kayıpları aramaya çıkıyor, bu esnada ses çıkarmamak için akla karayı seçiyorlar. Tabii bebek de geliyor. Bu anlarda filmi ikiye, üçe bölüp sonra tekrar toparlamak için becerikli senaryo dengeleri sağlayabilen Woods, Beck ve Krasinski üçlüsü, adeta kendilerine meydan okurcasına kendi işlerini zora sokacak sorunlar yaratıyorlar. Tabii bunların çözümlerini de düşünmüş olmanın becerisi kadar bazı mantıksal sallantıları da olmuyor değil. Ses konusunda bu kadar hassasiyet yaratılınca, birer paranoyağa dönmüş seyirciler olarak en ufak bir ses neticesinde yaratık göreceğimiz şartlanmasına da çözüm bulunmuş olması, bu çözümleri bile o hassasiyet çerçevesinde yorumlamamıza yol açıyor. Yani filmin, elinden geldiğince kendi oluşturduğu mantık kodlarına sadık kalmaya çalışırken ufak açıklar vermesi etkisini azaltmıyor.

Korku filmlerinin olmazsa olmazı ses olgusunun önemini doğrudan bir filmin senaryosundaki en önemli tehdit olarak görmemiz, filme teknik bir ayrıcalık katarken bazı anlık ses patlamalarının sahneye ait doğal seslerden oluşması (birşeylerin yere düşmesi, ani tıkırtılar vs.) belli bir orijinallik sağlıyor. Ama böyle bir avantaj varken bazen o patlamaları ani notalarla destekleyip tansiyonu yükseltmeye çalışmak işi sunileştirebiliyor. Şelale ve havai fişek gibi devasa ses kaynaklarının sağladığı avantajlara da değinen ses ekibi, bu sessiz atmosferden çıkacak gürültüleri ve çığlıkları daha da anlamlandırma fırsatı yakalıyor. Dümendeki Krasinski bu teknik doğallığı elde etme gayreti yanında, dramatizasyon kısmında da 2010'dan beri evli ve iki çocuk sahibi olduğu Emily Blunt ile oynuyor, kızı Regan rolünde gerçek hayatta da işitme engelli olan Millicent Simmonds'ın reaksiyonlarından faydalanıyor. Özellikle Emily Blunt, kimi zaman Alien'ın Ripley'ini veya The Descent'in Sarah'ını anımsatan, dramatik anaç ikilemler içindeki Evelyn rolüyle kariyerinin en önemli performanslarından birini ortaya koyuyor. Filmin devamı çoktan anons edildi. Toplamda orijinal bir fikir olmasına rağmen, aile bağlarının hayatta kalma içgüdüsü ile özdeşleştirilmesi haricinde çok ortada olan bir mesaj yok. Devam filmi de aynı sessizlik fikrinden yürüyerek karakterleri başka bir maceraya daha sokacaktır. Ama aynı dönemdeki bir yığın ucuz korku filmi yanında parlayan örneklerden biri olan A Quiet Place'i devam filmleriyle sömürmenin de gereği yok.