30 Haziran 2013 Pazar

V/H/S/2 (2013)


Yönetmenler: Simon Barrett, Gareth Evans, Gregg Hale, Adam Wingard, Jason Eisener, Eduardo Sánchez, Timo Tjahjanto
Oyuncular: Kelsy Abbott, Fachry Albar, Oka Antara, Devon Brookshire, Hannah Hughes, L.C. Holt, Lawrence Michael Levine, Adam Wingard, Jay Saunders, Andrew Suleiman
Senaryo: Simon Barrett, Gareth Evans, Jamie Nash, John Davies, Jason Eisener, Eduardo Sánchez, Timo Tjahjanto
Müzik: James Guymon, Steve Moore, Aria Prayogi, Fajar Yuskemal

2012 tarihli V/H/S’in devam filmi V/H/S/2 beklenenden çabuk gösterime girerek ilk filmin sevenlerini memnun etti. İlk filmde bir grup serserinin görev icabı girdikleri tuhaf evde bir sürü kasete ve bir cesede rastlamaları pek bir sonuca bağlanmamıştı. İkinci film oradan gitmek yerine, aldıkları davalarda işi şantaja döken vurguncu iki özel dedektifin kayıp bir öğrenciyi ararken girdikleri evde buldukları aynı tip kasetleri izlemelerini filmin merkezine koyuyor. Dedektiflerden erkek olanı karanlık evde öğrenciyi ararken, kadın olanı ise sırasıyla Clinical Trials, A Ride In The Park ve Safe Haven’ı, ardından yine erkek olanı Slumber Party Alien Abduction adlı çekimi izliyor. Tabii biz de onlarla birlikteyiz. Kamera kullanımındaki çözümler ilk filmdeki kadar yaratıcı sayılabilir. Ama bazı sebeplerden dolayı ilk filme nazaran seçilen konuların ayakları tamamen yerden kesilmiş denebilir ki, bu durumdan memnun olanlar kadar, benim gibi olmayanlar da çıkacaktır.

Clinical Trials, trafik kazası sonucu gözünü kaybeden bir adamın sol gözü yerine takılan özel çipli bir “kamera göz” sayesinde hayaletler görmeye başlaması üzerine kurulu. Finali dışında pek bir numarası yok açıkçası. A Ride In The Park, ormanlık alanda bisiklet sporu yapan genç bir adamın kameralı kaskı sayesinde kısa sürede kanlı ve mide kaldırıcı hale gelecek bir zombi filmi sunuyor. Safe Haven, Endonezyalı bir belgesel ekibinin, tuhaf bir tarikatın lideriyle röportaj yapmak için şehrin dışındaki tarikatı ziyaret etmeleri sonucu giderek zıvanadan çıkan bol kanlı ve bol kameralı şeytani atmosfere sahip bir diğer örnek. Son olarak Slumber Party Alien Abduction, adından da anlaşılacağı üzere ebeveynleri evde olmayan bir grup gencin yaramazlıklarla dolu partilerinin bir anda uzaylıların istilasına uğramasını işliyor. En ilginç kamera kullanımlarından biri de bu bölümde görülüyor. Başka bir amaçla kullanılmak üzere evin köpeğinin kafasına monte edilmiş bir mini kamera!


Casus kameralar, güvenlik kameraları, kask kamerası, göze takılan deneysel bir kamera ve tabii olmazsa olmaz handycam gibi kaynaklardan yararlanan film, ilk filmde üzerine pek kafa yormaya gerek duymadığım bir şeyi düşündürdü. Bu kasetleri oluşturan kişi (ya da kişiler) mesela Safe Haven’da tüm o kamera kalabalığından ustaca bir kurgu bütünlüğü elde etmişler. Dört filmden en iyisi olan Safe Haven’ın bu yapısı, adım adım toplu bir çılgınlığa dönüşen konusunu hakkıyla işlemesine rağmen, kendi içinde elde ettiği bu kurgu özeniyle V/H/S temasına bir parça ters düşüyor. Bu filmlerin “buluntu” olduğu kadar “kurgulu” olduğuna da uyandırıyor. Tabii bunu iki filmdeki tüm bölümler için söylemek mümkün. Fakat bunu en fazla hissettiren bölüm, kamera bolluğunun da etkisiyle Safe Haven oluyor.

Bu defa bulunan kasetlerin tamamının şeytan, hayalet, zombi, uzaylı gibi fantastik unsurlardan derlenmiş olması da can sıkıcı. Oysa ilk filmden beğendiğim Second Honeymoon ve The Sick Thing That Happened To Emily When She Was Younger bölümleri, yaptıkları gerçekçi ters köşelerle bu kasetlerin “buluntu” oluşlarını yere daha sağlam basabilmişlerdi bana göre. En başa dönersek, ilk filmin ana gövdesi olarak tasarlanan Tape 56 bölümünün, ikinci filmdeki Tape 49 bölümüne göre çok daha gizemli kaldığı da bir gerçek. Tape 49, “evdeki çocuğun olayı nedir”, “dedektiflere ne oldu” gibi soruları yeterince güçlendirememiş sanki. Halbuki pek çok seyirci birinci V/H/S’nin sorularının ikinci filme bağlanacağı umudu taşıyordu. Yine de serinin burada bitmeyeceği aşikar. Umarız bu sorular bir şekilde yeni “Tape X” formatlarıyla farklı kaset depolarının birbirine bağlanacağı bir zekaya ulaşır. Ya da bağlanmayıp gizemini uzun süre koruması sağlanır.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Ne le dis à personne (2006)


Yönetmen: Guillaume Canet
Oyuncular: François Cluzet, Marie-Josée Croze, André Dussollier, Kristin Scott Thomas, François Berléand, Nathalie Baye, Jean Rochefort
Senaryo: Guillaume Canet
Müzik: Mathieu Chedid

Bir seri katil ve korkunç kaderlerinden kaçamamış onlarca kurban. Margot Beck de, sekiz yıl önce gizemli bir cinayete kurban gitmiş ve yapılan araştırmaların hepsi, bu cinayetin de aynı seri katilin elinden çıktığını göstermektedir. İşlediği bütün cinayetleri itiraf etmesine rağmen katilin, Margot'u öldürdüğünü hiçbir şekilde kabul etmemesi, ilk etapta bir soru işareti yaratsa da ceset üzerinde yapılan araştırmalar, tereddütsüz katilin o olduğunu söylemektedir. Aradan geçen sekiz yıla rağmen karısının yokluğuna bir türlü alışamayan Alexandre Beck ise Margot'nun boşluğunu işi ile doldurmaya çalışarak yavan bir hayat sürmektedir. Ama hayatı, yeni cinayetlerle bir kere daha altüst olacaktır. Margot'nun cesedinin bulunduğu yerin yakınlarında iki ceset daha bulunması ile soruşturma yeniden başlayacak ve Alexandre kendisini gerilim dolu bir kovalamacanın içinde bulacaktır.

Filmde kısa bir rolü de olan genç oyuncu Guillaume Canet'nin filmi Ne le dis à personne, ustaca çekilmiş sahneler, oyuncu yönetimleri ve şık bir müzik kullanımı hakimiyeti ve daha pekçok özelliğiyle adeta yıllarını bu işe adamış, yaşını başını almış bir yönetmenin elinden çıkmış izlenimi veren olgunluğa sahip. Fakat tüm bu teknik yeterliliklerine rağmen daha önceleri de olduğu gibi karakterlerle aramda kocaman duvarlar örülmüş gibi hissetmeden edemedim. Hiçbiriyle, hatta başroldeki fiziken Dustin Hoffman-İlker İnanoğlu karışımı François Cluzet ile bile yakınlık kuramadım. Zaten böylesi bir polisiyede başrol ile yakınlaşamazsak süreç çok zahmetli bir hal alabiliyor. Ne kadar iyi oyuncu olursa olsun, kendisi başrolü taşıyamadı gibi hissettim. Keza diğer oyunular, ki aralarında gerçekten usta Fransız isimler de mevcut, sadece tamamlayıcı unsurlar olarak gözüktüler. Virajları, sürprizleri fazla keskin olmasa da Harlan Coben romanı gerçekten filme alınmaya değermiş diye düşündürmeyi başarıyor. Bu başarı bence tamamen Canet'in.. Ne le dis à personne, iki saatimi boşa harcamadığımı düşündüren özelliklerine rağmen, çoğu yerde daha iyilerine Hollywood'da rastladığımız, ödünç bir elbise giymiş gibi salınıyor sanki.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Epic (2013)


Yönetmen: Chris Wedge
Seslendirenler: Amanda Seyfried, Colin Farrell, Josh Hutcherson, Jason Sudeikis, Christoph Waltz, Beyoncé Knowles, Steven Tyler, Aziz Ansari, Chris O'Dowd, Pitbull
Senaryo: James V. Hart, William Joyce, Daniel Shere, Tom J. Astle, Matt Ember, Chris Wedge
Müzik: Danny Elfman

Bir bilim adamı olan babasıyla arasında sorunlar bulunan Mary Katherine (M.K.), onun yaşadığı ve bilimsel çalışmalarını yaptığı evine kalmaya gelir. Babası, ormanda minik yaratıklardan oluşan bir uygarlığın yaşadığına inanmaktadır. Ormanın her yerine kameralar yerleştiren, tüm gününü bu uygarlığa ait ipuçları elde etmeye harcayan, hayatını bu işe adayan baba Bomba, bu yüzden M.K.’i çok ihmal etmiştir. Bunu telafi etmek istese de, o sıralarda ormanda yaşanan tuhaf hareketliliğin farkına varınca bu pek mümkün olmaz. Zira gerçekten böyle bir uygarlık vardır ve yüz yılda bir gerçekleşecek olan kraliçenin varis seçme seramonisi gelip çatmıştır. Ama kraliçe, varisi olacak tomurcuğu seçtiği sırada Mandrake önderliğindeki ormanın kötü yaratıkları saldırıya geçer. Yaşanan karışıklıkta tesadüfen tomurcuğu M.K.’e teslim eden kraliçe onun açılacağı yeri ve zamanı söyler. Üstelik M.K. de küçülmüştür ve Yaprak Adamlar ordusunun komutanı Ronin ve ordunun haylaz erlerinden Nod ile birlikte kraliçenin talimatlarını yerine getirirse eski haline geri dönebilecektir.

Ice Age ve Rio’nun yaratıcılarının yeni animasyonu Epic, bu iki filmin eğlence dolu anlarına sığdırılmış çevreci mesajlarını daha belirginleştiren, ormanın kalbinde yeşeren iyi ve kötü uygarlıklar arasındaki iktidar mücadelesine odaklanan bir yapım. Yine çok eğlenceli anlara sahip ama bunun yanında daha ciddi bir tavır da takınmakta. Animasyon teknolojisi üzerine artık yeni bir şeyler söylemek zor. Bunun bilincindeki yapımcı ve yönetmenler, herkesin farkına varamayacağı bazı teknik yenilikler yanında, özellikle senaryolarda fark yaratma peşindeler ki, bu da Epic gibi filmlerle olumlu yansıyor. Filmde doğanın her rengine kapılarını açmış olağanüstü bir evren yaratılmış ki, epik mekan tasarımlarında olsun, doğa canlılarını betimleme şeklinde olsun çok fazla emek olduğu hissediliyor. Ama filmin sahip olduğu fantastik zeka, sırf bu görselliğin ekmeğini yemeyi değil, senaryosuyla da ayaklarını yere basmak istiyor.


William Joyce’un The Leaf Men and The Brave Good Bugs adlı kitabından kalabalık bir senaryo grubunun yazdığı Epic, Ice Age’de Scrat’i seslendiren Chris Wedge tarafından yönetilmiş. Amanda Seyfried, Colin Farrell, Christoph Waltz, Beyoncé Knowles, Steven Tyler, Chris O'Dowd, Pitbull gibi zengin seslendirme kadrosu bir yana, karakterlerin anlamlı yüz ifadeleri, mimikleri ve tepkileriyle iyi bir performans (!) sergiledikleri de gözden kaçmıyor. Artık çocuklara olduğu kadar büyüklere de hitap eden Epic gibi çevre bilincinden hareket noktası belirleyen animasyonlar, iyiliğin kötülüğe galip gelmesi düşünselliğini, tabiatın görsel ve işitsel güzelliklerinden faydalanarak yerleştirmeye çalışıyorlar. Böylece çocuklar (ve belki de büyükler) ormanda veya yeşilliğin bol olduğu mekanlarda ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, salyangozlara daha farklı bir gözle bakmaya başlayabiliyorlar. M.K. ve Profesör Bomba’nın bulundukları insani konumlarıyla özdeşlik kurarak Yaprak Adamlar’ın ve filmde iyiliği temsil eden diğer tüm fantastik unsurların varoluşlarının korunması gerekliliğini benimseyebiliyorlar. En azından biryerden başlamış oluyorlar.

17 Haziran 2013 Pazartesi

Dead Man Down (2013)


Yönetmen: Niels Arden Oplev
Oyuncular: Colin Farrell, Noomi Rapace, Terrence Howard, Dominic Cooper, Isabelle Huppert, F. Murray Abraham, Armand Assante, Luis Da Silva Jr., James Biberi, Roy James Wilson
Senaryo: J.H. Wyman
Müzik: Jacob Groth

Victor (Colin Farrell) yeraltı suç çetesi lideri Alphonse’un (Terrence Howard) gözüpek adamlarından biridir. Alphonse, son zamanlarda çetesindeki adamlarını sistematik bir şekilde öldüren, alay ve tehdit içeren notlar gönderen biriyle sorun yaşamaktadır. Victor karşı apartman dairesindeki Beatrice ile (Noomi Rapace) tanışır. Beatrice, annesi Valentine (Isabelle Huppert) ile birlikte yaşayan gizemli bir kadındır. Tam da Victor, Beatrice’ten hoşlanmaya başladığı sırada, onun intikam peşinde bir kaza kurbanı olduğunu, intikamını alması içinse kendisine şantaj yaptığını öğrenir. Beatrice, Victor’ın birini öldürdüğünü görmüş ve telefonuyla kaydetmiştir. O da Victor’ın aslında intikam peşinde bir adam olduğunu öğrenir. Kendi intikamlarını takıntı haline getiren bu iki yaralı insan, sıra dışı bir ortaklığa girişirler.

2009’da yönettiği The Girl With The Dragon Tattoo ile adını ülke sınırlarına taşıran Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev’in merakla beklenen yeni filminin bir Hollywood yapımı olacağı duyulduktan sonra “ben bu filmi daha önce görmüştüm” fikrine kapılan çok olmuştur. Üstelik bu kez elinde kaliteli bir polisiye / gizem romanı yerine, 28 bölüm Fringe senaryosu yazmaktan başka pek bir numarası olmayan (bana göre onun da “numara”dan sayılması talihsizlik) J.H. Wyman adlı senaristin ticari kaygılarla hareket ettiği belli senaryosu var. Böylece beklenen oluyor ve bugüne kadar yüzlerce film için kurulan “sürükleyici ama iz bırakmayacak bir macera” cümlesinden başka kısa bir özet akla gelmiyor.


Yine de işin sürükleyici olması hatırına daha alt perdeden ılımlı eleştiriler yapılabilecek film çeşitli yönleriyle başarılı sayılabilir. Öncelikle Colin Farrell ve Oplev’in The Girl With The Dragon Tattoo’dan yanında getirdiği Noomi Rapace çoğu zaman uyumlu bir ikili olarak perdeye yansıyorlar. Her ne kadar Victor’ın intikam motivasyonu klişelerden oluşsa, Beatrice’in gerekçesi de yitirilen güzellik vurgusu üzerinden yolunu bulamayıp vasatlaşsa da, adım adım tuhaf bir kader birliğinin ağları iyi kötü örülüyor. Bu kader birliğinin buğulu ve sıkıntılı bir romantizme temkinli biçimde kapı açması da olumlu sayılabilir. İkilinin karşılıklı sahnelerinde yüksek tonda birbirlerinin intikam ihtiyaçlarını deşmeleri, aynı zamanda birbirlerine içlerini dökmeleri çoğu zaman samimiyet barındırıyor. Buna fazladan sempatik yan katkı sağlayan bir unsur da Beatrice’in işitme güçlüğü çeken annesi rolündeki usta Fransız aktris Isabelle Huppert’in varlığı tabii.

İntikamı uğruna mafya içine sızabilecek, acısını kalbine gömmeye çalışıp günlerini kelle koltukta geçirecek, ince planlarla farklı mafya ailelerini birbirine düşürmeye çalışacak zeki bir adamın, sonuç olarak ortama kamyonetle dalıp önüne geleni indirmesi, işin fazla aceleye getirildiği hissi uyandırıyor. Victor’ın patronu Alphonse’u devirme planları yaptığından habersiz yakın arkadaşı Darcy’nin de (ki filmde onun bir dedektif gibi aralarındaki hain olan Victor’un izini adım adım sürmesi de ayakları yere basan bir tehdit unsuru oluşturuyor) önemli bir rolü var. Darcy’nin “hepimiz planlar yaparız ama hayat bütün o yol boyunca başımıza gelenlerden ibarettir” klişesi üzerinden yaptığı bağlanmak ve yaratmak temalı varoluşçu bir girişle şaşırtan film, her ne kadar finalinde bu konuşmaya başarıyla göndermesini yapsa da, ayarsızlaşan aksiyonuyla kendisini derinmiş gibi gösteren sığ bir su şeklinde görünmekten kurtulamıyor. Dead Man Down, iyi oyunculardan fena sayılmayacak oyunlar, iyi bir yönetmenden Hollywood liginde küme düşürmeyecek (ama üst sıralara da oynatmayacak) bir yönetim izlemek isteyenler için bir seçenek. Ama doğrudan DVD için çekilmiş gibi duran bir yanı hep var.

13 Haziran 2013 Perşembe

Side Effects (2013)


Yönetmen: Steven Soderbergh
Oyuncular: Rooney Mara, Jude Law, Channing Tatum, Catherine Zeta-Jones,
Senaryo: Scott Z. Burns
Müzik: Thomas Newman

Durumları iyi olan Emily (Rooney Mara) ve Martin (Channing Tatum) New York’ta yaşayan mutlu bir çifttir. Bir gün borsa yolsuzluğu yüzünden Martin’in hapse girmesiyle yaşam standartları düşer ve Emily Manhattan’da ufak bir apartman dairesine taşınır. Dört yıl boyunca kocasının hapisten çıkmasını bekleyen Emily ağır depresyona girer. Bir intihar girişiminden sonra hastanede psikiyatrist Jonathan Banks (Jude Law) ile tanışır. Emily özel terapi görmeyi ve anti depresan ilaçlar almayı kabul eder. Ama verdiği bu karar bir dizi trajediyi de beraberinde getirecektir.

Bir önceki filmleri Contagion’da da birlikte çalışmış senarist Scott Z. Burns ile Steven Soderbergh, Side Effects ile vasatın üstünde bir psikolojik gerilime imza atıyorlar. Soderbergh’in özellikle kurgu başarısı sayesinde baştan sona sürükleyici bir düzlemde ilerleyen film, Emily vasıtasıyla zinde ve gizemli kimliğini uzun süre koruyor. Fakat tüm bunlara rağmen bazı eksiklikler ve kolaycılıklarla özgün olmayı başaramayıp normal bir Hollywood gerilimine yelken açıyor. En zayıf görünen noktası, ilk yarısında gayet elverişli biçimde ilaç firmalarının doktor ve hastalar üzerinde oynadığı oyunları eleştirecekmiş gibi dururken, bu avantajını karakterlerin şahsi meselelerinden oluşan komplolara kanalize etmeyi seçmesi. Bu önemli fırsatı kaçırmış bir film olarak neyse ki bireysel entrikalardan oluşan olay örgüsünü aksatmayıp şaşırtma işlevini belli oranlarda yerine getiriyor.


Ne var ki ilk yarı cesurca altyapısını hazırladığı, evrensel boyutları düşündürücü medikal komplo teorilerini ikinci yarı terk etmesiyle kaybettiği, fakat sonra elindeki karakterleri sinsice başka entrikaların öznesi haline getirip tekrar kazandığı prestijini üşengeç klişelerin önüne atıyor. Mesela çoğu filmde dinleme cihazıyla karşısındakinden itiraf almak seyircilerin aklına hep gelmiştir. Ama bazı seyirci profili, izlediği filmden kendisinin aklına gelmeyen çözümler bekleme eğilimindedir. Akılcı biçimde arap saçına döndürdüğü entrikalarını bol çatışmalı ve kanlı biçimde çözüme ulaştırmak istemeyen senaristlerin önünde daha sakin opsiyonlar pek bulunmaz. Üstelik bunlar seyircinin güçlü final beklentilerini de karşılamakta zorlanan seçeneklerdir. Bu noktada kendisinin ve biz seyircilerin bildiği gerçekleri bir şekilde filmdeki gerekli herkese duyurma arzusu kabarır. Çünkü başka türlü vicdanlı, şaşırtıcı, toparlayıcı ve yürekleri soğutucu bir final düşüncesi şipşak akla gelmez. İşte bu şipşak duygusu da finalin aceleye getirildiği duygusu yaratır. Side Effects aynı zamanda bundan muzdarip bir film.

Side Effects oyunculuk yönünden Emily rolüyle övgülere boğulan Rooney Mara’nın izlediğim ilk filmi. Bence bu filmde iyi bir oyunculuğu yok. Fazla düz ve depresyondaki bir kadın için keskin virajlara sahip olmayan sıradanlıkta. Keskin olma çabası taşıdığı anlarda bile manalı bakışları sayesinde cepten yiyen bir konumda. Ama tam da bu özellikleri sebebiyle Emily rolü ona oturmuş diyebiliriz. Yeni bir oyuncu olarak Mara için kurduğumuz bu cümleleri, artık aktörlüğe yıllarını vermiş Jude Law’ın bu filmdeki performansı için de kurmamız ilginç olacak. Şayet film Roman Polanski’nin The Ghost Writer’ı gibi bir yolu tercih etmiş olsaydı (ki gerekli birçok şey zaten filmin muhteviyatında mevcuttu), o zaman Law’ın olayları anlamak için gerekirse biryerlere çomak sokmaya meyilli psikiyatrist Jonathan Banks rolü şu haliyle daha anlam kazanacaktı.

7 Haziran 2013 Cuma

Rush: Beyond The Lighted Stage (2010)


Yönetmen: Sam Dunn, Scot McFadyen

Sırasıyla Metal: A Headbanger's Journey, Global Metal, Iron Maiden: Flight 666 belgeselleriyle heavy metal müziği çok boyutlu halde inceleyen Sam Dunn ve Scot McFadyen ikilisinin 2010 tarihli Rush: Beyond The Lighted Stage belgeseli onlar için ayrı bir önem taşıyor. Çünkü Kanadalı efsanevi progressive rock grubu Rush hem onların memleketlisi, hem de müzikal olgunluğa ulaşmalarında çok önemli pay sahibi. Ailesi Yahudi soykırımından kurtulup Kanada’ya yerleşmiş Geddy Lee (vokal, bas, keyboard) ile, yine ailesi Yugoslavya savaşından sonra Kanada’ya gelen Alex Lifeson’ın (gitar, synthesizer, vokal, mandolin) ortaokulda tanışmasıyla temelleri atılan Rush, komşuları olan davulcu John Rutsey’nin de katılımıyla okul konserleri ve okul dışı etkinliklerdeki performanslarıyla yerel bir başarı sağlayarak rock dünyasına adım atıyorlar. Yıllarca basınla mesafeli bir tutum izleyen grubun tüm samimiyetiyle katkıda bulundukları belgesel, her zamanki ustalık içeren Dunn – McFadyen kronolojik kurgusuyla heyecanlı, dramatik, eğlenceli ve tabii müzik dolu müthiş bir grup biyografisi vaat ediyor.

Lee ve Lifeson’ın tanıştıkları andan itibaren yaşadıkları kilit noktaları fotoğraflarla, yakın tanıklarla (ki bunlar ikisinin annelerinden, menajerlerinden ve bazı müzik yazarlarından oluşuyor), arşiv görüntüleriyle o usta kurguya yediriliyor. Grubun belgesel ekibine bu yönden çok yardımcı olduğu anlaşılıyor. Öyle ki, Alex’in okulu bırakıp müzik yapmak istediğini mutfakta aile meclisinde dile getirdiği görüntüler bile mevcut. Okul salonlarından barlara geçiş, ardından albüm yapma aşamasına geliş ve Kanada’da çok satan 1974 tarihli ilk albüm Rush ile her şey çok iyi gidiyor. Albüm Amerika’da da keşfedilince kapanın elinde kalan grup apar topar ilk anlaşmasını imzalıyor. Ama davulcu John Rutsey’nin hem müzikal farklılıklar hem de sağlık sorunları nedeniyle gruptan ayrılmasının istenmesi ve yerine Kanada’da yerel bir grupta çalan Neil Peart’ün seçilmesiyle Rush’ın günümüze kadar gelen efsane kadrosu son şeklini alıyor.


Belgeselde grubun 20 albümlük müzik kariyeri adım adım izlenirken iniş çıkışlar tüm gerçekçiliğiyle yansıtılıyor. Cares Of Steel (1975) ile daha progressive bir yola girmeleriyle birlikte yaşadıkları düşüş üzerine gördükleri “daha ticari olun, daha çok single çıkarın” baskılarına boyun eğmek yerine mücadele etmeyi seçiyorlar. O mücadelenin adı da 2112 (1976) albümü oluyor. Rus yazar Ayn Rand'ın The Fountainhead kitabına ithaf edilen bu konsept albüm, küçük kulüplere, daha az seyirci kitlelerine düşmüş grubun çok farklı biçimde görkemli geri dönüşünü müjdeliyordu. Albümü yerden yere vuran eleştirmenlerin özellikle Geddy’nin sesi için yaptıkları komik benzetmelere rağmen 2112 grup için direnişin sonucunda elde edilen özgürlük pasaportu gibiydi. Çünkü plak şirketi ve eleştirmenler sahip çıkmasa da, hayranları bu albümle Rush’a adeta bir dokunulmazlık veriyorlardı. Hemispheres (1978) albümü ile yine bölümlere ayrılmış uzun deneysel şarkılardan oluşan dev bir albüm daha yaptıktan sonra yoğun çalışma tempolarının özel hayatlarını, ailelerini de etkilediği gerçeğiyle yüzleşiyorlar.

Permanent Waves (1980) albümüyle ailelerinden uzak kalmadan daha coşkulu ve pozitif bir albümle geri döndüler. İçinde Tom Sawyer’ın da bulunduğu Moving Pictures (1981) ile yine “normal” bir grup olmanın keyfini sürdüler. Signals (1982) albümüyle tekrar beklenmedik bir manevrayla bir pop müzik yapımcısıyla anlaşıp keyboard yoğunluklu bir new wave soundu benimsediler. Bu durum bazı sadık hayranlarını üzerken bazılarını heyecanlandırdı. Bu sürpriz tercihin akılcı gerekçelerini de en iyi keyboardlardan sorumlu Geddy Lee ile Trent Reznor’dan öğreniyoruz. Derken keyboardlar yavaş yavaş azalıyor, Rush albümleri birbirini izliyor ve grup Alex’in ısrarlarıyla Counterparts (1993) albümünde herkesi tatmin eden rock sounduna tekrar kavuşuyor. Tür olarak bir yandan aynı kalmayı başarırken diğer yandan sürdürdüğü arayışlarıyla farklı sıçramaları seven grubun şarkı tasarlama yöntemlerini anlamaya çalışmış duyduğum en iyi açıklamalardan biri ise Death Cab For Cutie davulcusu Jason McGerr’den geliyor:

Rush, melodik veya ritmik fark etmeksizin, şarkı boyunca düz bir çizgi çizmenin ilginç bir yolunu buldu. Grubun tanınmasını sağlayan müziği ve sıradışı bir ölçüye ritm tutamayan insanlar için cankurtaran ipi olduğuna inandırma yeteneklerini birleştirdiğinizde hala radyoda çalınmalarını sağlayan ve Rush'ı dahi yapan şey ortaya çıkıyor.”


Rush’a sonradan katılan ve her zaman “yeni çocuk” olarak kalan usta davulcu Neil Peart’ün belgeselde özel bir önemi var. Çok okuyan, annesinin tanımıyla üzerinde yazı olan her şeyi okuyan, grubun egzantirik ve felsefe yüklü şarkı sözlerinin çoğunu yazan, davuluna sürekli yeni parçalar ekleyen, Geddy ve Alex’e nazaran hayranlarıyla arasında belirgin bir mesafe bulunan, buna rağmen çok sıcak, içten ve mütevazi bir duruşu olan Neil’in enstrümanına bakışı normalden çok farklı. Belgesel içinde, Neil Peart’ün bir süre beraber çalıştığı usta caz bateristi Freddie Gruber ile olan sahnesinde bu enstrümana olan bakışa getirilen felsefi açı olağanüstü. Bu açıdan bakıldığında davula vuruşun değil, vuruşu oluşturan hareketlerin önemi hayatımızın hikayesi bir bakıma. Test For Echo turnesi sonrasında önce kızını sonra da karısını kaybeden Peart’ün motosikletiyle kendini yollara vurması ve diğerlerinin bu vesileyle hayatta Rush dışında da bir şeylerin olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi de çok manidar. Yaşanan bu içe dönüşlerden ve arınmalardan sonra tekrar Rush’a dönmenin onlara olduğu kadar bize olumlu biçimde yansıması da öyle.

Filme ilginç yorumları, esprileri ve enfes tasvirleriyle renk katan tanınmış Rush hayranları geçidi de izliyoruz. Jack Black, Sebastian Bach, Billy Corgan ve Jimmy Chamberlin (The Smashing Pumpkins), Les Claypool (Primus), Tim Commerford (Rage Against The Machine), Kirk Hammett (Metallica), Mike Portnoy (Dream Theater), Vinnie Paul (Pantera), Trent Reznor (Nine Inch Nails), Taylor Hawkins (Foo Fighters), Jason McGerr (Death Cab For Cutie) gibi Rush hayranları, bu gruba ve onların belli başlı albümlerine neden hayran olduklarını o kadar güzel dile getiriyorlar ki, kendilerini etkileyen Rush unsurlarının samimiyeti konusunda en ufak bir şüpheniz olmuyor. Film bitip yazılar akarken üçlünün şık bir yemek masasındaki sohbetlerini izlemek de onları sahnede izlemek kadar keyifli. Dunn ve McFadyen artık alıştığımız ve hiç bıkmayacağımız belgesel tarzlarını bu kez hemşehrileri Rush için seferber etmişler. Rush Beyond The Lighted Stage hem onları yakından takip edenler, hem de onlarla ilk kez karşılaşanlar için farklı anlamlar taşıması kaçınılmaz bitmemiş harika bir biyografi.