1991 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1991 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2010 Cuma

Out For Justice (1991)


Yönetmen: John Flynn
Oyuncular: Steven Seagal, William Forsythe, Jerry Orbach, Sal Richards, Jo Champa, Gina Gershon, Shareen Mitchell, Jay Acovone
Senaryo: David Lee Henry
Müzik: David Michael Frank

Spor dünyasından film dünyasına transfer olan şahsiyetlerden biridir Steven Seagal. Hep de dövüş sporlarından olur bu transferler nedense. Hiç bir sırıkla yüksek atlama atletinin veya eskrimcinin film çevirdiğini göremedik. Johnny Weissmuller yüzücüydü galiba. Bunun da sebebi malum. Pis işlerle, zibidilerle muhatap olanlar su balesi yapanlar ya da asimetrik paralel ile uğraşanlar olmuyor haliyle. Bruce Lee, Van Damme, Jet Li, Chuck Norris, Jackie Chan hatta Cynthia Rothrock isminde bir bayan dahil bu transferlere örnektir. Mesele dövüş sporlarının popülaritesinden ve yukarıda adı geçen dövüşçülerin karizmalarından (hepsinin olmasa da) ileri geliyor. Bence karizma meselesini, bu işin atası Bruce Lee’den sonra en iyi halledenlerden biri de Seagal. Onun çok farklı bir havası var gerçekten. En azından şöhretini parlattığı 90'larda vardı o hava.

Bir kere bu adam çok iyi dövüyor. E yapması gereken de o zaten denebilir. Ama huyumuz kurusun. Film izlerken kahramanımız dayak yedikçe kurtlanırız. “Bu ne biçim adam, hiç mi vurmayacak” diye içimizden geçiririz. Bu iç geçirmelerimiz danışıklı dövüştür. Çünkü biliriz ki biraz dayak yedikten sonra adamımız duruma (o kadar sopa yedikten sonra) el koyacak. Hiç gerçekçi değil. Seagal böyle çalışmaz. Rakibini tartmakmış, zayıf yanını kollamakmış geçin bunları. Düşman, saniyesinde birkaç kırıkla kendini yerde bulur. Benim bu tip filmlerden beklentim de tam olarak budur. Hiç dayak yemeden veyahut bir iki ufak darbeden sonra Steven Seagal’ın numaralarını izlemek bana hep keyif veriyor. Onunki kendini paralayan, kan revan içinde, zavallı bir dövüş değildir. Zaten o cüsseyle dayak yemesi fizik kurallarına ters bir kere. Adamını silkeler ve sanki oradan podyuma çıkacakmışçasına dimdik sonraki sahneye geçer. Kavga esnasındaki yüz ifadesinden sanırsınız ki ampul değiştiriyor. Ben Seagal’ı böyle görür böyle severim.


Ne olduğunu bile bilmediğim Aikido ve Kendo ustası Seagal, 7 yaşından beri bu işlerin içinde. İşin eğitiminin yanında felsefesini almış bir usta. Bir dönem baodyguardlık yapmış, vejeteryan, üç kez evlenmiş, üç çocuk sahibi, geniş bir gitar ve samuray kılıç koleksiyonu sahibi, aynı zamanda bir albüm sahibi gitarist, şarkıcı.. Hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip olduğunu, internet ortamında onun için hazırlanmış muhtelif sitelerden anlıyoruz. Hatta bazı siteler üye alırken Seagal üzerine bir sınav bile yapıyorlar. 25 civarı filminden birinin adını söyle desen söyleyemem. (On Deadly Ground hariç. Eskimolar uğruna tehlikeye atılan Seagal’ın karşısında bu kez Michael Caine olduğu için belki). Çünkü filmlerin konusu, kötü adamları, replikleri hepten klişe. Ama Seagal’ın benzersiz kavga estetiğini izlerken farklı bir trans durumu yaşıyorum. Dakikada yediğim çekirdek adedi artıyor. Adrenalin tavana vuruyor. O gazla kim gelse döverim diye düşünmeye başlıyor insan. Hepsi bu! Fakat bir Steven Seagal filminde dramatik işleyiş arıyorsanız bu pek mümkün olmuyor. Yine büyük üstad Bruce Lee haricinde bu sporcu arkadaşların filmlerinde de bu drama eksikliği arıza çıkarıyor. Herneyse, bunlar öyle filmler ki, özdeşlik kuramadığımız iyi saflardaki bir karakterin ölümüne üzülemediğimiz gibi, Seagal’dan o ölümüne hiç tınmadığımız karakterin intikamını almasını da dört gözle bekliyoruz. Neden? Ölenin kanı yerde kalmasın diye mi? Hayır! Seagal’ın eşsiz soğukkanlı tangosunu izlemek için tabi ki.

1991 yapımı Out For Justice, işte bu adını bile bilmeyip, her rastlayışımda dövüş sahnelerinde çivilenme yaşadığım Seagal filmlerinden biri. Sanırım hepsi de TV’de olmak üzere üç kez izledim. Normalde bir Van Damme filmine (JCVD gibi bir Van Damme filmine değil tabiî) üç dakika dayanamayan beni bu filme çeken şeyleri düşündüm. Hikaye bildiğimiz gibi: Brooklyn polislerinden Gino Felino’nun (Seagal) en yakın arkadaşı Bobby ailesinin gözleri önünde bir avuç serseriden oluşan uyuşturucu çetesi elebaşı Richie Madano (William Forsythe) tarafından öldürülür. Richie aynı zamanda Gino ve Bobby’nin çocukluktan beri düşmanıdır. Üstelik Richie tam bir psikopattır. Öyle ki yukarıdaki patronlarını bile takmadan eylemlerini sürdürür. Artık Gino için av ve intikam zamanıdır. Şu an oynasa yine işi gücü bırakıp filmin başına geçerim.


Richie rolündeki Forsythe gerçekten harika bir kötü adam olmuş. Once Upon A Time In America’nın “Cockeye”ı.. Onu Things To Do In Denver When You're Dead filminden de severim. İkinci sınıf filmlerin yanında zaman zaman birinci mevkide de yan pozisyonlarda seyahat ettiği görülmüştür. En son The Devil’s Rejects’de şerif John olarak gördük. Out For Justice'ta o kadar iyi ki, finalde eşek sudan gelene kadar yediği dayağı sonuna kadar hak ediyor. Usta’nın karşısında durabilmek ne mümkün! Filmde çok sıkı anlar var. Hele Gino’nun Richie’nin muhitindeki bara tek başına girişi olağanüstü. Biraz iddialı olabilir belki ama izlediğim binlerce film arasında, amiyane tabirle en iyi “kalabalığa posta koyma” sahnesidir. Kalabalıktan birinin “silahı ve rozeti olmadan o bir hiçtir” demesinin ardından, silahını ve rozetini çıkarıp “bunlar sizin ödülünüz, gelip alın” demesi ve resitaline başlaması, işi bitince de “biri Richie’yi gördüğünü hatırlayana kadar buraya gelmeye devam edeceğim” sözleri müthiştir. Yavru bir sokak köpeğini himayesine alması, küçük muhbir arkadaşıyla ilişkileri, Richie’nin anne babasıyla yaptığı konuşma da ne kadar ince ruhlu olduğunu gösterir aynı zamanda.


Kendisinin müzisyen kimliğine de kısaca değinelim. 2005’de çıkardığı Songs From The Crystal Cave albümünün kapağı her ne kadar granit bir blues havası yansıtsa da, ilaveten reggae, folk, etnik hatta pop öğeler de yer almakta. Kalıbından ve yarattığı sert insan imajından uzaklarda seyreden ses rengi kimi hayranlarını hayal kırıklığına sevk edebilir ama bu ses bence tam bir siyah-beyaz karması ve opera yahut death metal haricinde her türe gidebilecek yelpazeye sahip. Gerçek yaşamda ne denli renkli bir kişilik olduğu aşikar. Seagal müzikle, sanatla, koleksiyonla, sporla uğraşan bir insan nihayetinde.

29 Ocak 2010 Cuma

Mediterraneo (1991)

 
Yönetmen: Gabriele Salvatores
Oyuncular: Diego Abatantuono, Claudio Bigagli, Giuseppe Cederna, Claudio Bisio, Gigio Alberti, Ugo Conti, Memo Dini, Vasco Mirandola, Vanna Barba, Luigi Montini, Irene Grazioli
Senaryo: Enzo Monteleone
Müzik: Giancarlo Bigazzi, Marco Falagiani

Akdeniz’i bir tatil beldesinden çok, uçsuz bucaksız bir evren olarak görmek lazım. Zeytinin, portakalın, güneşin, denizin, yakamozun, yeşilin, aşkın, hüzünün ve doğa melodilerinin melankolik huzuru olarak iliklere kadar hissetmek lazım. Birçok şarkıda veya filmde zikredilen “cennet aslında burada” teranelerine bir an da olsa kendimizi kaptırmadan edemediğimiz Akdeniz’i, yine sadece bir an da olsa kendine sırılsıklam aşık bırakan filmlerden birine ne dersiniz? Hem de Akdeniz’in mayasına taban tabana zıt savaş olgusuyla...

2. Dünya Savaşı sırasında, Antalya Kaş’ın hemen karşısındaki Meis (Rumca “göz”) Adası'na görev icabı uğramak zorunda olan birbirinden ilginç bir grup İtalyan askerinin yaşadıklarını konu alan Mediterraneo, bizi hiç de yabancısı olmadığımız (ama maalesef hala kimi ülkemiz insanının bile görme şansına erişemediği) Akdeniz cennetine doğru götürüyor. Akdeniz doğasında film çekerseniz zaten maça 1-0 önde çıkarsınız. Yönetmen Gabriele Salvatores, Enzo Monteleone’nin nefis öyküsüne de bu üstünlükle başlayıp, güzelliğini görsel olarak kusursuzluk sınırlarında gezdiriyor. Adama Oscar bile kazandırıyor. Buna Akdeniz büyüsü denir. Küflü, dumanlı bir ortamda da izleseniz sizi içeri buyur eder. Eğer ona ait bir nostaljiniz varsa size hiç acımaz. Ufak bir esintiyi bile saçlarınızda, yüzünüzde zalimce hissettirir. Deniz sonrası damağınızda duyduğunuz zeytin tadı onun suç ortaklarından sadece biridir.

 
İçindeki sanatçı ruhu bastıramayan bir komutandan, başıboş ama hayat üzerine çarpıcı tespitleri olan komik bir çavuştan, aşkını bir fahişeye verebilecek kadar yoğun Antonio’dan, aynı kızı sevip paylaşabilecek kadar saf iki İtalyan dağ köylüsünden bozma askerden, bunun yanında aralarında eşeklerle arasında gizemli bir bağ bulunan, eşi hamile olan ve içindeki eşcinseli keşfedenlerden oluşan bir asker grubunun bu Akdeniz adasına düştüklerini düşünelim. Yunan adası olması hiç mühim değil. Filmde de sıkça belirtildiği üzere Akdeniz “tek yüz, tek ırk”tan oluşan bir coğrafya. Türk, Yunan, İtalyan, hepsinde aynı yüz ve aynı saflık var. “Türklere asla güvenmeyin” diyen Yunan papazı kaale almayın. Zaten filmin altında yatan (ve benim anladığım) “tek ayrım dinden gelir” görüşünün temsilcisi papazın işlevi de bu olsa gerek. Yani filmdeki tek ırkçı cümleye sahip olanın bir din adamı olması, bizi Enzo Montoleone’ye daha da yakınlaştırmalı aslında. Filmdeki Türk hırsız Aziz kötü de, bu büyük savaşı çıkarıp, bu saf İtalyan askerleri bile vatanseverlik sorgusuna iten Avrupa çok mu adil? Filmin siyasi itirazı zaten tamamen bu yönde. Yoksa filmin en klas karakteri Çavuş Lorusso, kendilerini uyutup silahlarını çalan Aziz için hiç kötü düşünmediği gibi, onun kendilerine sağladığı bir parmak balı yeterli bulmuyor. Larusso demişken ondan devam edelim. Bu insan irisi çavuşun, tatlı Akdeniz esintisinde masaj yaptırırken ağzından dökülen kelimeler, filmin felsefi boyutuna da görkemli bir selam çakıyor:

"Yaşam yeterli değil. Bir tek yaşam yeterli değil benim için. Yeterince gün yok yaşanacak...Yapılacak çok fazla şey ve bir sürü düşünce var. Her günbatımı bana hüzün getirir; çünkü bir gün daha geçip gitmiştir."


Tembelliğe de bir şahsiyet kazandırmadaki bu ustalık, yaşamın yaşanası bir güzellik olduğuna, düşüncenin, hayal kurmanın kutsallığına gönderilen övgüdür. Savaşmaktansa, tembel tembel hayal kurmak evladır. O hayaller bir gün bizi öyle bir kıskacına alır ki, onun önüne kimse geçemez. Yaşayacağımız günden çok, hayalimiz var çünkü. Ve bunu bize Akdeniz söyletir. Onun verdiği ilham, ölümle içli dışlı bir askerin sapına kadar yaşam arzusunu körükler. Bir askere bunu yaptıran Akdeniz’in, savaşa kıyısından köşesinden bulaşmamış birine yapabileceklerini düşünmek bile anlamsız. Zaten hiç asker olarak görmediğimiz bu İtalyanlar da Akdenizli değil mi? Film Akdeniz’den hep hümanist çıkar dememiş. İnsan olduğumuzu anlamanın yolu, kötülüklerden izole olmuş bir coğrafyada yaşamın tadını almakla olur demiş. Bunu derken çok sıra dışı yöntemler de kullanmış ama olsun. Sözlerle anlatmadığını görüntülerle, görüntülerle anlatmadığını sözlerle anlatmış, ama anlatmış işte. İpe asılı bembeyaz çarşafların aralanması, tertemiz bir başlangıca işaret zaten. Peki ya bayrakları bile tanıyamayan askerlerin “Türkler bizim tarafımızda mıydı?” diye birbirlerine sormaları?


Akdeniz öyle bir büyüdür ki, siz oradayken dünya büyür, çalkalanır, aradan 3 yıl, 13 yıl geçer, ruhunuz bile duymaz. Silah tutan eliniz resim yapmaya, oyun havasında parmak şıklatmaya, zeytin yemeye, kadın saçı okşamaya başlar. Onu tanımadan önce sarhoşluğu sadece içki sonrası bir biyolojik davranış biçimi sanarsınız. Halbuki suyuyla sizi dünyevi kirliliğinizden arındıran, havasıyla değme parfümlerin tozunu attıran, esintisiyle bir fahişe mi yoksa bir aşık mı olduğuna karar veremediğiniz, hep orada duran, ama kayıp bir gezegendir Akdeniz. Kaybolmak için mükemmel bir gezegen.

22 Şubat 2007 Perşembe

The Commitments (1991)


Yönetmen: Alan Parker
Oyuncular: Robert Arkins, Michael Aherne, Angeline Ball, Maria Doyle Kennedy, Dave Finnegan, Bronagh Gallagher, Félim Gormley, Glen Hansard, Dick Massey, Johnny Murphy
Senaryo: Dick Clement, Ian La Frenais, Roddy Doyle
Müzik: The Commitments

Dublin
’in buhranlı dönemlerinde, ailesiyle yaşayan ve işsizlik maaşı alan Jimmy, artık risk alma zamanının geldiğini fark eder. Menajerliğini kendisinin yapacağı “Dünyanın En Çalışkan Grubu”nu kurmak için harekete geçer. The Commitments'ın konusu sadece bu kadar. Ama içeriği, eğlencesi ve hissettirdikleri çok daha fazla. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi müzik filmlerinden biri.

Alan Parker
ismini duyanların pek çoğu onu 1978 tarihli Midnight Express'ten ibaret sanmakta. Oysa 74’ten beri sinemanın hatırı sayılır yönetmenlerinden biri olmasını, az ama öz çektiği ve içinde her zaman sistemi acımasızca eleştiren sağlam dramatik yapılı filmlerine borçludur. Fame, Birdy, Pink Floyd: The Wall, Mississippi Burning, Evita, Angela’s Ashes ve son olarak da The Life Of David Gale.. Irkçılık, işsizlik, hoşgörüsüzlük, savaş, infaz ve daha birçok meseleye cesurca çomak sokmuş, insanoğlunun bu olumsuz kavramları daha iyi kavrayabilmeleri için sinemasını adeta bir silah gibi kullanmıştır. Tüm bu sert, kimi zaman acımasız eleştirel tavrının yanında bir de yumuşak karnı vardı. Müzik! Ancak Fame, Pink Floyd: The Wall, Evita gibi müzikal filmlerinde bile toplumsal-tarihsel eleştirilerinden geri durmamıştır. Onun müziğe yaklaşımı, bir zamanlar Midnight Express filminin senaryosunu da yazan Oliver Stone’un The Doors tutkusundan her zaman daha samimiydi. The Commitments, Dublin gibi pek çok sorunla boğuşan bir şehirde yaşayan müzik tutkunu bir avuç insanın ayakta kalma mücadelesini Parker kamerası ve üslubuyla işleyen komik, eğlenceli ve sivri dilli harika bir müzikal.

The Commitments grubu kurulurken, isminden yapacağı müziğe ve hatta müzisyenlerin ne tür müzikten hoşlandıklarına kadar pek çok detayın bir araya getirilmesinde müthiş bir uyum ve anlam var. Kelime anlamı sorumluluk, bağlılık, teslimiyet gibi kavramları içeren “commitment”, gazete ilanıyla kapıya gelen Joan Baez, Joni Mitchell, Led Zeppelin, Boy George vb. dinleyenlerin suratına Jimmy’nin kapıyı kapatması, onun bir “ruh” arayışı içinde olduğunu özetliyor. Ve bu ruh, siyah Soul müzikte keşfediliyor. Jimmy’nin amacı tonla para kazanıp, güzel kızlarla fink atmak değil, “Avrupa’nın Siyahları” olarak tanımladığı İrlanda halkının da bu ruha sahip olduğunu dünyaya ispatlamak. Bu yolda her şeyi mübah sayan Jimmy’nin sözettiği kimlik bunalımına Trainspotting filminden de aşinayız. Jimmy, Soul müzikle kan bağı olduğunu haklı çıkarmak için İrlanda-Dublin-Kuzey Dublin’e kadar indirgediği ezilmişlik hissini yıkma misyonunda hiç de haksız sayılmaz. Çünkü müzik, sadece enstrumanların çıkardığı ses uyumundan ibaret değil, bir kimlik ifadesidir. Bunu filmde en iyi anlatan cümlelerden birisi saksafoncu Dean’a ait. İşsizlik maaşı kuyruğunda Dean, Jimmy’ye “işsiz müzisyen olmak, işsiz müzik aleti tamircisi olmaktan daha iyiymiş” diyor.


Yoksulluğu, muhtaçlığı bir işe yarama fikri ile değiştirmek isteyen tutkulara kucak açan müzik ve dans olgusunu bu derece anlamlı kılan filmlerden Billy Elliot ve The Full Monty de işçi sınıfının birer gerçeğiydi. İster çaresizlikten, ister ideallerden olsun, işsiz kalmış işçi sınıfının ezici sistem karşısındaki tutunma çabası İngiliz, İrlanda ve İskoç sinemasını evrensel boyuta taşımaya yetiyor.

Filmde ünlü-ünsüz birçok grup ve müzisyen ismi havalarda uçuyor. Hepsi de belli bir zümrenin temsilcisi konumundaki bu müzisyenler hakkında yapılan yorumlar, espiriler, iğnelemeler o kadar kaliteli ve komik ki, çoğu zaman o grup ve şarkıcıları tanımanız beklenmiyor bile. Tanıyorsanız, grup elemanlarının tespitleri sizi hayran bırakacak. Hele yeni grup kurma aşamasında olanlar için bu filmi izlemek kaçınılmaz olmalı. Baştaki grup içi tutkuların yerini bireysel hırslara bırakması, elemanlar arası çekişmeler, iğnelemeler, argolar ve en önemlisi müzik. Mustang Sally, In The Midnight Hour, Hard To Handle, Nowhere To Run, Try A Little Tenderness ve daha pek çok soul, rock’n roll klasiklerini beğeniyorsanız filmden sonra iki bölümden oluşan filmin müziklerini edinmek zorunda hissedeceksiniz.

Oyuncular arasında tek tanınmış olanı belki de Colm Meaney. Jimmy’nin ümitsiz Elvis hayranı babası rolündeki aktör ile birlikte, çam yarması solist Deco, bodyguard-davulcu Mickah gerçekten çok komik figürler. Günümüz gruplarından The Corrs solisti Andrea Corr’u da kısa bir rolle Jimmy’nin kızkardeşi Sharon olarak 91 yılındaki haliyle izleyebilirsiniz. Başrollerdeki oyuncuların çoğu amatör ki, gerçek tutkunun amatör ruhta gizli olduğunun bilincindeki Alan Parker, enerji dolu bu eğlenceli müzikali ile hem hala müzik yapmakta olan gerçek The Commitments’a selam gönderiyor, hem de hatırı sayılır bir hayran kitlesi bulunan, yılların eskitemeyeceği en iyi müzikallerden birine imza atıyor.