Macaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Macaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2024 Pazartesi

A nyomozó (2008)


Yönetmen: Attila Galambos
Oyuncular: Zsolt Anger, Judit Rezes, Pálma Pusztai, András Márton Baló, Péter Blaskó, Csaba Czene, Andrea Spolarics, István Juhász, Éva Kerekes, Zoltán Tamási, József Tóth, Zsolt Zágoni, Ilona Kassai
Senaryo: Attila Galambos
Müzik: László Melis

Tibor Malkáv, tedavisi oldukça pahalı bir hastalığa yakalanan annesini iyileştirme derdinde sıradan bir patologdur. Sonra bir gün bir yabancı çıkagelip başka bir yabancıyı öldürmesi için ona para teklif eder. Annesini kurtarmak adına parayı kabul eder ve karşılığını verir. Ama sonra eline bir mektup geçer. Mektubu kurbanı yazmıştır. Bu kişi ona bir yabancıdan çok daha yakındır. Böylece tek seferlik kiralık katil Tibor, kurbanının kim olduğunu araştırmaya başlar.

A nyomozó, sakin anlatımını gizemli bir suç örgüsüyle bütünleştirmiş çok şık bir film. Başlangıçta filmi sürüklemesi gereken Tibor karakterinin fazlasıyla mekanik, hatta ruhsuz duruşuyla Avrupalı bir Coen anti-kahramanı izlenimi veren görüntüsü adım adım bu ruhsuzluğa anlam kazandıran, kendini o ruhsuzluk içinde var eden, aslında farklı bir ruh sahibi olduğunu gösteren bir ustalıkla ele alınıyor. Konusu itibariyle de şüphelileri ve onların gerekçeleri ile bilinen cinayet şablonunun ezberini bozmaya oynuyor. Zira cinayeti işleyenin filmin baş karakteri Tibor olması nedeniyle bu defa kayıp bir katili değil, cinayeti ustaca kurgulamış olan azmettiriciyi bulmamız gerekiyor.


Tibor’un annesini tedavi ettirme dürtüsüyle karıştığı gizemli cinayeti profesyonel bir kiralık katil gibi işlemesinin ardından oluşan kafa karışıklığı giderek yerini daha kabul edilebilir bir seyre bırakıyor. Çünkü soğukkanlı, duygusuz (ya da duygularını göstermemekte son derece usta) ve dümdüz bir kişilik olan Tibor’un mesleği gereği ölüm ve ölülerle olan yakın ilişkisinin sağladığı destekle çok pratik, aynı zamanda seyirciyi de güvende hissettirecek müthiş bir zekâya sahip olduğunu anlıyoruz. İş sadece sebebini bilmeden, maktülünü tanımadan katil olmasının ardındaki gerçekleri merak etmesine kalıyor. Orada da devreye öldürdüğü adamın kendisine önceden yazdığı mektup girince Tibor’un macerası başlıyor. Çoğu dedektifin aklına gelmeyebilecek kurnazlıklar ve cesur hamlelerle kendi işlediği cinayeti aydınlatma peşine düşüyor.

Sırf bu durum bile birçok senariste ilham verebilir. Macar yönetmen/senarist/oyuncu Attila Galambos’a verdiği ilhamın yine kendisi tarafından hayata geçirilişi, Tibor gibi benzerine az rastlanır bir kişiliğin yardımıyla farklı bir Agatha Christie dokusu taşımıyor değil. Ama bu dokuya Avrupalı kimliğini koruyarak ve üzerine kara film deneyimi de katarak ilerliyor. Tibor’un etrafında şekillenen karakter çeşitliliği, hemen her “katil kim” filminde (gerçi buradaki arayış “plânlayıcı kim”e dönüşmüş durumda) olduğu gibi hedef şaşırtmayı amaçlamış olsa da, senaryonun bu çeşitliliğe verdiği değer kendini belli ediyor. Özellikle kendi kurmacası içinde bir başka kurgu daha barındırdığı iddiasını öne sürmekten geri durmuyor. Tibor’un kürsüde yer aldığı, filmin tüm kadrosunun katıldığı ve filmdeki konumlarını amfi düzeninde tartıştıkları sahnenin yaratıcılığı, bu kurgusallığı bir senaryo atölyesi ciddiyetine konu edilecek denli tartışmaya değer, tabiî aynı zamanda mizahi bir düzleme taşıyor.


Tüm olumlu yönlerine rağmen A nyomozó’nun en önemli unsuru hiç kuşkusuz Tibor. Birçok yönden filmin kendisinin olduğu kadar Tibor’un da sahip olduğu cinayet romanı kahramanının gizemli edebî yönü filme de yansımış denebilir. Bunun yanında roman anlatıcısının onun hakkında söyleyebileceği kişilik özelliklerini bizzat kendisinin dile getiriyor olmasının da orijinal bir yanı var. Mesela alımlı ve sevimli kız arkadaşı Edit ile fiziksel yakınlaşmadan kaçınmasını “ben öyle şeyler bilmem” şeklinde açıklaması, yapılan espriler karşısında “benim espri anlayışım pek yoktur” demesi gibi tepkileri (veya tepkisizliklerin) böyle bir karakteri ironik biçimde sempatik kılması da önemli bir başarı. İçine düştüğü kriminal durumun türlü kişilik zaaflarını da beraberinde getirmesi beklenirken, soğukkanlılığını ve zekâsını muhafaza eden, insanlara doğru sorular sorarak, insanlara doğru yerlerde yalan söyleyerek şüphelileri sıkıştırmayı ya da sıkıştığı yerden kurtulmayı beceren Tibor’un tasarım ve uygulanışı çok başarılı. Sıradan bir adamın sıra dışılığı, bu her iki ucun da hakkını veren sahnelerle pekiştiriliyor.

Yine başlangıçta Zsolt Anger’ın iki önemli ödül kazandığı Tibor karakterini canlandırırken benimsediği minimalliğin aslında tam da bu filmin ihtiyacı olduğu hissediliyor. Ama özellikle Tibor’un kendisine doğrultulmuş bir silahı iki saniyede sahibine iade edişinin hemen öncesinde, silah sahibine olduğu kadar seyirciye de oynadığı kısacık karakter yükselişi kandırmacası, sonra tekrar saniyesinde Tibor normalliğine döndüğü sahne olağanüstü. Sanki aktör bile değilmiş izlenimi veren Zsolt Anger’ın yanında filmde neredeyse hiç kötü oyuncu olmaması da bu artılara eklenince Attila Galambos’un filmi mutlaka izlenmesi gereken küçük suç filmleri arasında yerini gururla alıyor.

5 Haziran 2024 Çarşamba

Wild Roots (2021)

 
Yönetmen: Hajni Kis
Oyuncular: Gusztáv Dietz, Zorka Horváth, Éva Füsti Molnár, Viktor Kassai
Senaryo: Hajni Kis, Fanni Szántó
Müzik: Oleg Borsos

Araçla cinayete sebebiyet vermekten dört yıl hapis cezasına çarptırılan Tibi, hapisten çıktıktan sonra bir gece kulübünde fedai olarak çalışmaya başlamıştır. Kızı kazada öldüğü için onu suçlayan kayınvalidesi, torunu Niki'nin babasını görmesini yasaklamıştır. Yedi yıl ayrı kaldığı babasını merak eden 12 yaşındaki Niki bir gece onun çalıştığı kulübe gizlice girer ve babasının bir müşteriyle yaşadığı kavgaya tanık olur. Uzun zaman sonra kızını gören Tibi onu bırakmak istemez. Ama kalıcı bir işi, kalacak bir yeri bile olmadığı için bu o kadar kolay olmayacaktır. Hajni Kis ve Fanni Szántó'nun yazıp Hajni Kis'in yönettiği Külön falka (Wlid Roots), her ikisi de hayatlarında farklı sorunlarla boğuşan bir baba-kızın bu olumsuzluk ve zorluklar içinde taze bir başlangıç yapmaya çalışma hikayesi. Film, özellikle baba ile kızının yıllar içinde birbirlerini ne kadar özlediklerini küçük ama etkili dokunuşlarla anlatma becerisiyle öne çıkıyor. Senaryo olarak benzerlerine çokça rastlamış olabiliriz. Hayata tutunamamış bir ebeveyn ve hiç olmazsa bir ebeveyne sahip olmak isteyen bir çocuk. Birbirlerini bulduklarında, daha doğrusu Niki ilk adımı attığında her ikisinin de sevgi ve sığınma açlığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine iyi geldikleri, baba olma ve bir ebeveyne sahip olma duygularının rahatlatıcı etkileri hissediliyor. Film özellikle yıllar sonra birbirini bulma ve haklı olarak kaybetmek istememe duygularının bu paslaşmalarına yakın giriyor. Sözlere fazla ihtiyaç duymasa da, duyduğu anlarda hisleri sömürme niyeti taşımıyor.

Ne var ki hem Tibi, hem de Niki birbirlerinden ayrı geçirdikleri hayatlarında farklı sorunlarla boğuşuyorlar. Hapisten çıkan, bar fedailiği yapan, evli kardeşinin evinde kalan Tibi, bu sefil hayatıyla Niki'ye fazla bir şey vaat edemiyor. Yaşlı anneannesi ve yatalak dedesiyle oturan, okul hayatında akranlarıyla sorunlar yaşayan, ailesiyle ilgili arkadaşlarına sürekli yalanlar söyleyen Niki ise, artık yokluğunu hissetmek istemediği, elindeki sınırlı bilgileri izleyerek bulduğu babasını tanımak istiyor. Senaristler, kulüpte yaşanan kavganın yasal sürecini, Tibi'nin sefaletini, geçmişteki kazayla ilgili Niki'nin bilmediği gerçeği, yine Niki'nin okuldaki sorunlarını dikenli teller gibi baba-kız etrafına sararak bu kavuşmayı daha hassas ve değerli hale getiriyorlar. Basit konuşmalar, şakalar, bakışmalar, küsmeler, barışmalar ve dahasından oluşan süreç içinde baba-kızın birbirlerini keşfetme, yeni bir başlangıç yapma gayretlerini görüyoruz. Hayatlarında yaptıkları bazı yanlışlara rağmen Tibi ve Niki birlikteyken o kadar güzel ve iyi niyetli insanlar ki, beraber müzik dinleyişlerinde, yemek yeyişlerinde, okul çıkışı buluşmalarında, el ele tutuşup yürüyüşlerinde aralarındaki kimyanın ekrandan taşması en büyük artılardan. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz dikenli tellere yaklaştıkça irili ufaklı çizikler almaları kaçınılmaz hale geliyor. Doğal olarak bu çizikler bizi de etkiliyor. Mesela yeni bir çift spor ayakkabı bile Tibi ve Niki arasındaki ilişkinin çok yönlü okumalarına katkı sağlıyor.

Ülkesi Macaristan'daki ve bazı komşu ülkelerdeki festivallerden genelde En İyi Film ve En İyi İlk Film ödülleri kazanan Wild Roots, birbirlerini tekrar kaybetmemek, yeni bir başlangıç yapmak, iyileştirmek isteyen ve bunun için çabalayan baba-kız ilişkisinin sunacağı sınırlı iniş çıkışları iyi kullanan, doğallığını bir koz haline getirmeyi başaran dramlardan. Doğallık demişken iki başrolünden övgüyle bahsetmemek olmaz. Tibi rolündeki Gusztáv Dietz aslında profesyonel bir oyuncu değil, profesyonel bir dövüşçü ve bu da onun ilk filmi. Aynı zamanda Niki olarak izlediğimiz Zorka Horváth'ın da ilk filmi. Henüz ilk yönetmenlik denemesinde oyuncu bile olmayan iki başrolle çalışan Hajni Kis, onların ekranı çok iyi dolduran fiziksel görünümlerini hakkını vererek kullandığı kadar, abartısız performanslarını da ortaya çıkarmayı başarmış. Üstelik bu performanslar, çoğu profesyonelim diyenden bile daha iyi. Kis'in bu ikiliyi özellikle seçtiği, onların tecrübesizliklerinden elde edeceği performansı bilinçli olarak filme almak istediği ifade edilmiş. Bu oyuncu yönetme tercihi, kamera hareketlerindeki doğallıkla, mekan ve kadraj seçimleriyle birleştiğinde aslında hiç de ilk film gibi durmayan hacimli bir festival yapımı kimliği taşıyor. Bu hacmini büyük ölçüde hayatın içinden bir dramı abartı ve sömürüye fazla kaçmadan yansıttığı için elde ediyor. Empati de kurulunca özellikle kız babalarını ve babalarını özleyen kızları daha bir etkiliyor.

31 Mayıs 2024 Cuma

Legjobb tudomásom szerint (2020)

 
Yönetmen: Nándor Lörincz, Bálint Nagy
Oyuncular: Balázs Bodolai, Gabriella Hámori, Attila Menszátor-Héresz, Iván Fenyö, Artur Szõcs, Alexandra Borbély
Senaryo: Nándor Lörincz, Bálint Nagy
Müzik: Attila Fodor

Nándor Lörincz ve Bálint Nagy'nin beraber yazıp yönettiği Macaristan yapımı Legjobb tudomásom szerint (As Far As I Know), çocukları olmayan, evlat edinme arifesindeki dört yıllık evli Dénes ve Nóra çiftini izliyor. İkisi de bir pazar araştırma şirketinde çalışıyor. Nóra hazırlıklar yüzünden izinli. Arkadaşlarıyla dışarıda vakit geçirdikleri bir gece eve dönerken otobüste tartışan çift, Nóra'nın öfkeyle otobüsten inip Dènes'in onun peşinden gitmemesiyle zorlu bir sürece girer. Saatler sonra eve dönen Nóra, tuhaf davranışlar sergilemeye başlar. Daha sonra otobüste seslerini yükselttikleri için kendilerini uyaran bir yolcunun Nóra ile aynı anda inerek onun peşinden geldiğini, tenha bir yerde saldırarak kendisine tecavüz ettiğini Dènes'e itiraf eder. Polise gitmeye karar verseler de, suçlunun yakalanmasını sağlayacak kanıtlar için geç kalınmıştır. Film bize bu saldırı sahnesini göstermez. Çift otobüste ayrıldıktan sonra bitkin bir halde eve dönen Nóra'yı ve evde onu endişeyle bekleyen Dénes'i görürüz. Yani Dènes gibi biz de seyirci olarak Nóra'nın söylediklerine inanmak durumunda kalırız. Polisin yaklaşımı da rahatsız edici derecede direkt ve bezgin biçimde olunca Dénes bir dedektif gibi iz sürmeye, fail hakkında bilgi edinmeye çabalar. Dénes derine indikçe o gece Nóra'nın anlattıklarından başka şeyler de yaşanmış olduğu gerçeği işleri daha da içinden çıkılması zor bir hale sokar. Tecavüz suçunun gölgesinde sınanan evlilik, güven, şüphe, fedakarlık, ebeveynliğe hazır olma gibi meseleleri karıştırıp içinden çıkmaya çalışan film, bunda büyük ölçüde başarılı denebilir.

Nándor Lörincz ve Bálint Nagy ikilisi özellikle diyaloglarda sağladıkları akıcılıkla Dénes ve Nóra'nın evliliklerindeki gedikleri yavaş yavaş su yüzüne çıkarıyor. Her çiftin yaşayabileceği türden bir tartışmayı bile giderek büyütmeleri, özellikle Dénes'in sonradan pişman olacağı şeyler söylemesi üzerine Nóra'nın otobüsü terk etmesi olağan sayılabilecek iken, Dénes'in gecenin bir vakti eşinin peşinden gitmemesiyle çatışmalar zincirini başlatan film, kısa sürede seyircinin bu durumla empati kurmasını sağlıyor. Belki doğal yollardan çocuk sahibi olamamalarının suçluluk duygusu, belki evlat edinme işlemlerinde sona yaklaşmış olmanın, birer ebeveyn olacak olmanın acemi heyecanı, buna bağlantılı olarak ilişkilerindeki tutkunun yerini bu sorumluluğun alması gibi çeşitli gerekçelerle birbirlerini yıpratan çiftin, farklı gerekçelerle benzer biçimlerde birbirlerini yıpratan başka çiftlerden pek bir farkı yok. Bu istenmeyen ama artık kanıksanan yıpratma aşamalarını doğal bağlamlarından koparmadan çok iyi ele alan Lörincz ve Nagy, sağlama aldıkları bu çatışmanın üstüne tecavüz gibi bir insanlık suçunu da ekleyince katmanlanmaya başlayan dram, suç bürokrasisi, sosyal medya ifşaları gibi başka meseleleri de peşinden sürüklüyor. Senaristlerin bu durumu dallandırıp budaklandırmalarındaki doğallık ve hiyerarşi, beraberinde etkili bir psikolojik gerilimi de getiriyor. Hatta işin içine bir noktada tecavüzcünün kendini temize çıkarma çabasını dahi katıyor.

Çıftin bir yandan ortak adalet arayışı, bir yandan da kendi ilişkilerinin muhasebesi işlenirken, Dénes özelinde ve Nóra özelinde ayrı ayrı toplumsal cinsiyet rolleri de kaçınılmaz olarak masada yer alıyor. Bir erkeğin eşini gecenin bir yarısı yalnız bırakması, bir kadının gecenin bir yarısı tek başına bara gidip içmesi gibi kanıksanamamış rollerden çıkamama haline turnusol işlevi gören bir yanı, aynı zamanda bu roller yerine getirilmezse sonuçları bu olabilir gibi bir bedel ödetme doğruculuğu da var. "Hesabı erkek öder" veya "evi kadın çekip çevirir" gibi filmden bağımsız pek çok cinsiyet kodlamalarının vahim sonuçları olmayabilir belki. Ama insanın biyolojik evrimi yanında, bireysel, toplumsal, psikolojik yönlerden geçirmiş ve geçirecek olduğu evrimin şimdiki halini mühim bir yerinden fotoğraflayan filmlerden sadece biri olarak, süresi dahilinde bu çatışmaları iyi işliyor. Sadece final kısmında bazı seyircilerin sürpriz beklentilerine tam manasıyla cevap vermiyor olabilir. Ancak bu anlatmak, düşündürmek, tartıştırmak istediği şeylerin değerini düşürmüyor. Başrol oyuncuları Balázs Bodolai (Dénes) ve özellikle Gabriella Hámori (Nóra), Macar sinemasının aktörlerinin karakteristik özelliklerinden biri olarak fırtınalarını, gelgitlerini gergin bir sakinlikte yaşayan, kararında yükselen performanslarıyla etkili bir profil çiziyorlar. Yapısı itibariyle hem festivallere uyan, hem de ana akım dramlardan izler taşıyan film, sırf cinsiyet rollerini kendi konu ve işleniş çapında tartışmaya açtığı için bile görülmeyi hak ediyor.

8 Eylül 2022 Perşembe

Liza, a rókatündér (2015)

 
Yönetmen: Károly Ujj Mészáros
Oyuncular: Mónika Balsai, Szabolcs Bede Fazekas, David Sakurai, Antal Cserna, Piroska Molnár, Gábor Reviczky, Mariann Kocsis, Ági Gubík, Lehel Kovács
Senaryo: Bálint Hegedûs, Károly Ujj Mészáros
Müzik: Dániel Csengery, Ambrus Tövisházi

Bálint Hegedûs ve Károly Ujj Mészáros'un senaryosunu yazdığı, kısa filmlerin ardından Mészáros'un yönettiği ilk uzun metraj olan Liza, a rókatündér (Liza The Fox-Fairy), Japon konsolosunun dul eşinin bakımını yapan 30 yaşındaki Liza'nın modern masalını anlatıyor. Bir yandan sıkıcı hayatına mülayim bir şekilde katlanırken, gerçek aşkı bulma hayalleri kuran Liza'nın tek arkadaşı, bakıcılık yaptığı evde sadece onun gorebildiği, uzun zaman önce ölmüş Japon pop yıldızı Tomy Tani'nin hayaletidir. Liza'yı kıskanan Tomy'nin yaptığı büyü yüzünden etrafındaki bazı insanlar, özellikle de onu arzulayan erkekler birer birer ölmeye başlayınca, evde bulduğu eski bir Japon müze broşüründe okuduğu Tilki Peri Lanetine sahip olduğunu düşünmeye başlar. İnsanların ölmesini engellemek ve hayallerine kavuşmak için bu laneti bozmanın yollarını arar. Renk paletleri, mekan seçimleri, şık kadrajları, masalsı ve modern öğeleri buluşturan anlatımıyla stilize bir romantik-kara-komedi olan Liza The Fox-Fairy, birçok uluslararası ve fantastik film festivallerinden haklı ödül ve adaylıklar aldı. Modern bir masal olarak nitelendirilebilecek filmin bu karışımı zaman zaman Wes Anderson veya Jean-Pierre Jeunet referansları taşısa da, metin ve anlatı olarak çok daha sade, özüne sadık, hikaye dengesini koruyan bir yapıda. Absürt dokunuşlarını bu dengeli duruşuna sakil durmayacak şekilde entegre etmesi, başka bir deyişle gerçeküstülüğünü romantik komedi anlayışıyla bütünleştirmesi filmin çıtasını yükseltiyor.

Çin ve Doğu Asya mitolojilerinde "Tilki Ruhu" olarak bilinen bu efsaneyi filmden dinlediğimiz şekliyle kabullenip Liza'nın üzerindeki bu tuhaf laneti kabaca kabullendiğimizde film kendi kara mizah dinamiklerini oluşturmuş oluyor. Efsaneye göre Nasu ormanında yalnız yaşamakla cezalandırılmış lanetli şeytanlar olduğuna inanılan tilki perilere aşık olanlar ölmek zorunda. Liza'ya saplanıp kalan bu lanet, sadece tilki periyi başına gelecekleri bile bile saf bir şekilde seven birisi tarafından bozulabilir. Bu folklorik kalıp modernize edilirken senaristler Hegedûs ve Mészáros hem güncel detaylarla, hem de retro havası veren nostaljik sadeliklerle güçlü bir çevre düzeni kurmuşlar. Rahatsız etmeyen absürtlükler filmin doğal akışında çok iyi durmuş. Birbirinden tuhaf izdivaç kurbanlarını saymazsak, biri hayalet olmak üzere üç erkek tarafından bir aşk çemberine alınan, saflığı ve güzelliğiyle büyüleyen Liza, bir romantik komedi için çok doğru bir odak noktası. Hem sevimli, hem de seksi bir kadın olarak kendini sadece gerçek aşkı bulmaya adamış olmanın saflığıyla burnunun ucundaki gerçek aşkı göremeyişinin gülümseten anları, onu modern bir zamanda yaşayan romantik komedi kraliçesi yapmakta zorlanmıyor. Zeki ve ketum polis Zoltán da tam ona göre bir partner. Liza'yı canlandıran Mónika Balsai ve Zoltán rolündeki Szabolcs Bede Fazekas bu yüzden tam da filmin ihtiyacı olan masalsı mütevaziliği ve dingin tutkuyu vücuda getiren oyuncular. En son ülkesi Macaristan'da 2019'da çektiği 8 bölümlük Alvilág dizisinden beri yeni işi olmayan Károly Ujj Mészáros, daha fazla film yapması gereken yönetmenlerden.

2 Temmuz 2019 Salı

Ruben Brandt, Collector (2018)


Yönetmen: Milorad Krstic
Senaryo: Milorad Krstic, Radmila Roczkov
Müzik: Tibor Cári

Ünlü bir psikoterapist olan Ruben Brandt, babasının ölümünün lanetini üzerinde taşıyan, bu yüzden sık sık kabuslar gören bir adamdır. Bu korkunç kabuslarda canlanan dünyaca ünlü bazı tablolar çeşitli şekillerde Brandt'in hayatını cehenneme çevirmeye başlar. Bu arada Louvre müzesinden Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya ait paha biçilemez bir yelpaze, bir akrobat, dublör ve kleptoman olan Mimi adındaki kadın tarafından çalınır. Mimi aslında Paris'e sanat eserlerine meraklı mafya babası Vincenzo'nun görevlendirdiği üzere Regent Elması'nı çalmak için gelmiştir. Yelpazeyi çaldığı gece gözüpek bir özel dedektif ve sanat hırsızlığı konusunda uzman olan Mike Kowalski tarafından takip edilir. Bu takip sonunda önce Kowalski'ye yakalanan, ardından kurnazca kurtulan, ayrıca kazık attığı için Vincenzo'nun nefretini kazanan Mimi, kleptomanlığı doğru şekilde yapabilmek amacıyla, "sanatsal ruhları iyileştirmek için en iyi psikiyatrist" olduğunu duyduğu Brandt ile temasa geçer. Terapi başladığında ise Mimi, Brandt'in bazı sorunları olduğunu anlamakta gecikmez.

Ruben Brandt, Mimi'nin de fikir ve desteği sayesinde bu kabuslar ve halüsinasyonlardan kurtulmak için The Louvre, The Tate, MoMa, The Uffizi, The Musée d’Orse, The Art Institute Of Chicago gibi dünyanın en iyi müzelerinde bulunan, dünyanın en iyi tablolarından 13 tanesini çalmaya karar verir. Bu deli işi planına, aynı zamanda hastaları olan ünlülerin koruması Bye-Bye Joe, bilgisayar dehası Fernando ve "iki boyutlu" banka soyguncusu Membrano Bruno da gönüllü olarak dahil olur. Bu ekip, çılgın ve zeki planlarla tüm orijinal tabloları çalmayı başarır. Bu seri eser soygunu dünyada büyük yankı uyandırır. Brandt artık "Koleksiyoncu" lakabıyla aranan ünlü bir hırsızdır. En çok aranan suçlular haline gelen ekip, dünyanın dört bir köşesinde kovalanırken, yakalanmaları için konan ve sürekli artan ödül ise 100 milyon doları bulur. Sigorta şirketlerinden oluşan birim, Kowalski'yi hırsızları yakalaması için tutar. Kowalski yanında, 100 milyon doları duyan ödül avcıları, aynı zamanda Vincenzo ve adamları da Brandt ile çetesinin peşine düşer.


1952 Slovenya doğumlu Milorad Krstic'in Radmila Roczkov ile birlikte senaryosunu yazdığı, yönettiği, mutfağında daha pek çok işe el attığı Ruben Brandt, Collector, benzersiz bir animasyon deneyimi. Sırbistan'daki Novi Sad'da hukuk eğitimi alan, 1989'dan beri de ressam ve multimedya sanatçısı olarak Budapeşte'de yaşayan Krstic, çizim, resim, fotoğraf, heykel, belgesel film, set ve sahne tasarımı gibi birçok alanla yakın temasta olan bir sanatçı. Bu güne kadar sadece 1995 tarihli My Baby Left Me adında bir kısa animasyon çekmiş ve onunla da Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı kazanmış. Zaten işi başından aşkın bir insan olması bir yana, önceden tanımış olsaydık onun bir şekilde sinema dünyasına adım atması büyük olay olurmuş diye düşünebilirdik. Nitekim ilk uzun metrajlı filmini çıkarması 2018 yılını bulmuş ve Macaristan yapımı Ruben Brandt, Collector gerçekten büyük bir olay olmuş. Eskiden beri sanat galerilerini ve sinema salonlarını çok sevdiğini söyleyen, bir tablonun veya iyi çekilmiş bir sahnenin bazen gerçeklikten çok daha güçlü olabileceğini savunan Krstic, ilk filminde bu iki sanat dalının kendisi için ifade ettiklerini olağanüstü bir karışımla sanat severlerin beğenisine sunuyor.

Dadaizm, Surrealistler, Alman ekspresyonist ressamlar ve Pop Art gibi akımları favorisi olarak gösteren Milorad Krstic, özellikle karakter dizaynlarında Picasso'nun asimetrik yüz tasarımlarından, Kübist ve Dadaist akımlardan ilham aldığını belirtiyor. Baş karakteri olan Ruben Brandt'i ise ismen Flaman ressam Peter Paul Rubens ve Hollandalı ressam Rembrandt van Rijn'in kombinasyonu olarak düşünmüş. Krstic'in sinema zevkine baktığımızda ise korku, aksiyon-macera, film noir, drama, art-house, fantezi şeklinde geniş bir yelpazeyle karşılaşıyoruz. Ingmar Bergman, Luis Buñuel, Charlie Chaplin, Sergei Eisenstein, Federico Fellini, Alfred Hitchcock, John Huston, Stanley Kubrick, Akira Kurosawa ve Georges Méliès gibi yönetmenler onun sinema bilincini şekillendirmiş. Ama bu ağır isimlerin yanında popüler kültüre dair kişi, olay, sahne örnekleri de görmek mümkün. Krstic'in geniş çaplı ilham kaynakları kimi zaman bir Hitchcock filmi gibi gizemli tavır takınırken, bazen aksiyon gerektiren bir soygun filmi olması itibariyle kimi zaman da Mission Impossible ya da Ocean's Eleven tarzı popüler bir tempodan besleniyor.

Ruben Brandt'in farklı sorunlara sahip hastaları için ilginç tedavi yöntemleri var. Ama kendi sorunlarının çözümünün "sorunlarını kontrol altına almak için onlara sahip ol" öğüdü olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kabuslarına giren 13 tabloyu çalmaya karar vermesi, bir psikoterapist olarak Brandt'in kendine biçtiği terapi yöntemi oluyor. Üstelik sadece Brandt için değil, Mimi, Bye-Bye Joe, Fernando ve Membrano Bruno için de bu soygunlar özgürleştirici bir etki taşıyor. Tabii Brandt ve Mimi'nin bu "tedavi" süreci daha detaylı işleniyor. Brandt'in rüya ve halüsinasyon sahneleri yaratıcı, ürkütücü ve bu sayede gerçekten kurtulunması gereken arızalar olarak görevini yerine getiriyor. Krstic muhtemelen bu eserlerde hissettiği korku/gerilim fantezilerini, kendi sanatsal vizyonundan hareketle tanımladığı Brandt üzerinden somutlaştırarak self terapisini yapıyor. Üstelik Brandt'in bu ruh halini bir baba-oğul arızasıyla ilişkilendirerek gerekçe de sunuyor. Hepsi farklı şekillerde sorunlu ve terapi görmekte olan beş kahramanımız milyar dolarlar değerinde tabloları zeki ve soğukkanlı biçimde müzelerden çalarken hiçbirinin derdinin para olmaması, özgürleşme hissinin paha biçilemezliğine işaret ediyor.


Krstic, her sahnesine saniyelerle sınırlı sanat yerleştirmeleri yaparak bir ayrıntılar okyanusu, bir referans bombardımanı yaratıyor. Bunları filmin gerçeküstü hamuruna o kadar uygun yöntemlerle yapıyor ki, bir sergide önünde durduğumuz tabloları detaylarıyla incelemeye benzeyen şekilde sahneleri sürekli durdurma ihtiyacı yaratıyor. Psikolojik gerilimi mizahla, sanatsal derinliği popüler aksiyon numaralarıyla buluştururken bu yaratıcılığa hayran kalıyoruz. Filmin hemen başlarındaki Mimi ve Kowalski arasında Paris'te geçen uzun takip bölümü, Vincenzo'nun tırlarla ve bir helikopterle kahramanlarımızın peşine düştüğü anlar ve Tokyo'daki Popüler Sanat Sergisi'nde girişilen mücadele sahneleri, Krstic'in sadece sanat düşkünü bir "nerd" olmadığını, popüler aksiyon denklemlerinden de haberdar olduğunu gösteren çok eğlenceli sekanslar. Ruben Brandt, Collector, türlerin iç içe geçtiği bu biçimsel zenginliğini müziklerine de yansıtmış bir film. Güçlü tema müziklerini yapan Tibor Cári yanında, bazı Mozart, Puccini, Schubert, Stravinsky, Tchaikovsky eserlerini duymak mümkün. Popüler sızıntıları bu noktada da göstermek suretiyle Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox adlı grubun Creep (Radiohead), All About That Bass (Meghan Trainor) ve Oops!... I Did It Again (Britney Spears) şarkılarını sevimli pop caz yorumlarıyla duymak da çok keyifli.

Ruben Brandt, Collector nadir bulunan bir animasyon. Her sahnesinden sanat fışkıran, derinlik sahibi, hınzır, sürprizlerle dolu, sürreal bir deneyim. Yenilikçi olduğu kadar geleneksel öğelere bağlı, çok emek harcandığı belli olağanüstü bir vizyonun eseri. Erken başyapıt tabir edilen, şarap misali yıllandıkça değeri daha çok artacak bir yapım. Waltz with Bashir, Loving Vincent, Isle Of Dogs, Persepolis, La tortue rouge, Alois Nebel, Rango, L'illusionniste, Renaissance, WALL•E gibi 2000'lere damgasını vurmuş yenilikçi animasyonların arasında yeri çok sağlam. Milorad Krstic bu işin mutfağını çok iyi bilen bir sanat sever ve sanatçı. Bu tecrübeye rağmen henüz ilk uzun metrajını çekmesine inanmak güç. Bundan sonrasında yine mutfağına mı dönecek, yoksa buna benzer başka projelere mi imza atacak orası şimdilik belirsiz. İkincisi olması halinde sinema dünyası muhteşem bir yönetmen daha kazanacak. 13 dahi ressamın seçilmiş 13 tablosunu hikayesine birbirinden ilginç yöntemlerle dahil edişi, belki de bu sayede yeni nesli bu eserlerin varlığından haberdar edişi, zaten haberdar olanlara da farklı bir deneyim sunması, birkaç sanat dalında birden ustalaşmış Krstic'in sinema sanatına da ne denli önem bahşettiğinin kanıtı. Filmden öncesinde ve sonrasında görülmesi farklı tatlar yaratacak o meşhur tablolar ve sahipleri, resim sanatının hayatımıza kattığı anlamı sinema sanatıyla kol kola bir kez daha hatırlatıyor.


Venus (Sandro Botticelli)
Double Elvis (Andy Warhol)
Nighthawks (Edward Hopper)
Olympia (Éduard Manet)
Whistling Boy (Frank Duveneck)
Portrait Of The Postman Joseph Roulin (Vincent van Gogh)
Infanta Margarita Teresa In A Blue Dress (Diego Velázquez)
Portrait Of Renoir (Frédéric Bazille)
Portrait Of Antoine, The Duke Of Lorraine (Hans Holbein)
Woman Holding A Fruit (Paul Gauguin)
The Treachery Of Images (René Magritte)
Woman With Book (Pablo Picasso)
Venus Of Urbino (Tiziano Vecellio)

30 Nisan 2019 Salı

Napszállta (2018)


Yönetmen: László Nemes
Oyuncular: Juli Jakab, Vlad Ivanov, Evelin Dobos, Julia Jakubowska, Benjamin Dino, Christian Harting, Mónika Balsai, Judit Bárdos, Levente Molnár
Senaryo: László Nemes, Clara Royer, Matthieu Taponier
Müzik: László Melis

1914'te patlak veren I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde, 1913 yılında Budapeşte'de geçen Napszállta (Sunset), henüz 2 yaşındayken ebeveynlerini kaybetmiş, yıllar sonra bir genç kız olarak başkente dönen Írisz Leiter'in izini süren bir dram. Ölümünden önce ailesine ait olan seçkin bir şapka mağazasına gelen Írisz, burada iş bulup çalışmak istemektedir. Mağazayı aileden devralan Oszkár Brill, Írisz ile karşılaşınca hayalet görmüş gibi olur. Aradan geçen yıllardan sonra Leiter ailesinden birini görmeyi beklememektedir. Sadece o değil, karşılaştığı herkes Írisz'den rahatsız olmuşa benzemektedir. Írisz'den bir an önce kurtulmak isteyen Brill, ona mağazada iş olmadığını, uygun pozisyon bulduğunda onu çağıracağını söyleyerek ertesi gün onu göndermek ister. Ama gece Gaspar adlı bir arabacı Írisz'in odasına zorla girerek onun bir erkek kardeşi olduğunu söyler. Kayıtlarda kardeşi olup olmadığını öğrenmek için eski okuluna giden Írisz, başta hoş karşılanmasa da, oranın yetkilisi tarafından adının Kálmán olduğunu öğrendiği ağabeyinin varlığından haberdar olur. Üstelik şehirde Kálmán'ın varlıklı bir adamı öldürüp cesedini parçalara ayırdığına dair iddiaları duymayan yok gibidir. Böyle bir ortama bir Leiter olarak gelmiş olmasının zorluğuna rağmen şehirden ayrılmayan Írisz, ağabeyi Kálmán'ı bulmak için sırlar ve tehlikelerle dolu bir maceraya atılır.

2015 yılındaki ilk filmi Saul fia ile olağanüstü bir başarı elde eden László Nemes'in, Clara Royer ve Matthieu Taponier'in yardımlarıyla senaryosunu yazdığı, Saul fia'daki tarzına yakın bir biçimle yönettiği Napszállta, ilk film kadar ödül ve adaylıklar almamış olsa da yine üstün bir yönetmenlik anlayışıyla kotarılmış bir yapım. Saul fia ile karşılaştırılacak çok fazla ortak noktası, aynı zamanda ayrılan yönleri var. Nemes nasıl ki ilk filminde seyirciyi Saul'a adeta zincirlediyse, Napszállta'da bizi Írisz'den bir an olsun ayırmıyor. Nemes'in Írisz'in önünden, daha çok da arkasından takip ettiği kamerasıyla çevrede olup bitenlere onun açısından bakmamız yönünde dayatmaları sürüyor. Hatta yine sık sık alan derinliği sağlanarak filme, olaylara, kişilere tamamen Írisz gibi yabancılaşmamız, yalnızlaşmamız isteniyor. Karakterin zihnine hapsolmak, onun düştüğü gizemin içinde kaybolmak, sorulara onların içine hesapsızca dalarak cevap aramak için muazzam bir yöntem. Ancak film, Saul fia'dan farklı olarak Írisz'in çevresine de geniş olarak bakan, diğer karakterlerini daha somut tamamlayıcılar olarak belirleyen bir yapıda. Saul fia'yı tanımlamak için başka filmlerden örnekler vermekte zorlanırken, Napszállta'yı sürükleyici bir polisiye/gizem romanı uyarlamasına veya sürprizlerle dolu bir film noir örneğine benzetmek mümkün.

Karakter olarak Saul ve Írisz arasında da önemli benzerlikler mevcut. Her ikisinin de bir amacı var ve o amaç uğruna gözlerini karartmış vaziyetteler. Írisz ölümüne inatçı bir kadın. Başlangıçta ailesinin kurduğu Budapeşte'nin en popüler şapka mağazasının varisi olmasına rağmen, birden ortaya çıktığında hiçbir şeyi eskisi gibi bulamayacağını biliyor. Hatta hiç para almadan bile mağazada çalışmaya, şapka tasarımı yapmaya razı. Fakat ne zaman ki bir ağabeyi olduğunu öğreniyor, ailesiz geçen yıllarının acısına istinaden kendisini Kálmán'ı bulmaya adıyor. Ne var ki kötü şöhretli Kálmán'ı arama yolunda önünde türlü engeller var. Bu şöhret yüzünden şehre geldiği andan itibaren karşılaştığı herkesin ona yaklaşımı, bırakalım yaklaşımları, sadece bakışları bile olağanüstü tekinsiz bir atmosfer oluşmasına sebebiyet veriyor. Bu süreç boyunca itilip kakılıyor, horlanıyor. Ama bir yandan da yine o şöhret yüzünden insanların çekindiği biri haline geliveriyor. Özellikle Brill, önce göndermek istediği Írisz'in inadı neticesinde onu yakınında tutmak istiyor. Kálmán'ın nerede olduğu, sözü edilen cinayeti işleyip işlemediği, işlediyse bunun nedeni, öldürülen adamın yaslı eşi olan Kontes Rédey, kontesin ilişkide olduğu Otto von König adındaki Avusturyalı bir adam, eskiden mağazanın atölyesinde çalışmış ve tuhaf biçimde kaybolmuş Fanni adlı bir kız, çok şey bilen ama bir türlü Írisz'e söylemeyen Andor isimli genç işçi, atölyede çalışan kızlardan birini düzenli olarak seçilmiş kişi olarak belirleyip onunla ne yaptıkları belli olmayan bir grup soylu erkek gibi çeşitli gizemleri Írisz'in etrafına ören senaryo, Nemes'in orijinal yönetim tarzı karşısında çok fazla söz sahibi sayılmaz.


Haliyle tüm bu tekinsiz çevre düzenini ana akım bir polisiye gerilim gibi değil, Írisz'in gözükaralığının, inatçılığının, konuşkan olmayan mizacının, anlamlı yüzünün detaylarında vücut bulan tek planlarla, aktüel kamera hareketleriyle izliyoruz. Yapmaması söylenenleri yapan, gitmemesi söylenen yerlere giden, bu yüzden başına türlü işler gelen Írisz'in bu inatçılığı, merakı ve korkusuzluğuna yapılan ısrarlı vurgular, bir süre sonra onun aslında bu duygulardan beslenen, onların müptelası olmuş bir kadın olduğu düşüncesini yerleştiriyor. Nitekim filmin ana gövdesinden kopmuş olağanüstü final sahnesi bu düşünceyi iyice sivriltiyor. Belki Nemes'in vurgulamak istediği başka şeyler de vardır. Ama sırf bunun altının çizilmesi bile filmi yüksekte asılı tutmaya yetiyor. Artık her sahnede yakın plan gördüğümüz, peşinden oradan oraya savrulduğumuz Írisz'in zihnine o kadar yerleşmiş oluyoruz ki, donuk yüz ifadesindeki korku, endişe, hüzün bile ayıklanabilir hale geliyor. Belki de ayıklanabildiği illüzyonuna kapılıyoruz. Nemes, Saul fia'da nasıl ki Géza Röhrig'in donuk ifadelerinden faydalandıysa, burada da genç oyuncu Juli Jakab'ın içinde oyunculuk namına ne varsa adeta tırnaklarıyla kazıyıp çıkarmış. İki filminde de öyle başrol oyuncuları seçmiş ki, başlarına ne gelirse gelsin, gerekli tepkiyi verdikten sonra tekrar o ürkütücü donuk doğallığa geri dönmesine ve bu sayede o karakterin bu donukluğu altında yatan derinliğine seyircinin daha kolay ulaşmasına olanak tanımış.

Bir an bile sırıtmayan sanat yönetimi, döneme dair titiz kostüm ve mekan detayları, Saul fia'yı andıran "dar alanda kalabalık figürasyon" zenginliği, Nemes'in Sual fia'da da birlikte çalıştığı Mátyás Erdély'nin görüntü yönetimi, 12 Şubat 2018'de hayatını kaybeden László Melis'in filmin ruhuna uygun, hatta zaman zaman fabrika sirenlerini andıran tema müzikleri bu harikulade ikinci filmin diğer olumlu yönleri. Tabii Napszállta sırf olumlu yönlerle dolu bir film sayılmaz. Yer yer ağırlaştığı, odak noktalarından uzaklaşıp dağınıklaştığı, bazı noktaları yeterince açıklığa kavuşturmadığı, yarık kalmışlık duygusu verdiği anlar yok değil. Olağanüstü diye nitelediğimiz final sekansının herkesi tatmin etmeyebilecek veya anlam yüklenemeyecek olma ihtimali de bir gerçek. Ama bir filme yüklediklerimizden memnun kaldığımız sürece sorun kalmıyor. László Nemes'in biraz da üzerimize yıktığı bu sorumluluk, her iki filminin odak noktası iki karakterinin üzerine yıktıklarının yanında hiç sayılır. Onlar gerçekten yaşayan, kan, ter içinde ölüm korkusunu yegane amaçları uğruna ötelemiş çok özel tasarımlar. László Nemes'i bundan böyle hep bu stilize anlatımla ve mikroskop altına alınmış tek bir karakter eşliğinde filmlerle mi izleyeceğiz bilinmez. Ama ilk iki filminde hem aynı kalabilmiş, hem de bir o kadar fark yaratabilmiş yönetmenlerden biri olduğunu var sayarsak, bu hiç şikayet edilecek bir şey olmaz.

12 Kasım 2018 Pazartesi

1945 (2017)


Yönetmen: Ferenc Török
Oyuncular: Péter Rudolf, Eszter Nagy-Kálózy, Bence Tasnádi, Dóra Sztarenki, Tamás Szabó Kimmel, Iván Angelusz, Marcell Nagy, József Szarvas, Ági Szirtes
Senaryo: Gábor T. Szántó, Ferenc Török
Müzik: Tibor Szemzö

Tarih 12 Ağustos 1945. Yer II. Dünya Savaşı sonrası küçük bir Macar kasabası. Yıllar önce kasabada yaşayan Yahudi komşularının gönderilmesinden sonra onların her türlü mülklerini sahiplenmiş olan halk, sicil memuru ve kasabanın en yetkilisi konumundaki István'ın oğlu Árpád ve güzel Kisrózsi'nin düğün hazırlıkları ile meşguldür. Komşularının geri döneceğini hiç düşünmeyen kasabalılar, kendilerine emanet edilmiş veya kaos sonrası üzerine konulmuş taşınır/taşınmaz mallarla kendi düzenlerini kurmuşlardır. Ancak 12 Ağustos günü biri yaşlı diğeri genç, siyahlar giymiş iki adam trenle kasabaya gelirler. Yanlarında içinde parfüm olduğu söylenen iki büyük sandık vardır. Bir at arabası kiralayarak sandıkları kasabada bilinmeyen bir yere götürmeye koyulurlar. Küçük kasabada hemen yayılan bu haber sonrası başta István olmak üzere halk panik havasına bürünür.

Senaryosunu Gábor T. Szántó ve Ferenc Török'ün yazdığı, televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Török'ün yönettiği 1945, savaş sonrası onlarca hikaye arasından çok fazla işlenmemiş, en azından üzerine bu kadar yoğunlaşılmamış bir tanesini küçük bir Macar kasabası fonunda perdeye aktaran başarılı bir dram. Aslında buna benzer çok fazla hikaye, farklı türlerle ele alınmış, ait olduğu türün dışında başka bir türde de anlatılabileceğini hissettirmişti. Örneğin 1998 tarihli Fransa/Almanya ortak yapımı Radu Mihaileanu filmi Train de vie, nazi istilasından kaçmak için bir Orta Avrupa Yahudi kasabası halkının müthiş planını konu edinmişti ve 1941'de geçiyordu. İşte o yıllardaki istilalardan kaçamayanların geride bıraktıklarını sahiplenen Macar kasabası halkı bu defa bambaşka bir hikayenin merkezine oturuyor. Komedi ve dramın harikulade bir buluşması olarak tanımlayabileceğimiz Train de vie, sadece koyu bir dram ile yapılsa şu anki lezzetini taşır mıydı tartışılır. İstenilse 1945 de dram ve mizah karışımı bir tonla yazılabilirdi. Oysa filmde mizahın "m"si yok. Ama bu durum filmin meramını anlatmasına engel değil. Hatta herhangi bir mizahi hamle filmde çok sakil bile durabilirdi.

İhanet teması üzerine yoğunlaşan 1945, bu kavramı hem evlenmek üzere olan Árpád ve Kisrózsi açısından (ki bu açı daha çok filmi finale doğru kızıştırmak için tasarlanmış), en çok da akıbeti bilinmeyen Yahudi komşularının emanetlerine hıyanet eden veya yeltenen kasaba halkı üzerinden tanımlamaya çalışıyor. Finale dek sandık yüklü at arabasının arkasında ketum bir şekilde yürüyen iki adamın gizemini kasabalıların panik halleriyle yorumlamaya çalışırken, o paniği işlevsel hale sokup vicdani hesaplaşmaların, pişmanlıkların, adaletsizliklerin, trajedilerin tetiği haline getiriyor. Savaşın yıkıcılığının savaşsız bir ortamda bıraktığı yaraların izini sürüyor. Başta István rolündeki Péter Rudolf olmak üzere başarılı performanslarıyla, yılların görüntü yönetmeni Elemér Ragályi'nin (kendisi İlyas Salman'ın başrolde yer aldığı Simindis kundzuli (Corn Island) filminin de usta işi sinematografisini üstlenmiş) siyah beyazdan güç alan güçlü görüntüleriyle hem tarihi, hem de dramatik bir ambiyans yakalıyor. Böylelikle II. Dünya Savaşı sonrasına ait yüzlerce film arasında arka sıralarda kendine ait mütevazi bir yer açmayı başarıyor.

22 Haziran 2018 Cuma

A martfüi rém (2016)


Yönetmen: Árpád Sopsits
Oyuncular: Károly Hajduk, Gábor Jászberényi, Zsolt Anger, Péter Bárnai, Zsolt Trill, Zsófia Szamosi, Mónika Balsai, András Réthelyi, Piroska Móga
Müzik: Márk Moldvai

Bir kadının tecavüz edilerek öldürülmesi sonrasında, kadınla en son görülen Ákos Réti isimli gencin apar topar önce idama sonra iyi halden 25 yıl hapis cezasına mahkum olması, 7 yıl geçtikten sonra kadınların aynı kasabada aynı türde vahşice öldürülmeye başlanması üzerine soruşturma dosyasının tekrar açılmasının konu alındığı Macaristan yapımı A martfüi rém (Strangled), Macaristan'ın Martfüi şehrinde 60'lı yıllarda yaşanmış gerçek olaylara dayalı bir gerilim. Dönemin politik iklimini de fonuna yerleştiren, ama o fonu emniyet ve adalet sistemindeki açıkları işaret etmek için kullanan yönetmen Árpád Sopsits, polisiye temposu, gerilim kurgusu, dönem atmosferi, sert sahneleri, başarılı performanslarıyla ülkesinde ödül ve övgülere boğulmuş bir filme imza atıyor. Karakter çeşitliliğine rağmen Macaristan sinemasının özelliklerinden biri olarak soğuk ve mesafeli oyunculukların açıkça görüldüğü, buna rağmen tutkulu performansların böyle bir ortamda sivrilmek için çok rahat alan bulduğu bir film.

Önce Ákos Reti'nin suçlu mu, suçsuz mu olduğuna, suçsuz ise neden bu cinayetin onun üstüne kaldığına, akabinde de dışarıda tekrar alevlenen seri katil dehşetine bakacağını bildiğimiz film, katili gölgede bırakıp soruşturma sürecine ve kahramanlarına odaklanacak diye beklerken, katili de oyuna aktif biçimde dahil ederek elini güçlendiriyor. Böylece iki cepheden ilerleyen film, katil Bognár'ın kurban seçimi ve cinayet süreci ile, genç savcı Zoltán Szirmai'nin onu yakalamak için verdiği mücadele arasında bir kurguyla ilerliyor. Tabii her iki cephe de kendi içinde detaylara sahip. Mesela Ákos Reti dosyası tekrar açılınca 7 yıl önceki delillere istinaden apar topar onu mahkum ederek hem üstlerini, hem de toplumu savuşturmak isteyen Hakim Gábor ve Dedektif Bóta için bu dava eski defterlerin açılması demek olduğundan, genç ve idealist savcı Zoltán ile bürokratik ve psikolojik uyuşmazlıklar yaşıyorlar. Öte yandan, seri katil Bognár'ın karanlık yüzü ile normal yaşamı arasındaki tezatlığın yarattığı akış da filmin katmanlaşmasını, karakterlerin giderek boyut kazanmasını sağlıyor.

Bu tip gerçek hikayeleri veya kurgu senaryoları kendi yakın tarihinin fonunda işlemeyi seven Macar sineması, A martfüi rém ile bu sevgisini sürdürüyor. Bu tarih hakkında didaktik hareket etmeden, elinden geldiğince politik doğrucuk yapmadan, asıl hikayesini ve onun kollarını siyasi argümanlarla boğmayan tonda seyrediyor. Ama kuru bir seri katil hikayesi organize etmeyip, sosyolojik, politik, psikolojik açıları görebiliyor, böylece temelde yer alan adalet kavramına daha temkinli yaklaşabiliyor. Zira bu gerçek hikayedeki adalet sağlama aceleciliği sonucu insan onurunu, hayatını etkileyebilecek hukuki kararların sorgulanması gerekliliği hep bir kenarda duruyor, kendini hiç unutturmuyor. Teknik alanlarda güven verdiği gibi, Bárnai Péter, Anger Zsolt, Jászberényi Gábor ve Hajduk Károly dörtlüsünün güçlü performansları da A martfüi rém'i 2016'nın kaliteli suç dramlarından biri yapıyor.

10 Haziran 2018 Pazar

Teströl és lélekröl (2017)


Yönetmen: Ildikó Enyedi
Oyuncular: Géza Morcsányi, Alexandra Borbély, Zoltán Schneider, Ervin Nagy, Zsuzsa Járó, Réka Tenki, Júlia Nyakó
Senaryo: Ildikó Enyedi
Müzik: Adam Balazs

Macar yönetmen Ildikó Enyedi'nin uzun bir aradan sonra yazıp yönettiği Teströl és lélekröl (On Body and Soul - Beden ve Ruh), son yıllarda çekilmiş konusu en ilginç ve bu ilginçliği en etkili biçimde hayata geçirmiş filmlerden birisi. Budapeşte'de bir mezbahada finans direktörü olarak çalışan Endre ile, kalite kontrol bölümünde yeni işe giren Mária arasındaki tuhaf ilişkiyi ele alan film, dram, romantizm ve kara mizah öğeleriyle süslediği, sakin fakat çarpıcı bir ton yakaladığı çok yalın bir atmosferde geçiyor. 60'lı yaşlarında, bir elini kullanamayan, yalnız yaşayan ve içine kapanık (yetişkin bir kızı olduğu gereksiz ayrıntısı da verilen) Endre, 30'lu yaşlarında anormal derecede asosyal bir kadın olan Mária'yı görür görmez ondan hoşlanıyor. Ama iş yerinde Jenö dışında herkesle mesafeli olan Endre bu durumdan kimseye söz etmiyor. Zaten adeta bir robot gibi davranan Mária çok zor bir kadın. Mezbahada gerçekleşen bir hırsızlık olayından sonra çalışanlarla tek tek görüşmesi için görevlendirilen bir psikiyatr sayesinde çok garip bir gerçek ortaya çıkıyor. Endre ve Mária her gece biri erkek, diğeri dişi iki geyik olarak aynı rüyayı paylaştıklarını fark ediyorlar. Böylece o ana dek filmin açılışında ve aralarda görüp film ile bağlantısını kuramadığımız soğuk ve karlı ormandaki iki geyik birden anlamlanıyor.

Ildikó Enyedi, bu fantastik rastlantıyı hayata geçirmek için iki zor karakter seçmiş ki, senaryoyu kaleme alırken nereye kadar götürebileceğine dair kendine meydan okumuş sanki. Üniversite bitirmiş, mesleğini eline almış, olağanüstü bir hafızası olan, ancak insanlarla iletişimde adeta bir uzaylı kadar tuhaflaşan Mária, yılların bıkkınlığı ve yalnızlığı yüzünden okunan mezbahanın finans müdürü Endre'ye göre daha ilginç ve zor bir karakter sayılabilir. Aşırı ürkekliği sebebiyle rüyasında dişi bir geyik olmasına şaşmamalı. Enyedi, onun karşısına mevki sahibi yakışıklı bir playboy yerine, mevki sahibi Endre'yi koyuyor ve klişelerin kendisini kolayca götürebileceği yerleri reddederek kendi yolunu bir şekilde bulmaya çalışıyor. Aslında meselesinin özü, birbirine fiziksel manada yakışan bir kadın ve bir erkeğin inişli çıkışlı sıkıcı ilişkisi yerine, aynı rüyayı gören çok farklı iki insanın nasıl iletişime geçeceklerini, bu duruma nasıl tepki vereceklerini, bir ilişki yaşayıp yaşamayacaklarını, yaşayacaklarsa neye benzeyeceğini kurguluyor. Bunu o kadar zarif bir sinema diliyle yapıyor ki, bir Mária'nın, bir Endre'nin yalnız dünyalarına, sonra onların işyerindeki -çoğunlukla yemekhanedeki- geyikler kadar doğrudan ve ürkek etkileşimlerine konuk oluyoruz. Tabii gece olunca karlı ormanda onları birer geyik olarak gördüğümüz büyülü rüya sahneleri de bu incelikli kurguda yerini alıyor.


Enyedi tüm bu tasarımıyla o kadar naif bir evren yaratıyor ki, Endre ve Mária dışındaki karakterlerden hep bir fesatlık, gerginlik bekliyor, seyirci olarak adeta birer Endre'ye veya Mária'ya dönüştüğümüzü fark ediyoruz. Bu geyiksi ürkeklik, her ikisinin müthiş bir doğallıkla resmedilmiş yalnızlıkları içinde geçmişteki ya da şimdiki zamandaki kendimizden çok şeyler bulmamız sayesinde bizi de sarıp sarmalıyor. Çok basit akşam yemekleri, tek kişilik sıkıcı gece rutinleri, sessizlik ve son durak olan uyku. İçinde yaşayanlar için sıkıcı, dışardan bakanlar için sakinliğiyle huzur ve hüzün dolu bu şiirsel yalnızlık hali, rüyalarla birlikte o naif ruh halinin bedensel karşılığı olan geyiklerde kendini buluyor. İşyerindeki o tuhaf hırsızlık olmasa, bu suç yüzünden bir psikolog çağrılıp tüm çalışanlara özel sorular sorulmasa, Endre ve Mária'nın geceleri aynı rüyayı gördükleri gerçeğini birbirlerine asla söylemeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Çünkü her ne kadar Endre biraz yoklamış olsa da, birbirinden farklı bu iki insanın arkadaş olmaları bile imkansız görünüyor. Belki yakınımızda veya uzağımızda, ayrı dünyaların insanları da olsak bir rüya eşimiz olma ihtimaline de uzanıyor bu durum. İnsanlar genellikle birbirleriyle iletişime geçmek, ilişki yaşamak için hep bir ortak nokta bulma peşindedir. Oysa aynı rüyayı görmek kadar büyüleyici bir ortak noktamız olsa buna nasıl tepki verirdik diye kendi sınırlarını aşıp hayatımıza dahil olan bir film Teströl és lélekröl.

Filmin melankolik dokusu, Mária'nın çocuksu, kırılgan, sessiz, zaman zaman sinir bozucu derecede asosyal duruşundan ve Endre'nin yılgın ama özellikle Mária'yı gördükten sonra içten içe umutlu sakinliğinden besleniyor. Gülümseten, hüzünlendiren, yer yer ürküten ama her daim filmin bir dantel gibi işlenmesine katkıda bulunan detaylar, yakalamasını bilenler için o kadar cömert ki, Amélie'den Lost In Translation'a kadar imkanlı/imkansız pekçok aşk hikayesini anımsatan incelikler taşımakta. Ildikó Enyedi, komediden gerilime kadar çeşitli türlere kolayca uyarlanabilecek bu konuyu olabilecek, olması gereken en güzel biçimiyle, klişe kabul etmeyen çok boyutlu bir gidişat ile yazıyor/yönetiyor. Hatta kitabı olsa ne güzel okunurdu dedirtiyor. Kendi sakinliği içinde güçlü bir tempo yaratıyor. Endre rolünde ilk filmini çeken Géza Morcsányi ve Mária olarak izlediğimiz televizyondan gelme Alexandra Borbély, minimal halleriyle filmin başlarında hiç de güven vermemelerine rağmen, Enyedi'nin incelikli senaryosunun ağlarını ördüğü, özenle inşa ettiği, adım adım yükselttiği, hüzünlü yalnızlıklarına ortak ettiği birer beden ve ruha dönüşüyorlar. Hatta yıllandıkça unutulmazlar arasına girecek birer arızalı aşık profili çıkarıyorlar. Ama onların arızası birbirlerine veya başkalarına değil. Böyle sıradışı bir ruhi ortaklığa bedensel olarak nasıl tepki verileceğini bilememenin acemiliğiyle yaşadıkları arızalar. Bu durumda kim arızalanmaz ki?

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Saul fia (2015)


Yönetmen: László Nemes
Oyuncular: Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn, Jerzy Walczak, Sándor Zsótér, Todd Charmont, Uwe Lauer, Christian Harting, Márton Ágh, Juli Jakab
Senaryo: László Nemes, Clara Royer
Müzik: László Melis

Aralarında Cannes büyük ödülü, En İyi Yabancı Film Oscar'ı ve Altın Küre'si de olmak üzere pekçok festivalden ödül kazanmış Saul fia (Son Of Saul), 1944 yılında Auschwitz imha kampındaki Sonderkommando’lardan (Nazilerle işbirliği yapmaya zorlanan Yahudi tutsaklara verilen ad) biri olan Saul Ausländer’in iki gününü anlatan bir film. Saul bir gün, temizlediği imha fırınında bir oğlan çocuğunun cesedini görüp onu saklayarak bir haham eşliğinde Yahudi usüllerine uygun olarak gömmek gibi akıl dışı bir misyon üstleniyor. Bu sayede içinde bulunduğu, hatta bir parçası olduğu kaosu biraz olsun anlamlandırmak isteyen Saul, zaten her dakikası hayati tehlike içeren bu ölüm kampında her türlü riski alarak kendi kendine yüklediği bu görevi gerçekleştirmek için çabalıyor. Normal şartlar altında ve standart bir anlatımla ilginç konusuna rağmen onlarca holokost yapımı arasında silinip gidebilecek bir film iken, bu türün unutulmazları arasına girmesinin yegane sebebi, birkaç kısa filmin ardından ilk uzun metrajını çeken László Nemes'in benzersiz anlatım tarzı.

Sabit ve flu bir görüntüyle açılan film, birden ortaya çıkan Saul'un ekrana iyice yaklaşıp netleşmesiyle, ama arka planın hala flu kalmasıyla sürüyor. O andan itibaren birkaç plan haricinde filmin büyük çoğunluğu bu alan derinliği yöntemiyle ilerliyor. Yine o andan itibaren Nemes 40mm lens ile bizi omuz hizasından Saul'un önüne ve arkasına adeta kelepçeleyerek oradan oraya sürüklüyor. Hem Nemes için, hem de Saul'u canlandıran Géza Röhrig için büyük bir meydan okuma. Biz önden veya arkadan Saul'u bu şekilde izlerken onun etrafındaki telaşı, kaosu, vahşeti flu bir fon olarak görüyoruz. Hatta çoğu zaman gözümüz o fona kayıyor. Sesler zaten hiç susmuyor ve net olmayan o görüntüleri ürkütücü biçimde tamamlıyor. Sesler sayesinde göremediklerimiz de kaosa katkı sağlıyor. Nemes'in o fonu bilinçli olarak flu bırakmasının nedenlerinden biri, Saul'un fanustaki balık misali ifadesiz çehresine seyirciyi daha doğrudan dahil etmek istemesi. Yani seyirciyi de o fanusun içine koyması. Böylece biz de Saul gibi tek amaca odaklanıp, önce ölü çocuğun bedenini güvence altına alacak, öldürülmek için kampa getirilen yüzlerce kişi arasından bir haham bulacak, uygun bir nokta bulup çocuğu dualar eşliğinde gömeceğiz. Tüm bunları en hararetli zamanında Auschwitz'de yapacağız.


Bu kutsal ve absürt amaca ulaşma yolunda adeta ruhsuz bir robota dönmüş Saul'un bu kayıtsızlığı, insanlığın unutulduğu bu kampın genel ruh halini de ürkütücü bir umursamazlığa büründürüyor. Yani pek sık rastlanmayan biçimde bir film, genel atmosferini büyük oranda kadrajına hapsettiği baş karakterine dayanarak kuruyor. Bu alışılmadık tarz, ana akım seyirciyi dışlayıp deneysel sevenleri bağrına basıyor gözükse de, Yahudi soykırımı filmlerinde yeterince tanık olduğumuz vahşet sahnelerine yenilerini eklemek gibi bir derdi olamayan Nemes, seyirci olarak bu filmlerden öğrendiklerimizi o flu fonda bırakıp bir birey olarak Saul'un deli işi misyonuna alan derinliği kazandırmaya uğraşıyor. Ana akım beklentisi, genel olarak Roman Polanski'nin The Pianist filminde Szpilman'ın hayatta kalma mücadelesi yönünde olduğu için, Saul'un farklı konum ve tarzda şekillenen mücadelesi, bir nebze kendini tekrardan uzaklaştırarak fark yaratıyor. Tıpkı Szpilman gibi Saul'un da şans eseri hayatta kaldığı pekçok sahne, ölümün de, yaşamın da artık şansa bağlı olduğunu yineler nitelikte. Önemli olan bu şans faktörünün mücadeleci ruhu yükseltici yönde seyretmesi. Kaldı ki, Szpilman'ın birinci amacı hayatta kalmak iken, Saul, oğlu yerine koyduğu çocuğu doğru biçimde gömmek için hayatta kalmayı birinci amacı haline getirmiş bir karakter.

Auschwitz'in cehennem atmosferinin ortasında Saul'un bu çabasına, bir de önceleri pek anlamlandıramadığımız, fakat yavaş yavaş çaresizce yeşermeye çalıştığını anladığımız direniş telaşı ekleniyor. Ne var ki bu bile Saul'u geri plana itemiyor. Zaten öyle bir gayret de yok. Nemes bu durumu kaos atmosferini biraz daha boyutlandırabilmek, deyim yerindeyse ortalığı biraz daha karıştırmak, finali de bu boyuta ve karışıklığa entegre etmek için kullanıyor. Bunca karışıklığın tek öznesi olan Saul'u gerek çekim tekniği, gerekse hikaye önceliği yönünden benimsemek gayet doğal. Ama Saul'a rağmen Saul'a yabancı olmak da pekala mümkün. Öyle ki, 1989 tarihli bir Macar dizisinin iki bölümünü saymazsak bu filme kadar hiç oyunculuk tecrübesi olmayan Géza Röhrig'in Saul'a cuk oturan ifade ve performans donukluğu / doğallığı, belki de olması gerektiği gibi insani özellikleri geçmişinde bırakmış, kendi olmaktan çıkmış, göreve odaklı olmanın ruhsuzlaştırdığı bir adamın perdeye yansıması. Bu yüzden rutini bozan defin kararı onun kendini bir insan olarak hatırlamasını sağladığı için çok önemli. Yine bu yüzden Adrien Brody'nin tutkulu ve özverili performansını Géza Röhrig'de aramak yersiz. Yine bu ve bahsettiğimiz diğer tüm sebepler yüzünden Saul fia, hikaye, senaryo ve performanstan önce biçimin önemli olduğu çok güçlü bir yapım.