12 Mart 2024 Salı

American Fiction (2023)

 
Yönetmen: Cord Jefferson
Oyuncular: Jeffrey Wright, Sterling K. Brown, Issa Rae, Erika Alexander, Tracee Ellis Ross, Leslie Uggams, Myra Lucretia Taylor, John Ortiz, Adam Brody, Raymond Anthony Thomas
Senaryo: Cord Jefferson, Percival Everett
Müzik: Laura Karpman

Cord Jefferson'ın Percival Everett kitabı Erasure'dan uyarlayarak senaryosunu yazdığı, Jefferson'ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu American Fiction, özellikle Amerika'da çok önemli bir sorun haline gelen ama Amerika dışında daha evrensel boyutlarda da karşılığı olan bir meseleye kendi penceresinden bakan bir film. Çok satmayan kitaplar yazan bir yazar olan Thelonious 'Monk' Ellison, küfür, argo ve hiçbir yere varmayan günlük konuşmalarla dolu "siyah" dilini kullanan ifade biçimleri ve kitaplardan kâr eden düzenden bıkmış bir entelektüel. Son zamanların en çok satan kitaplarından biri de genç siyah bir yazar olan Sintara Golden'ın bu türde yazdığı ve bu mantıkla pazarlanan "We's Lives In Da Ghetto". Katıldığı kitap fuarında en çok ilgiyi bu kitap görünce, son yazdığı kitabı bir türlü basılmayınca, üstüne ders verdiği kurumdan birazdan bahsedeceğimiz bir sebepten dolayı uzaklaştırma alınca memleketine dönen Monk, orada doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah erkek kardeşi Cliff ve Alzheimer başlangıcından muzdarip annesiyle buluşur. Beklenmedik bir trajik olay ve annesinin evinin karşısında oturan çekici avukat Coraline yüzünden orada kalması daha uzun sürecektir. En İyi Film, En İyi Erkek (Jeffrey Wright), En İyi Yardımcı Erkek (Sterling K. Brown) En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Müzik dallarında Oscar adaylığı olmak üzere genellikle ABD festivallerinden 160'ın üzerinde adaylık, 50'nin üzerinde ödül kazanan American Fiction, bunlardan En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ını almış, adeta bir hiciv madeni gibi konusuyla çok iyi bir komedi dram dengesi tutturmuş filmlerden.

Amerikan toplumunun dil yozlaşması özelinde ve kültürel yozlaşma genelindeki rantı keşfeden yayın, müzik ve film endüstrisinin kurduğu sömürü düzeni, her türlü vasata olan ilgi ve övgüyü besliyor. Sırf yazarı siyah diye niteliksiz kitapların çok satması, o kitapların film uyarlamaları için girişimlerde bulunulması, üstelik bunu yapan yayıncıların, yapımcıların ve yönetmenlerin çoğunun beyaz olması artık yaygın bir durum. Alt sınıfa hitap eden, yoksul, mazlum, öteki bireylerin klişe yükseliş hikayelerinde ve onların dili yozlaştırmalarında hemen her toplum benzer yaklaşımları ve istismarları tecrübe etmekte. Kitap, film, dizi artık format ne olursa olsun buradaki satış potansiyeli bilimin, sanatın, akademik içeriklerin sahip olduğundan çok daha fazla. Monk ve onun gibi bu işleyişten rahatsız olan azınlığın kabullenemeyişleri bir şeyleri değiştirmiyor. Film, bu durumu Amerika ile sınırlı tutarak oradaki afro amerikan hassasiyetlere bakmak amacında. Amerikan polisinin siyahlara yönelik önyargılı ve şiddet hevesli olması, buna bağlı olarak "Black Lives Matter" hareketinin yükselişi, politika, spor, sanat gibi her alanda siyah kenetlenişi (ve bir yan etki olarak alınganlığı) yeni sayılabilecek toplumsal bir  duyarlılık "modası" da başlattı. Hatta "Oscar so white" adında bir hareket yüzünden, sırf kampanyası yapıldığı için hak etmediği düşünülen siyah oyuncular aday gösterildi, ödüller aldı, hak ettiği düşünülen siyah isimler görmezden gelindi.


Bazı hassasiyetlerin zorlamalığı, ikiyüzlülüğü, politik doğruculuğu gerçek hayata o kadar entegre oldu ki, samimiyet ve akım arasındaki farkı ayırt etmek refleksi de köreldi. Bir siyah olarak Monk, ders verdiği sınıfta tahtaya içinde "nigger" kelimesi geçen bir eser adı yazdı diye beyaz bir öğrencinin popülist baskısına maruz kalıyor mesela. O sahne Monk'un tavrından ötürü "bir siyah olarak ben bile bu kelimenin ders esnasında kullanılması gerekliliğinden rahatsız olmuyorsam, bir beyaz olarak sana ne oluyor" cümlesini seyircinin kafasında kurdurmayı başarıyor. Irkçılık karşıtı olmanın yarattığı buna benzer popülizm örneklerinin vasatı övme seviyesine varması önemli bir paradoks. "Halk bunu istiyor" argümanı da ne yazık ki doğru. Çoğunluk vasatı seviyor ve övüyor. Sintara Golden'ın sokak diliyle yazdığı kitabın popüler bir bestseller olmasındaki anlamı bir akademisyen yazar olarak kabullenemeyen Monk'un merak edip kendisi de takma bir isimle bu tarz bir kitap yazması, bu kitabın da bestseller olması, üstüne popüler bir Hollywood yönetmeninin filme uyarlama teklifi, süreci bizzat tecrübe etmesini sağlıyor. Hikayenin bu hızlı başarı aksı biraz absürt görünse de asıl amaca hizmet eden bir yapıda. Monk'un apar topar yazdığı (adını da "Fuck" diye değiştirdiği) kitabını farklı bir personayla yayınlama süreci çok hızlı işliyor. Hatta kaçak bir mahkum yazar dümeni de bizzat yayıncı tarafından uyduruluyor. Tüm bu illegal tasarlamaların, vasatlığın, sokak dilinin günümüz edebiyat dünyasındaki satma gücü karşısında hayretler içinde kalan Monk, "ne kadar saçmalasam o kadar çok kazanıyorum" diyerek durumunu çok iyi özetliyor.

Filmin günümüz siyah - beyaz eşitliği/eşitsizliği paradigmalarına modern edebiyat üzerinden bakışı zeki, komik, ana akım, bağımsız ve potansiyellerle çevrili bir karışıma sahip. Potansiyel demişken, ne zaman karşı karşıya gelecekler diye beklediğimiz Monk ve Sintara diyaloğu filmin en iyi sahnelerinden birini oluşturuyor. Siyahların "potansiyelinin" Sintara'nın "potansiyel, insanların önlerindeki şey yeterince iyi olmadığında gördükleri şeydir" karşılığından da anlaşılabileceği üzere, ne kadar entelektüel olursa olsun, Monk gibi insanların bile bilinçaltında siyah kültürünün, sanatının, toplumsal yapılanmasının potansiyel olarak kaldığı, "yeterince iyi olmadığı" görüşü varlığını hep sürdürüyor. Kölelik çağından gelen, özellikle 70'lerde Nixon, 80'lerde Reagan ile ivme kazanan ırkçılığın sebep olduğu "her türlü kötülüğün kaynağı siyahlar" kodlamasını Amerikan toplumundan bir anda söküp atmak, bağnaz zihinlerde önyargıların kökünü kurutmak o kadar kolay değil. Bu ötekileştirmeye karşı geliştirilen, köklerinde merhamet ve üstünlük izlerine bile rastlanabilecek popülizm samimiyetsizliğine karşı bağışıklık geliştirdiğini sanan, ama hala siyahları "potansiyel" olarak görmekten kurtulamayan Monk ve Monk gibiler için müesses nizama uymanın yollarından biri de kendi kültürünün ya da genel anlamda toplumun vasata olan ilgisine yaslanmak. Monk akademisyenliğinden, yazım stilinden, hatta kişiliğinden ödünler vermeye başladığı andan itibaren popüler olmaya, para kazanmaya, itibar görmeye başlıyor. Bu durumun evrensel boyutlardaki yansımalarına ırk, dil, milliyet fark etmeksizin hepimiz şahidiz.


Everett'in kitabı ve Jefferson'ın senaryosu bu hiciv yoğunluğu içine bir eve (ve geçmişe) dönüş hikayesi de almış. Ama bu benzemezliği farklı iki kanaldan götürmeyi de becermiş. Monk'un Alzheimer pençesindeki annesi Agnes, doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah olan erkek kardeşi Clifford, avukat komşusu Coraline, evlerinin emektar çalışanı Lorraine de filmin diğer karakter parçalarını oluşturuyor. Bu parçaların Monk ile olan ilişki dinamiklerinin, Monk'un yukarıda saydığımız edebiyatın popüler / entelektüel dinamikleriyle olan derdi arasında organik bir bağ bulunmuyor. Bu anlamda bazen dağınık bir görüntü verse de olduğu gibi kabul etmek güç olmuyor. Keza, özellikle siyah kültür ve edebiyatı üzerindeki vasatlık hevesi ele alınırken zaman zaman eleştirdiği şeye dönüşmesi, yer yer karikatürize olması, önemli aşamaları oldu bittiyse getirmesi, belki de bir uzun metraj filme dönüştürülme sürecindeki sıkışmışlığın sonucu olabilir. Sonuç olarak American Fiction, mizahını, zekasını, edebi ve kültürel meselesini ifade edebilmiş bir film. İsminin Thelonious olması nedeniyle 1917-1982 yılları arasında yaşamış Amerikalı efsane caz piyanisti ve besteci Thelonious Monk'un "Monk"uyla anılan Thelonious Ellison rolünde izlediğimiz Jeffrey Wright, ketum görünen performansına ustalıkla dram ve mizah sığdırıyor. Oscar adaylığı dışında en bilineni Film Independent Spirit olmak üzere çeşitli festivallerin gözden kaçırmadığı bu performans, 2023'ün en özel ve filmin değişken ruh hallerine en uygun işlerinden biri.

29 Şubat 2024 Perşembe

Le règne animal (2023)

 
Yönetmen: Thomas Cailley
Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert
Senaryo: Thomas Cailley, Pauline Munier
Müzik: Andrea Laszlo De Simone

Thomas Cailley ve Pauline Munier'in yazdığı, 2023'teki ilk uzun metrajı Les combattants ile başta Cannes Film Festivali'ndeki farklı seçkilerde 4 ödül olmak üzere pek çok festival tarafından kucaklanan Cailley'in yönetmenliğini yaptığı Belçika/Fransa ortak yapımı Le règne animal (The Animal Kingdom), fantastik unsurlar içeren hem bir baba-oğul, hem de büyüme hikayesi olarak dikkat çekiyor. Bilinmeyen bir mutasyon yüzünden bazı insanların yavaş yavaş farklı hayvanlara dönüştükleri kurmaca bir yakın gelecekteyiz. Bu tuhaf salgının artık herkesçe bilindiği ama sebeebinin ve çaresinin henüz bilinmediği bir evrede filme dahil oluyoruz. Kulağa birkaç yıl önce yaşadığımız Covid-19 kabusu gibi geliyor olsa da, onunla birlikte başka metaforlarla katmanlaşan bir dram/gerilim örneği. Aşçı olan François'nın eşi Lana da bu salgına yakalanmış ve bir hayvana dönüşmeye başlamıştır. 16 yaşındaki oğlu Émile ile artık konuşma yetisini kaybeden, iyice hayvan-insan karışımı bir hale gelen eşini sık sık ziyaret etmektedir. Lana'nın başka dönüşenlerle birlikte güneye nakledileceğini öğrenen François, Émile'i de alarak güneye taşınır. Ancak nakil arabasının yaptığı kaza sonucu dönüşenlerden bazıları ölür, bazıları yaralanır. Lana ise kayıptır. Eşini bulmayı saplantı haline getiren François, oğlunun da hayatını güçleştirmeye başlar. Bir de üstüne Émile'de de mutasyon belirtileri ortaya çıkınca içinden çıkılması zor bir sürece girerler. Tabii tüm bunlar olurken mutasyon kapanlar ve kapmayanlar olmak üzere kamuoyunda bir kamplaşma çoktan başlamıştır.

Fikir olarak ilham veren bir konuya sahip olmakla o fikri bir senaryoyla pratiğe dökmek her zaman mümkün olmayabiliyor. Thomas Cailley ve Pauline Munier hem baba François, hem oğul Émile, hem de ikisinin ortak kanallarından sürdürdüğü anlatımını bu fikir üzerine inşa ettikleri için Hollywoodvari bir post-apokaliptik hayatta kalma klişesinden kurtulmuşlar. Gerçi tasarladıkları hikayede de belli klişeler yok değil. Fakat en azından büyük resmi daraltınca hikayelerine daha fazla yer ayırabilmiş, klişeleriyle orijinal fikirlerini bir arada işleme imkanı bulabilmişler. Öbür türlü bu fikirden gişe canavarı bir aksiyon veya Shaun Of The Dead tipi bir komedi bile çıkarılabilirdi. Hatta Walking Dead veya The Last Of Us misali uzun soluklu bir dizi bile olabilirdi. İşte buna benzer yüksek potansiyele sahip fikirleri küçültmek, La régne animal gibi hikayelerin başarısını arttırabiliyor. Bir baba-oğulu odağına alan film, karısını bulmak uğruna her şeyi göze alan François ile, bir yandan çevre ve okul değiştirmek zorunda kalan, bir yandan da bir kurda dönüşmeye başlayan liseli oğlu Émile arasındaki bu yeni anormalliğin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekiyor. Ama bununla yetinmeyip, hayvana dönüşme pandemisinin ortaya çıkaracağı sonuçları da bu fotoğraflardan oluşan albüme ekliyor. Söz konusu pandemi, bir zombi virüsü veya bakteriyel bir bulaşıcı hastalık değil de, belirli hızda bir hayvana dönüşme olunca, filmin duruşu katmanlaşıyor, vereceği mesajlar çeşitleniyor.

"Hayvana dönüşme" ifadesi, teknik olarak aslında kimin kime dönüştüğünü, evrimsel süreç düşünüldüğünde insan denen canlının da başka tür canlı formlarından buralara geldiğini hatırlarsak ne derece doğru tartışılır. Dönüşüm geçirenlerin, hala insan kalanlar tarafından sanki kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi ötekileştirilmesi, nefret söylemlerine maruz kalması, hatta avlanmaya çalışılması, bizi doğa ve insan arasındaki mücadelenin çetrefilli yollarına sokuyor. Tabii ötekileştirme, nefret söylemi deyince göçmen meselesi de başka bir kanaldan okunabiliyor. Rastgele hayvanlara evrilmeye başlayan insanların bir zamanlar yaşadıkları şehir hayatına uyamamaları, normal insanlar tarafından dışlanmaları, onların da ormanın gizli saklı köşelerine çekilmeleri kesinlikle bu okumalara zemin hazırlamak için düşünülmüş. İnsanın her şeyi hak gören bencilliği, kendini evrenin en üstün varlığı sanan ukalalığı, tüketen, yok eden vurdumduymazlığı karşısında tasarlanmış en yaratıcı cezalardan biri de doğanın onlara bu şekilde kendisinin bir parçası olduklarını hatırlatması olsa gerek. En son Fransa'nın Oscar'ı sayılan César Ödüllerinde 12 dalda aday olup bunlardan en iyi sinematografi, orijinal müzik, ses, görsel efekt, kostüm olmak üzere beşini alan Le règne animal, tecrübeli aktör Romain Duris'in, hele de Émile rolündeki genç oyuncu Paul Kilcher'in yavaş yavaş bir hayvana dönüşmeye başlamasıyla zirve yapan performansları mutlaka görülmeli. Le règne animal, bazı fikirlerin bir gün fikir olmaktan çıkıp farklı şekillerde de olsa gerçekleşebileceğine, hepimizin bir gün "ötekiye" dönüşebileceğimize dair çarpıcı bir kurmaca.

18 Şubat 2024 Pazar

Perfect Days (2023)

 
Yönetmen: Wim Wenders
Oyuncular: Koji Yakusho, Arisa Nakano, Tokio Emoto, Aoi Yamada, Aoi Yoshida, Yumi Asô
Senaryo: Wim Wenders, Takuma Takasaki

Wim Wenders ve Takuma Takasaki'nin senaryosunu yazdığı, artık dünyaya mal olmuş sinemasıyla bir gezgini andıran usta Alman yönetmen Wim Wenders'in yönettiği Perfect Days, adını Lou Reed'in filmde de duyduğumuz eskimeyen şarkısı Perfect Day'den alan bir yapım. Tokyo'daki modern tasarımlara sahip umumi tuvaletleri temizlemekle görevli Hirayama'yı gözlemliyor, onunla yatıp onunla kalkıyor, onun peşinden gidiyoruz. Birçok kişinin burun kıvıracağı, önemsiz bulacağı, tiksineceği işini son derece titizlikle, şikayet etmeden, kendini vererek, ağirbaşlı ve sıkılmadan yapan Hirayama, hepsi birbirine çok benzeyen günlerinden anlamlar yakalamaya, eylemlerini kişisel bir sanata, kendisiyle ve çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmeyi çalışan bir adam. Wenders ve Takasaki, tuvalet temizlikçisi mesleğini özellikle bir alegori olarak göstermeye çalışmasalar da, seyircinin algılama ayarlarına söz geçiremeyeceklerini bilecek kadar tecrübeliler. "Bir şehrin ve içindeki insanların pisliklerini temizleyen tertemiz bir adam" klişesinin çok ötesinde gizli veya aleni çok şey var filmde. Ama bu şeyler o kadar basit ve minimal biçimlerde filme dahil ediliyor ki, sanki dahil edilmiyor, doğal akış içinde bir sinema filminin parçası olmanın ötesine geçip kendi yollarını buluyorlar. Wenders de sadece buna aracı oluyor. Hayatımız, ona anlam katan rutinlerimiz kadardır. O nüanslardaki giz sadece bize özeldir. Yaptığımız mesleğe, alışkanlıklarımıza, rafine zevklerimize başkalarının anlam yüklemesini beklemez, istemeyiz. İşte Hirayama kendi hayatının anlamını bu nüanslarda bulmuş bir karakter.

Perfect Days, Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerinden derlenmiş 2 saatlik bir kesit. Ortasında başlayıp ortasında biten bir film. Herhangi bir dönüşüm, değişim, bir sırrın keşfedilişi, o uyanış ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kabilinden iddialar söz konusu değil. Her sabah gün ağarmadan, alarmsız kendi kendine aynı saatte uyanan, dişlerini fırçalayan, kapıdan çıkıp arabasına binerek işine giden bir çalışan. Ama bu basit ve hemen herkesin yaptığı eylemlerin arasında saklı bazı detaylar, o basitlığin içine sızmış güzelliklere işaret ediyor. Mesela en basitinden kapıdan çıkma eylemini ele alalım. Hirayama öylesine kapıdan çıkıp gitmiyor. Kapıyı açtığında gökyüzüne bakıp, sabah ayazının ve henüz ağarmamış havanın tatlı yoğunluğunu içine çekerek gülümsüyor. Arabaya binip yola çıkmadan önce bir kaset seçiyor, o kaset eşliğinde işe gidiş yolunu sinematik bir tecrübeye çeviriyor. İşini saygı yüklü bir disiplinle yapıyor. Molalarında bir yandan yemeğini yerken, bir yandan etrafı gözlemliyor, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarının fotoğrafını çekiyor. Temelde sabah kalktıktan gece yatana kadar belli bir yol haritası izliyor. Groundhog Day çağrışımı yapan şekilde her gün aynı güne uyanmanın bir benzerini yaşıyor gibi görünse de, bu fantastik bir film değil ve aslında çoğumuz farklı ölçülerde aynı günü yaşıyoruz. Bizim de bu monotonluğu çekilir kılmak için kendimize göre ufak çözümlerimiz, alışkanlıklarımız, kimseyi rahatsız etmeyecek rafine hazlarımız var. Özellikle yoğun iş ve şehir yaşamı içinde olanların bu tekdüzeliği biraz olsun sağaltmak için kendi çözümleri, kendi rotaları da mevcut.


Hirayama'nın kendi rutinleri arasına sızan, bazen aksatan ufak tefek farklılıklar da ortaya çıkıyor. Ama evden kaçan yeğeni Niko'nun ziyaretine benzer farklılıklara rağmen kendi haritasından sapmadan hayatını sürdürmeyi seviyor. Öyle ki, ona duygusal bir bağ hissettirip onu bu rotadan saptıracak insanlarla uzun süreli temaslarda bulunmaktan imtina ediyor gibi görünüyor. Baba, kardeş, yeğen, iş arkadaşı, hoşlanılan bir kadın, kim bu hayata dahil olmaya başlarsa Hirayama'nın kendine has hafta içi ve hafta sonlarından oluşan hayatının artık eskisi gibi olmayacağına olan inanç, bir seyirci olarak bize bile sirayet ettiyse Hirayama tarafından nasıl hissedilir bilemiyoruz. Belki de Hirayama için insanlarla etkileşimde bulunma meselesi, hiç görmediği birinin tuvaletlerdeki gizli bölmesine bir kağıt parçası bırakarak başlattığı SOS oyunu oynamaya benziyor bir yanıyla. Kimseye dışlayıcı, yargılayıcı, tepkili, öfkeli yaklaşmıyor. Lakin içten içe tutkuyla bağlı olduğu yalnızlığından kopmamaya çalışıyor. Tüketim çılgınlığına, dijital dünyanın kolay erişilebilir kuru kalabalığına, insanların sebep olacağı binlerce yıkıma tamamen yabancı, uzak ve korunaklı olmak istediği her halinden anlaşılıyor. Spotify'ı bile bir müzik dükkanı zanneden, kasetlerle, kitaplarla, fotoğraf makinesiyle, bisikletiyle, günlük rutinleriyle mutlu biri olarak artık eşine ender rastlanan insanlardan. Wim Wenders, sadeliğiyle büyüleyen bir anlatımla Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerini sıralar ve bu günlerin aralarına ufak tefek detayları serpiştirirken hem bu adamın sıradan bir Tokyo gününe, hem de onun sözlere dökülmeyen iç dünyasına bakmayı/baktırmayı başaran ustalıklı bir yönetim sergiliyor.

Başta Unagi, Shall we dansu?, Korô no Chi gibi filmler olmak üzere kariyerinin başından beri çeşitli festivallerden pek çok ödül kazanan 68 yaşındaki Japon sinemasının usta aktörlerinden Koji Yakusho, Hirayama'nın babacan tavrını, pozitif duruşunu, o duruşun ardında gizlenen hüznü, samimi neşesini, doğayla olan sessiz ilişkisini hiçbir efor veya abartı göstermeyen performansıyla vücuda getiriyor. Bu rolüyle Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alması da gayet yerinde bir karar. Filmi Franz Lustig'in nerede sade, nerede estetik olacağını bilen, sadeyken bile estetik olabilen sinematografisiyle izlemek ayrı bir keyif. Hirayama'nın kasetlerinden duyduğumuz House Of The Rising Sun, Redondo Beach, (Sittin' On) The Dock Of The Bay, Feeling Good ve tabii ki Perfect Day gibi 60 ve 70'lerin şarkıları da bu güzel adamın nostaljisinin, yalnızlığının, gizeminin harika fon müzikleri olmuş. 80'ine merdiven dayamış Wim Wenders, Perfect Days ile ağaçlardan sızan ışık hüzmeleri misali, sıkıcı görünen ama yine de alıştığımız rutinlerimizin arasına sızan insanları, manzaraları, kitapları, şarkıları yalnızlığımıza ortak edişimizin filmini yapmış. Dijital dünyada analog, kir içinde temiz, 38 milyonluk Tokyo'da yalnız kalan bir adamın içine bakmış. Günlerimizin mükemmel olması için illa mal, mülk, para, pul, insanlarla dolu aktiviteler gerekmediğini, sadece alışkın olduğumuz, kafamızda hiyerarşisini kurduğumuz, her gün tekrar etmesinden mutlu olduğumuz rutinlerimizin aksamamasının bile yeterli olabileceğini hatırlatmış.

13 Şubat 2024 Salı

Los delincuentes (2023)

 
Yönetmen: Rodrigo Moreno
Oyuncular: Daniel Elías, Esteban Bigliardi, Margarita Molfino, Germán De Silva, Cecilia Rainero, Javier Zoro, Lalo Rotavería
Senaryo: Rodrigo Moreno

Buenos Aires'de bir banka çalışanı olan Morán, bir daha çalışmak istemediği için güvenlik açığını fırsat bilerek erişime sahip olduğu banka kasasından bir miktar para çalar. Daha sonra aynı bankadaki meslektaşı Román'a bir teklifte bulunur. Buna göre Morán, zaten tüm güvenlik kameraları kendisini tespit ettiği için suçunu itiraf edip teslim olacaktır. Alacağı ceza sonrası hapisten çıkma süresi olan 3,5 yıl geçene kadar Román'dan soygun parasını saklamasını ister. Cezası bitince parayı yarı yarıya bölüşeceklerdir. Başlangıçta korkup bu duruma yanaşmayan Román, Morán'ın tehdit etmesi üzerine buna razı olur. Hapse giren Román, birgün kendisini ziyaret eden Morán'dan parayı şehir dışındaki bir kırsalda bulunan büyük bir taşın altına saklamasını ister. Parayı tarif edilen yere koymaya giden Morán, orada tanıştığı bir belgesel ekibiyle çok farklı bir yaşam tecrübesine yelken açacaktır. Rodrigo Moreno'nun yazıp yönettiği Los delincuentes, işte bu birbirinden çok farklı yaşam tarzları arasında sıkışmış iki adamın tuhaf ilişkisinden ve basit bir soygun öyküsünden gerilimli, tutkulu, şiirsel, pastoral bir varoluş sorgusu üretmiş bir yapım. Kavgasız, gürültüsüz, gerilimsiz bir soygun yapan ve sonrasında tesadüfen o gün rahatsızlığı nedeniyle izin alıp çıkan Román'ı zoraki biçimde bu suça ortak eden Morán, şehir yaşamının stres yüklü puslu havasından, doğanın huzurlu kollarına sığınan bir adam. Hayatındaki radikal bir değişime kendini hazırlamış, her şeyi göze almış bir roman kahramanı adeta.

Bu romanın bir diğer kahramanı olan Román ise Morán'a nazaran dönüşümüne daha detaylı biçimde tanık olduğumuz bir karakter. Onun Morán zorlamasıyla dolaylı olarak dahil olduğu soygun ve devamında tehditle yapmak zorunda kaldığı şeyler bir Kafka karakteri soğukkanlılığına bürünse de, doğanın, kırsalın ve bu kırsalda tanıştığı Norma'nın büyüsü onu bazı yönlerden bir Çehov karakterine benzetebiliyor. Öte yandan Morán, soygun ve kent yaşamından uzaklaşma gerekçelerini basit ve açıkça ifade ederken, Román'ın mecbur bırakılmışlığı dışında kendini bu hileye ortak edişinden gelen kabullenme hakkında bir şey öğrenemiyoruz. Gerçi bunu öğrenmek Román hakkında edindiğimiz fikirleri değiştirmeyecektir. Zira Los delincuentes sessizliğiyle de çok şey anlatabilecek bir film. Román'ın kırsalda belgesel ekibiyle karşılaştığı andan itibaren rotasını bambaşka bir yöne çeviren Rodrigo Moreno, doğa tarafından yazılı olmayan kuralları konmuş bir arınmayı kutsuyor. Bu kuralların en belirgini teslimiyet. Román kendini bu yeşile, toprağa, suya, yeni tanıştığı arkadaş grubuna, Norma'ya teslim edince, kendisini teslim almış olan yaşadığı şehir hayatı, eşi, işi ona daha kolay terk edilebilirmiş gibi görünüyor. Özgürlüğün, gönüllü teslimiyetin, farklı bir ten arzusunun insan ruhu üzerindeki değişkenliği, gitmekle kalmak, serbest bırakmakla bağlanmak arasındaki ayrımın stabilliğine karışıyor. Román, ait olduğu yer, zaman ve kişi hakkında kimine göre basit, kimine göre varoluşsal bir ikilem içine düşüyor.


Moreno, bu şekilde dümenini başka bir rotaya kırdıktan sonra yine beklenmedik bir hamleyle filmini bir miktar başa sarıp, bu defa Morán'a yakın girmeye başlıyor. 3,5 yıl sonra zengin bir adam olarak hapisten çıkmayı planlayan Morán'ı teslim olduktan sonra bırakmış, Román'ın yaşadıklarına bakmıştık. Zamanda geri giden Moreno, bu defa Morán'ın teslim olmadan önce neler yaptığına dönüyor. Kronolojiyi bozarak bazı belirsizlikleri giderdiği gibi, hayatında köklü bir değişiklik yapmak için hapse girmeyi bile göze alan Morán'ın özgürlük, aidiyet, aşk taleplerinin bulacağı karşılıkları bekliyor. Bekliyor diyoruz çünkü Moreno'nun her iki karakteriyle ilgili belli bir planı yokmuş, onları film içinde kendi hallerine bırakmış, o da bizim gibi olacakları merak ediyormuş gibi adeta. Başlangıçta soygun, saklanan para, bölüşme planı vs. derken bir suç yapımı sandığımız şey, aşama aşama bir taşra masalına dönüşüyor. Coen kafasından çark etmek, üstelik çok da iyi giderken çark etmek cesaret işi. Ama bu defa yumuşak geçişlerle sinema tarihine ait başka kafalarda geziniyor film. Bu dönüşüm mantığı, sadece filmin genelinde değil, bazı bölümlerin kendi içinde de görülüyor. Örneğin Morán'ın hapishane günleri tipik iç sıkıntıları ve zorbalıkla başlasa da, edebiyatla devam ediyor. Román tıpkı No Country For Old Men'deki Llewelyn Moss gibi bir çanta dolusu parayla ne yapacağını bilemez bir şaşkınlıkla başlasa da, bir Nuri Bilge Ceylan karakteri gibi sessizce hayatına nelerin anlam kattığını sorgulayıcı bir pozisyonla devam ediyor.

Morán - Román anagramı (hatta Ramón diye bir yan karakter bile var), aynı iş yerinde çalışmak dışında normalde hiçbir ortak yanı olmayan bu iki adamın görünürde suç ortağı olmalarına rağmen bir elmanın iki yarısı misali aynı coğrafyadan geçip aynı duyguları yaşamaları, aynı kadından etkilenmelerini de tarif ediyor. Norma (ki onun da kız kardeşinin adı Morna) iki adamın kesişmeyen kesişme noktasındaki tutkuyu, geleceği, özlemi duyulan yeni bir hayatı temsil ediyor. Rodrigo Moreno, üç saat içinde hayatın içinde birden fazlamızın aynı yollardan geçip, aynı plağı dinleyip, aynı sularda yüzüp, aynı kişiyle sevişme ihtimallerimizin masalını anlatıyor. Sanki önce bir roman yazacakmış ama son anda vaz geçip bir film çekmiş gibi anlatıyor masalını. Bir yönetmenin kendi yazıp yönettiği filmiyle, hele de filmin finaliyle ilgili açıklaması merak edilir. Ama kimi seyirci de bu açıklamayı duymamış ya da bilerek dinlememiştir. Kendi çıkarımlarını yapar ve bundan memnundur. İşte Los delincuentes bu benzersiz masalın başını, ortasını, sonunu seyircisine bırakmış ya da hediye etmiş adeta. Daniel Elías ve Esteban Bigliardi birer oyuncu olarak çok büyük işler yapmıyorlar belki. Ama bu iki sıradan kurmaca karakteri kurmaca olmaktan çıkarıp baştan sona çok iyi taşıyor, oldukları, olmak istedikleri, dönüştükleri ne varsa çok iyi temsil ediyorlar. Los delincuentes, izlediğimiz en ilginç soygun filmlerinden biri olduğu kadar, izlediğimiz en tuhaf aşk üçgenlerinden biri de olabilir. Ayrıca içinde "başa bela para dolu çanta" olup da bu kadar şiirsel, bu kadar kırılgan olabilen hiçbir şey izlememiş olma ayrıcalığı da yaşayabilirsiniz.

7 Şubat 2024 Çarşamba

Suicide Kings (1997)


Yönetmen: Peter O'Fallon
Oyuncular: Christopher Walken, Denis Leary, Sean Patrick Flanery, Jay Mohr, Jeremy Sisto, Henry Thomas, Johnny Galecki, Brad Garrett, Nina Siemaszko
Senaryo: Josh McKinney, Gina Goldman, Wayne Allan Rice
Müzik: Graeme Revell, Tim Simonec

Dört varlıklı ve eğitimli arkadaş planlı biçimde ünlü, korkulan ve saygın mafya babası Carlo Bertolucci’yi (Christopher Walken) kaçırıp, olaydan habersiz bir başka arkadaşlarının malikanesine hapsederler. Amaçları, içlerinden Avery’nin kızkardeşini kaçıran başka bir mafyaya ait kişilerin bulunup kızın kurtarılmasını sağlamaktır. Bunun için Bertolucci’nin nüfuzunu kullanmak istemektedirler. Kızı kaçıranlar ona nasıl zarar verirlerse gençler de Bertolucci’ye aynı biçimde zarar vermekle tehdit ederler. Bunun üzerine Bertolucci’nin dışarıdaki avukatı bir de tehlikeli sağ kolu Lono ile iletişim kurmasına izin verirler. Çok zeki bir adam olan Bertolucci kısa zamanda bu gençlerin zayıf noktalarını öğrenip soğukkanlı biçimde bağlı olduğu koltuktan kendi kişisel mücadelesini vermeye başlar. Zaman ilerledikçe bu gençlerden birinin de kaçırma olayının içinde olabileceği ihtimali belirir.

Şimdilerin Las Vegas, Pushing Daisies, The Riches, Ghost Whisperer, House M.D., Prison Break, Eureka gibi dizilerine birkaç bölüm çekmiş Peter O'Fallon’un yönettiği Suicide Kings, iyice bir suç gerilimi. Yormayan diyaloglarla ilerleyen bir kedi-fare, av-avcı hikayesi, genç oyuncuların performansları ile birleşince olması gereken panik havasında pek bir sıkıntı çekilmemiş. The Hostage isimli bir kısa hikaye, çok fazla sıkıntı yaratmadan uzun metraja uyarlanabilmiş. Entrika üzeri paranoya çok fazla abartılmamış. Ta ki, çok aceleye getirilmiş ikinci finale kadar. Ama onu da Bertolucci’nin geniş haber alma ağına bağlamak gerekecek muhtemelen.

Denis Leary’nin canlandırdığı durmadan yeni çizmelerinden ve dırdırcı karısından bahseden karizmatik sağ kol Lono’nun restoran görevlisi kızı ziyaret ettiği ve Bertolucci’nin parmağındaki yüzüğün hikayesinin anlatıldığı bölümler gibi ana hikayeden biraz uzaklaşan güçlü molalar da bulunmakta. Yıllar yılı gangster rollerini üzerinde en iyi taşıyan aktörlerden biri olmuş Christopher Walken, bağlı biçimde oturduğu yerden bile filmin iplerini elinde tutmasını bilen son derece soğukkanlı duruşu ve ekrana kilitleyen sağı solu belirsiz oyunu ile yine olağanüstü. Gerekirse biraz da uzatılarak o ikinci final daha makul ve mantıklı biçimde bağlanabilirdi şeklinde düşündürse de suç filmleri meraklılarına tavsiyede sakınca görülmeyecek filmlerden.

29 Ocak 2024 Pazartesi

Les chambres rouges (2023)

 
Yönetmen: Pascal Plante
Oyuncular: Juliette Gariépy, Laurie Babin, Elisabeth Locas, Maxwell McCabe-Lokos, Natalie Tannous, Pierre Chagnon
Senaryo: Pascal Plante
Müzik: Dominique Plante

Genç kızlar arasından seçtiği kurbanlarını işkence ederek vahşice öldüren ve bu cinayetleri videoya çeken seri katil Ludovic Chevalier'in yüksek profilli duruşması Québec'te başlamıştır. Chevalier, videodaki şahıs maskeli olduğundan suçlamaları kabul etmemektedir. Ama aleyhindeki deliller oldukça sağlamdır. Hali vakti yerinde olan güzel model Kelly-Anne de bu duruşmanın takipçilerindendir. Öyle ki, duruşmayı kaçırmamak için evsizler gibi mahkeme yakınındaki bir noktada geceyi dışarıda geçirmektedir. Bu mahkeme rutini sırasında Chevalier'e hayranlık duyan, onun suçsuz olduğuna inanan genç Clementine ile tanışır. O da işini gücünü bırakıp duruşmaları takip etmek için gelmiştir. Kelly-Anne ve Clementine mahkeme süresince birlikte vakit geçirmeye başlarlar. Pascal Plante'nin yazıp yönettiği Les chambres rouges (Red Rooms), bu enteresan konusuna her unsuruyla sahip çıkan iyi çekilmiş bir psikolojik gerilim. Baş karakteri Kelly-Anne'in esrarengizliğini, motivasyonunu, bu duruşmaları neden takıntı haline getirdiğini sonuna kadar iyi gizlemesi belki de en büyük başarısı. Onun da tıpkı Clementine gibi bir Chevalier hayranı mı, öldürülen kızlardan birinin yakını mı, yoksa sırf ilgisini çektiği için duruşmaları izlemek isteyen meraklı bir vatandaş mı olduğunu anlayamıyoruz. Pascal Plante bize tek başına bir dairede yaşayan Kelly-Anne'in yalnızlık rutininde de, sonradan tanıştığı Clementine ile olan diyaloglarında da ona dair bir şeyleri açık etmemeyi başarıyor.

Plante aslında filmin içine başı, sonu ve ortasıyla Clementine'in hikayesini de koymuş. Tecavüzcü ve katil Ted Bundy’nin, katliam azmettiricisi Charles Manson'ın ve daha pek çok suçlunun binlerce kadın hayranı vardı. Seri katil, soyguncu, tacizci, tecavüzcü gibi kişilere duyulan tutku, yoğun cinsel istek ve hayranlığa "hibristofili" deniyor. Hibristofili kadınların aralarında ev kadınları da var, akademisyenler de. Yalnız yaşayanlar, evli olanlar, genç veya yaşlı olanlar da. Tek ortak noktaları, katilleri çekici, seksi ve sevilebilir bulmaları. Başka psikolojik ve bastırılmış gerekçeler de mevcut. Clementine'in toyluğu, onun bu hayranlığının gerekçesini derinleştirmiyor. Bir pop veya film yıldızına olan hayranlığa benziyor. Chevalier'i savunmak için Kelly-Anne'in dairesinde izlediği bir canlı yayına telefonla bile katılmayı göze alacak kadar hem de. Onun bu çırpınışlarını karşılıksız bir aşk veya toyluğunun verdiği bir zavallılık olarak ibretle izliyoruz. Kurbanlarla arasında fazla yaş farkı olmamasına rağmen avukatıymış gibi bu katili savunmasının sebeplerini tam olarak açıklamıyor. Kelly-Anne de ondan açıklama istemiyor zaten. Böylelikle Plante bu defa yan karakteriyle filmine başka bir belirsizliği daha eklemiş oluyor. Belki başka eklentilerle ondan da ayrı bir film çıkabilirmiş. Fakat asıl büyük gizem, Kelly-Anne'in olayının ne olduğu.

Aldığı işler ve bir markanın yüzlerinden biri olmasından anladığımız kadarıyla iş hayatı yolunda giden, işinde, evinde, sporunda çekici bir model olan Kelly-Anne'in neden bu davayı bu kadar ilgiyle takip ettiği sorusu baştan sona filmin en büyük muamması. Akla yukarıda da belirttiğimiz bazı ihtimaller geliyor. Plante bu ihtimalleri herhangi bir söze, imaya, diyaloğa, repliğe dökmeden, büyük ölçüde oyuncusu Juliette Gariépy'nin soğuk ve bu sebepten muğlak çekiciliğine yaslanıyor. Aslında buna ne derece yaslanmak denebilir o da tartışılır. Yönetmen ve oyuncu uyumu olarak görebiliriz. Keza, Clementine'i canlandıran genç oyuncu Laurie Babin de çok başarılı. Normal şartlarda yollarının kesişmesi zor olan bu iki kadını ortak paydada buluşturan bu dava, Kelly-Anne'in genç Clementine'e evini açmasını, onunla kızı veya kızkardeşi gibi ilgilenmeye başlamasına da vesile oluyor. Bu arada davadan söz açılmışken, bazı dramatik anlara sahne olan mahkeme sahnelerini de uygun bölümlere serpiştiren Plante, temelde bu sahneleri Chevalier'i gerçekten suçlu mu, değil mi ikilemine göre değil, kurbanların ve orada bulunan aile fertlerinin çektiği acıları yansıtmak için kurguluyor. Yine de her şey Kelly-Anne'in bütün bunlarla nereden ve neden ilişkilendiğine hizmet eder görünüyor. Yine muammalara ve ikilemlere kapı açan finale gelene kadar Kelly-Anne'in yaptıklarına anlam yükleme işi bile tecrübe edilmesi gereken bir bulmaca adeta. Sinematografisinden müziğine, kurgusundan oyuncu performanslarına Les chambres rouges etkileyici bir psikolojik gerilim.

19 Ocak 2024 Cuma

La sociedad de la nieve (2023)

 
Yönetmen: J.A. Bayona
Oyuncular: Enzo Vogrincic, Agustín Pardella, Matías Recalt, Esteban Bigliardi, Diego Vegezzi, Fernando Contingiani, Esteban Kukuriczka, Francisco Romero, Rafael Federman, Valentino Alonso, Tomas Wolf, Agustín Della Corte, Felipe Gonzalez Otaño, Andy Pruss, Blas Polidori, Paula Baldini, Simon Hempe, Felipe Ramusio, Luciano Chatton
Senaryo: J.A. Bayona, Bernat Vilaplana, Jaime Marques, Nicolás Casariego, Pablo Vierci
Müzik: Michael Giacchino

13 Ekim 1972'de Uruguay Hava Kuvvetleri’nin 571 numaralı uçağı bir ragbi takımını Uruguay’dan Şili’ye götürmek üzere havalandı. 40 yolcu ve 5 mürettebattan oluşan uçak And Dağları'na çarpıp düşünce hayatta kalan 29 kişi hayatta kalmak için olağanüstü bir çaba içine girdi, akıl almaz kararlar uygulamak zorunda kaldılar. Pablo Vierci'nin gerçek olaylara dayalı aynı adlı kitabından J.A. Bayona, Bernat Vilaplana, Jaime Marques ve Nicolás Casariego'nun senaryosunu yazdıkları La Sociedad de la Nieve (Society Of The Snow), El orfanato, Lo imposible, A Monster Calls gibi filmlerle uluslararası üne kavuşan J.A. Bayona tarafından yönetiliyor. Bu feci, aynı zamanda inanılmaz olay 1993 yılında Alive adıyla Frank Marshall tarafından da filme alınmış, "İngilizce konuşan Uruguaylılar" biraz yadırgansa da dünyaya 1972 yılında yaşanmış böylesi bir trajediyi duyurması açısından oldukça ses getirmişti. Bu filmden 30 yıl sonra Bayona, yine bir felaket sonrası hayatta kalma filmi olan Lo imposible'dan da edindiği tecrübeleriyle belki de kariyerinin en güçlü filmine imza atarken, pek çok ödül ve adaylık da elde etti. En İyi Uluslararası Film ve En İyi Saç ve Makyaj dallarındaki Oscar adaylıkları da bunlara dahil. Alive'ı izlemiş ve bu insanların dramlarını öğrenmiş seyirciler için aynı etkiyi uyandırır mı bilinmez ama ilk kez tanıklık edecekler için kesinlikle çok iyi bir deneyim.

Filmi ara sıra anlatıcı olarak devreye giren Numa'nın cümleleriyle izliyoruz. Pablo Vierci'nin mi, yoksa senarist ekibinin mi olduğunu bilmediğimiz bu tercih filme bazen şiirsel, çoğunlukla da dramatik dokunuşlar sağlıyor. Numa, takımda olmayan, başta bu yolculuğa çıkmayı da düşünmeyen ama arkadaşlarının ısrarıyla son anda aralarına katılan 25 yaşında parlak bir genç. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde yavaş yavaş öne çıkanlar olsa da, Numa'nın merkezi bir konumu var. Kazadan sonra onun gözlemci konumu ile seyircinin izleyici konumu örtüşüyor. Bayona, olayın trajik, dramatik, psikolojik tüm etkilerini anlatmak için çaba gösteriyor. Fakat bunun yanında bir yönetmenin yapması gereken hikaye anlatıcılığı yanında sinema sanatı üzerine yaptığı birikimlerini de kullanmak için bir alan açmaya uğraşıyor. Etkileyici kaza sahnesi yanında, hayatta kalanların karşılaştıkları diğer tehlikeleri betimleyişi de çok çarpıcı. Özellikle felaket, panik ve psikolojik çöküntü anlarında kamerasını karakterlerin yüzlerine iyice yakın girerek etkiyi güçlendiriyor. Uçak enkazının dar alanını çok iyi kullandığı gibi, çığ atakları sonrası o dar alanı daha da daraltarak bu boğuculuktan klostrofobik bir estetik bile sağladığı söylenebilir. Kısacası, hikayesinden kopmadan biçime verdiği önemi de belli ediyor.

Bazı sahneleri kazanın yaşandığı noktada çeken Bayona, gerçeklere sadık bir film ortaya çıkarmak adına her detaya çok önem verdiğini belli ediyor. En İyi Saç ve Makyaj dalındaki Oscar adaylığını hak eden özenli bir çalışma var. Kaza sonrası aradan geçen günlerin, haftaların karakterlerin yüzlerine yansımaları, yara izlerinin iyileşme süreci, sert hava şartlarının sebep olduğu yeni yıpranmalar, ciltlerdeki değişimler, yorgunluk, açlık emareleri bu çalışmanın başarısını gösteriyor. Açlık demişken, Bayona kazazedelerin açlığa karşı durabilmek için mecburen buldukları çarenin etik yanını sorgulatırken onların dehşetten alışkanlığa doğru giden kronolojisine gerçekçi biçimde bakıyor. Bu etik, beraberinde din ve tanrı bölgesine de giriş sağlıyor. Ama Bayona bu tartışmaları sakız haline getirmeden, gerekli gördüğü yerlerde kullanıp özünde hayatta kalma güdüleri içinde öğütmeye çalışıyor. "Daha kötü ne olabilir, başlarına daha ne gelebilir" diye düşündüğümüz anlarda bile başka sorunlar çıkması, klostrofobinin ve çaresizliğin derinleşmesi, buna rağmen hayatta kalma ümidinin korunması kimi zaman diyaloglarla, kimi zaman da sembolik sahnelerle ifade buluyor. Çığın altından yüzeye çıkmaya çalıştıkları sahnenin bir doğum sahnesini andırması gibi örneğin. Oyuncu kadrosu arasından öne çıkan genç aktörler Enzo Vogrincic (Numa), Agustín Pardella (Nando) ve Matías Recalt (Roberto) çok başarılılar. La Sociedad de la Nieve, bu unsurlar kadar sinematografisinden Oscar ödüllü besteci Michael Giacchino'nun müziklerine en etkileyici hayatta kalma filmleri arasında anılmayı hak eden, ayrıca bundan böyle J.A. Bayona kariyerinde de söz sahibi olabilecek sarsıcı bir yapım.