26 Haziran 2019 Çarşamba

An Elephant Sitting Still (2018)


Yönetmen: Bo Hu
Oyuncular: Yuchang Peng, Yu Zhang, Uvin Wang, Congxi Li, Xiang Rong Dong, Xueyang Wang, Wang Ning, Manzi Zhuyan, Xiaolong Zhang
Senaryo: Bo Hu
Müzik: Hua Lun

Pekin Film Akademisi'nde yönetmenlik eğitimi alan, ülkesinde bir kısa film çeken, birkaç roman yazan Bo Hu'nun yazıp yönettiği An Elephant Sitting Still, yaklaşık dört saat uzunluğunda dev bir dram. Aynı şehirde yaşayan Wei Bu, Chang, Ling ve Bay Wang'dan oluşan dört karakterin bir gününü karışık bir kurguyla izlediğimiz film, adeta dört filmin birbiri içinde erimesinden vücut buluyor. O vücudun yorgunluğu, bezginliği, bunalımı, pişmanlığı ve nihilizmi kendini bu dört karakter vasıtasıyla ifade ediyor. Hakkında yapılan yorumlarda "bir yalnızlık senfonisi", "nihilizm şiiri", "destansı intihar mektubu" gibi tumturaklı ifadeler kullanılması film hakkındaki beklentileri yüksek bütçeli ana akım bir gişe yapımı olarak zirveye çıkarmasın. Da xiang xi di er zuo her zevke hitap edecek bir film değil. Uzun olduğu kadar ağır ve zor bir film. Bu ağırlık, hem tempoyu, hem de her hücresine yayılmış depresif yapıyı tanımlıyor. Ama dört saate yakın süresi boyunca yarattığı atmosferi öyle her filmde bulmak da kolay değil. Filme yakıştırılan "intihar mektubu" tamlaması ise 12 Ekim 2017'de 29 yaşında intihar eden Bo Hu'nun ardında bıraktığı ilk ve son film olmasından kaynaklı bir benzetme.

Dünyanın sanayii devlerinden biri olan Çin'in, sömürülen ucuz iş gücü, gelir adaletsizliği, hava ve çevre kirliliği gibi sorunlarla boğuşması, beraberinde ahlaki çöküntüleri ve depresyonu da getirmesi kaçınılmaz. Sima olarak birbirinden ayırmakta zorlandığımız Çinli bireyler, yaşadıkları depresif hayatlarıyla da birbirinin aynı sorunlarla debelenmekteler. Evrensel anlamda endüstri gelişimine öncelik veren toplumlarda daha iyi ekonomik ve sosyal şartlarda, daha mutlu bireyler olmak, duygu dünyalarını geliştirmek, hayallerinin peşinde koşmak, hepsi bir tarafa sadece birey olmak bile çok zahmetli hale gelmeye başladı. Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul, mutsuz daha mutsuz. Gençlerin ahlaki çöküntüden, zorbalıktan, duyarsızlıktan, idealsizlikten, eğitimsizlikten, vasatlıktan başını kaldıracak hali yok. Orta yaş demek, emek sömürücü fabrikalar, istenmeyen meslekler, acımasız bankalar tarafından rehin alınmak demek. Yaşlılık ise yük olmak, çağdışı olarak hakir görülmek anlamına geliyor. Bunları çocuk olmak, kadın olmak, farklı ırk, din ve mezhepten olmak diye genişletebiliriz. İnsanların omuzları bu yükler için yeterince güçlü olmadığından, filmdeki dört kişinin yaşadıklarını dünyanın çeşitli yerlerindeki herkes, hepimiz farklı ölçeklerde yaşıyoruz. O yüzden, filmde karakterlerin rutinlerindeki -birkaç olay dışında- depresif yönler artık kanıksanmış biçimde hiç de sıradışı değil.


Okulda zorbalık gören bir çocuk, en iyi dostuna ihanet eden bir genç, kendinden büyük evli bir adamla ilişki yaşayan bir kız ve evladı tarafından artık istenmediğini hisseden yaşlı bir adam, filmde yaşadıklarıyla size hayatın sırrını vermiyor belki. Ama etraflarında olup bitenlerin ağırlığı, hepsine ayrı birer fil büyüklüğüyle üzerlerine oturuyor adeta. Mutluluk ve huzur çok uzak kavramlara dönüşmüş, buhar olup uçmuş sanki. Hatta Wei Bu filmin bir yerinde konuştuğu müdür yardımcısına "neden gelecek hakkında bu kadar olumlu düşünüyorsun" diye hayretle soruyor. Bo Hu, filmini (ya da film içinde filmlerini) hiç bir kalıp, klişe, simetri üzerine oturtmaya çalışmadan, aceleci davranmadan, doğaçlamaya müsait özgür alanlar yaratarak çekmiş. Uzun planlar, depresif diyaloglar, bitkin bir tempo, toplumsaldan bireysele ulaşmış bir yorgunluk ve bunalım hali seyircinin üzerine bir fil gibi çökmeye o kadar müsait ki, bu manada adının hakkını veriyor. Fakat tüm bu negatif yoğunluktan kendine öyle bir söz ve müzik yaratıyor ki, dört karakter arasında yaşanılan gel gitler bir süre sonra hem kendi ritimlerini buluyor, hem de birbirlerinin ritimlerine eşlik ediyor. Hepsinin akıbetlerinin nerede ve nasıl sonuçlanacağından ziyade, sadece kendi anlarını yaşadıklarını anlıyor, onları öyle kabullendiğimizi fark ediyoruz.

Başta 2018 Berlin Film Festivali'nden alınan dört ödül olmak üzere çeşitli organizasyonlardan Bo Hu ağırlıklı ödüller kazanan An Elephant Sitting Still, seyirciyi oldukça zorlayacak, ama içine almayı başardığı vakit kendine ait ne varsa depresif samimiyetini ve gerçekliğini kabul ettirebilecek kapasitede bir yapım. Belki bir nebze finaliyle tatminsizlik yaratabilir. Ne de olsa 3 saat 50 dakika gibi zorlu bir süreye değecek bir final beklentisi oluşması gayet doğal. Ama filmi başıyla, ortasıyla, sonuyla bir bütün halinde gören, özellikle de Nuri Bilge Ceylan finallerini bu bütünlük dahilinde anlamlandırmada sıkıntı yaşamayan insanlar için bu uzun ve meşakkatli yolun sonu da her bünyede kendi anlamını bir şekilde yakalayacaktır. Başta Wei Bu rolündeki genç oyuncu Yuchang Peng'in yüz ifadesini, vücut dilini ele geçirmiş dünyanın sonuna delalet performansı olmak üzere, dört oyuncu da kendi kulvarlarında çok güçlü anlar yaratıyorlar. Şayet An Elephant Sitting Still'in sinema tarihinde önemli bir yeri olacaksa, intihar etmiş genç bir yönetmenin ilk ve son filmi olması yanında, yalnızlığın, hüznün, karamsarlığın, toplumsal çöküntülerin körüklediği bireysel bunalımların, sadece kendi coğrafyasına ait olmadığını, kendi coğrafyasının göbeğinden gösterebilme, üstelik bunu minimal bir koyulukla biçimlendirme yetisi sayesinde olacaktır.

21 Haziran 2019 Cuma

Stop-Loss (2008)


Yönetmen: Kimberly Peirce
Oyuncular: Ryan Phillippe, Channing Tatum, Abbie Cornish, Joseph Gordon-Levitt, Timothy Olyphant, Rob Brown, Mamie Gummer, Alex Frost
Senaryo: Kimberly Peirce, Mark Richard
Müzik: John Powell

1999 tarihli Boys Don’t Cry insanın içini acıtan bir filmdi. O filmi yazıp yöneten Kimberly Peirce uzun bir aradan sonra bu kez günümüz Amerika’sının savaş politikasına eleştirel gözle bakan yeni filmi Stop-Loss ile tekrar ortaya çıktı. Yine Amerika’nın güneyini mesken tutmuş olaylar dizisinden hareketle daha politik ve geniş bir perspektifle çektiği Stop-Loss, sözkonusu savaş politikasına hem bildik, hem de fazla bilinmedik veya üzerinde çok durulmamış açılardan yaklaşıp etkili olmayı bilen bir yapıda. Irak’taki trajik bir operasyon sonrası memleketleri olan Teksas’ın küçük bir kasabasına kısa bir süreliğine izinli gelen üç sıkı dost üzerine odaklanan hikaye, bu operasyonu izlediğimiz sıkı bir aksiyon sahnesiyle başlıyor. Ardından bayraklarla, bandoyla, John Wayne posterleriyle, alkışlarla karşılanan askerlerden çavuş Brandon King (Ryan Phillippe), askerliğinin bittiğini düşünürken ordunun onun görev süresini uzattığını öğrenip şok oluyor. Tekrar Irak’a dönmek istemeyen Brandon izin sırasında bir yolunu bulup kaçıyor. Amacı Washington’da bir senatörü görerek tekrar orduya alınmaması yönünde yardım almak. Böylece parlak bir kahramandan, asker kaçağına dönüşen Brandon’ın adalet mücadelesine ortak oluyoruz.
 
Brandon’ı bu mücadelesinde yalnız bırakmayan ise en yakın dostu ve silah arkadaşı Steve’in evlenmek üzere olduğu güzel sevgilisi Michelle (Abbie Cornish) oluyor. Beraber çıktıkları Washington yolculuğu sırasında Brandon’ın tipik savaştan dönen asker psikolojisine teslim olmuş ruh haline ilişkin birkaç olay yaşanması ve ülkesine, ordusuna yaptığı fedakarlıklara karşı ödemek zorunda bırakıldığı bedele isyanı Brandon’ı bir anda savaş karşıtı bir figür haline getiriyor. Tabi kasabada bölüklerinin hareket etmesini bekleyen Brandon’ın iki yakın dostu Tommy ve Steve’in yaşadıkları da Brandon’ın dönüş psikolojisinden farklı olmayan biçimde dramatik. Askerlerin eve döndükleri sırada kendilerine ve çevrelerine karşı tehlikeli olabileceklerine dair uyarıları yapan ordu ise, sadece uyarı yaptığıyla kalıyor. Kimberly Peirce, Boys Don’t Cry’da olduğu gibi, insanların şiddete olan yatkınlıklarını göz önüne seren tekinsiz ruh halini yansıtma konusunda bu filmde de becerisini gösteriyor. Tabi genç oyuncuların bu ruh halini betimlemelerindeki başarısı da ayrı bir yerde duruyor.

Filmin içe dönük eleştirel yönü sık sık kendini “kardeşim orada bir hiç uğruna öldü”, “başkan da savaşa girsin”, “ben bu vatana en iyi şekilde hizmet ettim, karşılığı bu mu” türünde pankart mesajlar ile tekrar etse de, genellikle pek bilinmeyen hizmet süresinin uzatılması konusuna ağırlık vermesiyle Amerika’nın çelişkilerle ve baskılarla yüklü savaş politikalarından birini ifşa ediyor. Üstelik özellikle Amerika dışında dünya kamuoyunda pek sözü edilmeyen bu uygulamanın firar sonrası işleyen süreci hakkında da yaşanmış olaylardan hareketle gerçekçi açıklamalarda bulunuyor. “Stop-Loss” ifadesi, askere alınacak yeterli insan gücü bulunmadığı zamanlarda, ordunun mevcut askerlerin askerlik sürelerini uzatması anlamına geliyor. Haklı olarak bu sürenin uzamasını istemeyen binlerce genç, firar edip başka bir ülkeye kaçıyor ya da kaçırılıyor.


Sosyal içerikli filmlerin sonunda olduğu gibi burada da film bittiğinde: “11 eylül 2001'den bu yana 650.000 Amerikan askeri Afganistan'da ve Irak'ta savaştı. Bu askerlerin 80.000'i asker kaçağı durumunda. 2007'de başkan tarafından Irak’taki isyancılarla savaşmak için 30.000 asker daha gönderildi. O askerlerin kaç tanesinin firari olduğu hala açıklanmadı.” bilgisi veriliyor. Filmin ana amacının bu uygulamadan hareketle genel bir savaş karşıtlığına ulaşma yönünde başarılı olup olmadığı tartışılır. Ama doğrudan bu uygulamanın karşısında sağlam durduğu söylenebilir. Çünkü Brandon’ın sözde kahramanlığından sonra huzur bulmak için evine dönüşü, hemen ardından zorla tekrar orduya çağrılmasının yarattığı çıkmaz sokak, savaş hali olmasa bile özellikle askerlik yapmış erkek izleyicilerle empati sağlayabilecek avantaja sahip.

Brandon’ın operasyon sırasında bölüğünden kaybettiği bir askerinin ailesini ve gazi olmuş Latin kökenli bir başka adamını ziyaret etmesinden sonra kendi kahramanlığına olan inanç bunalımı, sıradan bir vicdan muhasebesine dönüşse de, stop-loss uygulaması kadar, göçmen askerlerin savaşta ölmeleri karşılığı ailelerine yeşil kart kazandırmasına benzer başka faşizan politikaların da üzerinden geçen bir yapım. Stop-Loss, finali ile de yarattığı kişiler ve durumların özelinden, daha genel bir eleştirelliğe ulaşmasını da biliyor.

14 Haziran 2019 Cuma

Mon roi (2015)


Yönetmen: Maïwenn
Oyuncular: Emmanuelle Bercot, Vincent Cassel, Louis Garrel, Isild Le Besco, Chrystèle Saint Louis Augustin, Félix Bossuet
Senaryo: Etienne Comar, Maïwenn
Müzik: Stephen Warbeck

Fransız oyuncu, aynı zamanda kendi yazıp yönettiği dört filmi bulunan Maïwenn'in dördüncü filmi olan Mon roi, avukat olan Marie-Antoinette (filmde kısaca Tony deniyor) ve bir restoran sahibi, karizmatik çapkın Georgio arasındaki uzun soluklu, bol gelgitli, tutkulu olduğu kadar yıpratıcı ilişkiyi tüm yönleriyle ameliyat masasına yatıran bir film. Aşk, nefret, öfke, mutluluk, kıskançlık, sorumsuzluk, sırlar, özgürlük, eski ilişkiler, pişmanlık, ebeveynlik gibi başlıkların hangisini alırsak alalım, Tony - Georgio ilişkisinde karşılığı olmayan yok. Yıllardır bu kavramların birini, birkaçını, hepsini konu alan yüzlerce film çekiliyor. Ama hepsinin altına girebilen, bunları tek bir çift üzerinden okuyabilen, yaptıklarıyla / yapmadıklarıyla herkesin kendinden çok fazla şey bulabileceği bir senaryoyu öyle her zaman bulamıyoruz. Etienne Comar ile birlikte senaryoyu yazan Maïwenn'in her yönüyle yansıtmak istediği bu arızalı ilişki, tüm temiz ve kirli çamaşırları ortaya döken türden. Sanki senaryoyu yazarken hissedilen özgürlük filmin biçiminde de hissedilsin dercesine çekilmiş ve ortaya bu ilişkinin yükselen, alçalan, kırılan, patlayan noktalarından meydana gelen tempolu bir kolaj çıkmış. Maïwenn, kolajın kronolojisini Tony'nin yaşadığı kayak kazası sonrası tedavi gördüğü ortopedi merkezinde yaşadıklarıyla esleyip, hem zamanda sıçramaları daha makul hale getirmiş, hem de bu karışık kurgu sayesinde bu denge problemli ilişkinin gidişatını daha gizemli hale getirmiş.

Bir eğlence yerinde tanışan Tony ve Georgio, her ilişkinin başlangıcında olduğu gibi heyecan ve tutkuyla yola çıkıyorlar. Bu heyacanın etkisiyle birbirlerini tanıdıklarını düşünüp beraber yaşamaya, evliliğe, çocuk sahibi olmaya yelken açıyorlar. Ama eski sevgilisi olan ve Tony ile birlikteliğini kabullenemeyen Agnès'in intihara teşebbüsü sonrası Georgio'nun vicdanen huzursuz olup Agnès ile ilgilenmeye başlaması, açığa çıkmayı bekleyen sorunların fitilini ateşliyor. Bağlılıklar sorumlulukları, sorumluluklar sorunları beraberinde getiriyor. Ayrılıklar, tekrar birleşmeler, başka sorunlar durmak bilmiyor. Özgür ruhlu bir adam olan Georgio'nun, Tony hamileyken onun psikolojisi evliliklerini ve doğacak bebeklerini etkilemesin diye ayrı eve çıkmak istemesi, uyuşturucu bağımlılığını gizlemesi, Tony'yi güvenli alanı olarak gördüğü için ayrılmaya yanaşmaması, öte yandan Tony'nin Georgio'yu evlilik bağı ile değiştirebileceğini sanması, haklı biçimde onu eski sevgilisine gösterdiği aşırı ilgi yüzünden kıskanması, her ayrılık sonrası geri dönmek için Georgio'nun yaptığı kurlar neticesinde yelkenleri suya indirmesi, ilişkiyi tuhaf ama bir o kadar da tanıdık bir döngüye sokuyor.

Maïwenn filme genelde Tony tarafından baksa da, karşısına koyduğu Georgio gibi zor bir adamın temsil ettiği erkek davranışlarına da çok hakim bir yol izliyor. Georgio'nun cazibesi, eğlenmeyi, mutlu etmeyi, gönül almayı çok iyi bilmesi, "benimle barda tanıştın, kütüphanede değil" demesi gibi ilişkinin/evliliğin sorumluluklarını kendine göre esnetip, yaptığı tutarsızlıkları dürüstlüğe vurarak savunabilmesi, filmin karakter tasarımında ne kadar derine nüfuz edebildiğini gösteriyor. Tony cephesinde ise, daha çok bu zor adamı taşıma çabalarının yarattığı psikolojik yüklerle mücadele söz konusu. Beyaz atlı prens algısının gerçek hayatta rastlanan eğreti duruşunu kabullenemeyen Tony'nin sürekli yeniden yazılan ve bozulan ezberler arasında kalışını izliyoruz. Geçmişe sünger çekip, sonra tekrar bir şekilde aynı tutku girdabına kapılması, karşısındaki istikrarsız adamın istikrarsızlıklarına bir türlü ayak uyduramadığı için doğru bildiklerinin yanlış çıkmasıyla sürekli yıpranması Tony'yi sürekli boyutlandırıyor. Georgio'nun özgürlüğü ve Tony'ye bağlılığı arasında yaşadığı bu istikrarsızlık da eklenince, her ikisi için "ne onunla, ne de onsuz" bir çıkmaz yaratıyor.


Mon roi'yı analiz etmek hem kolay, hem de zor. Bir kadın ve bir erkek öznesinden çıkarılabilecek en basit ve en zor unsurları çarpıştırıp, hem rüya gibi bir aşk hikayesi, hem de kabusa dönüşen açmazlar döngüsü içinden daha pekçok farklı okuma yapılabilir. Tony'nin kaza sonrası tedavi süreci, kaza öncesi de Georgio ile yaşadıkları, zamanlaması iyi ayarlanmış usta kurgu hamleleriyle birbirine bağlanıyor. Böylece huzurlu ve gergin anlar uç uca eklenip birbirine yaklaştırılarak, bir evlilik içinde her an her türlü duygunun yaşanabileceğine dair tekinsiz bir ortam yaratılıyor. Bir yandan bu ilişkiyi sürekli detaylandırıp boyut kazandıran skeçler, bir yandan da giderek nasıl sonuçlanacağı merak uyandıran uzun soluklu ve gergin bir bütünlük izliyoruz. Sonlara doğru geçmiş ve şimdiki zamanın birleşmesiyle tamamlandığı sanılan döngü, aslında ikisi arasındaki ilişkinin başka bir boyutuna temas eden bir finalle nihayetleniyor. Sürekli gelgitlerin yaşandığı bir evliliğe de böylesi nokta gibi görünen virgüller yakışırdı.

Mon roi, çok farklı bir konu veya benzerine rastlanmamış karakterler içermemesine rağmen, o konudan ve Tony - Georgio çiftinden zengin içerikler, romantik ve psikolojik gerilim anları üretmeyi başarıyor. Her daim karizmatik ve ikna edici Vincent Cassel ile, Tony rolüyle 2015 Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Emmanuelle Bercot uyumu şahane. Belki aralarında bir kimya yok ama bu ilişkinin anatomisi onu hemen bertaraf ediyor. Özellikle filmin duygu ve mantık ikilemi arasındaki tüm yükü sırtlanmış olan Bercot'un performansı harikulade. Onu gülerken, öfkeden deliye dönerken, acı çekerken, sarhoş olup ortalığı karıştırırken, sevdiği adama aşkla bakarken izlemek büyük keyif. Maïwenn'in bu hikayeyi, Tony'yi, onun mevsimleri andıran bu duygu değişimlerini çok iyi analiz edip filme aktarması, üstelik karşısına Georgio gibi çok zor bir erkeği dümdüz işlemeden koyması, bir kadın dokunuşundan çok daha fazlasını işaret ediyor. Peri masalından insani arızalara uzanan bir yelpazenin tüm renklerini, evliliğin mi aşkı öldürdüğünü, yoksa aşkın ömrünün zaten kısa olduğunu mu, ne isterseniz düşünmenizi sağlayacak geniş çaplı bir ilişki analizi sizi bekliyor.