tag:blogger.com,1999:blog-26069364920745186642024-03-14T20:48:16.204+03:00FilmatineOsman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.comBlogger1184125tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-89767326199594208952024-03-12T19:42:00.002+03:002024-03-14T20:47:44.712+03:00American Fiction (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfVrEKL0Y3keknwzXUmGtisymufTAdDEhIx93dM3G0Lh1XN-j-nxTIVCtdU-SReXMx9Qe5h4hHkcvyj4akoyvFsv_EPkAEofd14CDxMRVWAgR-mApP1vCLnkVWVvSotARklcgQWZX5XUnBmi0Pyb7Vt60_K-Fb5y0oZpY9dBkPNlsoUAFj7QrBDjv1DXkK/s750/American%20Fiction.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="750" data-original-width="506" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfVrEKL0Y3keknwzXUmGtisymufTAdDEhIx93dM3G0Lh1XN-j-nxTIVCtdU-SReXMx9Qe5h4hHkcvyj4akoyvFsv_EPkAEofd14CDxMRVWAgR-mApP1vCLnkVWVvSotARklcgQWZX5XUnBmi0Pyb7Vt60_K-Fb5y0oZpY9dBkPNlsoUAFj7QrBDjv1DXkK/w270-h400/American%20Fiction.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Cord Jefferson</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Jeffrey Wright, Sterling K. Brown, Issa Rae, Erika Alexander, Tracee Ellis Ross, Leslie Uggams, Myra Lucretia Taylor, John Ortiz, Adam Brody, Raymond Anthony Thomas</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Cord Jefferson, Percival Everett</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Laura Karpman</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Cord Jefferson</b>'ın <b>Percival Everett</b> kitabı <b>Erasure</b>'dan uyarlayarak senaryosunu yazdığı, <b>Jefferson</b>'ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu <b>American Fiction</b>, özellikle Amerika'da çok önemli bir sorun haline gelen ama Amerika dışında daha evrensel boyutlarda da karşılığı olan bir meseleye kendi penceresinden bakan bir film. Çok satmayan kitaplar yazan bir yazar olan <b>Thelonious 'Monk' Ellison</b>, küfür, argo ve hiçbir yere varmayan günlük konuşmalarla dolu "siyah" dilini kullanan ifade biçimleri ve kitaplardan kâr eden düzenden bıkmış bir entelektüel. Son zamanların en çok satan kitaplarından biri de genç siyah bir yazar olan <b>Sintara Golden</b>'ın bu türde yazdığı ve bu mantıkla pazarlanan "<b>We's Lives In Da Ghetto</b>". Katıldığı kitap fuarında en çok ilgiyi bu kitap görünce, son yazdığı kitabı bir türlü basılmayınca, üstüne ders verdiği kurumdan birazdan bahsedeceğimiz bir sebepten dolayı uzaklaştırma alınca memleketine dönen <b>Monk</b>, orada doktor kız kardeşi <b>Lisa</b>, plastik cerrah erkek kardeşi <b>Cliff </b>ve Alzheimer başlangıcından muzdarip annesiyle buluşur. Beklenmedik bir trajik olay ve annesinin evinin karşısında oturan çekici avukat <b>Coraline</b> yüzünden orada kalması daha uzun sürecektir. En İyi Film, En İyi Erkek (<b>Jeffrey Wright</b>), En İyi Yardımcı Erkek (<b>Sterling K. Brown</b>) En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Müzik dallarında Oscar adaylığı olmak üzere genellikle ABD festivallerinden 160'ın üzerinde adaylık, 50'nin üzerinde ödül kazanan <b>American Fiction</b>, bunlardan En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ını almış, adeta bir hiciv madeni gibi konusuyla çok iyi bir komedi dram dengesi tutturmuş filmlerden.</div><div><br /></div><div>Amerikan toplumunun dil yozlaşması özelinde ve kültürel yozlaşma genelindeki rantı keşfeden yayın, müzik ve film endüstrisinin kurduğu sömürü düzeni, her türlü vasata olan ilgi ve övgüyü besliyor. Sırf yazarı siyah diye niteliksiz kitapların çok satması, o kitapların film uyarlamaları için girişimlerde bulunulması, üstelik bunu yapan yayıncıların, yapımcıların ve yönetmenlerin çoğunun beyaz olması artık yaygın bir durum. Alt sınıfa hitap eden, yoksul, mazlum, öteki bireylerin klişe yükseliş hikayelerinde ve onların dili yozlaştırmalarında hemen her toplum benzer yaklaşımları ve istismarları tecrübe etmekte. Kitap, film, dizi artık format ne olursa olsun buradaki satış potansiyeli bilimin, sanatın, akademik içeriklerin sahip olduğundan çok daha fazla. <b>Monk </b>ve onun gibi bu işleyişten rahatsız olan azınlığın kabullenemeyişleri bir şeyleri değiştirmiyor. Film, bu durumu Amerika ile sınırlı tutarak oradaki afro amerikan hassasiyetlere bakmak amacında. Amerikan polisinin siyahlara yönelik önyargılı ve şiddet hevesli olması, buna bağlı olarak "Black Lives Matter" hareketinin yükselişi, politika, spor, sanat gibi her alanda siyah kenetlenişi (ve bir yan etki olarak alınganlığı) yeni sayılabilecek toplumsal bir duyarlılık "modası" da başlattı. Hatta "Oscar so white" adında bir hareket yüzünden, sırf kampanyası yapıldığı için hak etmediği düşünülen siyah oyuncular aday gösterildi, ödüller aldı, hak ettiği düşünülen siyah isimler görmezden gelindi.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3TogwNq8n67_Dp3yfKlW97WOO_m78mdXTUKoH1pX1fQodQ-KX4YUQ_Nq3gr7gE9_C8CG72p_OnoRJkBQv5FBMEV3jIiJ6I8uNKWyoFH0H8yo6qQGGJAoYfBOIxdlvFZpVKlQsgRbjvzhGmrfbGv7ga4FC_cb-6QFjjqlaa938oRU1SGG74zpF4xaPqXf0/s650/l-american-fiction-gfmi4.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="366" data-original-width="650" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3TogwNq8n67_Dp3yfKlW97WOO_m78mdXTUKoH1pX1fQodQ-KX4YUQ_Nq3gr7gE9_C8CG72p_OnoRJkBQv5FBMEV3jIiJ6I8uNKWyoFH0H8yo6qQGGJAoYfBOIxdlvFZpVKlQsgRbjvzhGmrfbGv7ga4FC_cb-6QFjjqlaa938oRU1SGG74zpF4xaPqXf0/w400-h225/l-american-fiction-gfmi4.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div>Bazı hassasiyetlerin zorlamalığı, ikiyüzlülüğü, politik doğruculuğu gerçek hayata o kadar entegre oldu ki, samimiyet ve akım arasındaki farkı ayırt etmek refleksi de köreldi. Bir siyah olarak <b>Monk</b>, ders verdiği sınıfta tahtaya içinde "nigger" kelimesi geçen bir eser adı yazdı diye beyaz bir öğrencinin popülist baskısına maruz kalıyor mesela. O sahne <b>Monk</b>'un tavrından ötürü "bir siyah olarak ben bile bu kelimenin ders esnasında kullanılması gerekliliğinden rahatsız olmuyorsam, bir beyaz olarak sana ne oluyor" cümlesini seyircinin kafasında kurdurmayı başarıyor. Irkçılık karşıtı olmanın yarattığı buna benzer popülizm örneklerinin vasatı övme seviyesine varması önemli bir paradoks. "Halk bunu istiyor" argümanı da ne yazık ki doğru. Çoğunluk vasatı seviyor ve övüyor. <b>Sintara Golden</b>'ın sokak diliyle yazdığı kitabın popüler bir bestseller olmasındaki anlamı bir akademisyen yazar olarak kabullenemeyen <b>Monk</b>'un merak edip kendisi de takma bir isimle bu tarz bir kitap yazması, bu kitabın da bestseller olması, üstüne popüler bir Hollywood yönetmeninin filme uyarlama teklifi, süreci bizzat tecrübe etmesini sağlıyor. Hikayenin bu hızlı başarı aksı biraz absürt görünse de asıl amaca hizmet eden bir yapıda. <b>Monk</b>'un apar topar yazdığı (adını da "<b>Fuck</b>" diye değiştirdiği) kitabını farklı bir personayla yayınlama süreci çok hızlı işliyor. Hatta kaçak bir mahkum yazar dümeni de bizzat yayıncı tarafından uyduruluyor. Tüm bu illegal tasarlamaların, vasatlığın, sokak dilinin günümüz edebiyat dünyasındaki satma gücü karşısında hayretler içinde kalan <b>Monk</b>, "ne kadar saçmalasam o kadar çok kazanıyorum" diyerek durumunu çok iyi özetliyor.</div><div><br /></div><div>Filmin günümüz siyah - beyaz eşitliği/eşitsizliği paradigmalarına modern edebiyat üzerinden bakışı zeki, komik, ana akım, bağımsız ve potansiyellerle çevrili bir karışıma sahip. Potansiyel demişken, ne zaman karşı karşıya gelecekler diye beklediğimiz <b>Monk </b>ve <b>Sintara </b>diyaloğu filmin en iyi sahnelerinden birini oluşturuyor. Siyahların "potansiyelinin" <b>Sintara</b>'nın "potansiyel, insanların önlerindeki şey yeterince iyi olmadığında gördükleri şeydir" karşılığından da anlaşılabileceği üzere, ne kadar entelektüel olursa olsun, <b>Monk </b>gibi insanların bile bilinçaltında siyah kültürünün, sanatının, toplumsal yapılanmasının potansiyel olarak kaldığı, "yeterince iyi olmadığı" görüşü varlığını hep sürdürüyor. Kölelik çağından gelen, özellikle 70'lerde <b>Nixon</b>, 80'lerde <b>Reagan </b>ile ivme kazanan ırkçılığın sebep olduğu "her türlü kötülüğün kaynağı siyahlar" kodlamasını Amerikan toplumundan bir anda söküp atmak, bağnaz zihinlerde önyargıların kökünü kurutmak o kadar kolay değil. Bu ötekileştirmeye karşı geliştirilen, köklerinde merhamet ve üstünlük izlerine bile rastlanabilecek popülizm samimiyetsizliğine karşı bağışıklık geliştirdiğini sanan, ama hala siyahları "potansiyel" olarak görmekten kurtulamayan <b>Monk </b>ve <b>Monk </b>gibiler için müesses nizama uymanın yollarından biri de kendi kültürünün ya da genel anlamda toplumun vasata olan ilgisine yaslanmak. <b>Monk</b> akademisyenliğinden, yazım stilinden, hatta kişiliğinden ödünler vermeye başladığı andan itibaren popüler olmaya, para kazanmaya, itibar görmeye başlıyor. Bu durumun evrensel boyutlardaki yansımalarına ırk, dil, milliyet fark etmeksizin hepimiz şahidiz.</div></div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF-uiEQNx_SxHEmLVLDD8PncZF5SYy2jlFMmf-jxWEMk8EW1tExKSLqer8kbX1fKMrcgqo8TeIUYNtaizbN-vHNM4YyXTilw8HwixWcJ2ZKp7m-wVMH2056drtzaT3JSziQD_wxLxtppoXc7EoELnci0prG2DyExY2HD4cnl0m0qqhvoV4bDf8oCrYhlUd/s1000/MCDAMFI_MG003-copy.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="563" data-original-width="1000" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF-uiEQNx_SxHEmLVLDD8PncZF5SYy2jlFMmf-jxWEMk8EW1tExKSLqer8kbX1fKMrcgqo8TeIUYNtaizbN-vHNM4YyXTilw8HwixWcJ2ZKp7m-wVMH2056drtzaT3JSziQD_wxLxtppoXc7EoELnci0prG2DyExY2HD4cnl0m0qqhvoV4bDf8oCrYhlUd/w400-h225/MCDAMFI_MG003-copy.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><b>Everett</b>'in kitabı ve <b>Jefferson</b>'ın senaryosu bu hiciv yoğunluğu içine bir eve (ve geçmişe) dönüş hikayesi de almış. Ama bu benzemezliği farklı iki kanaldan götürmeyi de becermiş. <b>Monk</b>'un Alzheimer pençesindeki annesi <b>Agnes</b>, doktor kız kardeşi <b>Lisa</b>, plastik cerrah olan erkek kardeşi <b>Clifford</b>, avukat komşusu <b>Coraline</b>, evlerinin emektar çalışanı <b>Lorraine </b>de filmin diğer karakter parçalarını oluşturuyor. Bu parçaların <b>Monk </b>ile olan ilişki dinamiklerinin, <b>Monk</b>'un yukarıda saydığımız edebiyatın popüler / entelektüel dinamikleriyle olan derdi arasında organik bir bağ bulunmuyor. Bu anlamda bazen dağınık bir görüntü verse de olduğu gibi kabul etmek güç olmuyor. Keza, özellikle siyah kültür ve edebiyatı üzerindeki vasatlık hevesi ele alınırken zaman zaman eleştirdiği şeye dönüşmesi, yer yer karikatürize olması, önemli aşamaları oldu bittiyse getirmesi, belki de bir uzun metraj filme dönüştürülme sürecindeki sıkışmışlığın sonucu olabilir. Sonuç olarak <b>American Fiction</b>, mizahını, zekasını, edebi ve kültürel meselesini ifade edebilmiş bir film. İsminin <b>Thelonious </b>olması nedeniyle 1917-1982 yılları arasında yaşamış Amerikalı efsane caz piyanisti ve besteci <b>Thelonious Monk</b>'un "<b>Monk</b>"uyla anılan <b>Thelonious Ellison </b>rolünde izlediğimiz <b>Jeffrey Wright</b>, ketum görünen performansına ustalıkla dram ve mizah sığdırıyor. Oscar adaylığı dışında en bilineni Film Independent Spirit olmak üzere çeşitli festivallerin gözden kaçırmadığı bu performans, 2023'ün en özel ve filmin değişken ruh hallerine en uygun işlerinden biri.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-17651793060206637662024-02-29T21:09:00.000+03:002024-02-29T21:09:54.104+03:00Le règne animal (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMnaKiDLV0Km5ykkBbfibvNZEZsC4j8nEqDVHJoitlP43WvvD5lwBJ1sRrEAo4Gd5lpM-ierVHDKloCxd2z9-LcwZorGu8CL1mTKu6kPFDajUmtaQJ7MsDG8P7a9FU1AU1EjUgXrB24FaX8AgWN4E6eLPmHs36_k5sejdqgV_MhPR9SQEFIgJ43WWuX4nv/s1600/Le%20r%C3%A8gne%20animal%20(2023).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiMnaKiDLV0Km5ykkBbfibvNZEZsC4j8nEqDVHJoitlP43WvvD5lwBJ1sRrEAo4Gd5lpM-ierVHDKloCxd2z9-LcwZorGu8CL1mTKu6kPFDajUmtaQJ7MsDG8P7a9FU1AU1EjUgXrB24FaX8AgWN4E6eLPmHs36_k5sejdqgV_MhPR9SQEFIgJ43WWuX4nv/w300-h400/Le%20r%C3%A8gne%20animal%20(2023).jpg" width="300" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Thomas Cailley</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Thomas Cailley, Pauline Munier</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Andrea Laszlo De Simone</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Thomas Cailley</b> ve <b>Pauline Munier</b>'in yazdığı, 2023'teki ilk uzun metrajı <b>Les combattants</b> ile başta Cannes Film Festivali'ndeki farklı seçkilerde 4 ödül olmak üzere pek çok festival tarafından kucaklanan <b>Cailley</b>'in yönetmenliğini yaptığı Belçika/Fransa ortak yapımı <b>Le règne animal</b> (<b>The Animal Kingdom</b>), fantastik unsurlar içeren hem bir baba-oğul, hem de büyüme hikayesi olarak dikkat çekiyor. Bilinmeyen bir mutasyon yüzünden bazı insanların yavaş yavaş farklı hayvanlara dönüştükleri kurmaca bir yakın gelecekteyiz. Bu tuhaf salgının artık herkesçe bilindiği ama sebeebinin ve çaresinin henüz bilinmediği bir evrede filme dahil oluyoruz. Kulağa birkaç yıl önce yaşadığımız Covid-19 kabusu gibi geliyor olsa da, onunla birlikte başka metaforlarla katmanlaşan bir dram/gerilim örneği. Aşçı olan <b>François</b>'nın eşi <b>Lana </b>da bu salgına yakalanmış ve bir hayvana dönüşmeye başlamıştır. 16 yaşındaki oğlu <b>Émile </b>ile artık konuşma yetisini kaybeden, iyice hayvan-insan karışımı bir hale gelen eşini sık sık ziyaret etmektedir. <b>Lana</b>'nın başka dönüşenlerle birlikte güneye nakledileceğini öğrenen <b>François</b>, <b>Émile</b>'i de alarak güneye taşınır. Ancak nakil arabasının yaptığı kaza sonucu dönüşenlerden bazıları ölür, bazıları yaralanır. <b>Lana </b>ise kayıptır. Eşini bulmayı saplantı haline getiren <b>François</b>, oğlunun da hayatını güçleştirmeye başlar. Bir de üstüne <b>Émile</b>'de de mutasyon belirtileri ortaya çıkınca içinden çıkılması zor bir sürece girerler. Tabii tüm bunlar olurken mutasyon kapanlar ve kapmayanlar olmak üzere kamuoyunda bir kamplaşma çoktan başlamıştır.</div><div><br /></div><div>Fikir olarak ilham veren bir konuya sahip olmakla o fikri bir senaryoyla pratiğe dökmek her zaman mümkün olmayabiliyor. <b>Thomas Cailley</b> ve <b>Pauline Munier</b> hem baba <b>François</b>, hem oğul <b>Émile</b>, hem de ikisinin ortak kanallarından sürdürdüğü anlatımını bu fikir üzerine inşa ettikleri için Hollywoodvari bir post-apokaliptik hayatta kalma klişesinden kurtulmuşlar. Gerçi tasarladıkları hikayede de belli klişeler yok değil. Fakat en azından büyük resmi daraltınca hikayelerine daha fazla yer ayırabilmiş, klişeleriyle orijinal fikirlerini bir arada işleme imkanı bulabilmişler. Öbür türlü bu fikirden gişe canavarı bir aksiyon veya <b>Shaun Of The Dead</b> tipi bir komedi bile çıkarılabilirdi. Hatta <b>Walking Dead</b> veya <b>The Last Of Us</b> misali uzun soluklu bir dizi bile olabilirdi. İşte buna benzer yüksek potansiyele sahip fikirleri küçültmek, <b>La régne animal </b>gibi hikayelerin başarısını arttırabiliyor. Bir baba-oğulu odağına alan film, karısını bulmak uğruna her şeyi göze alan <b>François </b>ile, bir yandan çevre ve okul değiştirmek zorunda kalan, bir yandan da bir kurda dönüşmeye başlayan liseli oğlu <b>Émile </b>arasındaki bu yeni anormalliğin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekiyor. Ama bununla yetinmeyip, hayvana dönüşme pandemisinin ortaya çıkaracağı sonuçları da bu fotoğraflardan oluşan albüme ekliyor. Söz konusu pandemi, bir zombi virüsü veya bakteriyel bir bulaşıcı hastalık değil de, belirli hızda bir hayvana dönüşme olunca, filmin duruşu katmanlaşıyor, vereceği mesajlar çeşitleniyor.</div><div><br /></div><div>"Hayvana dönüşme" ifadesi, teknik olarak aslında kimin kime dönüştüğünü, evrimsel süreç düşünüldüğünde insan denen canlının da başka tür canlı formlarından buralara geldiğini hatırlarsak ne derece doğru tartışılır. Dönüşüm geçirenlerin, hala insan kalanlar tarafından sanki kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi ötekileştirilmesi, nefret söylemlerine maruz kalması, hatta avlanmaya çalışılması, bizi doğa ve insan arasındaki mücadelenin çetrefilli yollarına sokuyor. Tabii ötekileştirme, nefret söylemi deyince göçmen meselesi de başka bir kanaldan okunabiliyor. Rastgele hayvanlara evrilmeye başlayan insanların bir zamanlar yaşadıkları şehir hayatına uyamamaları, normal insanlar tarafından dışlanmaları, onların da ormanın gizli saklı köşelerine çekilmeleri kesinlikle bu okumalara zemin hazırlamak için düşünülmüş. İnsanın her şeyi hak gören bencilliği, kendini evrenin en üstün varlığı sanan ukalalığı, tüketen, yok eden vurdumduymazlığı karşısında tasarlanmış en yaratıcı cezalardan biri de doğanın onlara bu şekilde kendisinin bir parçası olduklarını hatırlatması olsa gerek. En son Fransa'nın Oscar'ı sayılan César Ödüllerinde 12 dalda aday olup bunlardan en iyi sinematografi, orijinal müzik, ses, görsel efekt, kostüm olmak üzere beşini alan <b>Le règne animal</b>, tecrübeli aktör <b>Romain Duris</b>'in, hele de <b>Émile </b>rolündeki genç oyuncu <b>Paul Kilcher</b>'in yavaş yavaş bir hayvana dönüşmeye başlamasıyla zirve yapan performansları mutlaka görülmeli. <b>Le règne animal</b>, bazı fikirlerin bir gün fikir olmaktan çıkıp farklı şekillerde de olsa gerçekleşebileceğine, hepimizin bir gün "ötekiye" dönüşebileceğimize dair çarpıcı bir kurmaca.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-42067462930940925912024-02-18T21:06:00.001+03:002024-02-21T21:20:32.654+03:00Perfect Days (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSeFhyphenhyphennTZwodsLxv5w69JD1wz-thwTlL6Oz1Cwqj5IOutcirr_elErZpEnJs4AjGuWqd5ECdhXZrEoQfJobwQH-f5Pm9lQhRneFAT4COOTEEwJE3eHZJBvNREwNY2n_4wayegChdlUq2M0ewDIFxlld0jWJDQLN-EvKR0cM4g6Z0LfDnenUDub3M4pr0Fg/s1521/pd.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1521" data-original-width="1049" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSeFhyphenhyphennTZwodsLxv5w69JD1wz-thwTlL6Oz1Cwqj5IOutcirr_elErZpEnJs4AjGuWqd5ECdhXZrEoQfJobwQH-f5Pm9lQhRneFAT4COOTEEwJE3eHZJBvNREwNY2n_4wayegChdlUq2M0ewDIFxlld0jWJDQLN-EvKR0cM4g6Z0LfDnenUDub3M4pr0Fg/w276-h400/pd.jpg" width="276" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Wim Wenders</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Koji Yakusho, Arisa Nakano, Tokio Emoto, Aoi Yamada, Aoi Yoshida, Yumi Asô</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Wim Wenders, Takuma Takasaki</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Wim Wenders</b> ve <b>Takuma Takasaki</b>'nin senaryosunu yazdığı, artık dünyaya mal olmuş sinemasıyla bir gezgini andıran usta Alman yönetmen <b>Wim Wenders</b>'in yönettiği <b>Perfect Days</b>, adını <b>Lou Reed</b>'in filmde de duyduğumuz eskimeyen şarkısı <b>Perfect Day</b>'den alan bir yapım. Tokyo'daki modern tasarımlara sahip umumi tuvaletleri temizlemekle görevli <b>Hirayama</b>'yı gözlemliyor, onunla yatıp onunla kalkıyor, onun peşinden gidiyoruz. Birçok kişinin burun kıvıracağı, önemsiz bulacağı, tiksineceği işini son derece titizlikle, şikayet etmeden, kendini vererek, ağirbaşlı ve sıkılmadan yapan <b>Hirayama</b>, hepsi birbirine çok benzeyen günlerinden anlamlar yakalamaya, eylemlerini kişisel bir sanata, kendisiyle ve çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmeyi çalışan bir adam. <b>Wenders</b> ve <b>Takasaki</b>, tuvalet temizlikçisi mesleğini özellikle bir alegori olarak göstermeye çalışmasalar da, seyircinin algılama ayarlarına söz geçiremeyeceklerini bilecek kadar tecrübeliler. "Bir şehrin ve içindeki insanların pisliklerini temizleyen tertemiz bir adam" klişesinin çok ötesinde gizli veya aleni çok şey var filmde. Ama bu şeyler o kadar basit ve minimal biçimlerde filme dahil ediliyor ki, sanki dahil edilmiyor, doğal akış içinde bir sinema filminin parçası olmanın ötesine geçip kendi yollarını buluyorlar. <b>Wenders </b>de sadece buna aracı oluyor. Hayatımız, ona anlam katan rutinlerimiz kadardır. O nüanslardaki giz sadece bize özeldir. Yaptığımız mesleğe, alışkanlıklarımıza, rafine zevklerimize başkalarının anlam yüklemesini beklemez, istemeyiz. İşte Hirayama kendi hayatının anlamını bu nüanslarda bulmuş bir karakter.</div><div><br /></div><div><b>Perfect Days</b>, <b>Hirayama</b>'nın birbirine benzeyen günlerinden derlenmiş 2 saatlik bir kesit. Ortasında başlayıp ortasında biten bir film. Herhangi bir dönüşüm, değişim, bir sırrın keşfedilişi, o uyanış ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kabilinden iddialar söz konusu değil. Her sabah gün ağarmadan, alarmsız kendi kendine aynı saatte uyanan, dişlerini fırçalayan, kapıdan çıkıp arabasına binerek işine giden bir çalışan. Ama bu basit ve hemen herkesin yaptığı eylemlerin arasında saklı bazı detaylar, o basitlığin içine sızmış güzelliklere işaret ediyor. Mesela en basitinden kapıdan çıkma eylemini ele alalım. <b>Hirayama </b>öylesine kapıdan çıkıp gitmiyor. Kapıyı açtığında gökyüzüne bakıp, sabah ayazının ve henüz ağarmamış havanın tatlı yoğunluğunu içine çekerek gülümsüyor. Arabaya binip yola çıkmadan önce bir kaset seçiyor, o kaset eşliğinde işe gidiş yolunu sinematik bir tecrübeye çeviriyor. İşini saygı yüklü bir disiplinle yapıyor. Molalarında bir yandan yemeğini yerken, bir yandan etrafı gözlemliyor, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarının fotoğrafını çekiyor. Temelde sabah kalktıktan gece yatana kadar belli bir yol haritası izliyor. <b>Groundhog Day</b> çağrışımı yapan şekilde her gün aynı güne uyanmanın bir benzerini yaşıyor gibi görünse de, bu fantastik bir film değil ve aslında çoğumuz farklı ölçülerde aynı günü yaşıyoruz. Bizim de bu monotonluğu çekilir kılmak için kendimize göre ufak çözümlerimiz, alışkanlıklarımız, kimseyi rahatsız etmeyecek rafine hazlarımız var. Özellikle yoğun iş ve şehir yaşamı içinde olanların bu tekdüzeliği biraz olsun sağaltmak için kendi çözümleri, kendi rotaları da mevcut.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgZR4dHaOHb6K-YVB-A7xtnrrCZ09VWj0ihjwK4uSpP8Yjl4UyQa8gj65qumWFv52RHiBvk7IRn19YIuYTAd1vmZzprWR6w3jbpDefeWetWFtkJc7ipVvmhcUisR0z0nIqwU0fCp1_04sMD4TR5pqMm8du4bTrw7TRAL2fVoUQuqJnvkoZ-smOwLbdOY48C/s1500/01e_Perfect-Days_Cover-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="830" data-original-width="1500" height="221" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgZR4dHaOHb6K-YVB-A7xtnrrCZ09VWj0ihjwK4uSpP8Yjl4UyQa8gj65qumWFv52RHiBvk7IRn19YIuYTAd1vmZzprWR6w3jbpDefeWetWFtkJc7ipVvmhcUisR0z0nIqwU0fCp1_04sMD4TR5pqMm8du4bTrw7TRAL2fVoUQuqJnvkoZ-smOwLbdOY48C/w400-h221/01e_Perfect-Days_Cover-1.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div><b>Hirayama</b>'nın kendi rutinleri arasına sızan, bazen aksatan ufak tefek farklılıklar da ortaya çıkıyor. Ama evden kaçan yeğeni <b>Niko</b>'nun ziyaretine benzer farklılıklara rağmen kendi haritasından sapmadan hayatını sürdürmeyi seviyor. Öyle ki, ona duygusal bir bağ hissettirip onu bu rotadan saptıracak insanlarla uzun süreli temaslarda bulunmaktan imtina ediyor gibi görünüyor. Baba, kardeş, yeğen, iş arkadaşı, hoşlanılan bir kadın, kim bu hayata dahil olmaya başlarsa <b>Hirayama</b>'nın kendine has hafta içi ve hafta sonlarından oluşan hayatının artık eskisi gibi olmayacağına olan inanç, bir seyirci olarak bize bile sirayet ettiyse <b>Hirayama </b>tarafından nasıl hissedilir bilemiyoruz. Belki de <b>Hirayama </b>için insanlarla etkileşimde bulunma meselesi, hiç görmediği birinin tuvaletlerdeki gizli bölmesine bir kağıt parçası bırakarak başlattığı SOS oyunu oynamaya benziyor bir yanıyla. Kimseye dışlayıcı, yargılayıcı, tepkili, öfkeli yaklaşmıyor. Lakin içten içe tutkuyla bağlı olduğu yalnızlığından kopmamaya çalışıyor. Tüketim çılgınlığına, dijital dünyanın kolay erişilebilir kuru kalabalığına, insanların sebep olacağı binlerce yıkıma tamamen yabancı, uzak ve korunaklı olmak istediği her halinden anlaşılıyor. Spotify'ı bile bir müzik dükkanı zanneden, kasetlerle, kitaplarla, fotoğraf makinesiyle, bisikletiyle, günlük rutinleriyle mutlu biri olarak artık eşine ender rastlanan insanlardan. <b>Wim Wenders</b>, sadeliğiyle büyüleyen bir anlatımla <b>Hirayama</b>'nın birbirine benzeyen günlerini sıralar ve bu günlerin aralarına ufak tefek detayları serpiştirirken hem bu adamın sıradan bir Tokyo gününe, hem de onun sözlere dökülmeyen iç dünyasına bakmayı/baktırmayı başaran ustalıklı bir yönetim sergiliyor.</div><div><br /></div><div>Başta <b>Unagi</b>, <b>Shall we dansu?</b>, <b>Korô no Chi</b> gibi filmler olmak üzere kariyerinin başından beri çeşitli festivallerden pek çok ödül kazanan 68 yaşındaki Japon sinemasının usta aktörlerinden <b>Koji Yakusho</b>, <b>Hirayama</b>'nın babacan tavrını, pozitif duruşunu, o duruşun ardında gizlenen hüznü, samimi neşesini, doğayla olan sessiz ilişkisini hiçbir efor veya abartı göstermeyen performansıyla vücuda getiriyor. Bu rolüyle Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alması da gayet yerinde bir karar. Filmi <b>Franz Lustig</b>'in nerede sade, nerede estetik olacağını bilen, sadeyken bile estetik olabilen sinematografisiyle izlemek ayrı bir keyif. <b>Hirayama</b>'nın kasetlerinden duyduğumuz <b>House Of The Rising Sun</b>, <b>Redondo Beach</b>, <b>(Sittin' On) The Dock Of The Bay</b>, <b>Feeling Good</b> ve tabii ki <b>Perfect Day</b> gibi 60 ve 70'lerin şarkıları da bu güzel adamın nostaljisinin, yalnızlığının, gizeminin harika fon müzikleri olmuş. 80'ine merdiven dayamış <b>Wim Wenders</b>, <b>Perfect Days</b> ile ağaçlardan sızan ışık hüzmeleri misali, sıkıcı görünen ama yine de alıştığımız rutinlerimizin arasına sızan insanları, manzaraları, kitapları, şarkıları yalnızlığımıza ortak edişimizin filmini yapmış. Dijital dünyada analog, kir içinde temiz, 38 milyonluk Tokyo'da yalnız kalan bir adamın içine bakmış. Günlerimizin mükemmel olması için illa mal, mülk, para, pul, insanlarla dolu aktiviteler gerekmediğini, sadece alışkın olduğumuz, kafamızda hiyerarşisini kurduğumuz, her gün tekrar etmesinden mutlu olduğumuz rutinlerimizin aksamamasının bile yeterli olabileceğini hatırlatmış.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-25688429294295878112024-02-13T22:49:00.001+03:002024-02-13T22:49:38.370+03:00Los delincuentes (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmc7ckyxBJB_dEC_wA6zGGC92f5u9KOnY9lodme9t8yu8Ng3nK_Wm5dStyp-NJ7pm1yWhwIszrV-7XRN0Quoul5pEA_l5fbGLKPGwRdBMZ13WrDTwMFwsgCSxQFTAOqeyMN9XlmZJBLg3mycxpXv-mCZyi87-UiA8sYtxshqieoCkP_HDN63nyAMhQ5E3A/s1200/Los%20delincuentes%20(2023).jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="814" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmc7ckyxBJB_dEC_wA6zGGC92f5u9KOnY9lodme9t8yu8Ng3nK_Wm5dStyp-NJ7pm1yWhwIszrV-7XRN0Quoul5pEA_l5fbGLKPGwRdBMZ13WrDTwMFwsgCSxQFTAOqeyMN9XlmZJBLg3mycxpXv-mCZyi87-UiA8sYtxshqieoCkP_HDN63nyAMhQ5E3A/w271-h400/Los%20delincuentes%20(2023).jpg" width="271" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Rodrigo Moreno</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Daniel Elías, Esteban Bigliardi, Margarita Molfino, Germán De Silva, Cecilia Rainero, Javier Zoro, Lalo Rotavería</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Rodrigo Moreno</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Buenos Aires'de bir banka çalışanı olan <b>Morán</b>, bir daha çalışmak istemediği için güvenlik açığını fırsat bilerek erişime sahip olduğu banka kasasından bir miktar para çalar. Daha sonra aynı bankadaki meslektaşı <b>Román</b>'a bir teklifte bulunur. Buna göre <b>Morán</b>, zaten tüm güvenlik kameraları kendisini tespit ettiği için suçunu itiraf edip teslim olacaktır. Alacağı ceza sonrası hapisten çıkma süresi olan 3,5 yıl geçene kadar <b>Román</b>'dan soygun parasını saklamasını ister. Cezası bitince parayı yarı yarıya bölüşeceklerdir. Başlangıçta korkup bu duruma yanaşmayan <b>Román</b>, <b>Morán</b>'ın tehdit etmesi üzerine buna razı olur. Hapse giren <b>Román</b>, birgün kendisini ziyaret eden <b>Morán</b>'dan parayı şehir dışındaki bir kırsalda bulunan büyük bir taşın altına saklamasını ister. Parayı tarif edilen yere koymaya giden <b>Morán</b>, orada tanıştığı bir belgesel ekibiyle çok farklı bir yaşam tecrübesine yelken açacaktır. <b>Rodrigo Moreno</b>'nun yazıp yönettiği <b>Los delincuentes</b>, işte bu birbirinden çok farklı yaşam tarzları arasında sıkışmış iki adamın tuhaf ilişkisinden ve basit bir soygun öyküsünden gerilimli, tutkulu, şiirsel, pastoral bir varoluş sorgusu üretmiş bir yapım. Kavgasız, gürültüsüz, gerilimsiz bir soygun yapan ve sonrasında tesadüfen o gün rahatsızlığı nedeniyle izin alıp çıkan <b>Román</b>'ı zoraki biçimde bu suça ortak eden <b>Morán</b>, şehir yaşamının stres yüklü puslu havasından, doğanın huzurlu kollarına sığınan bir adam. Hayatındaki radikal bir değişime kendini hazırlamış, her şeyi göze almış bir roman kahramanı adeta.</div><div><br /></div><div>Bu romanın bir diğer kahramanı olan <b>Román </b>ise <b>Morán</b>'a nazaran dönüşümüne daha detaylı biçimde tanık olduğumuz bir karakter. Onun <b>Morán </b>zorlamasıyla dolaylı olarak dahil olduğu soygun ve devamında tehditle yapmak zorunda kaldığı şeyler bir <b>Kafka </b>karakteri soğukkanlılığına bürünse de, doğanın, kırsalın ve bu kırsalda tanıştığı <b>Norma</b>'nın büyüsü onu bazı yönlerden bir <b>Çehov </b>karakterine benzetebiliyor. Öte yandan <b>Morán</b>, soygun ve kent yaşamından uzaklaşma gerekçelerini basit ve açıkça ifade ederken, <b>Román</b>'ın mecbur bırakılmışlığı dışında kendini bu hileye ortak edişinden gelen kabullenme hakkında bir şey öğrenemiyoruz. Gerçi bunu öğrenmek <b>Román </b>hakkında edindiğimiz fikirleri değiştirmeyecektir. Zira <b>Los delincuentes</b> sessizliğiyle de çok şey anlatabilecek bir film. <b>Román</b>'ın kırsalda belgesel ekibiyle karşılaştığı andan itibaren rotasını bambaşka bir yöne çeviren <b>Rodrigo Moreno</b>, doğa tarafından yazılı olmayan kuralları konmuş bir arınmayı kutsuyor. Bu kuralların en belirgini teslimiyet. <b>Román </b>kendini bu yeşile, toprağa, suya, yeni tanıştığı arkadaş grubuna, <b>Norma</b>'ya teslim edince, kendisini teslim almış olan yaşadığı şehir hayatı, eşi, işi ona daha kolay terk edilebilirmiş gibi görünüyor. Özgürlüğün, gönüllü teslimiyetin, farklı bir ten arzusunun insan ruhu üzerindeki değişkenliği, gitmekle kalmak, serbest bırakmakla bağlanmak arasındaki ayrımın stabilliğine karışıyor. <b>Román</b>, ait olduğu yer, zaman ve kişi hakkında kimine göre basit, kimine göre varoluşsal bir ikilem içine düşüyor.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeLnZOrIewLCYkxTQ8a1Pdw5fENuZinyYKQht2NadckfCsKiIaKdk8NkpqBcYv2f282iSgW9GOKceQ6JIx6Gk2K9RWwBNBoL4vnWMywYxSims0cPDtpoLXqYC2D-ePUJzgwuyGPFOnBvEGsKlE71ppX83TbZKkpDXcoIb7M-nUQgdMeuu_0Ay0yOcRAF8E/s1671/vlcsnap-2024-02-13-22h25m26s823.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="1671" height="259" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeLnZOrIewLCYkxTQ8a1Pdw5fENuZinyYKQht2NadckfCsKiIaKdk8NkpqBcYv2f282iSgW9GOKceQ6JIx6Gk2K9RWwBNBoL4vnWMywYxSims0cPDtpoLXqYC2D-ePUJzgwuyGPFOnBvEGsKlE71ppX83TbZKkpDXcoIb7M-nUQgdMeuu_0Ay0yOcRAF8E/w400-h259/vlcsnap-2024-02-13-22h25m26s823.jpg" width="400" /></a></div><div><br /></div><div><b>Moreno</b>, bu şekilde dümenini başka bir rotaya kırdıktan sonra yine beklenmedik bir hamleyle filmini bir miktar başa sarıp, bu defa <b>Morán</b>'a yakın girmeye başlıyor. 3,5 yıl sonra zengin bir adam olarak hapisten çıkmayı planlayan <b>Morán</b>'ı teslim olduktan sonra bırakmış, <b>Román</b>'ın yaşadıklarına bakmıştık. Zamanda geri giden <b>Moreno</b>, bu defa <b>Morán</b>'ın teslim olmadan önce neler yaptığına dönüyor. Kronolojiyi bozarak bazı belirsizlikleri giderdiği gibi, hayatında köklü bir değişiklik yapmak için hapse girmeyi bile göze alan <b>Morán</b>'ın özgürlük, aidiyet, aşk taleplerinin bulacağı karşılıkları bekliyor. Bekliyor diyoruz çünkü <b>Moreno</b>'nun her iki karakteriyle ilgili belli bir planı yokmuş, onları film içinde kendi hallerine bırakmış, o da bizim gibi olacakları merak ediyormuş gibi adeta. Başlangıçta soygun, saklanan para, bölüşme planı vs. derken bir suç yapımı sandığımız şey, aşama aşama bir taşra masalına dönüşüyor. <b>Coen </b>kafasından çark etmek, üstelik çok da iyi giderken çark etmek cesaret işi. Ama bu defa yumuşak geçişlerle sinema tarihine ait başka kafalarda geziniyor film. Bu dönüşüm mantığı, sadece filmin genelinde değil, bazı bölümlerin kendi içinde de görülüyor. Örneğin <b>Morán</b>'ın hapishane günleri tipik iç sıkıntıları ve zorbalıkla başlasa da, edebiyatla devam ediyor. <b>Román </b>tıpkı <b>No Country For Old Men</b>'deki <b>Llewelyn Moss</b> gibi bir çanta dolusu parayla ne yapacağını bilemez bir şaşkınlıkla başlasa da, bir <b>Nuri Bilge Ceylan</b> karakteri gibi sessizce hayatına nelerin anlam kattığını sorgulayıcı bir pozisyonla devam ediyor.</div><div><br /></div><div><b>Morán </b>- <b>Román </b>anagramı (hatta <b>Ramón </b>diye bir yan karakter bile var), aynı iş yerinde çalışmak dışında normalde hiçbir ortak yanı olmayan bu iki adamın görünürde suç ortağı olmalarına rağmen bir elmanın iki yarısı misali aynı coğrafyadan geçip aynı duyguları yaşamaları, aynı kadından etkilenmelerini de tarif ediyor. <b>Norma </b>(ki onun da kız kardeşinin adı <b>Morna</b>) iki adamın kesişmeyen kesişme noktasındaki tutkuyu, geleceği, özlemi duyulan yeni bir hayatı temsil ediyor. <b>Rodrigo Moreno</b>, üç saat içinde hayatın içinde birden fazlamızın aynı yollardan geçip, aynı plağı dinleyip, aynı sularda yüzüp, aynı kişiyle sevişme ihtimallerimizin masalını anlatıyor. Sanki önce bir roman yazacakmış ama son anda vaz geçip bir film çekmiş gibi anlatıyor masalını. Bir yönetmenin kendi yazıp yönettiği filmiyle, hele de filmin finaliyle ilgili açıklaması merak edilir. Ama kimi seyirci de bu açıklamayı duymamış ya da bilerek dinlememiştir. Kendi çıkarımlarını yapar ve bundan memnundur. İşte <b>Los delincuentes</b> bu benzersiz masalın başını, ortasını, sonunu seyircisine bırakmış ya da hediye etmiş adeta. <b>Daniel Elías</b> ve <b>Esteban Bigliardi</b> birer oyuncu olarak çok büyük işler yapmıyorlar belki. Ama bu iki sıradan kurmaca karakteri kurmaca olmaktan çıkarıp baştan sona çok iyi taşıyor, oldukları, olmak istedikleri, dönüştükleri ne varsa çok iyi temsil ediyorlar. <b>Los delincuentes</b>, izlediğimiz en ilginç soygun filmlerinden biri olduğu kadar, izlediğimiz en tuhaf aşk üçgenlerinden biri de olabilir. Ayrıca içinde "başa bela para dolu çanta" olup da bu kadar şiirsel, bu kadar kırılgan olabilen hiçbir şey izlememiş olma ayrıcalığı da yaşayabilirsiniz.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-88864216376497537872024-02-07T21:36:00.000+03:002024-02-13T21:04:49.279+03:00Suicide Kings (1997)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/--XbZwsJOepg/T7VsuZ--MeI/AAAAAAAAHuU/g0A-hyZRCes/s1600/suicide_kings.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" kba="true" src="http://1.bp.blogspot.com/--XbZwsJOepg/T7VsuZ--MeI/AAAAAAAAHuU/g0A-hyZRCes/s400/suicide_kings.jpg" width="272" /></a></div>
<br />
<div style="margin: 0px;">
<strong>Yönetmen:</strong> Peter O'Fallon</div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Oyuncular: </strong>Christopher Walken, Denis Leary, Sean Patrick Flanery, Jay Mohr, Jeremy Sisto, Henry Thomas, Johnny Galecki, Brad Garrett, Nina Siemaszko</div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Senaryo:</strong> Josh McKinney, Gina Goldman, Wayne Allan Rice</div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Müzik:</strong> Graeme Revell, Tim Simonec<br />
<br />
Dört varlıklı ve eğitimli arkadaş planlı biçimde ünlü, korkulan ve saygın mafya babası <b>Carlo Bertolucci</b>’yi <b>(Christopher Walken)</b> kaçırıp, olaydan habersiz bir başka arkadaşlarının malikanesine hapsederler. Amaçları, içlerinden <b>Avery</b>’nin kızkardeşini kaçıran başka bir mafyaya ait kişilerin bulunup kızın kurtarılmasını sağlamaktır. Bunun için <b>Bertolucci</b>’nin nüfuzunu kullanmak istemektedirler. Kızı kaçıranlar ona nasıl zarar verirlerse gençler de <b>Bertolucci</b>’ye aynı biçimde zarar vermekle tehdit ederler. Bunun üzerine <b>Bertolucci</b>’nin dışarıdaki avukatı bir de tehlikeli sağ kolu <b>Lono</b> ile iletişim kurmasına izin verirler. Çok zeki bir adam olan <b>Bertolucci</b> kısa zamanda bu gençlerin zayıf noktalarını öğrenip soğukkanlı biçimde bağlı olduğu koltuktan kendi kişisel mücadelesini vermeye başlar. Zaman ilerledikçe bu gençlerden birinin de kaçırma olayının içinde olabileceği ihtimali belirir.<br />
<br />
Şimdilerin <b>Las Vegas, Pushing Daisies, The Riches, Ghost Whisperer, House M.D., Prison Break, Eureka </b>gibi dizilerine birkaç bölüm çekmiş <b>Peter O'Fallon</b>’un yönettiği <b>Suicide Kings</b>, iyice bir suç gerilimi. Yormayan diyaloglarla ilerleyen bir kedi-fare, av-avcı hikayesi, genç oyuncuların performansları ile birleşince olması gereken panik havasında pek bir sıkıntı çekilmemiş. <b>The Hostage </b>isimli bir kısa hikaye, çok fazla sıkıntı yaratmadan uzun metraja uyarlanabilmiş. Entrika üzeri paranoya çok fazla abartılmamış. Ta ki, çok aceleye getirilmiş ikinci finale kadar. Ama onu da <b>Bertolucci</b>’nin geniş haber alma ağına bağlamak gerekecek muhtemelen. </div>
<div style="margin: 0px;">
<br /></div>
<div style="margin: 0px;">
<b>Denis Leary</b>’nin canlandırdığı durmadan yeni çizmelerinden ve dırdırcı karısından bahseden karizmatik sağ kol <b>Lono</b>’nun restoran görevlisi kızı ziyaret ettiği ve <b>Bertolucci</b>’nin parmağındaki yüzüğün hikayesinin anlatıldığı bölümler gibi ana hikayeden biraz uzaklaşan güçlü molalar da bulunmakta. Yıllar yılı gangster rollerini üzerinde en iyi taşıyan aktörlerden biri olmuş <b>Christopher Walken</b>, bağlı biçimde oturduğu yerden bile filmin iplerini elinde tutmasını bilen son derece soğukkanlı duruşu ve ekrana kilitleyen sağı solu belirsiz oyunu ile yine olağanüstü. Gerekirse biraz da uzatılarak o ikinci final daha makul ve mantıklı biçimde bağlanabilirdi şeklinde düşündürse de suç filmleri meraklılarına tavsiyede sakınca görülmeyecek filmlerden.</div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-86240394122624347822024-01-29T00:00:00.001+03:002024-01-30T00:32:48.981+03:00Les chambres rouges (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSCdIi9V5IbJUSsk4an_rnQTGVo35MFvDv4b0jo-_aELRtCNaZTE0nsAWlzPFc6we2GAC0VWHVcdEouhZM2YkXRf7yORh4vkmGgORnZGmd6BKbLEBHp0eW7Ob_CmEwIam2dhLVJgo9QgtYO7scCeFu3Pb-Pr3F8rTYVAnrL85mwT5dportNHltaEOCNKC-/s1444/Les%20chambres%20rouges.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1444" data-original-width="1000" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSCdIi9V5IbJUSsk4an_rnQTGVo35MFvDv4b0jo-_aELRtCNaZTE0nsAWlzPFc6we2GAC0VWHVcdEouhZM2YkXRf7yORh4vkmGgORnZGmd6BKbLEBHp0eW7Ob_CmEwIam2dhLVJgo9QgtYO7scCeFu3Pb-Pr3F8rTYVAnrL85mwT5dportNHltaEOCNKC-/w278-h400/Les%20chambres%20rouges.jpg" width="278" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Pascal Plante</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Juliette Gariépy, Laurie Babin, Elisabeth Locas, Maxwell McCabe-Lokos, Natalie Tannous, Pierre Chagnon</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Pascal Plante</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Dominique Plante</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Genç kızlar arasından seçtiği kurbanlarını işkence ederek vahşice öldüren ve bu cinayetleri videoya çeken seri katil <b>Ludovic Chevalier</b>'in yüksek profilli duruşması Québec'te başlamıştır. <b>Chevalier</b>, videodaki şahıs maskeli olduğundan suçlamaları kabul etmemektedir. Ama aleyhindeki deliller oldukça sağlamdır. Hali vakti yerinde olan güzel model <b>Kelly-Anne</b> de bu duruşmanın takipçilerindendir. Öyle ki, duruşmayı kaçırmamak için evsizler gibi mahkeme yakınındaki bir noktada geceyi dışarıda geçirmektedir. Bu mahkeme rutini sırasında <b>Chevalier</b>'e hayranlık duyan, onun suçsuz olduğuna inanan genç <b>Clementine </b>ile tanışır. O da işini gücünü bırakıp duruşmaları takip etmek için gelmiştir. <b>Kelly-Anne </b>ve <b>Clementine </b>mahkeme süresince birlikte vakit geçirmeye başlarlar. <b>Pascal Plante</b>'nin yazıp yönettiği <b>Les chambres rouges</b> (<b>Red Rooms</b>), bu enteresan konusuna her unsuruyla sahip çıkan iyi çekilmiş bir psikolojik gerilim. Baş karakteri <b>Kelly-Anne</b>'in esrarengizliğini, motivasyonunu, bu duruşmaları neden takıntı haline getirdiğini sonuna kadar iyi gizlemesi belki de en büyük başarısı. Onun da tıpkı <b>Clementine </b>gibi bir <b>Chevalier </b>hayranı mı, öldürülen kızlardan birinin yakını mı, yoksa sırf ilgisini çektiği için duruşmaları izlemek isteyen meraklı bir vatandaş mı olduğunu anlayamıyoruz. <b>Pascal Plante</b> bize tek başına bir dairede yaşayan <b>Kelly-Anne</b>'in yalnızlık rutininde de, sonradan tanıştığı <b>Clementine </b>ile olan diyaloglarında da ona dair bir şeyleri açık etmemeyi başarıyor.</div><div><br /></div><div><b>Plante </b>aslında filmin içine başı, sonu ve ortasıyla <b>Clementine</b>'in hikayesini de koymuş. Tecavüzcü ve katil <b>Ted Bundy</b>’nin, katliam azmettiricisi <b>Charles Manson</b>'ın ve daha pek çok suçlunun binlerce kadın hayranı vardı. Seri katil, soyguncu, tacizci, tecavüzcü gibi kişilere duyulan tutku, yoğun cinsel istek ve hayranlığa "hibristofili" deniyor. Hibristofili kadınların aralarında ev kadınları da var, akademisyenler de. Yalnız yaşayanlar, evli olanlar, genç veya yaşlı olanlar da. Tek ortak noktaları, katilleri çekici, seksi ve sevilebilir bulmaları. Başka psikolojik ve bastırılmış gerekçeler de mevcut. <b>Clementine</b>'in toyluğu, onun bu hayranlığının gerekçesini derinleştirmiyor. Bir pop veya film yıldızına olan hayranlığa benziyor. <b>Chevalier</b>'i savunmak için <b>Kelly-Anne</b>'in dairesinde izlediği bir canlı yayına telefonla bile katılmayı göze alacak kadar hem de. Onun bu çırpınışlarını karşılıksız bir aşk veya toyluğunun verdiği bir zavallılık olarak ibretle izliyoruz. Kurbanlarla arasında fazla yaş farkı olmamasına rağmen avukatıymış gibi bu katili savunmasının sebeplerini tam olarak açıklamıyor. <b>Kelly-Anne</b> de ondan açıklama istemiyor zaten. Böylelikle <b>Plante </b>bu defa yan karakteriyle filmine başka bir belirsizliği daha eklemiş oluyor. Belki başka eklentilerle ondan da ayrı bir film çıkabilirmiş. Fakat asıl büyük gizem, <b>Kelly-Anne</b>'in olayının ne olduğu.</div><div><br /></div><div>Aldığı işler ve bir markanın yüzlerinden biri olmasından anladığımız kadarıyla iş hayatı yolunda giden, işinde, evinde, sporunda çekici bir model olan <b>Kelly-Anne</b>'in neden bu davayı bu kadar ilgiyle takip ettiği sorusu baştan sona filmin en büyük muamması. Akla yukarıda da belirttiğimiz bazı ihtimaller geliyor. <b>Plante </b>bu ihtimalleri herhangi bir söze, imaya, diyaloğa, repliğe dökmeden, büyük ölçüde oyuncusu <b>Juliette Gariépy</b>'nin soğuk ve bu sebepten muğlak çekiciliğine yaslanıyor. Aslında buna ne derece yaslanmak denebilir o da tartışılır. Yönetmen ve oyuncu uyumu olarak görebiliriz. Keza, <b>Clementine</b>'i canlandıran genç oyuncu <b>Laurie Babin</b> de çok başarılı. Normal şartlarda yollarının kesişmesi zor olan bu iki kadını ortak paydada buluşturan bu dava, <b>Kelly-Anne</b>'in genç <b>Clementine</b>'e evini açmasını, onunla kızı veya kızkardeşi gibi ilgilenmeye başlamasına da vesile oluyor. Bu arada davadan söz açılmışken, bazı dramatik anlara sahne olan mahkeme sahnelerini de uygun bölümlere serpiştiren <b>Plante</b>, temelde bu sahneleri <b>Chevalier</b>'i gerçekten suçlu mu, değil mi ikilemine göre değil, kurbanların ve orada bulunan aile fertlerinin çektiği acıları yansıtmak için kurguluyor. Yine de her şey <b>Kelly-Anne</b>'in bütün bunlarla nereden ve neden ilişkilendiğine hizmet eder görünüyor. Yine muammalara ve ikilemlere kapı açan finale gelene kadar <b>Kelly-Anne</b>'in yaptıklarına anlam yükleme işi bile tecrübe edilmesi gereken bir bulmaca adeta. Sinematografisinden müziğine, kurgusundan oyuncu performanslarına <b>Les chambres rouges</b> etkileyici bir psikolojik gerilim.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-38046390733649938322024-01-19T23:31:00.001+03:002024-01-27T13:54:42.356+03:00La sociedad de la nieve (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg67sxhJOx8Ry1w0a8gKBvJGS1ID3as6SpZRZXdHDUQAf5K4MJWoGD98yyLwuFGFZf80NxAHkTEBx7JuRq-4eHq-rM50oTMm00pbHRL0pfF34oKoVb2MjKLqi3dX0WPbQ1CHTtm9re3iqptarLf9ySt_oVzpgv6S6yyXc0wRwYxfxTShNS7Sk81cfiRRGdn/s962/l-la-sociedad-de-la-nieve-p1fs4.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="962" data-original-width="650" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg67sxhJOx8Ry1w0a8gKBvJGS1ID3as6SpZRZXdHDUQAf5K4MJWoGD98yyLwuFGFZf80NxAHkTEBx7JuRq-4eHq-rM50oTMm00pbHRL0pfF34oKoVb2MjKLqi3dX0WPbQ1CHTtm9re3iqptarLf9ySt_oVzpgv6S6yyXc0wRwYxfxTShNS7Sk81cfiRRGdn/w270-h400/l-la-sociedad-de-la-nieve-p1fs4.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> J.A. Bayona</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Enzo Vogrincic, Agustín Pardella, Matías Recalt, Esteban Bigliardi, Diego Vegezzi, Fernando Contingiani, Esteban Kukuriczka, Francisco Romero, Rafael Federman, Valentino Alonso, Tomas Wolf, Agustín Della Corte, Felipe Gonzalez Otaño, Andy Pruss, Blas Polidori, Paula Baldini, Simon Hempe, Felipe Ramusio, Luciano Chatton</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>J.A. Bayona, Bernat Vilaplana, Jaime Marques, Nicolás Casariego, Pablo Vierci</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik: </b>Michael Giacchino</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>13 Ekim 1972'de Uruguay Hava Kuvvetleri’nin 571 numaralı uçağı bir ragbi takımını Uruguay’dan Şili’ye götürmek üzere havalandı. 40 yolcu ve 5 mürettebattan oluşan uçak And Dağları'na çarpıp düşünce hayatta kalan 29 kişi hayatta kalmak için olağanüstü bir çaba içine girdi, akıl almaz kararlar uygulamak zorunda kaldılar. <b>Pablo Vierci</b>'nin gerçek olaylara dayalı aynı adlı kitabından <b>J.A. Bayona</b>, <b>Bernat Vilaplana</b>, <b>Jaime Marques</b> ve <b>Nicolás Casariego</b>'nun senaryosunu yazdıkları <b>La Sociedad de la Nieve</b> (<b>Society Of The Snow</b>), <b>El orfanato</b>, <b>Lo imposible</b>, <b>A Monster Calls</b> gibi filmlerle uluslararası üne kavuşan <b>J.A. Bayona </b>tarafından yönetiliyor. Bu feci, aynı zamanda inanılmaz olay 1993 yılında <b>Alive </b>adıyla <b>Frank Marshall </b>tarafından da filme alınmış, "İngilizce konuşan Uruguaylılar" biraz yadırgansa da dünyaya 1972 yılında yaşanmış böylesi bir trajediyi duyurması açısından oldukça ses getirmişti. Bu filmden 30 yıl sonra <b>Bayona</b>, yine bir felaket sonrası hayatta kalma filmi olan <b>Lo imposible</b>'dan da edindiği tecrübeleriyle belki de kariyerinin en güçlü filmine imza atarken, pek çok ödül ve adaylık da elde etti. En İyi Uluslararası Film ve En İyi Saç ve Makyaj dallarındaki Oscar adaylıkları da bunlara dahil. <b>Alive</b>'ı izlemiş ve bu insanların dramlarını öğrenmiş seyirciler için aynı etkiyi uyandırır mı bilinmez ama ilk kez tanıklık edecekler için kesinlikle çok iyi bir deneyim.</div><div><br /></div><div>Filmi ara sıra anlatıcı olarak devreye giren <b>Numa</b>'nın cümleleriyle izliyoruz. <b>Pablo Vierci</b>'nin mi, yoksa senarist ekibinin mi olduğunu bilmediğimiz bu tercih filme bazen şiirsel, çoğunlukla da dramatik dokunuşlar sağlıyor. <b>Numa</b>, takımda olmayan, başta bu yolculuğa çıkmayı da düşünmeyen ama arkadaşlarının ısrarıyla son anda aralarına katılan 25 yaşında parlak bir genç. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde yavaş yavaş öne çıkanlar olsa da, <b>Numa</b>'nın merkezi bir konumu var. Kazadan sonra onun gözlemci konumu ile seyircinin izleyici konumu örtüşüyor. <b>Bayona</b>, olayın trajik, dramatik, psikolojik tüm etkilerini anlatmak için çaba gösteriyor. Fakat bunun yanında bir yönetmenin yapması gereken hikaye anlatıcılığı yanında sinema sanatı üzerine yaptığı birikimlerini de kullanmak için bir alan açmaya uğraşıyor. Etkileyici kaza sahnesi yanında, hayatta kalanların karşılaştıkları diğer tehlikeleri betimleyişi de çok çarpıcı. Özellikle felaket, panik ve psikolojik çöküntü anlarında kamerasını karakterlerin yüzlerine iyice yakın girerek etkiyi güçlendiriyor. Uçak enkazının dar alanını çok iyi kullandığı gibi, çığ atakları sonrası o dar alanı daha da daraltarak bu boğuculuktan klostrofobik bir estetik bile sağladığı söylenebilir. Kısacası, hikayesinden kopmadan biçime verdiği önemi de belli ediyor.</div><div><br /></div><div>Bazı sahneleri kazanın yaşandığı noktada çeken <b>Bayona</b>, gerçeklere sadık bir film ortaya çıkarmak adına her detaya çok önem verdiğini belli ediyor. En İyi Saç ve Makyaj dalındaki Oscar adaylığını hak eden özenli bir çalışma var. Kaza sonrası aradan geçen günlerin, haftaların karakterlerin yüzlerine yansımaları, yara izlerinin iyileşme süreci, sert hava şartlarının sebep olduğu yeni yıpranmalar, ciltlerdeki değişimler, yorgunluk, açlık emareleri bu çalışmanın başarısını gösteriyor. Açlık demişken, <b>Bayona </b>kazazedelerin açlığa karşı durabilmek için mecburen buldukları çarenin etik yanını sorgulatırken onların dehşetten alışkanlığa doğru giden kronolojisine gerçekçi biçimde bakıyor. Bu etik, beraberinde din ve tanrı bölgesine de giriş sağlıyor. Ama <b>Bayona </b>bu tartışmaları sakız haline getirmeden, gerekli gördüğü yerlerde kullanıp özünde hayatta kalma güdüleri içinde öğütmeye çalışıyor. "Daha kötü ne olabilir, başlarına daha ne gelebilir" diye düşündüğümüz anlarda bile başka sorunlar çıkması, klostrofobinin ve çaresizliğin derinleşmesi, buna rağmen hayatta kalma ümidinin korunması kimi zaman diyaloglarla, kimi zaman da sembolik sahnelerle ifade buluyor. Çığın altından yüzeye çıkmaya çalıştıkları sahnenin bir doğum sahnesini andırması gibi örneğin. Oyuncu kadrosu arasından öne çıkan genç aktörler <b>Enzo Vogrincic</b> (<b>Numa</b>), <b>Agustín Pardella</b> (<b>Nando</b>) ve <b>Matías Recalt </b>(<b>Roberto</b>) çok başarılılar. <b>La Sociedad de la Nieve</b>, bu unsurlar kadar sinematografisinden Oscar ödüllü besteci <b>Michael Giacchino</b>'nun müziklerine en etkileyici hayatta kalma filmleri arasında anılmayı hak eden, ayrıca bundan böyle <b>J.A. Bayona</b> kariyerinde de söz sahibi olabilecek sarsıcı bir yapım.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-30030451644170937742024-01-11T21:58:00.001+03:002024-01-17T22:06:59.225+03:00Rye Lane (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNMroYzhnuo143KzyemIqYoot2GfES4ZLa4i8maK_mwSGsUIj133DqHMkAjboYX2oXaB-KYifHSHCY8pPELJ58ouc6U7LIlXsKmA9qK1OsjAReHteGH_bj0cmhIOGQo3H3K2qYaYGfXh8bK1duD4bqhV3AVP7LrmIF-aw-QSQSjrWiBZNzuE6EYQYENMAy/s1080/s-l1200.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="720" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNMroYzhnuo143KzyemIqYoot2GfES4ZLa4i8maK_mwSGsUIj133DqHMkAjboYX2oXaB-KYifHSHCY8pPELJ58ouc6U7LIlXsKmA9qK1OsjAReHteGH_bj0cmhIOGQo3H3K2qYaYGfXh8bK1duD4bqhV3AVP7LrmIF-aw-QSQSjrWiBZNzuE6EYQYENMAy/w266-h400/s-l1200.jpg" width="266" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Raine Allen-Miller</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>David Jonsson, Vivian Oparah, Poppy Allen-Quarmby, Simon Manyonda, Karene Peter, Benjamin Sarpong-Broni</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Nathan Bryon, Tom Melia</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik: </b>Kwes</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Nathan Bryon</b> ve <b>Tom Melia</b>'nın senaryosunu yazıp <b>Raine Allen-Miller</b>'ın yönettiği <b>Rye Lane</b>, tuhaf bir fotoğraf sergisinde tuhaf bir biçimde tanışan <b>Yas</b> ve <b>Dom</b>'un önce o günü birlikte geçirmeleri, sonra da birbirlerinin özel hayatlarına dahil olarak eski sevgilileriyle aralarındaki sorunlara karıştıkları sevimli bir romantik komedi. Adını saydığımız senarist ve yönetmeni daha önceki bilinmeyen işleri sebebiyle tanıyan çok azdır. Ama bir debut olarak <b>Rye Lane</b> ileride onları da takip edilecek insanlar haline getirebilir. Zaten filmin aldığı ödüllerden biri Toronto'da En İyi İlk Film ödülü. <b>Rye Lane</b>'i iyi bir film yapan çeşitli sebepler var. Özellikle 90'larda altın dönemlerinden birini yaşayan romantik komedilerin formüllerinden yola çıkıp bunu günümüz İngiliz 20'li yaşlar kuşağına uyarlarken hem zeki, hem de eğlenceli olmayı ihmal etmeyen bir anlatım var ortada. Bu uyarlayış zaman zaman hızını alamayan diyaloglara, karikatüre varsa da, o sevimli haline alıştırıp ilişkiler üzerine söyleyeceklerini rahat bir zeminde dile getirebiliyor. Söyleyecekleri de eski ilişkilerde yapılan yanlışlar, karşı tarafın iyi niyeti suistimali, ilk anlardaki heyecanın yitirilmesi, buna bağlı olarak ihanet, eski ilişkideki ilkelerin yeni ilişkide hiçe sayılmasının adaletsizliği, yine buna bağlı olarak yeni bir ilişkiden duyulan çekinceler gibi daha pek çok alt başlığa ayrılabilecek çeşitlilikte. <b>Byron </b>ve <b>Melia</b>'nın akıcı, dinamik, zeka kokan diyalogları, aynı sıfatları kullanabileceğimiz <b>Allen-Miller</b> rejisiyle çok iyi bir kimyaya sahip.</div><div><br /></div><div>Sevgilileri tarafından terk edilen iki gencin kesişen yolları, zaman geçtikçe birbirlerine iyi geldiklerini fark etmeleri, kendilerini terk edenlerle yüzleşmeleri, bir nevi 20'li yaşlarındaki iki gencin ilişkisel manada büyüme hikayesi gibi de okunabilir. Bununla birlikte terk edilenlerin, terk edenlere karşı bu durumu hazmedemeyişleri, buna rağmen onlara "iyiyim" mesajı vermeye çalışmaları, derinlerde saklı terk edilme sebeplerini bilmek istemeleri irdeleniyor. Restoran sahnesinde <b>Yas</b>'ın, gizlice eve girme sahnesinde de <b>Dom</b>'un birbirlerini eski sevgililere karşı kollamaları komik, eğlenceli aynı zamanda derinlerinde dramatik anlar taşıyor. <b>Yas </b>ve <b>Dom</b>, kendilerini terk eden eski sevgilileriyle yaşadıkları bu anlar sayesinde birbirlerini olabilecek en etkili, en savunmasız, en çıplak halleriyle tanıyorlar. Alışıldık romantik komedilerdeki alfa/maço erkek, romantizmden başı dönmüş kadın imajlarını umursamayan senaryo, <b>Yas </b>ve <b>Dom </b>ile bu imajların dışında da ana karakter tasarlanabileceğinin, iyi yazıldığı takdirde çok başarılı sonuçlar vereceğinin kayıtlarından biri. Terk edilenlerin ittifakı açısından düşündüğümüzde akıllara <b>Meg Ryan</b> ve <b>Matthew Broderick</b>'in başrollerinde yer aldığı 1997 tarihli <b>Addicted To Love</b>'ı da getirebilecek <b>Rye Lane</b>, <b>David Jonsson </b>ve <b>Vivian Oparah</b> gibi iki parlak oyuncunun filmin ruhuna son derece uygun performanslarıyla taçlanan bir film. Panaromik çekimler, eğlenceli mizansenler, rengarenk kıyafetler, hoş müzikler, <b>Nathan Bryon</b>, <b>Tom Melia</b> ve <b>Raine Allen-Miller</b> isimlerini bir kenara not etmemizi sağlıyor. </div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-16370205527145168202023-12-30T20:52:00.006+03:002023-12-30T20:52:26.846+03:00Das Lehrerzimmer (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjenBqAkA5tOptek7jF2iXMzULirMIpPFHoOab7xt7m6ugeeve6_tQv91RtTEMhgWk-7jxenOnlEsI-w8jpdrW37o85d0fs1MNnJ2CNaX-Duw5ekx1T0hE-2lJUuExceTT0hCdgwfLST8kJ0xCziVE5PdJgqALBhyloNraRC8qQfJe_i9UCHEynL9Q_uzsv/s1024/Das%20Lehrerzimmer.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="723" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjenBqAkA5tOptek7jF2iXMzULirMIpPFHoOab7xt7m6ugeeve6_tQv91RtTEMhgWk-7jxenOnlEsI-w8jpdrW37o85d0fs1MNnJ2CNaX-Duw5ekx1T0hE-2lJUuExceTT0hCdgwfLST8kJ0xCziVE5PdJgqALBhyloNraRC8qQfJe_i9UCHEynL9Q_uzsv/w283-h400/Das%20Lehrerzimmer.jpg" width="283" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> İlker Çatak</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Leonie Benesch, Leonard Stettnisch, Eva Löbau, Michael Klammer, Anne-Kathrin Gummich, Kathrin Wehlisch</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Johannes Duncker, İlker Çatak</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Marvin Miller</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Berlin doğumlu <b>İlker Çatak</b>'ın senaryosunu <b>Johannes Duncker</b> ile yazdığı, kendisinin yönettiği dördüncü uzun metrajı <b>Das Lehrerzimmer</b>, yeni görevlendirildiği bir okulda sınıf öğretmenliği yapan <b>Carla Nowak</b>'ın göreve başlamasından sadece birkaç ay sonrasından başlıyor. Okulda baş gösteren hırsızlık olayları sonrası öğretmenler odasında da bir olaya tanık olan <b>Carla</b>, para dolu cüzdanını ceketine koyup laptop kamerasıyla kayda başladıktan sonra odadan çıkar. Geri döndüğünde cüzdanında para eksildiğini görür. Kurduğu bu tuzak sonrası kayıtlara baktığında, geri dönüşü zor olaylar silsilesinin fitili ateşlenmiş olur. Filmin konusu ve gelişimi hakkında fazla bilgi vermek izlemeyenlere haksızlık olacağından sadece farklı boyutlara bakan etik konumlanışına değinmek daha uygun olur. Hırsızlık söz konusu olduğunda olaya bakışımız ne kadar keskinse, bu yüz kızartıcı olayın bir okul ortamında gerçekleşiyor olması da başka dinamiklerle ele alınması gereken bir konu. <b>İlker Çatak</b>, <b>Carla</b>'nın günlük sınıf ve okul rutini arasına serpiştirdiği öğrenci, ögretmen, veli etkileşimleriyle ve onun peşinden ayrılmayan kamerasıyla <b>Carla</b>'yı hiç zorluk çekmeden seyirciye benimsetiyor. <b>Carla </b>okula sonradan gelmiş olmanın verdiği ürkeklik kırıntılarıyla, öğrenci dostu, ilkeli ve kararlı bir duruşu aynı anda sergileyebilen iyi tasarlanmış bir karakter olarak ekranı dolduruyor. Okulda yaşadıklarından dolayı başına gelen ve gelebilecek her şey hakkında onun tarafındayız, onunla birlikte endişeler duyuyoruz, onunla birlikte sürekli hareket halindeyiz. Bu da filme stilize bir psikolojik gerilim olarak yansıyor.</div><div><br /></div><div>Hayatın her alanında olduğu gibi okullarda da kaçınılmaz olarak yer alan çok kültürlülük neticesinde eğitimcilerin ince bir çizgide yürüyor olmaları kaçınılmaz. Göçmen öğrencilere ve velilerine zaman zaman sosyal hayatta karşılaştıkları ötekileştirmeleri, demokratik olmaya çalışan okul ortamında yaşatmamak için personelin ellerinden geleni yaptıkları bir Alman okulundayız. Ama mesela cüzdanında öğretmenlerin gözüne fazla görünecek bir meblağın bulunması sonucu Türk öğrenci <b>Ali</b>'nin ailesinin okula çağrılması, <b>İlker Çatak</b>'ın bilerek kurduğu fakat içine düşmediği ustalıklı bir ikilem adeta. <b>Ali</b>'den Türk olduğu için değil, cüzdanında fazla para olduğu için şüphelenildiğini, kendisinden şüphelenen öğretmenler üzerinden olumlayabilmesi çok önemli. Sabıkalı geçmişine istinaden günümüz Alman okullarındaki ırkçılığa, önyargılara, ötekileştirmelere duyulan hassasiyetlere parmak basan <b>Çatak</b>, hiçbir şekilde yanlış anlaşılmak istemeyen, üzerinde bu olumsuzlukların lekesini taşımak istemeyen modern eğitimcilerin yaklaşımlarını da bir nevi kolluyor. Ne var ki hırsızlık lekesi ortaya çıkınca mesele bir anda ırkçılık veya ötekileştirmeden uzaklaşıp kişisel haklara varıyor. Öğrencilerin töhmet altında bırakılması, dersin bölünüp arama yapılması gibi uygulamalar filme başka bir pencere daha açarak eğitim sistemlerinin toplumsal yaşamla olan kopmaz bağlarına işaret ediyor. Reşit olmayan çocukların da kişisel mahremiyetlerine, hak ve özgürlüklerine müdahale konusunda bilinçlenmeye başlamalarını masaya yatırıyor.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhalmHv2uu7m6_NmA2oBeY-p9wBlq6n2D1Aar9KXZT69IfvlYZwhFowj4JxST8wVT1ky4EA5ayqdRjViV9FpeL47V5tn6EtEUFvQSphzxX9CiCLJkt816lra0ltre9wsvHrXTqiFDNT6IpK9SOtUX9Dn0eR0NO0RkgpmJxrcdUBz2GPS2Z6k3kDSvs1_luM/s800/das-lehrerzimmer.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhalmHv2uu7m6_NmA2oBeY-p9wBlq6n2D1Aar9KXZT69IfvlYZwhFowj4JxST8wVT1ky4EA5ayqdRjViV9FpeL47V5tn6EtEUFvQSphzxX9CiCLJkt816lra0ltre9wsvHrXTqiFDNT6IpK9SOtUX9Dn0eR0NO0RkgpmJxrcdUBz2GPS2Z6k3kDSvs1_luM/w400-h266/das-lehrerzimmer.jpeg" width="400" /></a></div><br /><div><div>Bu ötekileştirmelere karşı pusuda bekleyen okul gazetesinde görevli öğrencilerin röportaj yaptıkları <b>Carla</b>'ya karşı korkusuzca soruları, zekice sıkıştırmaları, metinde oynamalar yaparak yayına girmeleri, linç zemini oluşturmaları gibi pek çok ayrıntıyı da unutmayan <b>İlker Çatak</b>, bir okulun nasıl bir ülkenin mikro habitatı olabildiğini gerçekçi tespitlerle hikayesine yediriyor. Bunun için özel bir çaba sarf etmek de gerekmiyor. Zira bir okul, resmi ya da gayri resmi biçimlerde, içinde bulunduğu şehrin ya da ülkenin aynası gibi refleksler sergiliyor çoğu zaman. Öğrencilerin, öğretmenlerin, velilerin ve bu sorunlar yumağının ortası da kalan <b>Carla</b>'nın bir de şahsi hırsızlık meselesiyle uğraşmak zorunda kalmasıyla başını kalabalıklaştıran <b>Çatak</b>, üstüne parlak öğrencisi <b>Oskar</b>'ın bu hırsızlık meselesiyle olan dolaylı ilişkisini de ekleyip hepsini gayretkeş biçimde idare ediyor. Tabii <b>Carla</b>'nın bu sorunların bazılarını yönetemeyebileceği gerçekliğini de yadsımadan idare ediyor. Sınıfta, öğretmenler odasında, veli toplantısında, hatta okul gazetesinde görevli öğrencilerin arasında <b>Carla</b>'nın hedefin tam ortasında yer alıyor olması, irili ufaklı krizleri nasıl yöneteceği veya yönetemeyeceği <b>Çatak</b>'ın yarattığı bu karakter aracılığıyla kendi kendine bir meydan okuması adeta. Hırsızlık konusunu çözmek, velilere, öğrenci ve öğretmenlere kendini doğru ifade etmek, Oskar'ı kaybetmemek ve daha pek çok şey, bir öğretmenin sadece tahta başında ders anlatan biri olmadığını anlamamıza yardımcı olabilir. Hatta <b>Çatak </b>derinlemesine nüfuz etmemiş olsa bile, dolaylı da olsa veli toplantısı sahnesi bize, kendi çocuğuyla ilgilenmeyip, öğretmenden kendi çocuğuyla ilgili hesap sorma görgüsüzlüğü gibi pek çok başka şey düşündürebilir. Çığlık sahnesinin imdada yetişmesi ise zamanlamasıyla kısa da olsa bir rahatlama sağlayabilir.</div><div><br /></div><div><b>Das Lehrerzimmer</b>, 2021 tarihli <b>Laura Wandel</b> filmi <b>Un monde</b> gibi tamamı okulda geçen diken üstünde bir psikolojik gerilim. O filmde zorbalık teması ön plandayken, <b>Das Lehrerzimmer</b>, sorunlar açısından daha çetrefilli, daha katmanlı ve dinamik. Üstelik öğrenci gözüyle bakmak, öğretmen gözüyle bakmaktan daha farklı. Buradaki odağımız olan <b>Carla</b>'nın öğretmenliği yanında, güçlü ve zayıf yanlarıyla insani özellikleri de filmin gidişatında önemli yer tutuyor. Tabii ekstradan öğrenci <b>Oskar</b>'ın da yaşına özgü insani bir duruş sergileyişine tanık oluyoruz. Eğitimin tüm bileşenlerinin doğrudan ve dolaylı dahil edildiği bir hırsızlık olayının dallanıp budaklanışını toplumsal gerçekliklerle birlikte servis eden <b>İlker Çatak</b>, zaten doğal ortamında da zaman zaman gerilim barındıran okulların bir kıvılcımdan çıkarabileceği yangınlara etkileyici bir örnek sunuyor. Berlin Film Festivali’nde iki alt kategoride, adaylıklarla domine ettiği Alman Film Ödüllerinde ise beş dalda ödüle layık görülen <b>Das Lehrerzimmer</b>, bu dallardan biri olan En İyi Kadın Oyuncuyu da kimseye kaptırmamış. <b>Carla </b>rolünde izlediğimiz <b>Leonie Benesch</b>, yukarıda da sözünü ettiğimiz üzere <b>Carla</b>'nın tedirginliği ve kararlılığı arasındaki dengeyi çok iyi kuran, ikna gücü sayesinde karakteri seyirciye yansıtmakta sıkıntı çekmeyen güçlü performans ortaya koyuyor. Başta <b>Oskar </b>rolündeki <b>Leonard Stettnisch</b> olmak üzere çocuk oyuncular da çok başarılı yönetilmişler. <b>Das Lehrerzimmer</b>, <b>İlker Çatak</b>'ın kariyerinde bir dönüm noktası ve bundan böyle kendisinden beklentilerin yüksek olacağı muhakkak.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-15471323254955460382023-12-18T22:49:00.001+03:002023-12-22T23:00:35.953+03:00Unfriended: Dark Web (2018)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiF3s3TvA5dun9Cpivug0pzaGVfrgg0f-f-slfhI9h2qVTCkuSZbbCU9svJbzS8sk7TX1ZgQh-iDtqUte1BAkYd9jhADNH6hgGIRjG_5efyVxxovtBaRboh7jZzwHkaav9L7t-GmyNva9tAuenXtwZHz72DASSrmbgxMqmFlh1LpjitD1Uoa74RsNKpYP0J/s1080/Dark%20Web%20(2018).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="795" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiF3s3TvA5dun9Cpivug0pzaGVfrgg0f-f-slfhI9h2qVTCkuSZbbCU9svJbzS8sk7TX1ZgQh-iDtqUte1BAkYd9jhADNH6hgGIRjG_5efyVxxovtBaRboh7jZzwHkaav9L7t-GmyNva9tAuenXtwZHz72DASSrmbgxMqmFlh1LpjitD1Uoa74RsNKpYP0J/w295-h400/Dark%20Web%20(2018).jpg" width="295" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Stephen Susco</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Colin Woodell, Stephanie Nogueras, Betty Gabriel, Rebecca Rittenhouse, Andrew Lees, Connor Del Rio, Savira Windyani</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Stephen Susco</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Matias</b>, günün birinde bir internet kafede sahipsiz bir laptop bulur. Kayıp eşya kutusundaki bu laptop uzun süredir oradadır. Sahibinin artık bilgisayarı istemediğine karar veren <b>Matias </b>bilgisayarı alıp evine götürür. Bilgisayarı açıp incelediğinde ise gizli dosyalara rastlar. Bu dosyalar bir bilgisayar oyunu programıyla gizlenmiş olan deep web içerikleridir. Deep web kullanıcıları, kurbanlarına yaptıkları işkenceleri, işledikleri cinayetleri ve tacizleri deep web üzerinden birbirleriyle paylaşmaktadırlar. <b>Matias</b>'ın aldığı bilgisayar da bu ağ içinde bulunan birine aittir. Oyun gecesi için görüntülü konuşma uygulamasında bir araya gelen <b>Matias </b>ve beş arkadaşının görüntülere tanık olmalarıyla birlikte kendilerini bir deep web ekibinin korkunç oyununun ortasında bulurlar. Her yere sorunsuzca erişim sağlayabilen kimliği belirsiz saldırganlar, sadece bu arkadaş grubu için değil, onların sevdikleri için de tehdit oluşturmaktadırlar. Tek istedikleri <b>Matias</b>'ın aldığı laptopu geri vermesi gibi görünse de, hayatta kalma oyunu çoktan başlamıştır. Bizler <b>Matias</b>'ın laptopu kafeden alıp eve getirdiğini görmeyiz. Çünkü <b>Stephen Susco</b>'nun yazıp yönettiği <b>Unfriended: Dark Web</b>, tıpkı yine 2018 yapımı <b>Searching </b>ve 2023'de devamı farklı bir konuyla <b>Missing </b>olarak çekilen filmler gibi tamamı dijital ekranlardan derlenmiş bu ekole ait bir film. Zaten <b>Dark Web</b> de 2014 yapımı <b>Unfriended </b>filminin farklı bir versiyonu. Bu bağlamda bir devam filmi olarak kabul edersek ilk filmin önüne bile geçmiş diyebiliriz.</div><div><br /></div><div>Derin ağ, görünmez ağ veya gizli ağ diye çevrilebilecek Deep Web, uyuşturucu ve silah satışından aşırı cinsel içeriğe, kiralık katil ilanlarından hiçbir yerde bulunmayan işkence ve şiddet görüntülerine akla gelebilecek her türlü yasa dışı içeriğin kol gezdiği, standart web arama motorları tarafından indekslenmeyen, bu yüzden izi sürülemeyen bir siber alan anlamına geliyor. Kesinlikle korku, gerilim, suç filmlerine çok fazla malzeme üretecek potansiyele sahip. Ne yazık ki bu malzemeyi ses getirir biçimde kullanabilen filmler çıkmıyor. Çıkanlar ise hep düşük bütçeli, özensiz, amatör kalmış işler olarak çöpe gidiyor. Bu açıdan her iki <b>Unfriended </b>filmi şimdilik bu meseleyi en izlenebilir halde yorumlayan filmler olarak görülüyor. Tamamı bilgisayar, güvenlik kameraları, chat uygulamaları ekranlarından kurgulanan film, kimilerine göre sinemadan bile sayılmasa dahi, <b>Stephen Susco</b> girişi, yavaş yavaş tırmandırılan gerilimi ve etkileyici finaliyle çoğu gerilim, hatta psikolojik gerilimden daha vurucu olabiliyor. Oyun gecesi için çevirim içi görüntülü chat uygulamasında bir araya gelen altı arkadaşın adım adım kabusa dönüşen "hacklenişleri", dijital paranoyalarımıza ayna tutan birçok fikirle dolu. Mouse imlecinin, açılan pencerelerin, buluntu filmleri andıran kamera görüntülerinin, yazılan mesajların, toplu ve tek tek karakterlere geçişler yapıp anlık tepkileri ölçen resim seçiciliğin yarattığı tansiyon, bilgisayar, internet ve telefon kullanıcısı seyircinin yabancısı olmadığı bir akıcılık taşıyor.</div><div><br /></div><div>Adı geçen örneklerle yavaş yavaş bir alt türe doğru evrimleşen bu teknolojik tarzın da kendine has işçilikleri var. Buluntu film furyasının nimetlerinden de faydalanıldığı gibi, üzerine başka yenilikler de konmak suretiyle özgün bir dil oluşturma çabası hissediliyor. Filmde yer alan tüm oyuncuların tamamen ekrana bakarak oynamaları da bu yeniliğin bir parçası. Üstelik bu performanslar da filmin iddiasızlığı düşünüldüğünde ortalamanın üstünde denebilir. Özellikle <b>Colin Woodell</b>, kendisine ait olmayan bir laptopu eve getirip açtıktan sonra hayatı bir anda cehenneme dönen, üstelik çevirim içi olduğu arkadaşlarını da belaya sürükleyen <b>Matias </b>rolünde çok başarılı. İlk başlarda hackerlar tarafından ele geçirildiği ama arkadaşlarına bu durumu çaktırmamaya çalıştığı bölümdeki anlık ruh hali değişimlerini yansıtırken sadece belden yukarısıyla takdir edilesi bir efor sarf ediyor. Son derece organize biçimde çalışan, saniyelik montajlarla ekran başında toplanan altı arkadaşa hayatlarının kabusunu yaşatan hackerlar, korku filmlerindeki "göstermediğiyle korkutmak" tekniğini dijital ortamda tecrübe etmemizi sağlıyorlar. Tabii bu organizasyonu ve kurgu becerisi yönetmen <b>Stephen Susco</b> ile birlikte ilk <b>Unfriended</b>'de de imzası bulunan <b>Andrew Wesman</b>'a ait. Filme dair en tanınmış isim ise, yapımcılığa ağırlık veren, ilk film <b>Unfriended </b>ile birlikte <b>Searching</b>, <b>Missing</b>, benzer tekniğe sahip <b>Profile </b>(bu filmin aynı zamanda yönetmeni) filmlerinin de yapımcılığını yapan <b>Timur Bekmambetov</b>. Adı geçen filmlere bakarsak kendisi bu türün en büyük destekçilerinden biri.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-53108745988196115142023-12-05T22:11:00.001+03:002023-12-05T22:11:02.012+03:00Anatomie d'une chute (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6MjwZu9tTytpRoAZt8eiQY7KchOPBNGFlRiBPTGBuAh7FXqk_odNbmI4fRyauMuJGkyTVVHJceB-GbstD47Z1P_3sD-3X0pc7VsabcbKOXFRUVUz-81C4OuLx5TcGZSWoAw5V2SodA8qwPPnGr-VdDJjav-AF_9B2aQ-kMSeXGqs9mFj3VUDcHHGPH-JW/s1335/56fa91c7623431018841cff8ec5e4a6f.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1335" data-original-width="924" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6MjwZu9tTytpRoAZt8eiQY7KchOPBNGFlRiBPTGBuAh7FXqk_odNbmI4fRyauMuJGkyTVVHJceB-GbstD47Z1P_3sD-3X0pc7VsabcbKOXFRUVUz-81C4OuLx5TcGZSWoAw5V2SodA8qwPPnGr-VdDJjav-AF_9B2aQ-kMSeXGqs9mFj3VUDcHHGPH-JW/w276-h400/56fa91c7623431018841cff8ec5e4a6f.jpg" width="276" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Justine Triet</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Sandra Hüller, Swann Arlaud, Milo Machado Graner, Antoine Reinartz, Samuel Theis, Camille Rutherford, Jehnny Beth</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Justine Triet, Arthur Harari</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Fransız Alpleri'nde bir kış evinde kocası <b>Samuel </b>ve görme engelli oğlu <b>Daniel </b>ile izole bir yaşam süren Alman yazar <b>Sandra</b>'nın merkezde olduğu <b>Anatomie d'une chute</b> (<b>Anatomy Of A Fall</b>), dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan güçlü bir dram. <b>Justin Triet</b>'nin yönettiği, oyuncu, yönetmen ve senarist eşi <b>Arthur Harari</b> ile birlikte senaryosunu yazdığı film, özellikle katmanlı senaryo yapısı ve sürükleyici diyaloglarıyla bu gücü elde ediyor. Evin çatı katının tamir işlerini yaptığı sırada yüksekten düşüp hayatını kaybeden <b>Samuel</b>'in ölüm nedeni soruşturma sonucunda intihar mı kaza mı olduğu anlaşılamayınca <b>Sandra </b>cinayet suçlamasıyla tutuklanıyor. Ama olayın mahkemeye taşınması, basının yoğun ilgisi ve savcının <b>Sandra</b> - <b>Samuel </b>çiftinin özel hayatını eşelemesiyle olay 'intihar mı cinayet mi" sorusundan uzaklaşmaya başlayıp, her evresi incelenmeyi gerektiren boyutlara ayrılıyor. Filmin başlarında <b>Sandra </b>bir ziyaretçisi ile görüşme yaptığı sırada üst katta yüksek sesle bir şarkı açılması görüşmenin yarıda kesilmesine yol açıyor. <b>Samuel</b>'in çalışırken hep yaptığı söylenen bu anı <b>Triet </b>bize göstermiyor. Bir süre sonra köpeği <b>Snoop </b>ile yürüyüşten dönen <b>Daniel </b>babasını kanlar içinde evin önünde buluyor. Tabii düşme anını da <b>Triet </b>bize yine göstermiyor. Kısacası olay anında evde <b>Samuel </b>ile birlikte olan tek kişi <b>Sandra </b>olduğundan ve düşmenin intihar mı yoksa itilme mi olduğu anlaşılamadığından direkt şüpheli durumundaki <b>Sandra</b>'nın tutuklanma, en çok da yargılanma sürecini izliyoruz.</div><div><br /></div><div><b>Triet</b>, akıcı diyaloglar üzerine kurduğu senaryoyu özellikle mahkeme sahnelerinde ve önemli bir flashback sahnesinde yükseltiyor. Bunların dışında kalan anlar bazen tansiyonu düşürüyor ve filmi ağırlaştırıyor. Olayla kurduğumuz polisiye bağ neticesinde, tıpkı gizemini son dakikalara kadar koruyan polisiye romanlar gibi sonuca ulaşmadan önceki sürecin tadını çıkarmayı, dağılmış parçaları birleştirmeyi seviyorsak bu diyalog ağırlıklı anlardan keyif almamamız çok zor. Kurduğumuz bağ, bizim o mahkeme salonunda bir seyirci veya jüri olmamızı sağlıyor. Pasif biçimde interaktif bir ruh haline bürünüyoruz. Zaten bunu çok iyi yazılmış çok güçlü mahkeme filmlerinde hissederiz genelde. <b>Triet </b>ve <b>Harari</b>, suçlamalarıyla, savunmalarıyla, itirazlarıyla, yerinde müdahaleleriyle, zekice cümle/ifade saptırmalarıyla etkili diyaloglar tasarlamışlar. Bu matematiğe görme engelli <b>Daniel</b>'in tutarsız tanıklığı ve sonradan ortaya çıkacak birtakım motivasyonlar da eklenince olayın "intihar mı, cinayet mi" ikilemi dengeli gelgitler yaratmayı beceriyor. <b>Sandra </b>ve <b>Samuel </b>arasında geçen ve <b>Samuel</b>'in gizlice ses kaydı aldığı tartışma sahnesini mahkemede bulunanlar sadece dinlerken, <b>Triet </b>bize kıyak geçip mahkeme salonundan çıkararak bir flashback olarak izletiyor. Bu sahne yavaş yavaş yükselen tansiyonuyla, <b>Sandra </b>- <b>Samuel </b>arasındaki ilişkinin seyirci kafasında konumlanışıyla, sözlerin bittiği andan sonra tekrar mahkeme salonuna dönülüp sadece seslerin duyulmasıyla, kısacası kendi iç dinamikleriyle ayrıca incelenmeye değer nitelikte.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiu-CRyVEsCOOa6UCV7e3GLLdt-sFynx_SnxbMUXTWVe4GNi1aIdt_Op2p7qoaOr6to72ZQTpTZ-zoZ1Z6gCXhTZlhz5Mh5fnHKGN14lQnUb45_sFbkZ49KXjHVNPyvepF8C1HRh1H0syiIk9x2EKgLmL58Dvz3DdP7emzeLk_SzgqU3bh5AgoRh_aSklY-/s1000/Anatomy%20of%20a%20Fall.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="562" data-original-width="1000" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiu-CRyVEsCOOa6UCV7e3GLLdt-sFynx_SnxbMUXTWVe4GNi1aIdt_Op2p7qoaOr6to72ZQTpTZ-zoZ1Z6gCXhTZlhz5Mh5fnHKGN14lQnUb45_sFbkZ49KXjHVNPyvepF8C1HRh1H0syiIk9x2EKgLmL58Dvz3DdP7emzeLk_SzgqU3bh5AgoRh_aSklY-/w400-h225/Anatomy%20of%20a%20Fall.jpg" width="400" /></a></div><div><br /></div><div>İntihar - cinayet arasındaki muğlaklığı aydınlatmak filmin tek amacı değil. <b>Justin Triet</b>, büyük ölçüde senaryoya dayalı anlatımını bu gerçeği ortaya çıkarma amaçlı mahkeme diyaloglarıyla kurguladığı kadar, <b>Sandra </b>ve <b>Samuel </b>üzerinden bir evliliğin anatomisine de bakıyor. Her ikisi de yazar olan bu çiftten <b>Sandra</b>'nın <b>Samuel</b>'den daha başarılı, haliyle maddi olarak <b>Samuel</b>'den daha üstün olduğu bu evlilikteki çatlakların en önemli sebebi bu konumlanış. Hangi sebebin ana sebep olduğu ve başka neleri tetiklediği göreceli olabilecek iken, önemli olanın çiftlerin birbirlerine karşı biriktirdikleri ve evlilik çatlakları arasından bunları sızdırmaya hazır oldukları gerçeği herkes tarafından kabul edilecektir. İlişki/evlilik güzel giderken kimse birbirinin kusurunu veya eksikliğini görmeyebilir. Ancak işler sarpa sardığında ve kavga kaçınılmaz olduğunda tarafların içlerinde ne kadar şey biriktirmiş oldukları şaşırtıcıdır. <b>Sandra </b>- <b>Samuel </b>çiftinde olduğu gibi, oğulları <b>Daniel</b>'in geçirdiği kazanın sorumluluğu, kitap fikrinin çalınma suçlaması, göz yumulan ihanet gibi çeşitli gerekçelerin sandıktan çıkarılıp kamuoyunun önüne serilmesi aslında polisiye manada yüksekten bir "düşüş" anatomisi olduğu kadar, evliliğin de düşüşüne bir atıf sayılır. Erkeğin kadından daha az kazanması, daha sorumsuz ve tembel olmakla suçlanması (belki <b>Samuel</b>'in işe yaradığını kanıtlamak için tadilata girişmesi gibi bir niyet okunabilir), işinde ve kariyerinde daha başarısız olması patriyarkal bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirir. Hatta <b>Samuel</b>'de olduğu gibi intihar eğilimi yaratabilir. Kısacası hem cinayet, hem de intihar gerekçelerinin bulunduğu bir davanın duruşma salonunda kendimizi seyirci, jüri, tanık, sanık konumlarında bulabiliyoruz.</div><div><br /></div><div>Ancak bir ölüm vakası bu kadar didiklenirken ortaya çıkan evlilik, ebeveynlik, yazarlık, geçim gibi kalemlerdeki bazı ufak boşlukların belki de bilerek doldurulmaması filmin talepkarlığına işaret ediyor. Seyircinin doldurmak için çok fazla uğraşmayacağı ya da çok fazla alternatifi olmayan bu boşluklar, intihar mı, cinayet mi tartışmasının önüne başka psikolojik öğelerin geçmesini sağlamak amacıyla konmuş görünebilir. Bunda başarılı olduğu da öyle. Bu bağlamda filmin adının "Anatomie d'une mariage" olmasına çok kişi itiraz etmeyebilir. Bu ikilemin ötesinde bir film olduğu iddiası <b>Triet </b>ve <b>Harari</b>'nin senaryo katmanları altında ezilmiyor. Fakat yine de finale yapılacak ince bir dokunuşla çok başka şeyler konuşabilirdik. Linç etmeye hazır toplum, basın, hatta adalet organlarını temsilen savcılık makamı gibi unsurların <b>Sandra </b>üzerindeki baskısı yanında, hem bu unsurların, hem de seyircinin gözünde sürekli şüpheli durumundaki <b>Sandra</b>'nın muğlaklığı ile sağlanan dengeler filmin en önemli güçlerinden biri. Bir diğer güç ise <b>Sandra </b>rolüyle şaşırtıcı biçimde şimdilik hiçbir festivalden ödül alamamış Alman oyuncu <b>Sandra Hüller</b>'in performansı. İngilizce ve biraz da Fransızca konuştuğu rolünün ağırlığını etkileyici bir biçimde sırtlayan, <b>Sandra</b>'nın griliğini usta bir rahatlıkla resmeden <b>Hüller</b>, Cannes'da favori olduğu En İyi Kadın Oyuncu ödülünü <b>Merve Dizdar</b>'a kaptırdı. Filmin Altın Palmiye'yi hak edip etmediği tartışılabilir. Ama ödül kavramından bağımsız, dinamik, zeki ve sürükleyici bir yapım olarak "anatomi" ifadesine uygun detaycılıkta bir dram olduğu su götürmez.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-1333081898511701592023-11-22T03:54:00.000+03:002023-11-26T23:37:01.128+03:00Crying Fist (Jumeogi Unda) (2005)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://2.bp.blogspot.com/-V1WY2FDJaV8/WbzrnIbj3cI/AAAAAAAAmMU/MxyYmC7XBFsex_e0zLTtzufg6YRjCXo_wCLcBGAs/s1600/fullsizephoto600504.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1123" data-original-width="800" height="400" src="https://2.bp.blogspot.com/-V1WY2FDJaV8/WbzrnIbj3cI/AAAAAAAAmMU/MxyYmC7XBFsex_e0zLTtzufg6YRjCXo_wCLcBGAs/s400/fullsizephoto600504.jpg" width="283" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<strong>Yönetmen: </strong>Seung-wan Ryoo<br />
<div style="margin: 0px;">
<strong>Oyuncular:</strong> Min-sik Choi, Seung-beom Ryu, Ho-jin Jeon, Won-hie Lim</div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Senaryo: </strong>Seung-wan Ryoo</div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Müzik: </strong>Jun-Seok Bang</div>
<div style="margin: 0px;">
<br /></div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Pekin</strong> Olimpiyatlarında gümüş madalya kazanmış <strong>Gang Tae-shik</strong>, yaşlanıp işsiz kalması ve borçlarını ödeyememesinden dolayı karısı ve oğluyla ayrılmak zorunda kalmış eski bir boksördür. Para kazanmak için sokaklarda gösteri yapmaya başlar. <strong>Yoo Sang-hwan</strong> ise babası, büyükannesi ve erkek kardeşiyle yaşayan, hırsızlık yapan, geçimsiz, aksi bir gençtir. Son işinde yakalanınca hapse düşer. Bu iki dibe vurmuş insanın kendilerini hem kendilerine, hem de sevdiklerine ispatlaması için tek şansı, <strong>Hafif Siklet Boks Şampiyonası</strong> olur.</div>
<div style="margin: 0px;">
<br /></div>
<div style="margin: 0px;">
<strong>Gang Tae-shik:</strong> Eski olimpiyat ikincisi boksör, sorunlu aile yaşamından kovulunca, en işlek meydanlardan birinde para karşılığı kendini kızgın veya stres atmak isteyen her yaştan insana dövdürerek, adeta onların kum torbası olmuştur. Dolandırıcı arkadaşı, peşindeki alacaklıları, kendisinden babalık bekleyen oğlu ve kocasının acizliğinden bıkmış karısı, <strong>Tae-shik</strong>’i sersemletmiş, hayatta kalmak ile ölmek arasındaki ince çizgide gidip gelmeye başlamıştır. <br />
<br />
<strong>Yoo Sang-hwan:</strong> Yaşlı büyükanne, küçük erkek kardeş ve anlayışlı bir babadan oluşan ailesiyle ilişkilerini hiç iyi tutamamış, kendi çetesiyle hırsızlığa başlamış tam bir asilik örneği olan <strong>Sang-hwan</strong>, çoğu gencin sahip olmadığı bu aile yapısına rağmen hep nankörlük etmektedir. Yakalanıp hapse atılınca sorunlar orada da yakasını bırakmaz. Kontrolsüz öfkesini dizginlemek için, baş gardiyanın boks antrenmanına katılması yönündeki teklifini kabul eder.</div>
<div style="margin: 0px;">
<br /></div>
<div style="margin: 0px;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://1.bp.blogspot.com/-KVMy4V-v84o/Wbzr0s7oHSI/AAAAAAAAmMY/b4zNOwnLHjA9kmW3_Lz2NQeVE-tdORMCQCLcBGAs/s1600/photo600318.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="501" data-original-width="740" height="270" src="https://1.bp.blogspot.com/-KVMy4V-v84o/Wbzr0s7oHSI/AAAAAAAAmMY/b4zNOwnLHjA9kmW3_Lz2NQeVE-tdORMCQCLcBGAs/s400/photo600318.jpg" width="400" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://2.bp.blogspot.com/-Rl72GY0TxnQ/Wbzr6BJY5dI/AAAAAAAAmMc/71a3U-WcBBc94kywoPRWgu_Ni-B06mcxQCLcBGAs/s1600/photo600325.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="476" data-original-width="740" height="256" src="https://2.bp.blogspot.com/-Rl72GY0TxnQ/Wbzr6BJY5dI/AAAAAAAAmMc/71a3U-WcBBc94kywoPRWgu_Ni-B06mcxQCLcBGAs/s400/photo600325.jpg" width="400" /></a></div>
<br /></div>
<div style="margin: 0px;">
Birbirinden habersiz bu iki karakterin çöküşlerini ve tutunma çabalarını, birbirine paralel iki farklı öykü halinde izliyoruz. Bu paralelliğin en güzel yanı iç içe geçmiş olması. Bir ondan, bir bundan izlediğimiz iki öykünün de birbirinden şiddet, dram, oyun, oyunculuk çalması gerçekten hayranlık verici. Boksun konu olduğu nice film izledik ve bu filmlerin hatırı sayılır bir yüzdesinde tuttuğumuz bir taraf vardı her zaman.. Ama gaddar yönetmen <strong>Seung-wan Ryoo</strong>, her birinden farklı bir film çıkarabileceği yazıp yönettiği bu iki öyküde, izleyeni çaresizlik içinde bırakıyor. Önce her iki insanın karanlık yüzlerini, sonra daha aydınlık olan özlerini bize göstererek sağ gösterip sol vuruyor. Ardından onları bize sevdirip, onların hem ringde, hem hayatta aldıkları darbeleri aslında yine bize vuruyor. Bununla da yetinmeyip, köşesine çekilince yan karakterleri ile dramı iyice kuvvetlendirip sağlı sollu kroşelerini acımasızca indiriyor. En sonunda da “alın size final” deyip nakavtını gerçekleştiriyor. Başka bir boks filminde bu denli bir yaklaşım izlenmesi pek rastlanmadık bir durum. Çünkü iyi boksör, kötü boksörü veya hakkında hiçbirşey bilmediğimiz diğer boksörü döver. Yeniliyorsa bile –ki çok nadir- onuruyla ya da haksızlığa uğrayarak yenilir. Gerçek zaferin rakibe değil, kişinin kendisine karşı kazandığı zafer olanı her zaman makbuldür çoğu zaman. Peki ya hayata karşı kazanılmış olursa?</div>
<div style="margin: 0px;">
</div>
<div style="margin: 0px;">
Yaşadıkları hayat zaten bir boks ringine dönüşmüş <strong>Gang Tae-shik</strong> ve <strong>Yoo Sang-hwan</strong>, işte o gerçek zaferin peşine düşmüş iki kaybeden.. Tartışılmaz aktör <strong>Min-sik Choi</strong>, <strong>Oldboy</strong> ile birlikte en iyi performansını sunuyor. Yönetmenin <strong>No Blood No Tears</strong> ve <strong>Die Bad</strong> filmlerinde de beraber çalıştığı genç oyuncu <strong>Seung-beom Ryu</strong>’nun da ondan aşağı kalır yanı yok. Dolayısıyla filmde aynı zamanda bir oyunculuk “müsabakası” izliyoruz. Bu oyunculuk sadece standartlara dayalı replikler dışında, bir vücut oyunculuğu. Filmdeki her türlü kavga sahnesinin gerçekliği, şiddetin dramatik yanına işaret etmekte. Çünkü ringde (adeta) gerçek boks izleniyor. Değilse bile zaten film o gerçekliğe sizi çoktan hazırlamış durumda. Kurgunun birbiriyle kesişen paralelliği, iki karakterin karşı karşıya gelişiyle tek vücut oluyor ve somutlaşıyor. İşte o zaman tek planlı dövüş sahneleri nefesleri kesiyor. <strong>Jun-Seok Bang</strong>’ın filmin geneline yayılmış hızlı ve yavaş slide gitar kompozisyonları ile, zaman zaman hissedilen western havasının da filmin ruhuyla birebir örtüşmesi çok çok başarılı. <br />
<br />
Ağlayan yumrukların, daha iyi bir hayatı elde etmek için verdikleri onur mücadelesi, <strong>Rocky</strong>, <strong>Raging Bull</strong>, <strong>Million Dollar Baby</strong>, <strong>Champion</strong>, <strong>The Boxer</strong>, <strong>Cinderella Man</strong> gibi bu türün hatırşinas filmlerinin yanında hiç de sönük kalmıyor.</div>
Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-17426480847109930412023-11-06T21:43:00.005+03:002023-11-06T21:43:33.786+03:00Milli Vanilli (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghc2W14QYiYLCW3ihbWpSSMTddcRdFWEO9Q2W46p2gfupLnVHarninrGe4GWVLqBHdVPHc3B_ILVxvHL0Y4QbnBHM5jFyYAb5OTeSWoEXKj93DJAHVu29BdQ06-N_-F7joodE4NuyjHaiNwSLJaVi9r6oid7ZrMnhJqj-Vq0vgD9aASztvq5SoBsfHWDWE/s1000/14666592.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="675" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghc2W14QYiYLCW3ihbWpSSMTddcRdFWEO9Q2W46p2gfupLnVHarninrGe4GWVLqBHdVPHc3B_ILVxvHL0Y4QbnBHM5jFyYAb5OTeSWoEXKj93DJAHVu29BdQ06-N_-F7joodE4NuyjHaiNwSLJaVi9r6oid7ZrMnhJqj-Vq0vgD9aASztvq5SoBsfHWDWE/w270-h400/14666592.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Luke Korem</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Alman <b>Rob Pilatus</b> ve Fransız <b>Fabrice Morvan</b> adlı iki dansçının 80'lerin sonlarında Münih'de kesişen yolları, beraber çalışmaya başlamaları ve tilki müzik yapımcısı <b>Frank Farian</b>'ın dikkatini çekmeleriyle başlayan trajik <b>Milli Vanilli</b> yolculuğu kesinlikle bir belgeseli hak ediyordu. O belgeseli de <b>Luke Korem</b> adlı genç bir yönetmen çekti. <b>Korem</b>, öncesinde <b>Lord Montagu</b> (2013) ve <b>Dealt </b>(2017) adında iki başarılı belgesel çekmiş, özellikle <b>Dealt </b>ile bazı festivallerden ödüllerle dönmüş. Biyografik belgeseller konusunda edindiği tecrübelerle yükselişini daha da görünür hale getiren <b>Milli Vanilli</b> belgeseli, 1998'de kaldığı otel odasında aşırı alkol ve uyuşturucudan ölen <b>Rob Pilatus</b> ve bu belgesele konuşmak istemeyen <b>Frank Farian</b> dışında bu skandalın en önemli isimlerini bulup konuşturan bir yapım. <b>Farian</b>, özellikle 70'ler ve 80'lere damga vurmuş, bir sürü hit şarkıyla dünya çapında milyonlarca kopya satmış <b>Boney M</b> grubunun da kurucusu. Her işine proje olarak yaklaşan <b>Farian</b>, genç <b>Rob </b>ve <b>Fabrice</b>'deki potansiyeli keşfedince, detayları sonradan ortaya çıkacak olan apar topar bir sözleşmeyle en baştan onları kendine bağlıyor. Ne var ki bu potansiyelin şarkı söylemekle ilgisi olmadığını bildiğinden, şeytana bile pabucunu ters giydirecek planını devreye sokuyor: Şarkıları başkalarına söyletmek, <b>Rob </b>ve <b>Fabrice</b>'e de sadece playback yaptırmak. Zira <b>Frank Farian</b> bu iki gencin şarkı söyleyememelerini, dış görünüşleri ve sahne şovlarıyla kapatabileceklerini düşünüyor. Ve uzun bir süre de haklı çıkıyor.</div><div><br /></div><div>Hollanda'da evlenip çoluk çocuğa karışan <b>Fabrice Morvan</b>, o dönem <b>Farian</b>'ın yardımcılığını yapan ve bir süre <b>Rob Pilatus</b> ile duygusal ilişki yaşayan <b>Ingrid Segieth</b>, yine <b>Farian</b>'ın organize ettiği kapalı kapılar ardında <b>Milli Vanilli</b> şarkılarını söyleyen "gerçek" şarkıcılar <b>Brad Howell</b>, <b>Charles Shaw</b>, <b>John Davis</b>, müzisyenler, geri vokalistler ve olmazsa olmaz arşiv görüntüleriyle güçlü bir kronoloji kuran <b>Luke Korem</b>, bu büyük aldatmacayla ilgili ne varsa ortaya döküyor. Müzik tarihinin belki de en büyük skandalına her yönüyle hakim olmamızı sağlıyor. O skandal ki, milyonlarca sattırmış, şan şöhret kazandırmış, 32. Grammy Ödüllerinde En İyi Yeni Sanatçı ödülü bile aldırmış bir akıl tutulması. Stüdyo kayıtlarında ve canlı performans provalarında müzisyenlerin <b>Rob </b>ve <b>Fabrice</b>'i görememeleri, çeşitli organizasyonlarda vokallerin hep kayıtlardaki gibi olması, canlı katıldıkları bazı programlarda çıplak sesle şarkı söylememeleri gibi birtakım durumlardan şüphelenenler, MTV'nin düzenlediği bir etkinlikte playback cihazının takılıp tekrara düşmesiyle ve ikilinin koşarak sahneyi terk etmeleriyle haklılıklarından emin hale geldiler. Bu skandalın ilk patlak verdiği dönemlerde kamuoyunda sadece "aslında şarkıları onlar değil başkaları söylemiş" bilgisi hakimdi. Bu bilgi tüm skandalın özeti olsa da, <b>Korem</b>'in de derinlere indiği üzere ortada gençlerin iyi görünümlerini, potansiyellerini, yeteneklerini sömüren, ticari çıkarları uğruna her türlü sahtekarlığı yapabilecek bir sistem eleştirisi de atlanmamış.</div><div><br /></div><div><b>Luke Korem</b> meseleye içeriden bakarken <b>Fabrice Morvan</b>'ın içten açıklamalarından bolca faydalanıyor. <b>Fabrice</b>, yoksulluktan ve işlevsiz ailelerden geldikleri için ilk başta para, daha sonra da şöhret uğruna <b>Frank Farian</b>'ın kendilerine dayattığı bu sahtekarlığa sessiz kaldıklarını söylüyor. Şöhret ve para geldikçe de ondan uzaklaşmak güçleşiyor. Bu da yalanın sürdürülmesi demek. Yalan sürdükçe iki şey yaşanıyor: İlki bu yalanın her an ortaya çıkabilecek olduğu gerçeğinin <b>Rob </b>ve <b>Fabrice</b>'in omuzlarına bindirdiği yük. Bu ağırlık grubun arşiv görüntülerinden basın konuşmalarında adeta yüzlerinden okunuyor. Diğeri ise bir süre sonra bu yalanın esiri olup kendilerini gerçek birer şarkıcı ve müzisyen gibi görmeye başlayarak sınırları zorlamaları. Özellikle Grammy kazandıktan sonra <b>Rob</b>'un kendilerinin <b>Paul McCartney</b>'den, <b>Bob Dylan</b>'dan, <b>Mick Jagger</b>'dan daha iyi olduklarına dair demeçleri içler acısı. Bu şöhret zehirlenmesi ve kibir beraberinde çözülme sürecini de hızlandırıyor. <b>Farian </b>ile yaşanan tartışmayla ipler kopuyor ve yaşananlar bizzat <b>Farian </b>tarafından ifşa ediliyor. Uslanmayan <b>Farian</b>, bu sahtekarlıkta emeği geçen müzisyenlerin hakkını teslim etmek adına yüzsüzce <b>The Real Milli Vanilli</b>'yi bile kuruyor. Bu zehirlenmeyi en fazla yaşayan <b>Rob </b>için işler hiç iyi gitmiyor. <b>Fabrice </b>ise yaralarına rağmen kendini iyileştirmeye çalışıyor. Özetle büyük bir oyunun parçalarını tek tek inceleyen <b>Korem</b>, içinde kendi mesajını doğal olarak veren bu olağanüstü hikayenin her boyutunu bir kurmaca sürükleyiciliğiyle kamuoyuyla paylaşıyor. Ortaya da aslında güçlü bir suç filmi çıkıyor. Tek farkı, yaşananların gerçek olması.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-78006929024946216572023-10-27T10:57:00.007+03:002023-10-27T10:57:47.627+03:00Guardians Of The Galaxy Vol. 3 (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjijUXJi_B93wUvwmn-gJW4fNp1Gb69yZDKsRA4qg1nx9gx8AMHWaVz_rgB-nu53ZG-hSQrQmkOTq8p4VhweDClb-k2ikGaj2u3EkBbawEOEWHKzF6OrjVmNDrh5PJ_eNyaCEvMejHNCWNPfuRDdOIvhCQsSjeR0dHEhzYZrNjALXLAOanWj4YIHdy2AHgO/s1312/guardians%20of%20the%20galaxy%203.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1312" data-original-width="886" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjijUXJi_B93wUvwmn-gJW4fNp1Gb69yZDKsRA4qg1nx9gx8AMHWaVz_rgB-nu53ZG-hSQrQmkOTq8p4VhweDClb-k2ikGaj2u3EkBbawEOEWHKzF6OrjVmNDrh5PJ_eNyaCEvMejHNCWNPfuRDdOIvhCQsSjeR0dHEhzYZrNjALXLAOanWj4YIHdy2AHgO/w270-h400/guardians%20of%20the%20galaxy%203.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>James Gunn</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Karen Gillan, Pom Klementieff, Chukwudi Iwuji, Sean Gunn, Will Poulter, Sylvester Stallone, Elizabeth Debicki</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> James Gunn</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> John Murphy</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>James Gunn</b>'ın başından beri sahiplendiği <b>Guardians Of The Galaxy</b>, 2014 ve 2017'den sonra <b>Vol. 3</b> ile yolculuğuna devam ediyor. Knowhere adlı şehirlerinde oranın halkıyla yaşayan ekip, rutin bir hayat sürüyor. <b>Peter</b>, <b>Gamora</b>'yı trajik biçimde kaybetmenin acısını yaşıyor. <b>Rocket </b>içine kapanmış. Artık bir yetişkine dönüşmüş <b>Groot</b>, ekibin diğer parçaları <b>Drax</b>, <b>Mantis</b>, <b>Nebula</b>, <b>Kraglin </b>macerasız, durgun bir yaşam sürmekteler. Ne zaman ki aniden ortaya çıkıp bilinmeyen bir sebeple <b>Rocket</b>'a saldırarak onu yaralayan <b>Adam Warlock</b> filme dahil oluyor, o zaman karakterler için bir amaç şekilleniyor: 48 saat içinde yaralı <b>Rocket</b>'i kurtarmak. Bunun için iyi korunan Orgolock Şirketine girmeleri, orada <b>Rocket</b>’ı tasarlayan bilim insanlarını bulmaları ve gerekli kodları çalmaları gerekiyor. Ama Orgolock Şirketi’nin lideri olan ve kendi kurduğu Karşı Dünya adlı gezegendeki ekibiyle çılgın deneyler yapan <b>The High Evolutionary</b> adlı kötünün uzun süredir aradığı <b>Rocket</b>’ı ele geçirmek için uğraştığını öğreniyoruz. "Yeni dünyalar kurarak evreni daha yaşanabilir bir yer haline getirmek" gibi <b>Thanos</b>'un malum amacına benzer bir motivasyonu sahiplenen <b>The High Evolutionary</b>, yine <b>Thanos </b>gibi arızalı yollar seçiyor. Üzerinde deneyler yaptığı insanları ve hayvanları umursamıyor. Tanrıyı oynayan bir güç zehirlenmesi yaşadığı için canlılara eziyet etmeyi bilimsel çalışma kisvesine büründürüyor. Tabii bu oyunu bozmak da kahramanlarimıza düşüyor.</div><div><br /></div><div><b>James Gunn</b>, diğer Marvel filmlerinden farklı bir mizah/dram tonu yakaladığı için her üç filmde de bu tarzını istikrarlı bir şekilde sürdürmekte. Başka senaristlerin yazdığı <b>Thor: Ragnarok</b>'ta çok iyi işler çıkaran ama yazarları arasında kendisinin de olduğu <b>Thor: Love and Thunder</b> ile hiç çalışmayan bir mizah dili tutturarak yavanlaşan <b>Taika Waititi</b>'nin aksine <b>Gunn</b>, MCU bünyesinde kendi <b>Guardians Of The Galaxy</b> evrenini de yaratmayı başarabildi. Komedi ve dram arasında yaptığı şaşırtıcı yumuşak geçişler en büyük alameti farikalarından biri. Tamamen CGI'a bel bağlamış olmasına rağmen ekibin birbiriyle olan ilişkilerindeki dinamiklere önem veren, bu ilişkileri korumak uğruna her şeyi göze alabilecek bir aile oluşlarına vurgu yapan <b>Gunn</b>, tüm bu özel efekt, yer yer absürte varan mizah ve aksiyon sahnelerinin kalabalığında bu duyguların altını çizebilen bir yönetmen. Çoklu evren konsepti sayesinde istediği herkesi geri getirme ve kullanabilme avantajı elde eden MCU politikası bu filmde <b>Gamora</b>'yı tekrar görmemizi sağlıyor. Ama alternatif bir geçmişten gelen ve <b>Infinity War</b>/<b>Endgame</b>'deki <b>Gamora</b>'dan farklı bir <b>Gamora </b>var. <b>Sylvester Stallone</b>'un canlandırdığı <b>Stakar</b>'ın liderliğindeki Yağmacılara katıldığını gördüğümüz <b>Gamora</b>'nın bu yeni konumu, hem <b>Guardians </b>ekibini aşağılayan tavrı, hem de bir zamanlar aşık olduğu <b>Peter </b>ile arasındaki yabancılaşmayla farklı bir dinamik taşıyor. Bu sayede yeni ve zor <b>Gamora </b>ile duygusal <b>Peter </b>arasındaki romantizmin yeniden kurulma evresine girişindeki tazelenme de hissediliyor.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg38Sqwy7t78SONPSXifDwQF5bgHPMLqUbIGdo-BKbQiyD5V2ie2J76w8BRdV1ExWpOojjISDwNOxACAs7fas1SVu4RpKdpUjvSXLeKEFn0d7Du4ScQnweT0bGxf3WjmGquzr2EXNbWMEFSczhyIeI3W3hVoYMJ4UYFSy7urR10OT7ZJYXzNo6FRJZsUI8n/s1500/gogsoundtrack.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="1500" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg38Sqwy7t78SONPSXifDwQF5bgHPMLqUbIGdo-BKbQiyD5V2ie2J76w8BRdV1ExWpOojjISDwNOxACAs7fas1SVu4RpKdpUjvSXLeKEFn0d7Du4ScQnweT0bGxf3WjmGquzr2EXNbWMEFSczhyIeI3W3hVoYMJ4UYFSy7urR10OT7ZJYXzNo6FRJZsUI8n/w400-h266/gogsoundtrack.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div><b>Vol. 3</b>, <b>Rocket </b>ağırlıklı bir hikayeye sahip olduğu için, komada olduğu sırada geçmişine dair yaşadıklarının flashbackleri ve arkadaşlarının onu kurtarmak için atıldıkları macera ile paralel ilerliyor. Geçmişinde birkaç hayvan arkadaşıyla birlikte <b>The High Evolutionary</b>'nin deney tutsağı olması ve bu arkadaşlarıyla bir gün kurtulacaklarına dair umut dolu bir kader birliği içinde olmalarıyla, <b>Guardians </b>arkadaşlarının onu kurtarma çabaları arasındaki bu paralellik, filmin zor şartlar altında bile bir aile olarak kalabilme gayretlerini <b>Rocket </b>üzerinden çok iyi tanımlıyor ve tamamlıyor. Tabii burada bilimsel araştırmalarda kullanılan fakat eziyet boyutlarında muamelelere maruz kalan hayvanların çektiklerine yapılan göndermeler fark edilmeyecek gibi değil. Bu da filmin en dramatik kozlarından biri. <b>The High Evolutionary</b> ile <b>Rocket </b>arasındaki bu eski hesabın kapatılması üzerine inşa edilen intikam motivasyonu da eklenince, filmin ihtiyacı olan macera, aksiyon, çatışma kendi çapında bir zemine oturuyor. Yine de film tümden bu motivasyona bel bağlamayıp Knowhere, Orgolock Şirketi, Karşı Dünya gibi farklı tasarımlardan oluşan mekanlarla ve bu mekanların temsil ettiklerine bağlı olarak günümüze yaptığı referanslarla sürekli kendini yeniliyor. <b>Infinity War</b>/<b>Endgame </b>sonrasındaki yeni dönem Marvel filmleri ve dizilerinin sürekli geveledikleri çoklu evren konusuna <b>Gamora</b>'nın durumu haricinde hiç bulaşmayıp kendi evrenine ve hikayesine bağlı kalıyor.</div><div><br /></div><div>Oturmuş kadrosu haricinde bu filmde ilk kez gördüğümüz <b>Chukwudi Iwuji</b>'nin canlandırdığı <b>The High Evolutionary</b>, bir <b>Thanos </b>olmasa da filmin ihtiyacını karşılayacak ölçüde güç zehirlenmesi yaşayan, yola çıkış amacından sapmış, tanrısal varoluş peşindeki bir kötü adam olarak yeterli. Zaten kötü adamın kendisindense, yaptığı ve yapmayı amaçladıklarının kötülüğü ile bir savaş söz konusu. Merakla beklenen bir karakter olan <b>Adam Warlock</b>'un filmde atıl bir yancı olarak resmedilmesine de hayranları içerlemiş görünüyor. Onun dönüşüm ve kahramanlık mini hikayesi de filmde mevcut. <b>James Gunn</b>'ın beklentileri tersyüz etmeyi seven bir yanı da var. Karakterlerin karizmalarıyla oynamak, onları beklenmedik durumlara düşürmek mizahının bir parçası. Bunu <b>Guardians </b>serisi haricinde <b>Peacemaker </b>dizisinde de bolca görmek mümkün. Elindeki türlü CGI avantajları içinde bile sürekli yenilik arayan <b>Gunn</b>'ın bu tarzını <b>Superman: Legacy</b>'de nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği merak konusu. Yine ilk iki filmden aşina olduğumuz, kaset kültürüyle büyümüş <b>James Gunn</b> seçkisi 70'ler ve 80'lerden derlenmiş şarkıların büyük renk kattığı <b>Vol. 3</b>, tıpkı aksiyon, mizah, dram yönlerinden olduğu gibi müzik kullanımı açısından da istikrarını sürdürüyor. Final itibariyle serinin gideceği yer çok farklı bir <b>Vol. 4</b> izleyebileceğimizi göstermekte. Zaten <b>Guardians Of The Galaxy</b> yerini öyle sağlamlaştırdı ki, <b>Rocket </b>gibi animasyon bir karakterin orijin hikayesinin ağırlığı dahi hissedilmeden macera katmanları kolayca oluşturulabilir, ekibe giriş çıkışlar da kanıksanır hale geldi.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-10013156597903963382023-10-17T22:07:00.001+03:002023-10-18T22:54:12.074+03:00Omnipresent (2017)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRcC1TeD-OOjJiZzKa1fd9Wv7gGg6OReFAx2fIY7X9yZUpiBuds8fQKUi0n5UXMMi5ok2FFy7MbeYwe19rB5_wkDn1ocLGlaPQqCWL-pIb-WqzIsb9pkLVkxqirkoefDX4f9okb2rLLJhOT_bAMVgPt5UvouMhZxMtQxCtvPovu2K5Gy1Zv4VP9Fv_wpg1/s1429/Omnipresent%20(2017).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1429" data-original-width="1000" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRcC1TeD-OOjJiZzKa1fd9Wv7gGg6OReFAx2fIY7X9yZUpiBuds8fQKUi0n5UXMMi5ok2FFy7MbeYwe19rB5_wkDn1ocLGlaPQqCWL-pIb-WqzIsb9pkLVkxqirkoefDX4f9okb2rLLJhOT_bAMVgPt5UvouMhZxMtQxCtvPovu2K5Gy1Zv4VP9Fv_wpg1/w280-h400/Omnipresent%20(2017).jpg" width="280" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Ilian Djevelekov</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Velislav Pavlov, Teodora Duhovnikova, Vesela Babinova, Anastasia Lyutova, Toni Minasyan, Mihail Mutafov, Boris Lukanov, Irmena Chichikova, Ina Dobreva</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Ilian Djevelekov, Matey Konstantinov</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Orijinal ismi <b>Vezdesushtiyat</b>, İngilizce ismi <b>Omnipresent </b>olan, <b>Ilian Djevelekov</b> ve <b>Matey Konstantinov</b>'un senaryosunu yazdığı, <b>Ilian Djevelekov</b>'un yönettiği Bulgaristan yapımı film, reklamcı <b>Emil Borilov</b>'un gırgır şamatadan trajediye doğru uzanan hikayesini anlatıyor. Hasta babasının odasından bazı antika eşyaların çalınması üzerine odaya gizli kamera yerleştirerek hırsızı bulmaya çalışan <b>Emil</b>, çok geçmeden sürpriz hırsızı kamerayla tespit eder. Ama bu gözetlemenin tadını aldıktan sonra iflah olmayıp ailesiyle birlikte yaşadığı kayınpederinin geniş evinin bazı odalarına, banyosuna, ortağı olduğu reklam şirketinin toplantı odasına, kantinine, psikolog eşi <b>Anna</b>'nın ofisine, hatta gözlüğüne bile gizli kamera takarak insanları gizlice kaydetmeye, akşamları da kaydettiklerini izlemeye başlar. Bu izleme senaslarının bizim için gerekli olanlarını ayıklayan <b>Djevelekov</b>, kaçamakları, ihanetleri, dedikoduları <b>Emil </b>ile birlikte bize izletirken, gözetleme ve merak duygularımızı kaşıyor. Biz de iş ve özel hayatlarımızda yakınlarımızı bu şekilde takip etseydik nasıl hissederdik, bunu <b>Emil </b>gibi bir bağımlılık haliyle mi yapardık, yoksa vicdan yapıp en baştan böyle bir şeye kalkışmaz mıydık gibi sorularla bol bol empati kurma fırsatı buluyoruz. Doğal olarak <b>Emil</b> karakteriyle kurduğumuz bu empati, sık sık bir sempatiye dönüşmeye çalışsa da, filmin baş karakteri olarak sadece onun bu eylemlerinin birer yancısı gibi izlemenin suçlu zevkine yenildiğimizi fark ediyoruz.</div><div><br /></div><div>Tabii yeterince vicdanlıysak, <b>Emil </b>ile kurduğumuz bu gizli ortaklığın yanında <b>Emil</b>'in gizlice izlediği insanlarla da empati kurabiliriz. İnsanları kolayca paranoya durumuna sokabilecek bu izlenme hali yeterince trajik iken, aslında kötücül bir karakter olmayan <b>Emil</b>'de yarattığı bağımlılığa kolayca kapılabileceğimiz gerçeği de ürkütücü. Gözetleme üzerine kurulu TV programlarını, magazin haberlerini, dedikodu yapmayı/dinlemeyi seven yapıdaki insanların arasına kendimizi pek dahil etmeyiz ama başka yerlerden ikiyüzlülüğümüz bir şekilde ortaya çıkar. Gözetlemeyi sevmemiz ile gözetlenmeyi sevmememiz arasındaki ironinin filmin bir yerlerinden fırlayacağını beklemek, kurduğumuz bu empatiyle alakalı. Her yerde gözü olan, "omnipresent" yani "aynı anda her yerde bulunabilen", bir nevi tanrısal bir güç elde eden <b>Emil</b>, zaten var olan egosunun ve özgüveninin önünü alamıyor. Şirkete yeni gelen güzel <b>Maria </b>ile bir ilişkiye başlayınca da bu alışkanlığını bırakamıyor. Bir yalanı yaşamak veya burada olduğu gibi gözetlemenin suçlu zevkine kapılmak, buna kapılan kişinin bu konforunun sonsuza dek süreceği yanılgısını da beraberinde getirir. Yani bu tanrısallık ilüzyonu, kişinin kendini erişilmez, dokunulmaz hissetmesine yol açar. Bu ilüzyona kapılan, yine de zekası sayesinde çevresine renk vermeyen <b>Emil</b>, bu avantajını ufak tefek durumlarda kullanmaya da çekinmiyor. Filme yapılan <b>Maria </b>ile yasak aşk eklentisi de fitili ateşleyecek bir çatışma vesilesi olarak kullanılınca, <b>Emil</b>'in filmin daha başında iç sesinden duyduğumuz kaosa doğru gidiş başlıyor.</div><div><br /></div><div>Aslında bu konu bir Hollywood senaristinin elinde posası çıkarılarak kullanılabilir, hatta yıllar öncesinin <b>Jim Carrey</b>, <b>Adam Sandler</b> komedilerinin çıkış noktasını andırabilir. Ama Bulgar senaristler <b>Djevelekov </b>ve <b>Konstantinov </b>meseleyi sulandırmadan, dozunda bir mizah ve daha çok da kaçınılmaz olduğu bilgisi en baştan verilen sona doğru giden dramatik yapının örülmesiyle meşgul oluyorlar. İçinden çıkılması güç final çözümlemesi de gerektiği şekilde çözülmüş denebilir. Bu ikili, bir önceki filmleri <b>Love.net</b>'te de Tinder benzeri bir eşleştirme sitesine üye bir grup insanın, teknolojinin bu alandaki yıpratıcı etkilerini birbirine paralel hikayelerle masaya yatırmışlardı. O filmin fazla mizansen kokan havasının <b>Omnipresent</b>'ta bir miktar sağaltıldığı, yerel bir benzetmeyle <b>Çağan Irmak</b> havasından sıyrılmaya çalışıldığı, üstelik bu defa gizli kamera buluşu sayesinde teknolojinin karanlık taraflarına daha iyi erişim sağlandığı görülüyor. İlk başta nasıl ki gizli kamera amaçlandığı doğrultuda görevini yerine getirip sorunu çözüyorsa, <b>Emil</b>'in bireysel tutkuları yüzünden çözülmesi imkansız düğümler atıyor. Bu da teknoloji ve onu kullanan insan arasındaki ilişkiyi çok kolay ve ibret verici biçimde analiz etmemizi sağlıyor. <b>Velislav Pavlov</b>'un çok iyi doldurduğu <b>Emil </b>performansı da dahil ülkesi Bulgaristan'ın Golden Rose festivalindeki neredeyse tüm ödülleri silip süpüren <b>Omnipresent</b>, aynı zamanda 91. Oscar Ödüllerinin yabancı film kategorisinde Bulgaristan'ın aday adayı filmiydi. </div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-18849957241831961472023-10-10T21:12:00.001+03:002023-10-12T21:50:16.278+03:00The Equalizer 3 (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvlbFrxJ5oevjSZO6YwM199cc0s2ds1_JdcXg9vwtaKFaPp5mlVTfgYntulmiKymYbZIRhCHiM-8e5ub1bAXxpV5hyt6CdokdFcW32OUika5kEp_F1HiTwMxIZkTNNmYAHnXc6_jRrdErjtEHsyQhZI9mQlgGu0lIN2UpYJpSfh9SVqVARmffCIFZp3Dmp/s1250/the%20equalizer%203.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1250" data-original-width="1000" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvlbFrxJ5oevjSZO6YwM199cc0s2ds1_JdcXg9vwtaKFaPp5mlVTfgYntulmiKymYbZIRhCHiM-8e5ub1bAXxpV5hyt6CdokdFcW32OUika5kEp_F1HiTwMxIZkTNNmYAHnXc6_jRrdErjtEHsyQhZI9mQlgGu0lIN2UpYJpSfh9SVqVARmffCIFZp3Dmp/w320-h400/the%20equalizer%203.jpg" width="320" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Antoine Fuqua</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Denzel Washington, Dakota Fanning, Eugenio Mastrandrea, Gaia Scodellaro, Remo Girone, Andrea Scarduzio, Andrea Dodero, David Denman, Sonia Ammar</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Richard Wenk, Michael Sloan, Richard Lindheim</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik: </b>Marcelo Zarvos</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Antoine Fuqua</b> - <b>Denzel Washington</b> ikilisi üçüncü <b>The Equalizer</b> filmiyle yine biraraya gelerek tecrübeli, gizemli, becerikli, tek tabanca <b>Robert McCall</b>'a bir kez daha hayat veriyorlar. İlk iki filmden aşina olduğumuz bir şablon bu filmde de kullanılmakta. Bunda her üç filmin de senaristliğini yapan <b>Richard Wenk</b>'in parmağı var elbette. Açılışta İtalya'nın güneyi olduğunu sonradan öğreneceğimiz mafyaya ait bir çiftliği basıp, uluslararası çapta aranan bir mafya babasını kapana kıstıran <b>McCall</b>'u görüyoruz. Bu baskından beklenmedik bir biçimde yaralı olarak çıktıktan, baygın bir şekilde jandarma <b>Gio </b>tarafından bulunup yaşlı doktor <b>Enzo</b>'nun ellerine teslim edilen <b>McCall</b>, iyileşince terör operasyonları biriminden genç <b>Emma Collins</b> arayarak onları baskın yaptığı çiftliğe yönlendiriyor. Özetle İtalya'nın en güvenli limanında uyuşturucu kaçakçılığı yapılan, buradan elde edilen gelirle Suriyeli teröristlerin finanse edildiği bir büyük resmin peşinde olduğunu anlıyoruz. Gerçi peşinde olduğu iki başka şeyi finalde görüyoruz. Ama mecburen kaldığı bu şirin Güney İtalya kasabasına gün geçtikçe bağlanan <b>McCall</b>, içindeki adalet duygusu yüzünden bu defa da burada terör estiren yerel mafyaya kafayı takıyor. Gerek çocuklar kullanılarak yapılan duygu sömürüsü, gerek senaryo olarak çok fazla çaba gösterilmediği izlenimi uyandıran acelecilik, gerekse seyircinin mafyaya olan öfkesini alevlendirmeye yönelik çok bildik hamleler, artık <b>The Equalizer</b>'ın da bir franchise olarak malzemesinin tükendiği sinyallerini veriyor.</div><div><br /></div><div>2014 tarihli ilk film, 80'lerin orijinal dizisinde İngiliz <b>Edward Woodward</b>'ın canlandırdığı <b>Robert McCall</b>'ı günümüz standartlarına <b>Danzel Washington</b> olarak dizayn etmiş, farklı bir yorumla bu karaktere yeniden hayat vermişti. Yalnız yaşayan, sıradan işlerde çalışan, kendine ait bir konfor alanı yaratan, ama bir yandan da gizli bir oluşumun parçası olarak gördüğü haksızlıklara müdahale eden, zorbaları önce uyaran, uyarıyı dikkate almadıklarında benzersiz çevikliğiyle onları alt eden <b>McCall</b>, yardımseverliği ve okuduğu kitaplarla da ilginç bir figür olarak karşımıza çıkmıştı. 2018'deki ikinci film ilki kadar başarılı bulunmasa da bu çizgiyi devam ettiriyordu. Bu son filmde ise hiç kitap göremediğimiz gibi, bir modern zaman "Kahraman Şerif" uyarlaması izler gibi klişelere yaslanmış bir film izliyoruz. Video klip köklerine sahip <b>Antoine Fuqua</b>, geçmişinde özellikle <b>The Replacement Killers</b> ve <b>Training Day</b> gibi iki çok iyi filmle kendine ana akım aksiyon dram kulvarı alabilmiş bir yönetmen. <b>The Equalizer </b>serisini de iyi sahiplendi. Ama keşke bir üçleme olarak kalması muhtemel seriye daha etkili bir nokta konsaydı. En azından ilk filmdeki senaryo, sinematografi, müzik kimyası sürdürülseydi başka türlü konuşabilirdik. Yine de <b>Fuqua </b>bu işi bilen bir adam. Ana akıma uygun bir aksiyon dram olarak iyi çekilmiş, <b>Washington</b>'ın karizmasına, ışığına, duruşuna sahip çıkılmış bir devam filmi olarak zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEio-M9oL2HGYpEMuqGC9LqBFiqp5KfG5cbO0Ik_Wwuk6yLIdtCQ2jfeY0zO8tvSYtOJ749xZdvaQ7D773iwwL-DqUmGOF2KlOxspNrxhIpsAD9U_4WDiCiis8VLsqPJL3QriSV1yaIGOuwwgfnL0dSALv5R-Ui1-NsngxTON3_0iVgI7HIjsSDTIvhn31Zu/s1200/The-Equalizer-3-3.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="675" data-original-width="1200" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEio-M9oL2HGYpEMuqGC9LqBFiqp5KfG5cbO0Ik_Wwuk6yLIdtCQ2jfeY0zO8tvSYtOJ749xZdvaQ7D773iwwL-DqUmGOF2KlOxspNrxhIpsAD9U_4WDiCiis8VLsqPJL3QriSV1yaIGOuwwgfnL0dSALv5R-Ui1-NsngxTON3_0iVgI7HIjsSDTIvhn31Zu/w400-h225/The-Equalizer-3-3.jpeg" width="400" /></a></div><div><br /></div><div>İtalya'nın güneyindeki Campania bölgesinin birkaç lokasyonunda çekilen film, bu coğrafyanın doğal güzelliklerinden de nasibini almış. Dar sokaklar, sade ve samimi mekanlar, deniz manzaralı eski evler, çocuğundan yaşlısına kasaba halkı filme farklı bir aroma katıyor. Tabii bu bir Hollywood prodüksyonu olduğu için bu unsurlar bir parça kenar süsü gibi kalabiliyor. Mafyanın halka zulmü, daha üst bir seviyede de mafyanın terörist finansörlüğü gibi suç tabanlı ana mevzular yanında, tadı çıkarılacak manzaraların pek lafı olmuyor. <b>Antoine Fuqua</b>, aksiyon konusunda elini korkak alıştırmayan bir yönetmen. Zaman zaman bu sertliği estetize etmekten geri durmuyor. İnsanın içini ısıtan turistik görüntülerin, iki kardeşin liderliğindeki mafyanın zorbalıklarıyla tezatlaşmasından ötürü <b>McCall</b>'a zorlama infaz gerekçeleri sunulması filmin estetik yönden yükselmesine mani oluyor. Halbuki ikinci filmde iyi bir şekilde derinleştirilmeye çalışılan <b>McCall </b>gizemi, bu filmde kendine çok uygun bir zemin bulmasına rağmen "karakterin iç yolculuğu" kulvarının hakkını veremiyor. Filmin başlarında yaralanan, öleceğini düşünerek kafasına silah dayayan, doktorun "iyi bir adam mısın" sorusuna "bilmiyorum" cevabını veren <b>McCall</b>, emekli olmak ve kendine dönmek için çok uygun bir coğrafya bulmuşken bunun "ama bir misyonu var" denerek ötelenmesi bu tip beklentisi olan seyircide burukluk yaratıyor.</div><div><br /></div><div>Filmin bir başka kenar süsü de dini unsurlar. Katolik İtalya'nın dindar kasabalarından birinde huzur içinde yaşayan halkın arasına yeni katılan Azrail misali <b>McCall</b>'un yenilenme sürecine mi gireceği kabilinden ufak çapta bir propaganda ihtimalini, mafya liderini kiliseden çıkarken göstererek bertaraf etmeyi deniyor film. Kasaba halkının gece bir dini ritüel için sokaklara döküldüğü sahneyle <b>McCall</b>'un aynı gece kötü adam avına çıktığı sahne arasındaki paralel kurgunun "melek, ölüm meleği de olsa bizi korur" minvaline geçişi de bu süs sıfatını olumluyor zaten. Herkese hak ettiği muameleyi gösteren, hayalet gibi istediği yere girip çıkabilen, kimsenin bulamadığı suçluları eliyle koymuş gibi bulan, soğukkanlı ve sert bir süper kahraman misali yenilmezliğiyle <b>Robert McCall</b>, adaletsizliklerle ve kötülüklerle dolu dünyanın beyaz perdedeki adalet figürlerinden biri. Böylesi ütopik bir modeli perdede daha da parlatabilecek 2-3 aktörden biri olan <b>Danzel Washington</b>, <b>The Tragedy Of Macbeth</b>'teki muhteşem performansından sonra geri döndüğü <b>Robert McCall</b>'a sırf duruşuyla bile et, kemik, ruh katıyor. <b>Tony Scott</b> harikası 2004 yapımı stilize suç dramı <b>Man On Fire</b>'dan 19 yıl sonra <b>Danzel Washington</b> ve <b>Dakota Fanning</b>'i buluşturan <b>The Equalizer 3</b>, <b>JFK </b>(1992), <b>The Aviator </b>(2005) ve <b>Hugo </b>(2012) ile üç Oscar kazanmış, son yıllarda <b>Quentin Tarantino</b>'nun favori görüntü yönetmeni <b>Robert Richardson</b>'ın dokunuşlarına sahip bir yapım. Daha fazla uzatmaya da gereğin olmadığı, şu haliyle iyi bir üçleme olarak zaman zaman geri dönülebilecek türde bir yapım aynı zamanda. </div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-46858243403732498272023-10-05T15:27:00.001+03:002023-10-06T15:39:08.167+03:00Reptile (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUx5nHtHdqsoRcvlXkSx-B1J8aqkAKNJ_ceY_T8Qffwn7zS6b9tIEcbAI17q19sG86H0tyXoG4Oh3UXxTpPrSHlJtzvf7b3nuRICOYGD6kx5XXpHhTjI5ul0oy-WmNmxwVTHaUa5WKOoj47mJTBYio1Pf6G_-tWRvDWswAgxjDZhuG2hesucHDqqlyubX3/s592/large_reptile-movie-poster-2023.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="592" data-original-width="400" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUx5nHtHdqsoRcvlXkSx-B1J8aqkAKNJ_ceY_T8Qffwn7zS6b9tIEcbAI17q19sG86H0tyXoG4Oh3UXxTpPrSHlJtzvf7b3nuRICOYGD6kx5XXpHhTjI5ul0oy-WmNmxwVTHaUa5WKOoj47mJTBYio1Pf6G_-tWRvDWswAgxjDZhuG2hesucHDqqlyubX3/w270-h400/large_reptile-movie-poster-2023.jpeg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Grant Singer</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Benicio Del Toro, Justin Timberlake, Eric Bogosian, Alicia Silverstone, Michael Pitt, Domenick Lombardozzi, Ato Essandoh, Frances Fisher, Karl Glusman, Mike Pniewski, Matilda Anna Ingrid Lutz, Sky Ferreira</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Grant Singer, Benjamin Brewer, Benicio Del Toro</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik: </b>Yair Elazar Glotman</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Aralarında <b>Taylor Swift</b>, <b>Lorde</b>, <b>The Weeknd</b>'in de olduğu çeşitli popüler isimlerin video kliplerini yönetirken birdenbire ilk uzun metrajıyla ortaya çıkan <b>Grant Singer</b>, <b>Reptile </b>ile gayet olgun ve sürükleyici bir polisiye gerilime imza atıyor. İlk filmlerin olgunluğu şaşırtıcı sayılmamalı elbette. Hele de video klip kökenli yönetmenlerin uzun metraja geçişlerinde bu durum daha net görülebiliyor. Buna en bariz örneklerden biri, onlarca video klip çekmiş <b>David Fincher</b>'ın 1992'de ilk filmi <b>Alien³</b> ile sinema dünyasına girişiydi. Film çok iyi eleştiriler almamış olsa da, bir ilk film olarak gayet diri ve tecrübe kokan nitelikteydi. Video klip çekmenin getirdiği tecrübeleri uzun metraja başarıyla aktarmanın gereklerinden biri de iyi bir senaryoyla yola çıkmak. <b>Grant Singer</b>, <b>Reptile</b>'ın senaryosunu <b>Benjamin Brewer </b>ve başroldeki usta aktör <b>Benicio Del Toro</b> ile birlikte yazmış. Her üç isim de senaryo yazma konusunda tecrübeli sayılmaz. Buna rağmen <b>Reptile </b>sanki 5 veya 6. filmini yazıp yöneten bir sinemacının elinden çıkmış izlenimi uyandırabiliyor. Birazdan söz edeceğimiz bazı aksaklıkları yok değil ama 5 veya 6. filmini çeken insanlarda da buna benzer hatta daha fazla aksaklıklara rastlanıyor. Üstelik sanki çok satan bir polisiye romandan uyarlanmış havası taşıyan senaryo, pratiğe dökülüş itibariyle de belli bir tecrübeyi doğruluyor.</div><div><br /></div><div>Başarılı bir suç filmi olarak <b>Reptile</b>'ın hem senaryo, hem de yönetim açısından geçmişten gelen bazı kaynaklardan beslendiği görülmekte. Vahşice öldürülen bir emlakçı kadın cinayetinin başlangıçta bir "katil kim" polisiyesi gibi akması, soruşturma derinleştikçe işin gittikçe dallanıp budaklanması ve daha büyük komplolara uzanması sık işlenen bir konu. Özellikle <b>L.A. Confidential</b>, <b>The Negotiator</b>, <b>Cop Land</b> gibi 90'ların ikinci yarısına damga vurmuş yozlaşma hikayelerinden etkilenildiği belli oluyor. Güçlü motivasyonlara sahip katil adayları, hedef şaşırtma hamleleri, bir süre sonra ana karakter etrafında oluşturulan güvensizlik halesi deyim yerindeyse kitabına uygun şekilde işliyor. Bu arada ana karakter <b>Tom Nichols</b>'ın geçmişine ait çözülmüş bir yolsuzluk meselesinin gölgesi de unutulmamış. Tasarlanan zekice komplonun ağır ağır çözülmesi tam bir anlatım becerisi. Film kendini bir cinayet etrafında hem tempolu, hem de usul usul bir karışımla katmanlaştırdıkça elini rahatlatıyor. Bir haber bülteni görüntüsü, trafik çevirmesi, ev partisi gibi basit görünen sahneler bile polisiye gerilimin emrinde birer güce dönüşebiliyor. Ne var ki sözünü ettiğimiz tempo karışımı bazı sahnelerde, özellikle de iki farklı aksın karıştırılmasında iyi sonuçlar verse de, bu her zaman mümkün olmuyor. <b>Grant Singer</b>'ın video klip alışkanlıklarından kalma kısa tutulmuş sahne ve geçişler bazen sahnenin duygusunu sağlamak için biraz ağırlaşma istiyor. Gerçi <b>Singer </b>aynı film içinde bu ağırlaşmayı sağlayabildiğini bazı sahnelerle pekala kanıtlıyor. Belki bunu da bir tarz olarak benimsemiş ve öyle benimsetmeye çalışmıştır bilemiyoruz.</div><div><br /></div><div>Bunun yanında finale doğru giden yolda gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasındaki abartısızlık gayet olumlu olmasına rağmen final hesaplaşmasının biraz daha iyi çekilmesi gerektiği de söylenebilir. Hatta bunu filmde az sayıdaki çatışma sahnelerinin geneli için söyleyebiliriz. Bazı dar alan çatışma sahnelerinin veya finallerin fazla aceleye getirilmemesi, az bir süre de olsa o kendi anlarının seyirciye etkili biçimde yaşatılması gerekir. Mesela ağır çekimde cama çarpan frizbinin dikkat dağıtması ne kadar estetikse, devamı acemilik gibi görünmemeli. Tabii bunlar kişisel ilk film gözlemleri. Ama tıpkı video klip kökenlerine sahip <b>David Fincher </b>gibi <b>Grant Singer </b>da uzun metraja ciddi bir geçiş yapmış. Üstelik <b>Singer</b>'da adı geçen 90'lar polisiyeleri kadar biçimsel olarak <b>Fincher</b>'ın birtakım polisiye gerilim tavırlarından da izler sezmek mümkün. Senaryoya da katkı sağlayan <b>Benicio Del Toro</b>'nun artık kanıksanmış karizması ve tecrübe fışkıran performansı, aynı zamanda 1997'de <b>Excess Baggage</b> filminden yıllar sonra buluştuğu rol arkadaşı <b>Alicia Silverstone</b> ile olan kimyası da bir cazibe merkezi oluşturuyor. Şüphelilerden biri olan <b>Michael Pitt</b>'in tedirgin, isyankar ve öfkeli bir karakteri canlandırışındaki rahatlık da dikkat çekici. Birtakım senaryo boşlukları, bazı karakterlerin unutulan akıbeti, bu kadar artıya sahip bir ilk filmde mazur görülebilir. <b>Grant Singer</b> belli bir sinema duygusuna sahip yeni bir uzun metraj yönetmeni olarak <b>David Fincher</b>, <b>James Mangold</b> veya <b>F. Gary Gray</b> tarzı ana akım suç tarzına hakim yönetmenlerinin izini sürüyor görünüyor. Gelecek için ümit veriyor.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-14583048944663926942023-09-24T20:43:00.001+03:002023-09-26T21:20:50.452+03:00It Comes At Night (2017)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivONnpp3haY3DJ5VmwiKPMk-OZ1XPQGLFUPZEw3bfFL_MdUt34dpHbKpnyUtJrSwgXRImmUwxUOGGsqdFrT0V-dWcIrJv_5IXXTNG1fsCKjuCyHK3Vtd6UFk2MNUzFaGWuS0xqK_dOD_pojc3xusNWquu_Fg2XpnYedhpyYg0XGR7qrwuncbzMfICT6dt9/s1000/ICAN_dog_poster_web.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="674" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivONnpp3haY3DJ5VmwiKPMk-OZ1XPQGLFUPZEw3bfFL_MdUt34dpHbKpnyUtJrSwgXRImmUwxUOGGsqdFrT0V-dWcIrJv_5IXXTNG1fsCKjuCyHK3Vtd6UFk2MNUzFaGWuS0xqK_dOD_pojc3xusNWquu_Fg2XpnYedhpyYg0XGR7qrwuncbzMfICT6dt9/w270-h400/ICAN_dog_poster_web.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Trey Edward Shults</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Joel Edgerton, Christopher Abbott, Carmen Ejogo, Riley Keough, Kelvin Harrison Jr., David Pendleton</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Trey Edward Shults</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Brian McOmber</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>It Comes At Night</b>, bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen sebeplerden dolayı peydah olmuş bir hastalıktan korunmak için Amerika kırsalında bir eve kendini hapsetmiş üç kişilik bir ailenin yaşadıklarını konu alan bir film. Yazan ve yöneten <b>Trey Edward Shults</b>, bu post-apokaliptik görünen hikayesinde söz konusu hastalığın ne olduğu, ne zaman ortaya çıktığı gibi sorulara cevap vermekle uğraşmayıp, bu ailenin izole ve gerilimli rutinine bakıyor. Açılışta <b>Paul</b>, <b>Sarah </b>ve 17 yaşındaki oğulları <b>Travis</b>, hastalık kapmış olan evin dedesiyle maskeli bir şekilde vedalaşıyorlar, <b>Paul </b>onu ormana götürüp öldürüyor ve cesedi yakıyor. Hastalıklı bir bedene böyle yapılması gerektiği bilgisiyle başladığımız film, böylelikle sonuna dek o hastalık tehditini polis gibi tepemize dikerek rahatsız bir atmosfer kuruyor. Gündüzleri kır evleri ve civarında temkinli davranan, geceleri dışarı çıkmayan aile bu tedirgin edici rutinlerine bizi de ortak ediyorlar. Bir gece evlerinin kırmızı kapılı odalarına dışarıdan zorla girildiğini fark ederek alarma geçiyor ve genç bir adamı yakalıyorlar. <b>Will </b>adındaki bu adamı evin dışındaki bir ağaca bağlayan <b>Paul</b>, <b>Will</b>'in eşi ve çocuğuna yiyecek bulma amacıyla eve girdiğine ikna olunca ikisi birden onları da almak için yola çıkıyorlar. Ama <b>Shults</b>, yarattığı bu tekinsiz atmosfer sayesinde <b>Will </b>ve ailesine şüpheyle bakmamızı sağlayarak filmini sürekli diken üstünde tutuyor. Zira seyirci olarak bir sürü bilinmeyenin ortasında kalıp, bir de üstüne dışarıdan gelen yabancıların dahil oluşuyla başka bilinmeyenlere yürümek gerilim keyfimizi katlıyor.</div><div><br /></div><div>Özellikle düşük bütçeli post-apokaliptik yapımlarda, adı tam konmamış, detayları belirtilmemiş bir felaket sonrasında dar bir çerçevede işlenen lokal hikayeler daha çok yer buluyor. Zaman ve paradan tasarruf etmek için bu felaketin boyutlarını filmin kısıtlı zamanının akışına yediren, sınırlı karakter ve olay örgüsüyle boyutlandırmaya çalışan bu mütevazi filmler, bu sayede edindikleri gizemi korumak için çabalıyorlar. Seyircinin bu gizemi kabullenişi daha pratik hale geliyor. Doğal afet, zombi/uzaylı istilası, nükleer savaş veya burada olduğu gibi salgın hastalık senaryolarının mikro habitata uyarlanışı, insanoğlunun bu yeni ve zor şartlara adaptasyonunun sınanışı şeklinde kendini gösteriyor. Bu bölgesel veya global tehditin dar bir çerçeveye, hatta çekirdek aileye etkileri daha serbest bir hareket alanı yaratıyor. Sonuç olarak felaket ne olursa olsun, temelde insanın ailesiyle ve diğer insanlarla ilişkilerindeki sarsıntılara odaklanmak, bireysel trajedilerden hareketle büyük resme bakabilmek kolaylaşıyor. İşte <b>Trey Edward Shults</b>, artık şablonlaşmaya başlayan bu bağımsız post-apokaliptik anlayışa iyi bir halka eklemeyi başarmış. Felaket sonrasının insan psikolojisi üzerindeki etkilerinden faydalanarak, bir süre sonra dönüp dolaşıp insanın insanla olan imtihanına varması her senaryoda mümkün hale geliyor. Yaratık, zombi, uzaylı, düşman, çevre felaketi, hastalık ne olursa olsun insanın korkuları ve güven ihtiyacı üzerinden psikolojik gerilim veya korku filmi tasarlamak pek de zorlaşmıyor.</div><div><br /></div><div>Filmde <b>Paul</b>, <b>Sarah </b>ve <b>Travis</b>'ten oluşan üç kişilik aileye başka üç kişilik bir ailenin katılmasıyla kurulu düzenin sınanmaya başlanması, dışarıdan gelecek hastalık tehlikesine karşı kenetlenmenin güçlenmesi ama buna rağmen kritik anlarda güven duygusunun ne kadar kaygan bir zeminde durabileceği minimal dokunuşlarla ve oluşturulan güvensiz atmosferle pekiştiriliyor. Covid-19'dan birkaç yıl önce çekilmesine rağmen başkalarına karşı güven - şüphe ikilemine düşülen dönemleri kendi çapında hatırlatıyor. Bu iki ailenin aynı evi paylaşmaya başlamasıyla hem ümidi, hem de şüpheyi cebine koyan, sonlara doğru tansiyonu iyice yükselten film, kafasındaki finali az biraz hissettirse de, post-apokaliptik çıkışsızlığın bu tip filmlerin karakteristiği olduğu gerçeğini tekrarlıyor. <b>Travis</b>'in gördüğü rüyalarla korku janrı için kendine alan açsa da, artık rüya içinde rüya sahnesiyle kolaycılığa kaçtığını düşündürüyor. Aynı zamanda genel olarak gerilim filmlerinde tasarlanan rüya sahnelerinin belli bir amaca hizmet etmesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine de filmin psikolojik gerilim dozu, bu uydurma rüya sahnelerinden daha güçlü. Oyunculuk yönünden dört tanınmış ve yetişkin oyuncunun arasından sıyrılan genç <b>Kelvin Harrison Jr.</b>, <b>Travis </b>rolüyle öne çıkmakta. Pek bilinmeyen iHorror Ödüllerinde En İyi Bağımsız Korku Filmi dalında ödülü alması dışında ödül başarısı olmayan <b>It Comes At Night</b>, bağımsız gerilim filmleri klasmanında sıkça hatırlanacak filmlerden biri.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-79806477316427592222023-09-17T20:28:00.000+03:002023-09-23T01:14:45.972+03:00Enter Nowhere (2011)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-VOcb0lx2AKI/UDOuFcZrogI/AAAAAAAAMyQ/e2zdIjgYStw/s1600/Enter-Nowhere.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" mda="true" src="http://2.bp.blogspot.com/-VOcb0lx2AKI/UDOuFcZrogI/AAAAAAAAMyQ/e2zdIjgYStw/s400/Enter-Nowhere.jpg" width="277" /></a></div>
<br />
<strong>Yönetmen:</strong> Jack Heller<br />
<strong>Oyuncular:</strong> Scott Eastwood, Katherine Waterston, Sara Paxton, Shaun Sipos, Christopher Denham, Jesse Perez<br />
<strong>Senaryo:</strong> Shawn Christensen, Jason Dolan<br />
<strong>Müzik:</strong> Darren Morze<br />
<br />
Birbirini tanımayan <strong>Samantha</strong>, <strong>Tom</strong> ve <strong>Jody</strong> adlı üç gencin ormanda kaybolduktan sonra tesadüfen bir dağ kulübesinde bir araya geldikleri <strong>Enter Nowhere</strong>, ormandan bir türlü kurtulamayan bu üç kişinin aslında farklı zaman ve mekanlardan geldiklerinin anlaşılmasıyla gittikçe ilginçleşen bir bağımsız gerilim. Tanınmamış yönetmeni, senaristleri ve oyuncularıyla ilk görüşte pek kimsenin şans vermeyebileceği film, kendisine bu şans verildiği taktirde seyircisini yarı yolda bırakmayacak kadar diri bir yapım. Tabii indie doğasının getirdiği birtakım amatörlükler gerek teknik, gerekse oyunculuk alanında sezilse de, hikayesinin ve onun işlenişinin başarısı, sahip olduğu bilinmezlere tümüyle sahip çıkıp daha sonra onları parça parça aydınlatmaya gayret ediyor. Üç farklı karakter ve onların kökenleri, zaman zaman zekice kurgulanmış diyalogları da beraberinde getiriyor.<br />
<br />
<strong>Clint Eastwood</strong>’un oğlu <strong>Scott Eastwood</strong>, <strong>Bill Paxton</strong>’un akrabası <strong>Sara Paxton</strong> ve en son <strong>The Newsroom</strong> dizisinde görünen aktör <strong>Sam Waterson</strong>’ın kızı <strong>Katherine Waterston</strong>’ın başrolleri paylaştığı <strong>Enter Nowhere</strong>, bu genç oyuncuların utandırmayan performanslarının da katkılarıyla sürükleyici bir psikolojik gerilim haline geliyor. Biraz kafası karışık bir kelebek etkisi üzerinden, anlık veya daha uzun vadeli seçimlerimizin hayatımızı nasıl yönlendirdiğine, bir döngü içinde farklı rollerde yer aldığımıza dair fantastik savunulara sahip bir senaryoya sahip. Cevapsız ya da tatminkar cevapları olmayan sorularına rağmen, seyirciye pas edilen bazı cevapların düşündürücü etkisini hissettirebilmiş bu senaryo, içerdiği sürprizlerin dozunu ayarlamada da hoyrat ve aceleci davranmayıp olgun bir duruş sergiliyor. Daha büyük prodüksyonların beceremediği bilinmeyene dayalı psikolojik dram çatısını iyi kurmasından ötürü, geniş kitlelere sunulmadığı için harcanmış bir fikir olarak da görülebilir.Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-12463745246675502972023-09-10T21:42:00.001+03:002023-09-13T21:56:56.752+03:00Narcosis (2022)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhoUcErL8kO0ewCDXEeBY0d3AVrXodjOttQwo-r8MSsECObZn2xbfG6GKZzDAIM1Y2RdaEJxRjlA9JgxoRXpPUo0RHt75078Ks9IIXpMR7GWVT7V3xvwnM7LdrjSNDLmk9tZJ7OTIhvq4zDw_Vp0AuxVahrSuOlwvf5pjEq01QvUUZ4HYJ8S9A1DKkNjMgN/s1119/Narcosis%20(2022).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1119" data-original-width="784" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhoUcErL8kO0ewCDXEeBY0d3AVrXodjOttQwo-r8MSsECObZn2xbfG6GKZzDAIM1Y2RdaEJxRjlA9JgxoRXpPUo0RHt75078Ks9IIXpMR7GWVT7V3xvwnM7LdrjSNDLmk9tZJ7OTIhvq4zDw_Vp0AuxVahrSuOlwvf5pjEq01QvUUZ4HYJ8S9A1DKkNjMgN/w280-h400/Narcosis%20(2022).jpg" width="280" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Martijn de Jong</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Thekla Reuten, Fedja van Huêt, Sepp Ritsema, Lola van Zoggel, Vincent van der Valk</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Laura van Dijk, Martijn de Jong</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Jorrit Kleijnen, Jacob Meijer, Patrick Watson</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Filme dahil oluşumuz, evli, iki çocuk babası <b>John</b>'un Hollanda'dan Güney Afrika'ya dalışa gitmesinden hemen önceki son günleridir. Kırsalda kendi restore ettikleri evlerinde dört kişilik mutlu bir aile tablosu çizmişlerdir. <b>John </b>eşi ve çocuklarıyla çok iyi anlaşan, maceraperest, hayat dolu bir adamdır. Uzakta olduğu zamanlar ailesi kendisiyle hayali konuşmalar yapabilsin diye bahçeye eski bir telefon kulübesi bile koyar. Daha sonra vedalaşır ve gider. Bir yıl sonra filme tekrar dahil olduğumuzda <b>John </b>kayıptır. Hatta ortada bir beden olmamasına rağmen resmen ölü ilan edilmesi için eşi <b>Merel</b>'in onayı gerekmektedir. Ama <b>Merel</b>'in duygu durumu çok karışıktır. Çocukları <b>Boris </b>ve <b>Ronja </b>babalarının yokluğuna hala alışamamışlardır. Kocasının durumunun belirsizliği, çocukların bu belirsizlikle yaşamak durumunda kalmış psikolojileri onu çok yıpratmıştır. Bu kayıp, geride kalan üç fert için farklı suretlerde etkisini gösterecektir. <b>Laura van Dijk</b> ve <b>Martijn de Jong</b>'un senaryosunu yazdığı, iki kısa ve bir orta metrajdan sonra ilk uzun metrajını çeken <b>Martijn de Jong</b>'un yönettiği <b>Narcosis</b>, bir kayıp ve geride kalanların yas sürecini konu alan kimi dramların izinden giden ama biçim ve ifade yönünden kendi mütevazi zenginliğini de yansıtabilen bir dram. <b>John</b>'un akıbetinden ziyade ardında bıraktığı ailesinin değişime uğrayan hayata bakış şekillerine odaklanan film, başta eş ve anne <b>Merel </b>olmak üzere bu üç kişinin kırılganlığına çok iyi gözlemlerle bakıyor.</div><div><br /></div><div><b>Narcosis </b>bir yandan ana akıma dayalı filmlerin yas süreçleriyle ilgili bazı formüllerine sırtını dönmezken, art house'un minimal, pastoral ve şiirsel unsurlarıyla da denge kuruyor. Söz konusu, durumu belirsiz de olsa umutların tükendiği noktada duran bir kayıp olunca aile bireylerinin kendilerine ait alanlarında yaşadıkları psikolojik mücadeleler ince analizler gerektiriyor. Mesela <b>Merel</b>'den sonra en acı yıkımı yaşayan büyük çocuk <b>Boris</b>, hayattaki en önemli rol modelini kaybetmenin acısını farklı şekillerde yaşıyor. Küçük <b>Ronja </b>da yaşının masumiyetiyle babasına duyduğu özlemi yürek burkan cümlelere döküyor. Bu yas sürecinin en mühim aktörü <b>Merel </b>ise yalnız kalmış bir eş, iki ebeveynlik yük omuzlamak zorunda kalmış bir anne olmanın psikolojik tükenmişliğiyle mücadele halinde. Geri dönüşlerle pekiştirilen kocası <b>John </b>ile geçirdiği duygusal anların beslediği bu özlem, içinde bu kayba duyulan öfkeyi de taşımakta. Öyle ki, ailenin yakın dostu <b>Sjoerd</b>'in kapanmayan araba bagajını tamir etmesine bile tepki gösteriyor. Artık üç kişi kalmış ailesinin dinamiklerinin en ufak şekilde değiştirilmesine tahammülü yok. Çünkü bazen en ufak değişimler dahi büyük değişimlerin (artık <b>John</b>'un onlarla birlikte olmayışının) kabullenileceği anlamına gelebiliyor. Bu kabullenme <b>Merel </b>ve çocukları için büyük ve aşılması çok zor bir eşik. İşte <b>Martijn de Jong</b>, kayıplara tutunmalı mıyız, yoksa onları geride bırakıp yolumuz devam mı etmeliyiz yol ayrımına gelene kadarki yaşananların muhasebesini, sanki otobiyografik bir dokusu da varmış gibi bir zerafetle betimliyor.</div><div><br /></div><div>Filmle ilgili belki de yapılabilecek tek eleştiri, <b>Merel</b>'in geçmişinde medyumluk yaptığı ve başka insanların kayıplarına halüsinatif erişimler sağlayabildiği bilgisi olabilir. Bu bilginin <b>John</b>'a erişim sağlama beklentisine yol açması bir bakıma filmin zarif gerçekliğiyle gölge düşürüyor. Bu sayede yaratılmaya çalışılan gizemin seyircide çalışma ihtimali gereksiz ana akım umutlanmalara yol açabiliyor. Oysa ailenin üç ferdinin kırılgan ve farklı yas süreçleri filmin sahip olduğu en kıymetli şey. Bunları kıymetli hale getirenler ise tabii ki yönetim, senaryo ve oyuncular. <b>Boris </b>ve <b>Ronja</b>'yı canlandıran çocuk oyuncuların yürek yakan doğallıkları, Hollanda sinemasının ve televizyonunun en tecrübeli aktörlerinden <b>Fedja van Huêt</b>'in az ve öz varlığı, en önemlisi de yine tecrübesi ve karizmasıyla <b>Merel </b>rolünü hüzün ve öfkeyle yoğurup abartısız biçimde boyutlandıran <b>Thekla Reuten</b>'in performansı sessiz ama güçlü etkilere sahip. Filmin büyük bölümünün geçtiği kır evi de sonbahar loşluğundaki odaları, ekrandan toprak-yaprak karışımı koku salan bahçesi, bahçedeki çalışmayan telefon kulübesiyle adeta bir karakter gibi rol çalıyor. Zaten sonlara doğru o kulübeye bile bir karakter kazandıran çok duygulu anlara şahit oluyoruz. <b>Narcosis</b>, stilize bir bunalım, estetik bir klostrofobi, pastoral bir sıkıntıyla yas olgusunun son zamanlarda en iyi işlendiği filmlerden biri. Harikulade bir ilk film çekmiş olan <b>Martijn de Jong </b>da artık sonraki işlerinde bu filmin referansını gururla taşıyacaktır. </div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-3595439143454545972023-08-31T13:08:00.001+03:002023-08-31T13:08:21.877+03:00Aniara (2018)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigi4yxo58PBBHEA0gzg_kQNKN49fzMRQY4JKTMJQI0Oqv0j7tOdzk1dajg5m-cokQSGVpZDWJBuRyierBdKZ2HQIuP0_W8wO_kBCWgC-IahlliwX8ASZxsUEUYhyAEEvwkEzz0WF4G4li6t4_zeewer-YGlRX5zpFtYkCs0j-t5OuamXDstlZTv9iy09b8/s751/Aniara%20(2018).jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="751" data-original-width="507" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigi4yxo58PBBHEA0gzg_kQNKN49fzMRQY4JKTMJQI0Oqv0j7tOdzk1dajg5m-cokQSGVpZDWJBuRyierBdKZ2HQIuP0_W8wO_kBCWgC-IahlliwX8ASZxsUEUYhyAEEvwkEzz0WF4G4li6t4_zeewer-YGlRX5zpFtYkCs0j-t5OuamXDstlZTv9iy09b8/w270-h400/Aniara%20(2018).jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> </div><div style="text-align: left;"><b>Yönetmen: </b>Pella Kagerman, Hugo Lilja</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Emelie Garbers, Bianca Cruzeiro, Arvin Kananian, Anneli Martini, Jennie Silfverhjelm, Dakota Trancher Williams</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Pella Kagerman, Hugo Lilja, Harry Martinson</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Alexander Berg<br /></div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>İsveçli yazar <b>Harry Edmund Martinson</b>, bestelenerek ilk uzay operası da kabul edilen epik bilim kurgu türündeki şiir kitabı "<b>Aniara</b>" ile 1974 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştü. 103 bölümden oluşan bu eserden <b>Pella Kagerman</b> ve <b>Hugo Lilja</b>'nın uyarlayıp bir senaryoya dönüştürdükleri İsveç / Danimarka ortak yapımı <b>Aniara</b>, yine bu ikilinin yönettiği düşük bütçeli bir bilim kurgu dram olarak çeşitli mütevazi festivallerden ödüller ve adaylıklar aldı. Sebebini bilmediğimiz, ama büyük ihtimalle insanoğlunun çeşitli sebeplerle yaşanmaz hale getirdiği Dünya’dan Mars’a doğru büyük boyutlu gezegenler arası göçlerin başladığı distopik bir gelecekteyiz. Film, içerisindeki geniş ağaç çiftlikleri sayesinde havanın tamamen doğal olduğu, AVM, restoranlar, çocuk alanları ve daha pek çok tesisin bulunduğu son teknoloji ürünü devasa transfer gemisi Aniara'da geçiyor. Dünya’dan Mars’a 3 haftada ulaşılacak şekilde planlanan bu yolculuk, geminin bir uzay enkazına çarpmasıyla tehlikeye girer. Çarpışma sırasında geminin yakıt deposunun zarar gördüğü için kaptanının tek çaresi gemideki tüm yakıtı boşaltmaktır. Tüm yakıtı boşaltılır ancak çarpışma sırasında gemi rotasından çıkmıştır ve yakıt kalmadığı için gemi uzayda sürüklenmeye başlamıştır. Ancak sorunlar bununla da bitmez. Zira sadece 3 haftalık bir uzay seyahati için hazırlanmış olan gemide temel yaşam kaynakları elbet tükenecektir.</div><div><br /></div><div>Film, uzay görüntülerinin sağladığı genişliği, Aniara gemisinin klostrofobik atmosferiyle dengelemeye çalışıyor ve bunda büyük ölçüde başarı sağlıyor. Zaten uzayda bir gemide geçen çoğu filmde bu klostrofobi ihtiyaç haline gelmiştir. İnsanın evrende alternatif yaşam formları arama saplantısının sembolü haline gelmiş Mars'a yolculuk temasının olası post-apokaliptik senaryolara verdiği ilhamdan hareketle uyarlanan <b>Aniara</b>, içinde iyi fikirler barındıran bir film. Her ne kadar çoğunu göremesek de belli kapasitesiyle bir şehir havası verilen bu geminin içinde bir yandan dünyadaki gibi bir yaşam sürerken, bir yandan da artık dünyada olmamanın verdiği psikolojik yıpranmanın dengelenmesini ve hatta bir nebze iyileştirilmesini sağlamak amacıyla bir "Mima" odası tasarlanmış. Gemideki insanların "hatıra bankası"na erişerek dünyadaki geçmişlerinde kalmış güzel günlerinin, hayallerinin, anılarının simüle edildiği bu oda ilginç fikirlerden biri. Filme de bu odanın işleyişinden sorumlu ve kendisine <b>Mimaroben </b>denilen kadının merkezinden bakıyoruz. Ama sanılanın aksine senaryo bu odaya giren insanların bizi ilgilendirmeyen, filme de katkısı olmayan anılarıyla dolu bir şekilde sarkmıyor, sıkıcı hale gelmiyor. İşleyişi anlamamıza yarayan birkaç sahne bu işi görüyor. Filmi asıl ayakta tutan, 3 hafta olarak tasarlanan bu yolculuğun, yaşanan kaza nedeniyle aylara ve yıllara uzamasının yaratacağı belirsizliğin çekiciliği.</div><div><br /></div><div>Aniara transfer gemisinin bir mikro dünya tasviri olduğu çok açık. Hırsları, savurganlığı, şiddeti, nefreti ve tüketim çılgınlığıyla gezegenini yiyip bitirmiş, gözünü bu defa Mars'a dikmiş insanoğlunun, Mars'a ulaşmadan önce sömüreceği şeyin Aniara olacağı da öyle. İşler ters gidince ve gemide planlanan süreden fazla kalınacağı anlaşılınca insanların bozuk psikolojilerini, sıkıntılarını, isyanlarını önlemek için Mima odasıyla beraber tüketime, gece hayatına (!), cinsel özgürlüğe ve türlü istihdam alanlarına yönlendirilerek meşguliyet sağlanıyor. <b>Harry Martinson</b>, Aniara şiirinin önemli bir bölümünü Hiroşima ve Soğuk Savaş döneminde yaşanan küresel çılgınlıklara tepki olarak yazmış. Günümüze hatta filmde olduğu gibi geleceğe de uyan bu anlayış, hükümetlerden bireye her kalemde kendini gösteren bu tüketme, yıpratma, yok etme alışkanlıklarının toplumların sonunu getirmesine ama beton aralarından bile kafasını uzatabilen yeşillikler gibi bu yok edici sistemin insanın olduğu her ortamda kendini bir şekilde yeniden inşa edebildiğine vurgu yapıyor. Can sıkıntısından icat edilen şamanik ritüeller, dinler veya üreme zarureti gibi mitler her ortamda gücünü korumaya, evrimleşmeye devam ediyor. Film bunlara çeşitli şekillerde değinse de, özellikle temel yaşam kaynaklarının tükenmesi karşısında bulunan çözümler hakkında bizi bilgilendirmiyor. Oksijen meselesi bir şekilde halledilmiş ama o kadar insan sadece yosun yiyerek bunca yıl sağlıklı bir şekilde hayatta kalmış olabilir mi sorusundan kaçılmış intibası uyanması mümkün. Genel olarak kendini iyi ifade etmiş, geleceğin karanlık yüzüne, uzay ve uzay gemisi metaforlarıyla klostrofobik belirsizliklere, umutların yavaş yavaş çürümesine kendi çapında iyi eğilebilmiş bir film <b>Aniara</b>.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-32828075419031404732023-08-23T13:22:00.001+03:002023-08-25T13:36:57.103+03:00Trois jours et une vie (2019)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCKqFFJnKw7zEJltcpiPZA_c3_hUqiJET9bs43B7qdJ07vvVsHY0jOf3kXzrRjQu5glebge-M1icHvcaMFIDWuAWZ9Z32fjdo7-y5ZbxXGqCuNWJuGb0_d7rhUzenthKN8UEis2IcREeV6nPgeSWtRB6pUe6HzMhtRx6znZB66FraKX1GBeoExYWDHhqHz/s1080/Trois%20jours%20et%20une%20vie%20(2019).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="797" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCKqFFJnKw7zEJltcpiPZA_c3_hUqiJET9bs43B7qdJ07vvVsHY0jOf3kXzrRjQu5glebge-M1icHvcaMFIDWuAWZ9Z32fjdo7-y5ZbxXGqCuNWJuGb0_d7rhUzenthKN8UEis2IcREeV6nPgeSWtRB6pUe6HzMhtRx6znZB66FraKX1GBeoExYWDHhqHz/w295-h400/Trois%20jours%20et%20une%20vie%20(2019).jpg" width="295" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Nicolas Boukhrief</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular: </b>Sandrine Bonnaire, Pablo Pauly, Charles Berling, Philippe Torreton, Margot Bancilhon, Arben Bajraktaraj, Jeremy Senez, Dimitri Storoge, Léo Lévy</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Pierre Lemaitre, Perrine Margaine</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Robin Coudert</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Pierre Lemaitre</b>'nin aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosu <b>Lemaitre </b>ile birlikte <b>Perrine Margaine</b>'e ait, yönetmenliğini ise <b>Nicolas Boukhrief</b>'in yaptığı <b>Trois jours et une vie</b> (<b>Three Days and A Life</b>), kazara işlenen bir cinayet ve bu cinayetin yıllara uzanan etkilerinin izini süren bir dram. Film, büyük bir kısmı Belçika ile Lüksemburg sınırları içinde kalan, bir kısmı da Fransa sınırları içine giren Ardenler'de bir kasabada 25 Aralık 1999'da, polis şefi <b>Lambert</b>'in kasaba halkını üç gün önce kaybolan 6 yaşındaki <b>Rémi</b>'yi arama çalışmalarına katılmaya davet etmesiyle başlıyor. Fazla zaman kaybetmeden de üç gün öncesine dönüyor. Annesiyle yaşayan 12 yaşındaki <b>Antoine</b>, aşık olduğu kız olan <b>Emilie</b>'nin başka bir çocukla öpüşmesine şahit olur. Ardından <b>Emilie</b>'nin ailesinin köpeği <b>Ulysses</b>'e araba çarpar. Baba <b>Michel</b> de acı çekmesin diye <b>Antoine</b>'ın gözü önünde köpeği tüfekle vurur. Psikolojisi yıpranan <b>Antoine </b>ertesi gün ise sinirli bir anında <b>Emilie</b>'nin kardeşi <b>Rémi</b>'yi ormanda kazara öldürür. Panikle cesedi bir çukura atıp kimseye bir şey söylemez. Tüm kasaba <b>Rémi</b>'yi bulmak için seferber olmuşken, <b>Antoine </b>bu trajediyi saklamaya kararlıdır.</div><div><br /></div><div><b>Trois jours et une vie</b>, bir polisiye veya suç dramı olarak roman uyarlaması olduğunun hakkını veren bir yorum. Küçük kasaba, birbirini tanıyan insanlar, işlenen bir suç ve onun getirdikleri çok fazla gördüğümüz bileşenler. Küçük <b>Rémi</b>'nin talihsiz akibetini görüyouz, dolayısıyla ortada gizemli bir cinayet yok. Asıl odağımız, istemeden de olsa 12 yaşında katil olan <b>Antoine</b>'ın nasıl bir yol izleyeceği. O yaşta bir çocuğun makul ve mantıklı hareket edebileceğini, olayları detaylı biçimde ölçüp biçeceğini beklemek pek doğru olmaz. Ama o yaşta bir çocuğun bu olayı büyüklerine itiraf ettiğinde ne derece anlaşılabileceğini, başına nelerin gelebileceğini kestirmesi de zor. Çoğumuzda o yaşlarda yaptığımız yaramazlıkların sonuçlarıyla yüzleşmemek için yalan söyleme veya susma alışkanlıklarımız vardır. O yüzden <b>Antoine </b>cesedi görünmeyeceğini düşündüğü bir yere atmayı ve hayatına kaldığı yerden devam etmeyi seçiyor. Tabii onun devam edebilmesi için doğa da devreye giriyor. Kapsamlı arama yapılacağı günün öncesinde gece patlak veren büyük fırtına, fiziki şartları yerle bir ettiği gibi, kasaba büyük kayıplara uğradığı için <b>Rémi</b>'nin kayboluşu da gölgede kalıyor. Giriş bölümünün ardından önceki üç güne dönüldüğü, o üç günde yaşanan kilit olayların gösterildiği geri dönüş kurgusu, bu fırtınayla son buluyor ve bu kez zamanda daha büyük bir sıçrama yapıyoruz. </div><div><br /></div><div>Büyüdüğü, bir meslek sahibi olduğu zaman da <b>Antoine</b>'ın farklı sorunlarla yüzleşmesi söz konusu. Ama bu trajik olayı, hele de kendisinin sorumlusu olduğu bu olayı geride bıraktığını gördüğümüz vakit filmin ya da kökeninde romanın gerçeği söylemek ile hiçbir şey söylememek arasındaki ikilemin neresinde durduğunu merak etmeye başlıyoruz. 12 yaşında da, 30'una yaklaştığında da <b>Antoine</b>'ın eline gerçeği açıklamak için bazı fırsatlar geçiyor. Ne var ki geçmiş travmalarına rağmen hayatını rayına koymak isteyenlerin bu travmaları ve benzer etkiye sahip sırları içinde tuttukları sır değil. <b>Antoine</b>'ın sırrının nasıl ortaya çıkacağı, hatta çıkıp çıkmayacağı filmin en büyük gizemini oluşturuyor. Filmde bunun cevabını aldığımız gibi, bir film eleştirisine değil filmin kendisine bırakılması gereken başka sürprizlerin ortaya çıkışı da bu dramın katmanlarını ortaya seriyor. O sürprizleri bozmadan söylenebilecek şeylerden biri, herkesin birbirini bildiği küçük kasabaların insanı yutan, dönüşmesine, gelişmesine izin vermeyen, bağlı olduğu köklere bir süre sonra kendisinden de kökler eklemeye başladığı tuhaf manyetik alanlar olduğu gerçeği. Geçmişinde <b>Le convoyeur</b> gibi başarılı bir soygun filmi de bulunan <b>Nicolas Boukhrief</b>, filmin yıllara yayılan hikayesini seyirciye yabancılaştırmayan kurgulama tecrübesine de sahip bir yönetmen. Roman uyarlaması suç dramı <b>Trois jours et une vie</b>, kurulu düzenlerin, normal yaşamların geçmişinde çocukluğa, gençliğe dair ne sırlar yatabildiğinin, bu düzenlerin bozulmaması adına vicdan duygusunun nasıl ötelenebildiğinin etkileyici bir örneği.</div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-75348370620972093102023-08-12T15:30:00.001+03:002023-08-16T15:44:13.733+03:00Spider-Man: Across The Spider-Verse (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimV2bF2TxuVvVDApv9vVQ7onwGsAgu_iaqxZo5mzMvm2EypaPVC5B6GDDmWdmtkY_APPNCTFi_2Bn4mECq2prwRJBwtc4uBnAa2lAHB9t3rbWDMqMznidcdIi-4wQKxSEY9mc1ht-jEQNBa9FTzm7yRU1f-RbmbtLjuq8ESyMosEPxOClr9uJr4xECoa8E/s1485/sp323.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1485" data-original-width="1000" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimV2bF2TxuVvVDApv9vVQ7onwGsAgu_iaqxZo5mzMvm2EypaPVC5B6GDDmWdmtkY_APPNCTFi_2Bn4mECq2prwRJBwtc4uBnAa2lAHB9t3rbWDMqMznidcdIi-4wQKxSEY9mc1ht-jEQNBa9FTzm7yRU1f-RbmbtLjuq8ESyMosEPxOClr9uJr4xECoa8E/w269-h400/sp323.jpg" width="269" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen: </b>Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson</div><div style="text-align: left;"><b>Seslendirenler:</b> Shameik Moore, Hailee Steinfeld, Brian Tyree Henry, Luna Lauren Velez, Oscar Isaac, Jason Schwartzman, Issa Rae, Daniel Kaluuya, Jake Johnson, Karan Soni, Shea Whigham, Mahershala Ali, Andy Samberg, Jack Quaid</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Phil Lord, Christopher Miller, Dave Callaham</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Daniel Pemberton</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Spider-Man: Into The Spider-Verse</b> (2018) filmi ile girdiğimiz yepyeni <b>Spider-Man</b> evrenine film olarak 5 yıl sonra, macera olarak yaklaşık 1 yıl sonra devam ediliyor. İlk filmin yönetmen üçlüsü tamamen değişip <b>Joaquim Dos Santos</b>, <b>Kemp Powers</b>, <b>Justin K. Thompson</b> üçlüsü olarak şekillenmiş. Senaryo üçlüsü arasında ise değişmeyen tek isim <b>Phil Lord</b>. İlk filmde örümcek kimliğini ve becerilerini yine radyoaktif örümcek ısırığı klişesiyle alan ve kapasitesini keşif yolculuğuna çıkan <b>Miles Morales</b>'in büyüme hikayesini izledik. Ama bu hikaye, farklı animasyon tarzlarının birleşiminden, dram ve mizah dengesinden, dinamik senaryo anlayışından ve diğer başarılı yan unsurlardan aldığı güçle çok başka yerlere gitti. <b>Örümcek Adam</b> konseptinin, hatta başka süper kahraman konseptlerinin bile yapmadığı şekilde vizyonunu genişletti. Bunda çoklu evren mefhumunun da rolü büyük. Marvel evreninde <b>Thanos </b>sonrası durulan kaos ortamının yerini bu çoklu evren kaosuyla tazelemek isteyen senaryolar, çeşitli Marvel filmleri ve dizileriyle nereye evrileceği bilinmeyen bir yola çekmiş bulunuyorlar. Kötü adam karizmasından yoksun <b>Kang </b>dışında devasa bir kötü yok. Onun da ne olduğu, motivasyonları, sınırları tam olarak net değil. İşte serinin ikinci filmi <b>Spider-Man: Across The Spider-Verse</b> bu çoklu evren tasarımının örümcek ayağını detaylandırmada olağanüstü bir çaba sarf ediyor.</div><div><br /></div><div>İlk filmin kötü adam ihtiyacını gayet iyi karşılayan <b>Kingpin</b>'den sonra gözlerimiz bu filmin kötüsünü arıyor. Onunla da Brooklyn'de bir marketteki ATM'yi çalmaya çalışırken tanışıyoruz. İlk filmde Alchemax tesisinde çalışan bir bilim insanının yaptığı bir çarpıştırıcı testi sonucu başka bir boyuttan getirdiği örümceğin <b>Miles</b>'ı ısırması sonucu <b>Spider-Man</b>'e dönüşmesi, daha sonra <b>Miles</b>'ın Alchemax tesisini patlattığında çarpıştırıcı odasında bulunan aynı adamın maruz kaldığı radyoaktif tepki sonucu tuhaf bir yaratığa dönüşmesi, ikisi arasında tipik bir husumet formülü ortaya koyuyor. Siyah beneklerle kendine istediği yerde anlık portallar açabilen ve bu beneklerden dolayı kendine "<b>Spot</b>" adını veren bu yaratık, alışıldık kötü adam tiplemelerinin aksine evini, işini, dostlarını kaybetmiş, becerilerini kullanarak ATM'den para çalmaya kadar düşmüş bir vaziyette. İşte bu potansiyelini tam olarak bilememe durumunun yarattığı tehlikenin varlığını <b>Miles </b>ile olan uzun kavgalı tanışmasında hissedebiliyoruz. Sahip olduğu bu kontrolsüz güç yabana atılır cinsten değil. Ama serinin bu ikinci filmi aslen <b>Spot</b>'ın yok edilmesi üzerine değil, Örümcek Evreni’ndeki birtakım sorunları çözmeye, tehditlere karşı önlem alıp ortadan kaldırmaya çalışan ekibin lideri olan bir başka Örümcek Adam <b>Miguel O’Hara</b> ile bu ekibe dahil olmaya çalışan <b>Miles </b>arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar üzerine gidiyor. <b>Miguel</b>'in otoriter yapısıyla <b>Miles</b>'ın ele avuca sığmayan asiliğinin çatışması kaçınılmaz.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-ZJ1C8UJmQdto5eToNBYOIptzkrFwaYWMh5f2W89rUhfUlg8J-9vEUK6m1bFIGAVdf-L6UkB-nEpUYmukq-N97qdKBJ7aj-FQQnoqzKvA7d3Ufe_kDPZijzvpsrb1qoAyanV7cRxN9S32pyXbeyhHf7O1yt4pMJ5u8UHs7ruoM7z-c6VunyteK4bb6Zwj/s1200/spider-man-across-the-spider-verse.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="700" data-original-width="1200" height="234" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-ZJ1C8UJmQdto5eToNBYOIptzkrFwaYWMh5f2W89rUhfUlg8J-9vEUK6m1bFIGAVdf-L6UkB-nEpUYmukq-N97qdKBJ7aj-FQQnoqzKvA7d3Ufe_kDPZijzvpsrb1qoAyanV7cRxN9S32pyXbeyhHf7O1yt4pMJ5u8UHs7ruoM7z-c6VunyteK4bb6Zwj/w400-h234/spider-man-across-the-spider-verse.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div><b>Miles</b>'ın çok değer verdiği <b>Gwen</b>'in <b>Miguel </b>ve Örümcek-Kadın <b>Jessica Drew</b> ile birlikte Örümcek Evreni'ne katılımı, <b>Miles</b>'ın da bu evrene sızması sonucu bu "evren" temasının büyülü atmosferine dalıyoruz. Ekipte ayrıca <b>Pavitr Prabhakar</b> adlı genç Hint örümcek adam ve <b>Hobie Brown</b> adlı punk örümcek adam, <b>Peter Parker</b> ve kız bebeği <b>Mayday</b>, daha bir dolu yan karakter bulunuyor. Mumbai ve Manhattan’ın mimari karışımını yansıtan "Mumbattan", özellikle de Nueva York'taki "Genel Merkez" tasarımları olağanüstü. Devasa bir Örümcek Toplumu ile karşılaşıyoruz ki, hepsi rengarenk örümcek kostümleri giymiş yüzlerce örümcek birey, örümcek silahşör <b>Web-Slinger</b> ve atı <b>Widow </b>(ki ona bile maske takılmış), Video Oyunu, Lego, "Peter Parkedcar" adında bir örümcek cip, yine örümcek kostümlü, tüm örümcek becerilerine sahip kedi, hatta dinozor bile var. <b>Miles</b>'ın kaçışını engellemek için hepsinin seferber olduğu sahnenin baş döndüren temposu, psikoloğundan burgercisine pek çok ayrıntının saniyeler içerisinde akıp gittiği emek, zeka, mizah dolu harikulade bir sekans ortaya çıkarıyor. Filmde karşılaştığımız onlarca farklı animasyon tekniği, sürekli birbirlerinden rol çalıyor. Renk tonlarının parlayıp solması, pastelden karakaleme uzanan palet genişliği, örneğin <b>Hobie Brown</b>'ın yer aldığı sahnelerde gördüğümüz 70'ler sonu <b>Sex Pistols</b> ve muadillerinin albüm kapaklarında moda olmuş fontlar gibi detaylar özenle düşünülmüş.</div><div><br /></div><div>Fakat bu baş döndürücü tempo, aksiyon sahnelerinin içinde gizlenmiş bu detayların saniyeler içinde fark edilmesine, bazılarının atlanmasına, sürekli yenilendiği için çoğuna anlık reaksiyon verilememesine neden oluyor. Şayet sinemada izlenmişse bu sahnelerin geri alınarak tekrar sindire sindire izlenme ihtiyacı doğması muhtemel. Öte yandan "ya tek bir insanı ya da bütün dünyayı kurtarmak arasında bir seçim yapmalısın" mottosu hala aşılamamakta ve algoritmalar, örüntüler gereği bazı hayatları kurtarmanın evrenin düzenini bozacağı, kaosa yol açacağı çatışması hala ısıtılmakta. Keza <b>Miles</b>'ın ve <b>Gwen</b>'in ebeveynleriyle olan uzun çatışmaları da filmin görsel anlamda yenilikçi vizyonuna uymayan demodelikte kalıyor artık. Son olarak, her ne kadar bu hikayenin bazı hatlarıyla serinin bir sonraki filminin <b>Spider-Man: Beyond The Spider-Verse</b>'e taşınacağını bilsek de, bu film tüm hatları o filme bırakıp adeta bir sonraki bölüme pas atan bir dizi finali gibi bitiyor. Tıpkı ilk film gibi kendi giriş, gelişme ve sonucunu kurmuş olsa, içerdiği curcunayı daha iyi sahiplenebilirdi. Ama defalarca söz ettiğimiz farklı teknik kullanımlarının getirdiği Spider-Verse vizyonerliği aynen kaldığı yerden, hatta üzerine de koyarak devam ediyor. Devam eden bir diğer unsur da <b>Daniel Pemberton</b>'ın ambient, breakbeat, funk, rock, klasik, bhangra, punk çeşnili müzikleri. Bu kadar farklı türü aynı albüme belli bir bütünlükle ve sahnelerin doğasına uygun biçimde buluşturan profesyonelliği yine hayranlık verici. Üçüncü film <b>Beyond The Spider-Verse</b>'ün konu olarak az çok neye benzeyeceği belli. Ama sınırları hakkında elini göstermeyen görselliğinin neler getireceğine dair beklentiler çok yüksek.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-7146869535125380722023-08-07T20:14:00.001+03:002023-08-09T11:54:53.270+03:00When You Finish Saving The World (2022)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiI7QDc6XC80xX_mZ7N9qb0DD3EmbNAkHwGxwTBHQu7G_IrEt-ML_AxyBTnk6Or2fpM3jv1ICmGp5L56ApezYgFyC9G_H97ELAhNOhQhs6UB1f_2gv7aZS2QAdSMJ8mwC1ad005RiiSsLndWsY6wEjqwTWMCZf-Y3_f2QcOYI-sJxpv-ZkvsfYYuJLYwW-5/s1184/When%20You%20Finish%20Saving%20The%20World.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1184" data-original-width="800" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiI7QDc6XC80xX_mZ7N9qb0DD3EmbNAkHwGxwTBHQu7G_IrEt-ML_AxyBTnk6Or2fpM3jv1ICmGp5L56ApezYgFyC9G_H97ELAhNOhQhs6UB1f_2gv7aZS2QAdSMJ8mwC1ad005RiiSsLndWsY6wEjqwTWMCZf-Y3_f2QcOYI-sJxpv-ZkvsfYYuJLYwW-5/w270-h400/When%20You%20Finish%20Saving%20The%20World.jpg" width="270" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Jesse Eisenberg</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Julianne Moore, Finn Wolfhard, Billy Bryk, Alisha Boe, Jay O. Sanders, Eleonore Hendricks</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo: </b>Jesse Eisenberg</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Emile Mosseri</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div>Oyuncu <b>Jesse Eisenberg</b>'in yazıp yönettiği ilk filmi <b>When You Finish Saving The World</b>, iletişimsizlik ve kuşak çatışması üzerine iki ana kanaldan ilerleyen, söyleyeceklerini anne ve oğul temsilleri vasıtasıyla dile getiren dengeli bir yapım. Sosyal hizmetler görevlisi anne <b>Evelyn </b>ve onun 17 yaşındaki oğlu <b>Ziggy </b>arasındaki ilişkinin arızalarını masaya yatıran <b>Eisenberg</b>, oyuncu olarak ilk önemli çıkışını gerçekleştirdiği 2005 yılı <b>Noah Baumbach</b> filmi <b>The Squid and The Whale</b>'in dokusundan etkilendiğini belli eden sade bir yazım yönetim sergiliyor. Kendi dünyasında yaşayan oğlu <b>Ziggy </b>ile bağ kurmakta zorlanan <b>Evelyn</b>, kocasından gördüğü şiddet üzerine kadın sığınma evine gelen <b>Angie</b>'nin <b>Ziggy </b>ile aynı yaştaki oğlu <b>Kyle</b>'da uzun zamandır gösterme fırsatı bulamadığı annelik hislerini duyumsamaya başlıyor. Annesine bağlı, sevecen, becerikli bir genç olan <b>Kyle</b>'da <b>Ziggy</b>'de bulamadığı bu özellikleri gören <b>Evelyn</b>, onunla vakit geçirmek için bahaneler uyduruyor. Hatta <b>Ziggy</b>'nin takmadığı bir şapkayı ona veriş şeklinde olduğu gibi acemilikler de gösteriyor. Fakat kısa sürede tipik anne dominantlığına kapılmaya başlayınca fazla sahiplendiğini anlayamadığı <b>Kyle </b>ile, oğlu <b>Ziggy</b>'yle yaşadığına benzer çatışmalara doğru sürükleniyor.</div><div><br /></div><div>Öte yandan dünya çapında 20.000 takipçili kendine ait müzik kanalında yazdığı şarkıları seslendiren kendini beğenmiş <b>Ziggy </b>karakteri ile günümüz bol takipçili boş sosyal medya fenomenlerini eleştirme fırsatı yaratan <b>Eisenberg</b>, bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor. Okulda hoşlandığı <b>Lila</b>'nın ülkenin politik gerçeklerine, yolsuzluklara, çevre bilincine dair duyarlı yönüne bakmadan, takipçi sayısıyla onu etkileyebileceğini düşünecek kadar saf olan <b>Ziggy</b>, çok geçmeden aslında onun bu duyarlı yönüne bakması gerektiğini anlıyor. Fakat ülke ve dünya gerçeklerinden bihaber olduğu, bunu nasıl yapabileceğine dair en ufak bir fikri olmadığı için o da acemilikler yaşıyor. İşte ana-oğulun farklı karakterdeki bu acemiliklerinin arka planında yer alan benzerliklerine ve iletişimsizliklerine varmaya çalışan <b>Eisenberg</b>, bu iki kanal arasında kurgu ve tema bazında iyi bir denge tutturuyor. Ebeveynlerinden öğreneceği çok şey varken içinde birden atan "şalter" yüzünden kendine sığ bir dünya yaratıp oraya gönüllü hapsolan <b>Ziggy </b>ve önünde ilgilenebileceği bir evladı varken başkalarının ailevi sorunlarıyla ilgilenmekten kendisinkine zaman yaratmakta sıkıntılar yaşadığını anladığımız <b>Evelyn </b>arasındaki bu iletişimsizlik, aynı evde yaşadığı ve birbirini tamamlayabileceği halde uzak düşen aile fertlerinin evrensel sorunlarından biri olarak pek çok sahicilik taşıyor.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_HBgypO8xOfJe4pqqefe8yVfPQwXC12v7kmoBtyJAULRMlURedO0OePvNZDVWEZWncUkPmbgMhBevNm4LSS6bYAcBlzQxcX3-rOGkr1wG_9ixkSSGk1D7jkNBY6iQbmVQhZy0wmHEWSy8oYlj42AOVCUxLOTyMN3ZTF3WlcGH6j709Q1gJDUSZToZ_6GE/s1280/x720.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1280" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_HBgypO8xOfJe4pqqefe8yVfPQwXC12v7kmoBtyJAULRMlURedO0OePvNZDVWEZWncUkPmbgMhBevNm4LSS6bYAcBlzQxcX3-rOGkr1wG_9ixkSSGk1D7jkNBY6iQbmVQhZy0wmHEWSy8oYlj42AOVCUxLOTyMN3ZTF3WlcGH6j709Q1gJDUSZToZ_6GE/w400-h225/x720.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div>Bahsettiğimiz amaçlar doğrultusunda <b>Evelyn</b>'in <b>Kyle</b>'a, <b>Ziggy</b>'nin ise <b>Lila</b>'ya o kadar odaklanmış olduklarını görüyoruz ki, ailenin babası <b>Roger</b>'ın üniversiteden Yaşam Boyu Başarı Ödülü alma törenini bile unutmalarına çok da şaşıramaz hale geliyoruz. Aile fertleri arasındaki bağ kopukluğunun türlü versiyonlarıyla karşılaşmış olabileceğimiz ve bu bağsızlığı kanıksamaya başladığımız şu son dönemlerde herkesin kendi güvenli alanına çekilip orada kendi iç huzurlarıyla yaşama alışkanlıkları edinme eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Başkalarına, hatta bazen kendi aile fertlerimize bile tahammülsüzüz. Kendimizi bildik bileli kuşak çatışması dediğimiz şeyi günümüzde Z Kuşağı ve "boomer"ların birbirlerine olan tahammülsüzlüğü şeklinde ifade ediyoruz. Sosyal medya aygıtları sayesinde artan takipçi sayıları, beğeniler, kazanılan paralar gençlerin kendilerini tıpkı <b>Ziggy </b>gibi kaf dağının tepesinde görmelerine yol açıyor. Bu ilüzyon, onların kendilerini geliştirmelerinin, bir şeyler okuyup öğrenmelerinin, politik, sosyal ve dünyevi duyarlılık edinmelerinin önünde çok sağlam bir duvar örüyor. Ama <b>Kyle </b>ve <b>Lila </b>gibi zeki, duyarlı, başkalarına yaranmaktansa kendi kimliğini oturtma peşindeki gençlerin varlığı ümit verse de çoğunluğun durumu hiç iyi değil. </div><div><br /></div><div><b>Eisenberg</b>, <b>Ziggy </b>gibi bir örnekle müzik benzeri bir uğraşın da ifade biçimi olabileceğini, ne var ki müzik, spor, oyunculuk vs. gibi uğraşlar üzerinden kariyer oluşturmaya çalışan gençlerin her halükarda kendilerini okuyup, öğrenip yorumlayabilecek şekilde geliştirerek belli bir dünya görüşleri olması gerektiğini savunuyor. Bunları <b>Evelyn </b>özelinde belki de didaktik kaçabilecek biçimde ifade ederek, onun bu eğitimli anne didaktikliğinin sırıtmamasını da sağlıyor. <b>Eisenberg </b>tam olarak işlevsiz aile demek istemiyor belki ama ebeveynler için çocuklar büyüdükçe hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasından, bu çocukların onların arzuladığı gibi bir evlada dönüşmemelerinden ötürü duydukları hayal kırıklığıyla doğal akış gereği ailenin işlevsizleşebileceği ihtimalini masaya koyuyor. İletişimsizliğin önemini vurgulamaya doyamıyor. Babası <b>Roger</b>'ın okuduğu intihar makalesi üzerine sofrada <b>Ziggy</b>'ye "mutlu musun" sorusuna verdiği içten cevap veya <b>Evelyn</b>'in çalıştığı binada sekreter olan kızla asansör beklerken yaptığı kısa sohbet sonrasında kızın "beni kovacak mısınız" endişesi, bu iletişimsizlik belasının sadece aile içinde değil, her ortamda ve farklı türlerde insanları etkilediğinin hoş örnekleri. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra Cannes’da Eleştirmenlerin Haftası bölümünde gösterilen <b>When You Finish Saving The World</b>, özellikle <b>Julianne Moore</b>'un güçlü performansıyla taçlanan, belki de yeni bir <b>Noah Baumbach</b> olarak <b>Jesse Eisenberg</b>'i müjdeleyen bir film.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2606936492074518664.post-83962134863983749892023-07-28T18:17:00.000+03:002023-07-29T20:52:22.731+03:00As bestas (2022)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVrZtV-A3M2HveHzMTOlkp5ddm-hjj9q2GWIIahm7h73KaAhwakQU_THn8QTmYLeDMOSZpHcYJm3rxTMuY8D_7rphiR6WW-Y_4j82tixYPNIMFVkA5drZfBBd6uohvO92g3Tl-7sWKZs12RL25PIlmpxfqZnu352ZvXCA2y5uC5s5Cc9aLhjttvYfbKWp4/s600/As-bestas-poster.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="420" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVrZtV-A3M2HveHzMTOlkp5ddm-hjj9q2GWIIahm7h73KaAhwakQU_THn8QTmYLeDMOSZpHcYJm3rxTMuY8D_7rphiR6WW-Y_4j82tixYPNIMFVkA5drZfBBd6uohvO92g3Tl-7sWKZs12RL25PIlmpxfqZnu352ZvXCA2y5uC5s5Cc9aLhjttvYfbKWp4/w280-h400/As-bestas-poster.jpg" width="280" /></a></div><div style="text-align: left;"> <br /><b>Yönetmen:</b> Rodrigo Sorogoyen</div><div style="text-align: left;"><b>Oyuncular:</b> Marina Foïs, Denis Ménochet, Luis Zahera, Diego Anido, Marie Colomb</div><div style="text-align: left;"><b>Senaryo:</b> Isabel Peña, Rodrigo Sorogoyen</div><div style="text-align: left;"><b>Müzik:</b> Olivier Arson</div><div style="text-align: left;"><br /></div><div style="text-align: left;"><div><b>Rodrigo Sorogoyen</b>'in <b>Isabel Peña</b> ile birlikte senaryosunu yazdığı ve kendisinin yönettiği İspanya/Fransa ortak yapımı <b>As Bestas</b>, Galiçya’nın iç kesimlerinde bir köye yerleşen Fransız <b>Antoine </b>ve <b>Olga </b>çiftini izliyor. Metruk yapıları tamir edip yaşanır hale getirerek, sebze yetiştirerek ve ürünlerini köy pazarında satarak, doğayla uyumlu, sakin, huzurlu bir hayat sürdürmektedirler. Ne var ki ekolojik gerekçelerle köye bir rüzgar enerjisi santrali kurulmasına itiraz ettikleri için komşularıyla araları iyi değildir. <b>Que Dios nos perdone </b>(2016), <b>El reino</b> (2018), <b>Madre </b>(2019) gibi üç güzel uzun metrajdan sonra dördüncüsü olan <b>As Bestas</b> ile İspanyol sinemasındaki yerini her yeni filmiyle sağlamlaştırdığını gösteren <b>Rodrigo Sorogoyen</b>, aynı zamanda ülkesindeki dizi sektöründe de yönetmen ve senarist olarak aktif bir rol sahibi. Sıklıkla <b>Sam Peckinpah </b>referanslarıyla karşılanan film, bu referansın altında ezilmeyen güçlü bir psikolojik gerilim. Özellikle çifte komşu olan, anneleriyle yaşayan <b>Xan </b>ve <b>Lorenzo </b>kardeşlerle <b>Antoine </b>arasındaki gerilim kimyasını çok iyi kullanan <b>Sorogoyen</b>, bu husumet ve psikolojik zorbalığın vitesini aşama aşama yükselterek neo-western türünün kaliteli örneklerinden birine imza atıyor.</div><div><br /></div><div><b>Sorogoyen </b>ve <b>Peña</b>, senaryoyu yazarken 2010 yılında yaşanan gerçek bir olaydan esinlenmişler. 2016 yılında <b>Andrew Becker</b> ve <b>Daniel Mehrer</b> tarafından yönetilen <b>Santoalla </b>adlı belgeselde etraflıca anlatılan bu olayda, Hollandalı <b>Martin Verfondern</b> ve <b>Margo Pool</b> çiftinin şehrin boğuculuğundan uzakta doğa ile iç içe yaşama ve organik tarımla uğraşma hayallerini gerçekleşmek için İspanya'nın Santoalla do Monte köyüne taşınıyorlar. Ancak orada yaşamakta olan <b>Rodríguez </b>ailesi ile yıldızları pek barışmaz. Kereste şirketinin o bölgedeki tek hane olan <b>Rodríguezlere </b>yaptığı ödemeler ikiye bölüneceği için buna yanaşmayan <b>Rodríguez </b>ailesi Hollandalı çifti yıldırmaya çalışıyorlar. <b>As Bestas</b>'ta ise Hollandalı çift Fransız, kereste şirketi de rüzgar enerjisi santrali unsurlarıyla değiştiriliyor. Tabii senaristler bu olayın verdiği ilhamla kendi gidişatlarını tayin ediyorlar. <b>Xan </b>ve <b>Lorenzo </b>kardeşlerin "Fransız" diye hitap ettikleri <b>Antoine </b>ile yüzyüze olduğu kadar gizliden uğraştıkları bölümler amaçlandığı üzere gerçekten sinir bozucu. Filmin bu noktada sunduğu ikilem, bölgenin yerlisi olan, fakirlikten ve fakirliğin getirdiği dışlanmışlıktan bunalmış köylülerin (ki filmde onları temsilen sadece <b>Xan </b>ve <b>Lorenzo </b>kardeşlerle anneleri var) rüzgar tribünleri sayesinde nihayet refaha kavuşacak olmaları, ne var ki geleli sadece birkaç yıl olmuş Fransız çiftin bu refahın önünde engel teşkil etmelerinden ibaret. Öte yandan <b>Antoine </b>ve <b>Olga </b>ne olursa olsun böyle davranılmayı hak etmiyorlar. Tek istedikleri doğal bir ortamda tarımla uğraşıp emeklilik sonası hayatlarının geri kalanını huzurlu geçirmek.</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXr8lKxU4DhQEOzICO6vRnU6rYSYw4KY3BTqRYSbcUvjBvIP4HkwbXjvq5-atGzO7OHHg3xT6EUSXJ1BhaRcebFTIla_pSuTDpfTuvVBSPRrkL0vDLe5MmDPooolFm9jElKFv_eTOCoM2Pic7WWC1GuNsy8gGHCtsFpF6pBSZMGeb2vLhxgALivf94HLUG/s635/MV5.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="419" data-original-width="635" height="264" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXr8lKxU4DhQEOzICO6vRnU6rYSYw4KY3BTqRYSbcUvjBvIP4HkwbXjvq5-atGzO7OHHg3xT6EUSXJ1BhaRcebFTIla_pSuTDpfTuvVBSPRrkL0vDLe5MmDPooolFm9jElKFv_eTOCoM2Pic7WWC1GuNsy8gGHCtsFpF6pBSZMGeb2vLhxgALivf94HLUG/w400-h264/MV5.jpg" width="400" /></a></div><br /><div><div>Film, Fransız çiftin bu Galiçya köyüne yerleşmesinden belli bir süre sonrasında başlayarak zaman kazanıyor. <b>Antoine</b>'ın iki kardeşle husumetinin de çoktan başladığını görüyoruz. Böylece iki taraf arasındaki gerginliği yansıtan sahnelere de bol bol yer kalıyor. <b>Sorogoyen</b>, bu küçük coğrafyanın kendine özgü rutinini, sade güzelliğini, <b>Antoine </b>ve <b>Olga</b>'nın burada buldukları huzuru resmederken bu gerginliği hep yanında tutuyor. Hatta doz arttıkça deyim yerindeyse her şey onların olduğu kadar biz seyircilerin de burnundan gelmeye başlıyor. Öğrencilerin okulda maruz kaldıkları akran zorbalığına benzer ilişki türlerinin her yaştan insan arasında yaşanmasının, bunun perdede defalarca izlenmesinden doğan sinir harbinin sahiciliği tüm filmi kaplıyor. Bir seyirci olarak ekran karşısında <b>Antoine</b>'dan beklentiler arttıkça ve bu beklentiler o sahicilik duvarına çarptıkça adeta psikolojik gerilim ile korku arasında gidip geliyoruz. <b>Christian Tafdrup</b> filmi <b>Speak No Evil</b>'da benzer şekilde karakterler arasındaki güç dengelerini masaya yatıran gergin anlatım, <b>As Bestas</b>'ın genlerinde de yer alıyor. O filmde <b>Bjørn</b>'un, burada ise <b>Antoine</b>'ın temsil ettiği aile reisi tanımının edilgenleştirilmesi aslında anlatımda oluşan gerginliğin en önemli sebeplerinden biri. Pasivize olmuş erkekliğin muhasebesi, o erkeğin görkemli geri dönüşüyle intikam güzellemeleri şeklinde karşımıza çıktı. İşte bu algıyı kırmaya oynayan <b>Speak No Evil</b> ve <b>As Bestas</b> gibi filmlerdeki o ürkütücü gerçekliğin ekranı dar etme gücü yadsınamaz.</div><div><br /></div><div>La Rapa das bestas de Sabucedo, İspanya'nın Sabucedo şehrinde her yıl Temmuz ayının ilk Cuma, Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günleri olmak üzere dört gün boyunca düzenlenen gösterinin adı. Atları dağdan toplayıp, tıraşlamak, mikroçiplerle işaretlemek, bunları yaparken herhangi bir ip, sopa ya da alet kullanmamak suretiyle gerçekleşen bu etkinlikte, aygırı tutmakla görevli olan "aloitadorlar", işlerini yapmak için yalnızca el becerilerini ve vücutlarını kullanırlar. Açılışta ağır çekim olarak izlediğimiz bir atın zapt ediliş görüntülerinin daha sonra filmin en kritik anına gönderme niteliğinde olduğunu fark ettiğimiz şık kurgu becerisi, önceki <b>Sorogoyen </b>filmlerinde de farklı şekillerde rastladığımız etkili dokunuşlardan biri. 2023 Goya Ödüllerini domine ederek En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (<b>Denis Ménochet</b>), Yardımcı Erkek Oyuncu (<b>Luis Zahera</b>), Orijinal Senaryo, Sinematografi (<b>Sorogoyen</b>'in tüm filmleinde çalıştığı <b>Alejandro de Pablo</b>), Kurgu, Ses, Müzik dallarının galibi olan <b>As Bestas</b>, İspanya Sinema Yazarları Ödüllerini de ana dallarda fethetmiş, bunun yanında birçok festivalden de ödüller, adaylıklar kazanmış bir yapım. Fransız oyuncular <b>Denis Ménochet</b> ve <b>Marina Foïs </b>ile birlikte Galiçya kökenli usta aktör <b>Luis Zahera</b>'nın sürüklediği film, bu oyuncuların ustalıklarını rahatça sergileyebilecekleri birçok dramatik ve gerilimli an barındırıyor. <b>Ménochet</b>'nin sürekli mülayimliği test edilen <b>Antoine </b>yorumu, <b>Zahera</b>'nın adeta devleştiği meyhanedeki sahneler, <b>Marina Foïs</b> ve <b>Marie Colomb</b>'un anne kız olarak tartıştıkları sekans bu anlardan bazıları.</div></div></div>Osman Danacıhttp://www.blogger.com/profile/13107715399263362251noreply@blogger.com0