29 Nisan 2011 Cuma

Incendies (2010)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin, Maxim Gaudette, Rémy Girard, Abdelghafour Elaaziz, Mohamed Majd
Senaryo: Denis Villeneuve, Wajdi Mouawad
Müzik: Grégoire Hetzel

Yetişkin ikiz evlada sahip Nawal Marwan, ölümünün ardından dostu ve sekreterliğini yaptığı noter Jean Lebel’a vasiyetini bırakmıştır. Buna göre ikizlerden Jeanne’a babasını, Simon’a da ağabeyini bulmasını, bulduktan sonra da her ikisine birer mektup vermelerini istemektedir. Bu işlemler tamamlandıktan sonra kardeşlere bir mektup daha verilecektir. Jeanne ve Simon, annelerinin sırlarla dolu geçmişine doğru yolculuğa çıkarken, bizler de geçmişe giderek bir yandan Marwan’ın hayatına en kritik noktasından seyirci olarak dahil oluruz. İkizlerin bu yolculuktan öğrenecekleri inanılması güç gerçeklerin hazmı, onlar kadar bizler için de çok zor olacaktır.


1989 yılında Montreal Katliamı olarak bilinen okul baskınını konu alan 2009 yapımı Polytechnique ile birçok anlamda usta bir filme imza atan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve filmi Incendies, Oscar adaylığı da almış yılın en iyi prodüksyonlarından biri. Polytechnique’te katliamın trajedisini nefis bir kurgu, sakin ve estetik yönü çok güçlü siyah beyaz bir anlatım, elinden geldiğince sert bir yaklaşımla nakış gibi işleyen Villeneuve, Incendies ile hemen hemen aynı ustalıkları sanki farklı bir yönetmenin elinden çıkmış gibi sunuyor bu kez. Polytechnique’e göre süresi daha uzun, görselliği farklı, meselesi ise başka bir coğrafyanın insanlarına ait bambaşka trajedilerle dolu bir fonda akmakta. İki Villeneuve filmi arasında dikkat çeken en önemli özelliklerden biri, bir bütünün çok önemli parçalarını meydana getiren etkili sahnelerin film içine serpilmiş ve filmi farklı kanallardan destekleyen kurgu ustalığı. Flashback kullanımı, geçmişle şimdiki zaman arasındaki köprü işlevini en iyi bu serpiştirme ile göstermiştir. Titanic gibi iki saat boyunca flashback izlemek zorunda kalmazsınız. Filmin şimdiki zamanına ani müdahale edilmesi gereken yerlerde o parçaları doğru yerlere, doğru zamanlarda monte ederseniz, bu köprünün köprü olduğu anlaşılır. Incendies bu açaıdan ders niteliğinde bile denebilir.

Filmin dili o kadar güçlü ki, geçmiş ile şimdiki zamanın iç içe geçmişliğinden yaratılan gizem ve gerilim, Nawal Marwan’ın sırlarla ve acılarla dolu geçmişindeki bu bilinmezlikleri iki saate yaymasını çok iyi biliyor. Wajdi Mouawad’ın oyunundan Denis Villeneuve’ün senaryoya uyarladığı Incendies, adeta patlamaya hazır bir bomba gibi olan bir Ortadoğu ülkesinde yaşanan siyasi ve askeri çalkantıların ortasında büyüyüp gelişen bir varoluş hikâyesi sunuyor. Hıristiyan-Müslüman çekişmesinin yarattığı insanlık dramlarından beslenen bu hikâye, merkezine koyduğu Nawal Marwan’ın çileli yaşamını, ölümünden sonra ilginç vasiyetini öğrenen ikizleri Jeanne ve Simon’ın annelerinin geçmişindeki sırlara ulaşma yolculuklarıyla paralel biçimde ele alıyor. Sözünü ettiğimiz bu kurgu becerisiyle de bu iki başlı öykü birbiriyle çok etkileyici biçimde kaynaşıyor. Jeanne ve Simon, annelerinin hayatını oturdukları yerden dinlemenin ötesinde, o hayata yıllar sonra da olsa dahil oluyorlar. Hatta bu sıra dışı hayatın çok önemli birer parçası olduklarını da anlıyorlar ki, bunun sonucunda geçmiş ve şimdi arasında bir kopukluk olmadığı gibi, filmin varolan gücüne güç katılıyor.


Denis Villeneuve, birbirine bağlı iki film izleğini, birbirini besleyen kurgu ve anlatım zenginliğini, büyük puntolarla isimlendirdiği farklı kanallar açarak sürekli canlı tutuyor. Her kanal kopukluk yaşamadan ayrı bir noktaya odaklanıyor. O kanalları kendi sınırlarından çıkararak ana kaynağa doğru yönlendiriyor. Otobüs sahnesi gibi Nawal Marwan’ın kendini adadığı bir fedakârlığı bir anlığına başka bir fedakârlıkla test eden veya keskin nişancı sahnesiyle izleyeni ters köşeye yatıran, ama esas amacının bu olmadığını sonradan anlayacağımız anlar hep bu mantığa hizmet ediyor. Birbirine kin ve öfke saçan iki büyük dinin fonksiyonunu biraz taraflı da olsa bu trajediler yumağının dekoruna yerleştirmesi, ama sadece dekor olarak bırakması da çok önemli. Ve akılalmaz gerçeği birdenbire değil, bir örümcek gibi adım adım örerek ortaya koyuyor. Çünkü bu gerçek, öyle birdenbire söylenecek, anlamlanacak, hazmedilecek bir gerçek değil. Yılları, ölümleri, kanı, gözyaşlarını, kayıpları, tesadüfleri geride bırakarak ulaşılmış bir katarsis. Tıpkı Marwan’ın vasiyetinde de söylediği gibi: “Çocukluk, insanın boğazına oturan yumru gibidir, kolay kolay yutulmaz."

Nawal Marwan’ı canlandıran Belçikalı Lubna Azabal’ın, bugüne kadar Oscar kazanmış birçok benzerini gördüğümüz olağanüstü oyunu ve ona eşlik eden Mélissa Désormeaux-Poulin ile Maxim Gaudette, filmin hikâye, anlatım ve dramatik kalitesine oyunculuk yönünden de sıkı destek sağlamakta. Filmin tedirgin edici bütünlüğü ve şok eden finalinin ardından kapıldığı hüzünle karışık huzuru verebilmek için tüm bu unsurların bir araya getirilmesini sağlayan en mühim isim ise tabiî ki Denis Villeneuve. Şimdiden Maelström, Polytechnique ve Incendies gibi üç kaliteli filme adını yazdırmış olan yönetmen, bu son filmiyle estetik anlayışını, cesaretini ve ustalığını iyice sivriltiyor. Onun gibileri her yeni filmini merakla bekleyeceğimiz birinci sınıf yönetmenler statüsüne işte böyle filmler sayesinde koyuyoruz.

24 Nisan 2011 Pazar

Bend It Like Beckham (2002)


Yönetmen: Gurinder Chadha
Oyuncular: Parminder Nagra, Keira Knightley, Jonathan Rhys Meyers, Anupam Kher, Shaheen Khan, Archie Panjabi, Juliet Stevenson, Frank Harper, Preeya Kalidas
Senaryo: Gurinder Chadha, Guljit Bindra, Paul Mayeda Berges
Müzik: Craig Pruess

Futbol beşiğinde sallanmış ve zamanında büyük başarılara şmza atmış David Beckham henüz bir filmde rol almadı. Zaten almasın da! Ama onun adının geçtiği Bend It Like Beckham filmi, her futbolcunun adının geçmesini isteyeceği türden enfes bir romantik komedi. Jess (Parminder Nagra) İngiltere'de yaşayan Hint asıll bir ailenin iki kızından biridir. Ailesi kızlarının derslerine önem vermesini ve yakında evlenecek olan ablası gibi uygun bir erkekle tanışıp evlenmesini arzu etmektedirler. Fakat Jess ünlü futbolcu David Beckham'ın hayranıdır ve günün birinde onun gibi futbol oynamayı düşlemektedir. Bölgedeki kız takımında oynayan Jules (Keira Knightley), onu birgün erkeklerle parkta futbol oynarken görünce takıma katılmasını teklif eder. Jess de kabul eder. Böylece aralarında sıkı bir dostluk oluşur. Ama ikisi de takımı çalıştıran Joe’ya (Jonathan Rhys Meyers) abayı yakınca arıza çıkmaya başlar. Neyse ki olay tatlıya bağlanır. Amerika'dan gelecek olan bir menejer, sonraki maçta Jess ve Jules’u izleyecek ve beğenirse burslu olarak transfer edecektir. Ancak maç gününün ablasının düğünü ile çakışması, Jess'i büyük bir seçim yapmaya zorlar.


Bireyin inandığı yolu seçmesi gerektiği gibi beylik ve sıkıcı mesajı ağzına sakız etmemiş, futbol tutkusunun cinsiyet tanımadığını vurgulayan, birey ve toplum çatışmasını erkek sporu sanılan futbol üzerinden okumaya çalışan ve içinden düğün alayı geçen sıcacık bir film. Irkçılık, cinsellik (gay-lezbiyen), yanlış anlamalar, kuşak çatışması ve türban (bu kez bir erkek açısından) meselelerine, suyunu çıkarmadan değinen filmi başta genç kızlarımız olmak üzere herkesin görmesi gerek. Zira çoğu çizgileriyle bize benzeyen Hint aile yapısı ve gelenek-göreneklerin ayrıntılarında kendimize ait çok şeyler buluyoruz. Jess ve Jules iki farklı kültüre ait olmalarına rağmen, futbolun birleştiriciliği ve kullandığı evrensel dili sayesinde ufuklarını genişletebiliyor ve bireysel özgürlüklerini elde edebiliyorlar. Demek ki futbol, içimizdeki özgür ruhu da ortaya çıkarma potansiyeline sahip cinsiyetsiz bir spor. Filmde ayrıca biri Hintli, biri İngiliz iki adet şeker gibi baba ile (Jules’un babası rolündeki Frank Harper’ı Lock, Stock & Two Smoking Barrels’dan hatırlarız), yine biri Hintli, biri İngiliz iki evhamlı ve komik anneye rastlıyoruz. Ebeveynlerin (Frank hariç) futbol kaynaklı endişelerinin boşa çıkması ve iki farklı kültürden olmalarına rağmen kızları ve onların futbol tutkusu sayesinde yakınlaşmaları da, futbolun ayrı bir potansiyelini ortaya koyuyor. Zeki bir mizah, samimi oyunculuklar, İngiliz-Hint karışımı hoş müzikler, insanı sarıp sarmalayan bir atmosfer ve futbol...

Şahsen David Beckham’ın filme çekilesi, kitabı yazılası bir ilginçliğe sahip olmadığını, sadece iyi futbol oynayan, ama yine de benim karizma normlarıma ters gelen bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Tavşanın dağa küsmesi durumu biraz da. E peki dağın yüksekliği, büyüklüğünü mü gösterir? Hatta paparazzilerden farklı olarak onu ve bir zamanların baharat kızlarından olan eşini sıkıcılık derecesinde buluyorum. Özellikle Manchester’dan ayrıldıktan sonra kendini magazin basınına ve reklamlara, futbolculuğunu de sele veren Beckham, filmde de olduğu gibi sadece bir sembol. Erişilecek en son nokta! Şimdi bulunduğu öngörülemez noktası neyin sembolü acaba? Parayı duyunca damarlarında akan kanın rengini şaşıran futbolcular neden bu kadar çok? Sahi niye hiç dünyaca ünlü Hintli bir futbolcu yok?

20 Nisan 2011 Çarşamba

In A Better World - Hævnen (2010)


Yönetmen: Susanne Bier
Oyuncular: Mikael Persbrandt, Trine Dyrholm, Ulrich Thomsen, William Jøhnk Nielsen, Markus Rygaard
Senaryo: Anders Thomas Jensen
Müzik: Johan Söderqvist

Anton, Danimarka’da yaşayan, aynı zamanda Afrika göçmen kampında görev yapan bir doktordur. Bu iki farklı dünya o ve ailesini, intikamla bağışlama arasında zor seçimlere iten anlaşmazlıklarla karşı karşıya bırakır. İki oğulları olan Anton ve karısı Marianne, ayrı yaşamaktadır. Büyük oğulları on yaşındaki Elias, okulda serserilerce rahatsız edilir. Bu durum, babası Claus’la Londra’dan taşınan yeni çocuk Christian’ın onu korumasıyla son bulur. Christian’ın annesi kansere karşı savaşını kaybetmiştir ve Christian onun ölümünden fazlasıyla üzgündür. Elias ve Christian kısa zamanda sıkı bağlar kurarlar. Ama Christian, Elias’ı trajik sonuçları olan bir intikam olayına karıştırınca dostlukları test edilir ve hayatları tehlikeye girer.

Kariyerinde After The Wedding (Efter brylluppet), Open Hearts (Elsker dig for evigt), Brothers (Brødre) gibi güçlü dramlar bulunduran Danimarkalı yönetmen Susanne Bier’in vasatın da altındaki Things We Lost In The Fire ile başlayan Hollywood sevdası sürüyor. Kendi adıma, bu filmden sonra tekrar ülke sinemasına geri dönen Bier’in, yukarıda örnek verdiğim başarılı yapımlarında da beraber çalıştığı senarist Anders Thomas Jensen ile çalıştığı In A Better World’den çok ümitliydim. En İyi Yabancı Film Oscar’ı kazanması bu ümitlerimin boşa çıkmayacağını düşündürmüştü. Ta ki filmi görene kadar. Özetle, iyi bir insan olmanın dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğine, intikam hırsının dönüp dolaşıp kişinin kendisini vuracağına dair sevgi kelebekleri uçuran mesajlarını, türlü yöntemlerle seyirciye kabul ettirmek için kastıkça kasan bir film bana göre. Bu yöntemler, zaten çeşitli klişeleri buyur eden hikâyenin bünyesinde duygu sömürüsüne çok fazla prim veriyor. Film, söylemek istediklerine erişemediğini hissettiği anlarda, çocuklara, hatta daha doğmamış bebeklere biçtiği trajedilerden medet umuyor.


Özellikle baba rolündeki Anton’un bir yetişkin olarak çocuklara örnek göstermek istediği ve alttan üste “herkes kapısının önünü temizlerse dünya tertemiz bir yer olur” fikrini, “herkes iyilik yapar, kötülüğe kötülükle karşılık vermezse dünya yaşanacak daha iyi bir yer olur” şeklinde servis etme şekli oldukça tartışmalı. Kağıt üzerindeki pedagojik öğretilerden apartmalar yapması, iyi bir insan olalım, şiddete şiddetle karşılık vermeyelim (haklı) düşüncesini vurgulamak isterken, bize yapılan haksızlıklara sırtımızı dönüp gidelim veya tokat yersek öbür yanağımızı uzatalım iyimserliğini de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek yaşamda her şey kağıt üzerindeki gibi değil. Bu açıdan filmin bazı savunuları, şiddete başvurmadan iyi bir insan olalım üzerinden yer yer rahatsız edici bir didaktik anlayışla kendini gösteriyor. Oyun parkında yaşanılan sahne, bu anlayıştan kendini sıyırmasını bildiği gibi, mesajını yeterince iyi veriyorken, tutup bir de bu mesajı tamirhane sahnesiyle sündürmek çok gereksiz. Üstelik çocukları ip gibi sıraya dizerek zaten hamurunda şiddet bulunan bir adamı tahrik etmek, gördüğü tepki karşısında da “bakın bu adam kötü, ben kılımı bile kıpırdatmadığım için iyiyim” savunusunu cümlelere dökmek, tepkisini koymak için çocukları ön saflara süren istismar zihniyetine fazla yabancı sayılmaz.

Öte yandan film, kötü ve kaba insanlarla yüz göz olmamayı şiar edinmiş Anton’u, bir Afrika cânisi ile sinir testine tâbi tutmayı da ihmal etmiyor. Bir gün silahlı adamlarıyla yaralı şekilde hastane kampına gelen Big Man’i tüm vahşiliğine rağmen mesleği gereği tedavi eden Anton’u kızdırmak için yine zorlama bir plân yapılmış. Devamı zaten evlere şenlik. Meğer Anton, bir Afrika çetesini tavuk kovalar gibi dağıtabilecek, liderlerini de paketleyip adrese teslim edebilecek potansiyele sahipmiş. Bu Big Man sürecini çok daha farklı ve etkileyici biçimde elden geçirebilecek bir sürü yönetmen var. Bu yüzden işi linç etmeye kadar götürüp de orada özensizce bırakan Bier'in bu tip zor sahnelerin altına girmesi beceriksizlikle sonuçlanıyor. O zaman da kartpostal tadındaki görüntüler, alta döşenmiş etnik müzikler beklenen etkiyi yaratamıyorlar. Zaten filmin Afrika ayağı sadece tribünlere oynayan bu hareketler yüzünden tercih edilmiş hissi uyandırıyor. Yoksa Anton'un Afrika ve Danimarka arasında şekillendiği varsayılan iyi insan olma bağlantısının zoraki ilişkisi, filme büyük katkılar sağlayan cinsten sayılmaz bana göre.


Aslında In A Better World, Anton gibi bir iyilik timsalinin karşısına, oğlunun Londra'dan gelmiş arkadaşı Christian'ın ergen öfkesini koyarak çok tutarlı bir zıtlık yaratabilecek iken, çelişkiler doğuran bir paralellik tutturuyor. Sofus adlı serserinin liderliğindeki okuldaki bazı çocuklar tarafından sürekli rahatsız edilen Anton'un oğlu Elias'ı sahiplenen, onu bu serserilerin hışmından (şiddete başvurarak da olsa) koruyan Christian oluyor. Bir anlamda film, iç huzuru sağlamak için şiddeti bu seviyede meşrulaştırıyor. Üstelik o huzur elde ediliyor da.

Pasifliğe ve haksızlığa tahammülü olmayan Christian'ın Anton'a ve Elias'a yapılanları obsesif biçimde kişiselleştirmesini de bu mizaca bağlamamız bekleniyor. O zaman film, bir savunma aracı olarak şiddet (aynı zamanda kötülük) zaman zaman gerekli, ama işi intikam boyutlarına taşırsak feci sonuçlara gebe bir davranış biçimidir mi demek istiyor? Peki bunu derken izlediği didaktik anlayışta, zevk için hamile kadınların karınlarını açan bir caniyi halkın eline teslim etmek, bir ortaokul çocuğuna bomba hazırlatmaya kadar götürecek bir öfke yüklemek nerede duruyor? Sadece mesajını baştan belirlemiş, ancak bunu ne şekilde yönlendireceğine dair kafası karışmış, bu yüzden de uç sayılabilecek zorlama parçaları birleştirme gayreti içinde debelenen, açıklarını da popüler sinemanın birtakım nimetlerinden faydalanarak kapatmaya çalışan bir film. Uygarlığı, refahı, iyiliği ilke edinmiş kutsal Avrupa'nın istese bu iyiliği ta Afrikalara kadar götürebileceğinin ispatı adeta. Bir nevi, günü geçmiş sütten çıkan ak kaşık!


Ne denirse densin, filmi taşıyanlar iki çocuk oyuncu William Jøhnk Nielsen ve Markus Rygaard. Anne Marianne rolündeki Trine Dyrholm da filmden hayli kopuk duran kendi iç dramını yansıtma başarısına sahip. Kopukluk noktasını da Anton ile yaşadığı belirsiz ayrılığın inandırıcılıktan yoksunluğu zaten. Bier'in beceriksiz kaldığı anlar dışında teknik anlamda genel olarak göze batan pek bir olumsuzluk yok. Kendisinden bir Dogma karakteri beklenmiyor şu saatten sonra. Ama "iyilik de kötülük de içimizde" mesajlı zorlama karakter ve olay tasarımları, kendini dengelemek için hep başka zorlamaları gerektirdiğinden, bu ayar tutmazlığı fazla doğrucu, fazla mizansen, fazla Amerikan duruyor. Bu yüzden o kadar anlamlı Avrupa, Güney Amerika, Asya yapımı dururken In A Better World'ün Oscar uygunluğu fazla sırıtkan değil. Kaldı ki filmin bugüne kadar aldığı iki ödülden birinin Golden Globe, diğerinin Oscar olması da düşündürücü mü değil mi karar veremedim. Yazı boyunca fazlaca "bence", "bana göre" ifadeleri kullanmış olabilirim ama onlara son bir tane daha ekleyeyim: Bence bu kategoride kazanılmış olan Oscar çıplak!

18 Nisan 2011 Pazartesi

The Mechanic (2011)


Yönetmen: Simon West
Oyuncular: Jason Statham, Ben Foster, Tony Goldwyn, Donald Sutherland, Mini Anden
Senaryo: Lewis John Carlino, Richard Wenk
Müzik: Mark Isham

Mekanik, uluslararası boyuttaki bir yeraltı örgütlenmesinin, muhbirler ve olası düşmanlarını yok eden suikastçılarına verilen isimdir. Arthur Bishop (Jason Statham) eli çabuk ve profesyonelce iş çıkaran bir suikastçıdır. Örgütle arasındaki arabulucu olan "menejeri" Harry McKenna’yı (Donald Sutherland), yine örgüte ihanetten dolayı öldürmek zorunda bırakılır. Bir yandan vicdanı ile boğuşurken, Harry'nin soğukkanlı oğlu Steve (Ben Foster) ile aralarında ilginç bir ortaklık doğar. Onu da bir suikastçı olarak eğitmeye başlar. Örgütün kirli çamaşırları ortaya çıkmaya başladığında ise kritik kararlar onu beklemektedir. Charles Bronson’un başrolünde yer aldığı 1972 yapımı The Mechanic’in yeniden çevrimini Con Air, Lara Croft: Tomb Raider gibi önemsiz filmleri yönetmiş olan Simon West çekmiş. Gayet de iyi çekmiş, hatta belki de film, Simon West’in en iyi filmi statüsünde bile sayılır.

Bir aksiyondan beklenen abartı koordinatlarını iyi bilen, işin içine komplo ve intikam soslarını da kararında koyabilen elden geçirilmiş senaryo, West’in son dönem aksiyonlardaki dinamik çekiciliğe iyi adapte olmuş yönetim anlayışıyla genel olarak iyi anlaşmış. Bir yeniden çekim olmasına rağmen, çıkış noktası olan konusu dışında birçok şeyi günümüz modern aksiyon örneklerine yakın tutmaya gayret eden bu anlayış, Jason Statham’ın alışılmış “burnu bile kanamayan tek adam” konumuna bir kat daha cila çekiyor sadece. Gerçi onun tek adamlığına burada biraz Ben Foster olumlu katkılar sağlamıyor değil. Bu filmi direk Transporter 4 olarak piyasaya sürseler kimsenin ruhu duymaz neredeyse. Aynı yüz, aynı ses tonu, aynı beceriler… Ama o üçlemenin hatırlayabildiğim sonuncusundan daha iyi bile diyebilirim The Mechanic için. Devamı için trafik lambasının üçü de yeşil yanıyor. İyi de zaten devamı geleceği meçhul bir Transporter varken şimdi de Mekanik’i otomatiğe bağlarlar mı, bağlarlar. Zaten Statham’ı devamı gelmeyecek bir filmde oynatanlara ne yapımcılar, ne de hayranları pek iyi gözle bakmıyorlar.


Beğendiğim genç oyunculardan Ben Foster’ın renk ve gerilim kattığı The Mechanic’te, en son 1990 yapımı meşhur Ghost’ta unutulmaz bir kötü adam portresi çizen, 2000’lerden itibaren yönetmen olarak da adını sıkça duyuran (yönettiği dizi bölümleri arasında Dexter, The L Word, Grey's Anatomy, Law & Order, Damages da var) Tony Goldwyn de yine baş kötü olarak yer almakta. Foster ve Goldwyn gibi iki tekinsiz adamın yaydığı gergin elektrik için bile filme şöyle bir bakmaya değer. Tabiî şöyle bir bakarken kendinizi fazla kaptırıp “niye bir yüzme havuzunun dibi kapkara olur ki”, “bu Steve hiç de babasının intikamını almak isteyecek bir tip değil”, “insan akıl hocasını öldürmeden evvel meseleyi kurcalamaz mı”, “bu alemde cesedinin resmini gördüğünüz bir adam birden karşınıza çıkabilir” türü cümleleri aklınızdan geçirmeyeceksiniz. “Doğru kararlar tecrübeden gelir ama tecrübe kötü kararlardan oluşur” ya da “zafer hazırlık sever” türü cümleleri de filmin hamuruna yedirip kısa günün kârı ilân edeceksiniz. Aksiyon meraklıları için zevkli bir yolculuk, festival filmlerine fazla kapılmış bünyeler için kafa boşaltacak bir mola olabilir.

14 Nisan 2011 Perşembe

London Boulevard (2010)


Yönetmen: William Monahan
Oyuncular: Colin Farrell, Keira Knightley, David Thewlis, Ray Winstone, Ben Chaplin, Anna Friel, Eddie Marsan, Sanjeev Bhaskar, Stephen Graham, Ophelia Lovibond
Senaryo: William Monahan, Ken Bruen
Müzik: Sergio Pizzorno

Hapisten yeni çıkan Mitchel (Colin Farrell), artık kirli işlere bulaşmak istememektedir. Ama çevresi tarafından sert ve işbitirici biri olarak tanınması yüzünden belayı mıknatıs gibi çeker. Daha çıktığı gün kendisini karşılayan fırıldak arkadaşı Billy (Ben Chaplin), onu kime ait olduğu belli olmayan lüks bir eve yerleştirir. Karşılığında mafya babası Gant (Ray Winstone) hesabına tahsilat işine girmesini ister. Gant, Mitchel gibi güçlü bir elemanı kaçırmak istememektedir. Öte yandan, bir partide tanıştığı kızdan, paparazziler tarafından gece gündüz izlenen ünlü bir oyuncu olan Charlotte’ı (Keira Knightley) koruması için teklif alır. Charlotte’tan çok etkilenen Mitchel, tüm bunlarla birlikte, çok sevdiği evsiz adam Joe’yu öldüren iki genci bulmaya ve iç çamaşırı değiştirir gibi erkek değiştiren kızkardeşi Briony’yi (Anna Friel) hizaya sokmaya çalışmaktadır. Her şeyin ve herkesin üzerine farklı şekillerde gelmesinden ötürü Mitchel için iyi olmak ve belâdan uzak durmak pek mümkün değildir.

Roman veya televizyon uyarlamaları (Body Of Lies, Edge Of Darkness), rotası belli bir yeniden çekim (The Departed) ve tarihi gerçeklere dayalı (Kingdom Of Heaven) senaryo kariyerine sahip Oscarlı senarist William Monahan’ın ilk yönetmenlik denemesi olan London Boulevard, bu kez de Ken Bruen romanından uyarlanmış bir film. Senarist olarak çeşitli kaynaklara bağlı yazım anlayışında yer yer çok gerçekçi, cesur ve etkileyici olabilen Monahan, yine de bütünüyle kendisine ait bir tarz edinmiş sayılmaz. Yazım bağımlılığı, bu filmle yönetmen olarak da bazı referanslara bağlı kalmadan hareket edemediğini gösteriyor. En önemli referans ise, bu tip İngiliz kökenli suç yapımlarının öncü ismi Guy Ritchie oluyor genelde.

Romanın özünü ve ruhunu tam kestiremiyoruz ama filmin bu referanslarla yola koyulduğu güzergâhta gayet iyi yol aldığını söyleyebiliriz. Ritchie filmlerinin mizahi yönünü çoğu zaman törpüleyerek, daha çok Layer Cake saflarına yakın durduğu da oldukça belirgin. Fazla karışık sayılmayacak suç örgüsünün birbirine bağlanışı, birkaç koldan karakterini sıkıştıran dramatik baskıların bu örgüye dahil edilişi, ufak tefek noktalar dışında sırıtmıyor. Romanın ya da senaryonun olası karışıklıkları toparlama yöntemleri zekâ pırıltıları taşımayıp, bu dalın önemli filmlerinden derlemeler gibi görülse de, aynı filmi yeniden seyrediyormuş duygusu geriye itilmeye çalışılmış diyebilirim. Bunda Monahan’ın hikâyeyi ve en önemlisi iyili kötülü karakterleri benimsetme becerisinin de payı büyük.


Massachusetts'li Monahan, ilk yönetmenliğinde bir İngiliz gibi olmayı denemiş. Hatta çoğu yönden başarılı da olmuş bana göre. Senaryolarına imza attığı filmlerdeki ağır politik yüklenmeleri bir kenara bırakıp, kurmaca karakterler üzerinden mütevazi bir dramatik suç filmi çekmek istemiş. Sahip olacağı en iyi hikâye bu değildir belki. Zaten içerden yeni çıkan adamın dışarısı ile olan uyum sorunları içinden milyonlarca film çıktı, daha da çıkar. Ama Charlotte gibi ilginç sırlara sahip dünyaca ünlü bir aktris veya ümit vaat eden genç bir futbolcunun işlenişi, acaba bu karakterlerin gerçek yaşamda karşılıkları olabilir mi diye düşündürecek cinsten. Monahan’ın yönetmenlik yönünden pek fazla olmasa da, senaristliğinden kalma bir pişmeyi filmin bütününe yaydığı pek söylenemez. (Oscar almış bir yönetmen için “pişme” kelimesini kullanmak ne derece doğrudur ama sözkonusu ödülü The Departed ile aldığını da unutmayalım.) İlk filmi In Bruges ile müthiş bir iş çıkaran tiyatro kökenli Martin McDonagh çok daha iyisini yapmıştı örneğin. Monahan’dan da böyle bir beklenti içinde olunması tuhaf kaçmaz. Yine de dediğimiz gibi ilk kez yönetmenlik yapan birine göre hiç de acemi bir görüntüsü yok. Hatta bir süre sonra In Bruges veya Layer Cake ayarında bir film çıkarmaması için hiçbir neden de yok.


Monahan senaryolarının politika dayatmalı sıkı aforizmaları veya sisteme ayar veren vur-kaç cümlelerinin yerini daha küçük, iddiasız ama gülümseten ve karakterlerin içinde bulundukları anları netleştiren ayrıntılar almış. Mesela “kocamın üvey kız kardeşinin üvey babasının önceki karısından bir kızı vardı” cümlesini bir çırpıda söyleyebilen, kaç çocuğu olduğu sorusuna “bilmem, üç” diye cevap veren karakterler var. Jordan ve Gant gibi önceden aşina olduğumuz cool tiplemeler var. Birini öldürmeden evvel kurulan son cümle klişesine atıfta bulunan çok iyi iki sahne var. Ray Winstone, David Thewlis, Eddie Marsan, Stephen Graham gibi İngiliz sinemasının ağır isimlerini yan rollere soyundurmuş bir cast renkliliği var. The Yardbirds, The Rolling Stones, Bob Dylan, The Clash, The Pretty Things, Kasabian gibi grupların harika şarkılarının süslediği leziz müzikleri var. (Ama ne yazık ki şimdilik resmi bir soundtrack albümü yok). Tüm bunlar ilk Monahan filmini cazip kılan unsurlar. Başrollerdeki Colin Farrell ve Keira Knightley, başrolü ışıklarıyla doldurmuş olsalar da, gerek canlandırdıkları karakterlerin soğukluğu, gerekse inandırıcılık sorunları yaşayan gönül ilişkileri filme yabancı kalıyor çoğu zaman. Bir de dram ile komedi arasında tutturulan dikişlerin açılma tehlikesi belirebiliyor. Filmin bazı kan kaybettiği düşünülen noktalarının sorumlusu da bu olsa gerek.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Hobo With A Shotgun (2011)


Yönetmen: Jason Eisener
Oyuncular: Rutger Hauer, Molly Dunsworth, Brian Downey, Gregory Smith, Nick Bateman, Jeremy Akerman
Senaryo: John Davies, Jason Eisener, Rob Cotterill
Müzik: Adam Burke, Darius Holbert, Russ Howard III

Sahte fragmanlar birer birer uzun metraja dönüşürken ve Machete’nin dumanı hâlâ üzerindeyken şimdi de bu fragmanlardan en fazla olumlu tepki alanlardan Hobo With A Shotgun ortamlara düştü. Jason Eisener’ın yönetip hikâyeye katkıda bulunduğu film, 70’leri 80’lere bağlayan yılların avantürlerini çağrıştıran dokusu ve o yıllardan farklı olarak kanın oluk oluk aktığı absürd bir macera. Fragmanın hayranlarına bu kez Hollanda asıllı kült aktör Rutger Hauer’in başrolü sayesinde yeni hayranlar eklenecektir. Zaten ben de sadece onun hatırına izledim ki, Machete ile Danny Trejo’dan faydalanan (sömüren demeli miyiz?) grindhouse mantığı, şimdi de Hauer ile seyirci çekmenin yolunu bu sayede keşfetmiş diyebiliriz. Bu bollukta 2000’li yıllarda hortlatılmak istenen bu türe vakit ayırabilmek için oltanın ucuna takılan yemlerin böyle cazip olması gerekiyor bir yerde. Jason Eisener ise bu ilk filmiyle Rodriguez ekolüne gönülden bağlı olduğunu ilân etmiş adeta.

Geçmişi hakkında hiçbirşey bilmediğimiz evsiz Hobo’nun, 49.99 dolarlık çim biçme makinesini alma hayalini, artık çivisi çıkmış şuç ve günah şehrine sıkı bir ders vermek için bir tüfekle değiştirmek zorunda kalmasını anlatan Hobo With A Shotgun, olması gerektiğinden fazlası değil. Polisi ve suç odaklarını tekeline almış olan Drake ve iki oğlunun estirdiği teröre, genç ve güzel fahişe Abby’nin de etkisiyle baş kaldırmak durumunda kalan Hobo’nun bir “vigilante”ye dönüşümü, ucuz bir çizgi roman kaypaklığıyla resmedilmiş. Abartı, sömürü, istismar, zorbalık, ahlâksızlık, yozluk diz boyu. Bu anlamda Rodriguez ve ilk filmiyle tür içinde rüştünü ispatlamış Eisener’in de artık içinde yer aldığı çetesinin kötü film çekme emelleri başarıya ulaşıyor. En yakın örnek olan Machete ile aralarındaki ruh kardeşliği su götürmez. Vitrinden seyrettiği çim biçme makinesini almayı kafaya takmış olan Hobo’nun, kendisi için mutlu bir aile ortamını ve aidiyet duygusunu sembolize etmesi için seçilen bu araca sahip olma masumiyetini ele alış basitliğiyle ufak da olsa bir fark yaratmış denebilir. Hatta Abby ile kurduğu ve bu kez “ayı” sembolüyle yerine oturttuğu bir başka bağlantı da bu basitliğe eklenebilir.


Bu masumiyeti algılamada, yüz çizgilerini izlemesi bile keyifli Rutger Hauer’in varlığı çok etkili. Hatta onun varlığı Jason Eisener’a bile çok fazla güven vermiştir muhakkak. Grindhouse meraklısı eskiler ve artık meraklısı haline gelmeye başlamış yeni jenerasyon için filmin tavlayıcı özellikleri fazlaca. Hele de şimdilerde çizgi roman okuma alışkanlığı yerine bizzat kendi dokunuşlarıyla ortalığı kan gölüne çevirdiği bilgisayar oyunlarına meraklı o jenerasyon için, özellikle Veba ve metal arkadaşının filme girişinden sonra film daha bir ilginçleşmiştir. Bizim en yakından Dünyayı Kurtaran Adam saçmalığıyla özdeşleştirdiğimiz bazı absürdlükleri bile kendi tuhaf ve komik disiplinde daha ciddiye alan bir “saçmalık” bu. (Hiç öyle o zamanın Türk Sineması şartları şöyleydi böyleydi denmesin. Ondan çok daha eski bazı fantastik Türk filmleri, olmayan bütçeleriyle neler başardılar.) Eisener kendisine böyle bir kariyer mi plânlıyor bilemiyorum. Ama uzun vadede daha ciddi filmlerle kendini denemezse üzerine yapışacak olan şey sayesinde yerinde sayar, unutulur gider. Uzun sözün kısası, gece vakti canı edepsiz ve bol kanlı bir çizgi film çekenlere. Ama bir South Park değil!

9 Nisan 2011 Cumartesi

Alting Bliver Godt Igen (2010)


Yönetmen: Christoffer Boe
Oyuncular: Jens Albinus, Marijana Jankovic, Igor Radosavljevic, Özlem Saglanmak, Paprika Steen, Nicolas Bro, Søren Malling
Senaryo: Christoffer Boe
Müzik: Sylvain Chauveau

Jacob Falk, yazmayı sürdürdüğü savaş filminin senaryosunu bir türlü bitiremeyen, kendi işiyle takıntılı bir senarist ve yönetmendir. Bir gece arabasıyla Arap asıllı genç bir adama çarpar. Ne olduğunu öğrenmek için arabadan indiğinde çarptığı adam yanındaki çantasını almasını ister. Jacob çantayı aldıktan sonra adama yardım etmeden kaza yerinden kaçar. Jacob'un aldığı çantada Irak'la ilgili, Danimarka hükümetini sarsacak sırlar vardır. Jacob, adamın başından geçenleri halka açıklamak için her şeyi göze alacaktır.

İlk filmi Reconstruction ile bir aşk hikâyesini sıradışı modern bir romansa dönüştüren Danimarkalı Christoffer Boe, o filmde izlediği kendine has yazım-yönetim-kurgu disiplinini bu kez alışıldık ölçülerde bir politik gerilime uyarlamak istemiş. Aslında bir parça klişe görünmesini de kasten istemiş sanki. Zira bu filmi karşılaştırmak için anlatım izleğini Reconstruction’a, konu birlikteliğini de herhangi bir 11 Eylül sonrası Amerikan sağduyu sıradanlığına başvuracağız. Christoffer Boe’yu bilenler için kaba tabirle “kel alâka” iki ucun birlikteliği sonuç olarak pek de uyumlu değil açıkçası. Alting Bliver Godt Igen ya da İngilizce adıyla Everything Will Be Fine, kötü bir film değil. Ama Boe’nun kalibresini bilenler için eksikliklerin veya uyumsuzlukların göze batmaması zor bir yapım kanımca.

Gayet şık açılış sekansıyla küçük bir özet de sunan film, yönetim olarak sorunsuz, hatta Christoffer Boe elinden çıktığını garipsetmeyecek kadar temiz ve muğlak. Jacob’un asıl meseleye girişinden itibaren adım adım yaklaştığı tedirginlik ve paranoya hissini de seyirciye geçirme becerisi yerli yerinde. Ana gövdeden kopuk görünen evlat edinme konusunu da özellikle finale katık etme de öyle. Bu sayede filmin sürükleyici etkisi üzerine olumsuz şeyler söylemek haksızlık olur. Ne var ki, filmin çoğunu kaplayan “politik” duruş, her ne kadar sadece Jacob’un Cuma günü teslim etme zorunluluğu bulunan bir savaş filmi senaryosuna, dolayısıyla Jacob’un kendi yazdıklarıyla bütünleşme alışkanlığına mâl edilse de, Boe alışkanlıklarının ötesinde Hollywood alışkanlıklarına daha yakın duruyor. Kimsenin Boe’dan böyle bir duruş beklentisi içinde olduğunu sanmıyorum. Zaten o da filmin bitişiyle birlikte bizi Reconstruction ikliminden kopmadığına ikna etmeye çalışıyor gibi görünüyor. Ama 11 Eylül sonrasına dayanan paranoyaların ya da acı gerçeklerin Danimarka ayağına bu kadar fazla bel bağlanmış olması, filmin asıl altını çizmek istediği “sinematik” algı ve kurgu becerisini gölgede bırakıyor bana göre. Bu sayede seyirci, Jacob ve Ali arasında bir paralellik, havada kalan bir vicdan arayışına giriyor haklı olarak. Oysa Boe’nun derdi çok başka ama bunu anlamak filmi mantık olarak kurtarmaya yetmiyor.


Reconstruction’ı özel kılan bir sürü özellikten biri de Alex ile Simone / Aimee arasındaki üç bilinmeyenli denklemi kendi yorumlarıyla birlikte seyirciye de yıllar boyu sürecek bir ikilem (ya da üçlem!) yaşatacak denli özgür bırakmasıydı. Oysa Everything Will Be Fine, her ne kadar aynı kalemden çıkmışsa ve bu filme bazı kablolardan bağlı olduğunu iddia etse de, aslında geriye fazla soru işareti bırakmayan, basitçe “yaptım oldu” demeye getiren bir film bence. Bu durum, filmin her şeyi olan Jacob’u canlandıran Jens Albinus ile hiç yakınlık kuramamış olmamla ilgili de değil. Zaten onu paranoyaya götüren, bir kaybedene dönüştüren pek çok şey senaryoda mevcut. Yani Boe, Albinus’tan bile olsa bir karakter yaratmayı bilen bir adam. (Aynı zamanda Marijana Jankovic'ten sonlarda da olsa müthiş bir oyun yakalayabilen biri). Benim aldığım ders, Christoffer Boe’nun Offscreen gibi fazlaca p.o.v. (point of view) veya burada olduğu gibi fazlaca Amerikan izleği olmak yerine, sadece Reconstruction gibi şiirsel bir gerçeklik üzerine daha olumlu senaryolar üretebileceği yönünde. Şimdilik!

3 Nisan 2011 Pazar

Essential Killing (2010)


Yönetmen: Jerzy Skolimowski
Oyuncular: Vincent Gallo, Emmanuelle Seigner
Senaryo: Jerzy Skolimowski, Ewa Piaskowska
Müzik: Pawel Mykietyn

Krzystof Kieslowski, Roman Polanski, Andrzej Wajda gibi mezunlar vermiş Lódz Film Academy mezunu Polonyalı usta yönetmen Jerzy Skolimowski’nin senaryosunu ve yapımcılığını Ewa Piaskowska ile birlikte üstlendiği Essential Killing, bir Afgan militanın Amerikan askerlerince yakalandıktan sonra Avrupa’ya nakli sırasında konvoyun kaza geçirmesiyle kurtulması ve kaçışını işleyen bir film. Doğu Avrupa civarlarında özgürlüğüne kavuşan bu adam, dilini ve coğrafyasını bilmediği karla kaplı vahşi doğada verdiği hayatta kalma mücadelesi sırasında eski hayatını adeta unutarak bu yeni ortamda yeni bir varoluşun peşine düşüyor.

Başına geleceklerden kurtularak nasıl olacağını bilmeden sadece özgür kalmaya çalışan, karşısına çıkan engellerden kurtulmak için zaruri bir öldürme içgüdüsüyle hareket eden, yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını da bu tedirgin içgüdüyle gidermeye çalışan Mohammed (filmde bu isim hiç geçmemesine karşın filmin künyesinde öyle geçiyor), vahşi doğada yaşam savaşı veren çaresiz bir hayvana benzerliğiyle dikkat çekiyor. Çöl iklimine alışkın bir Afganın kendisini bir anda soğuk Polonya kırsalında bulmasının getirdiği bu "başlangıç", özünde bir özgür kalma mücadelesi olsa da, bir yırtıcı hayvanın yakalanıp kafeslenmemek için öldürmesine, yaşamak için çiğ ete ve anne sütüne ihtiyaç duymasına neden oluyor. Sadece canı yandığında sesini duyabilmemiz de, onun bu yeni ortama karşı ne kadar yaralı, çaresiz ve aynı zamanda "bebek" kalışına metafor teşkil edebiliyor. Bu hem savunmasız, hem de tehlikeli (ki her iki durum da bu gibi olağanüstü şartlarda birbirini besleyen unsurlar haline gelebiliyor) karışım, Mohammed'in seçimlerini fazla tartmasını engelliyor. Yakalanma korkusu, artık bir süre sonra tabiata karşı yaşam savaşına dönüşüyor. O noktada da seçimlerin doğruluğu ve yanlışlığını tartmak için ne zaman, ne de vicdan yeterli gelmiyor.


Jerzy Skolimowski'nin dinamik anlatımı, yer yer ustalığını yansıtan görüntü estetiğiyle denge kuruyor. Ama birçok yönüyle sanki yeni bir yönetmenin ilk filmi gibi duruyor ki, ustalığın tanımlarından biri de çıkan örneklere göre zaman zaman budur. Kendisini itinayla popüler sinemadan uzak tutan Vincent Gallo, Venedik Film Festivali'nde kendisine En İyi Erkek Oyuncu ödülü getiren fiziksel dirence bağlı performansıyla tek başına sırtlaması gereken filmi başarıyla taşıyor. Roman Polanski'nin oyuncu eşi Emmanuelle Seigner'ın da küçük bir rolde yer alması filme pek bir artı katmıyor. Yine de yer yer filme yedirilen flashbackler kadar gereksiz de sayılmaz. Çöl ve kar tezatlığı dışında, Avrupa - Ortadoğu tezatlığının ve neden bir Afgan militanın konu edinildiğinin politik gerekçelerini aramak, belki filmi de aşacak bazı yorumlara neden olacaktır. Zaten kendi yurdunda bile insanca yaşanacak bir doğallık bulamayan kaçak bir Afganın, dünyanın bir başka doğusunda bulunan Polonya'da hiç tutunamayacağının gerçekliğinin bilincinde bir tutum sözkonusu diye düşünülebilir. Yine de en azından muhafazakâr bir Amerikalının elinde kolayca propaganda malzemesi olacak bir konudan böyle bir film çıkarmak çok zordur. Mohammed'e uzanan tek yardım elinin bir sağır ve dilsiz kadından gelmesi de anlamlıdır belki. Ama filmin bu tip alt metinlere asılmayıp, sadece insanoğlunun yaşama ve öldürme güdülerininin farklı ortam ve şartlardaki değişkenliğine vurgu yapmak istediğini sanıyorum.