z) Animasyon Kuşağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
z) Animasyon Kuşağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Spider-Man: Across The Spider-Verse (2023)

 
Yönetmen: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson
Seslendirenler: Shameik Moore, Hailee Steinfeld, Brian Tyree Henry, Luna Lauren Velez, Oscar Isaac, Jason Schwartzman, Issa Rae, Daniel Kaluuya, Jake Johnson, Karan Soni, Shea Whigham, Mahershala Ali, Andy Samberg, Jack Quaid
Senaryo: Phil Lord, Christopher Miller, Dave Callaham
Müzik: Daniel Pemberton

Spider-Man: Into The Spider-Verse (2018) filmi ile girdiğimiz yepyeni Spider-Man evrenine film olarak 5 yıl sonra, macera olarak yaklaşık 1 yıl sonra devam ediliyor. İlk filmin yönetmen üçlüsü tamamen değişip Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson üçlüsü olarak şekillenmiş. Senaryo üçlüsü arasında ise değişmeyen tek isim Phil Lord. İlk filmde örümcek kimliğini ve becerilerini yine radyoaktif örümcek ısırığı klişesiyle alan ve kapasitesini keşif yolculuğuna çıkan Miles Morales'in büyüme hikayesini izledik. Ama bu hikaye, farklı animasyon tarzlarının birleşiminden, dram ve mizah dengesinden, dinamik senaryo anlayışından ve diğer başarılı yan unsurlardan aldığı güçle çok başka yerlere gitti. Örümcek Adam konseptinin, hatta başka süper kahraman konseptlerinin bile yapmadığı şekilde vizyonunu genişletti. Bunda çoklu evren mefhumunun da rolü büyük. Marvel evreninde Thanos sonrası durulan kaos ortamının yerini bu çoklu evren kaosuyla tazelemek isteyen senaryolar, çeşitli Marvel filmleri ve dizileriyle nereye evrileceği bilinmeyen bir yola çekmiş bulunuyorlar. Kötü adam karizmasından yoksun Kang dışında devasa bir kötü yok. Onun da ne olduğu, motivasyonları, sınırları tam olarak net değil. İşte serinin ikinci filmi Spider-Man: Across The Spider-Verse bu çoklu evren tasarımının örümcek ayağını detaylandırmada olağanüstü bir çaba sarf ediyor.

İlk filmin kötü adam ihtiyacını gayet iyi karşılayan Kingpin'den sonra gözlerimiz bu filmin kötüsünü arıyor. Onunla da Brooklyn'de bir marketteki ATM'yi çalmaya çalışırken tanışıyoruz. İlk filmde Alchemax tesisinde çalışan bir bilim insanının yaptığı bir çarpıştırıcı testi sonucu başka bir boyuttan getirdiği örümceğin Miles'ı ısırması sonucu Spider-Man'e dönüşmesi, daha sonra Miles'ın Alchemax tesisini patlattığında çarpıştırıcı odasında bulunan aynı adamın maruz kaldığı radyoaktif tepki sonucu tuhaf bir yaratığa dönüşmesi, ikisi arasında tipik bir husumet formülü ortaya koyuyor. Siyah beneklerle kendine istediği yerde anlık portallar açabilen ve bu beneklerden dolayı kendine "Spot" adını veren bu yaratık, alışıldık kötü adam tiplemelerinin aksine evini, işini, dostlarını kaybetmiş, becerilerini kullanarak ATM'den para çalmaya kadar düşmüş bir vaziyette. İşte bu potansiyelini tam olarak bilememe durumunun yarattığı tehlikenin varlığını Miles ile olan uzun kavgalı tanışmasında hissedebiliyoruz. Sahip olduğu bu kontrolsüz güç yabana atılır cinsten değil. Ama serinin bu ikinci filmi aslen Spot'ın yok edilmesi üzerine değil, Örümcek Evreni’ndeki birtakım sorunları çözmeye, tehditlere karşı önlem alıp ortadan kaldırmaya çalışan ekibin lideri olan bir başka Örümcek Adam Miguel O’Hara ile bu ekibe dahil olmaya çalışan Miles arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar üzerine gidiyor. Miguel'in otoriter yapısıyla Miles'ın ele avuca sığmayan asiliğinin çatışması kaçınılmaz.


Miles'ın çok değer verdiği Gwen'in Miguel ve Örümcek-Kadın Jessica Drew ile birlikte Örümcek Evreni'ne katılımı, Miles'ın da bu evrene sızması sonucu bu "evren" temasının büyülü atmosferine dalıyoruz. Ekipte ayrıca Pavitr Prabhakar adlı genç Hint örümcek adam ve Hobie Brown adlı punk örümcek adam, Peter Parker ve kız bebeği Mayday, daha bir dolu yan karakter bulunuyor. Mumbai ve Manhattan’ın mimari karışımını yansıtan "Mumbattan", özellikle de Nueva York'taki "Genel Merkez" tasarımları olağanüstü. Devasa bir Örümcek Toplumu ile karşılaşıyoruz ki, hepsi rengarenk örümcek kostümleri giymiş yüzlerce örümcek birey, örümcek silahşör Web-Slinger ve atı Widow (ki ona bile maske takılmış), Video Oyunu, Lego, "Peter Parkedcar" adında bir örümcek cip, yine örümcek kostümlü, tüm örümcek becerilerine sahip kedi, hatta dinozor bile var. Miles'ın kaçışını engellemek için hepsinin seferber olduğu sahnenin baş döndüren temposu, psikoloğundan burgercisine pek çok ayrıntının saniyeler içerisinde akıp gittiği emek, zeka, mizah dolu harikulade bir sekans ortaya çıkarıyor. Filmde karşılaştığımız onlarca farklı animasyon tekniği, sürekli birbirlerinden rol çalıyor. Renk tonlarının parlayıp solması, pastelden karakaleme uzanan palet genişliği, örneğin Hobie Brown'ın yer aldığı sahnelerde gördüğümüz 70'ler sonu Sex Pistols ve muadillerinin albüm kapaklarında moda olmuş fontlar gibi detaylar özenle düşünülmüş.

Fakat bu baş döndürücü tempo, aksiyon sahnelerinin içinde gizlenmiş bu detayların saniyeler içinde fark edilmesine, bazılarının atlanmasına, sürekli yenilendiği için çoğuna anlık reaksiyon verilememesine neden oluyor. Şayet sinemada izlenmişse bu sahnelerin geri alınarak tekrar sindire sindire izlenme ihtiyacı doğması muhtemel. Öte yandan "ya tek bir insanı ya da bütün dünyayı kurtarmak arasında bir seçim yapmalısın" mottosu hala aşılamamakta ve algoritmalar, örüntüler gereği bazı hayatları kurtarmanın evrenin düzenini bozacağı, kaosa yol açacağı çatışması hala ısıtılmakta. Keza Miles'ın ve Gwen'in ebeveynleriyle olan uzun çatışmaları da filmin görsel anlamda yenilikçi vizyonuna uymayan demodelikte kalıyor artık. Son olarak, her ne kadar bu hikayenin bazı hatlarıyla serinin bir sonraki filminin Spider-Man: Beyond The Spider-Verse'e taşınacağını bilsek de, bu film tüm hatları o filme bırakıp adeta bir sonraki bölüme pas atan bir dizi finali gibi bitiyor. Tıpkı ilk film gibi kendi giriş, gelişme ve sonucunu kurmuş olsa, içerdiği curcunayı daha iyi sahiplenebilirdi. Ama defalarca söz ettiğimiz farklı teknik kullanımlarının getirdiği Spider-Verse vizyonerliği aynen kaldığı yerden, hatta üzerine de koyarak devam ediyor. Devam eden bir diğer unsur da Daniel Pemberton'ın ambient, breakbeat, funk, rock, klasik, bhangra, punk çeşnili müzikleri. Bu kadar farklı türü aynı albüme belli bir bütünlükle ve sahnelerin doğasına uygun biçimde buluşturan profesyonelliği yine hayranlık verici. Üçüncü film Beyond The Spider-Verse'ün konu olarak az çok neye benzeyeceği belli. Ama sınırları hakkında elini göstermeyen görselliğinin neler getireceğine dair beklentiler çok yüksek.

15 Mart 2022 Salı

Le sommet des dieux (2021)


Yönetmen: Patrick Imbert
Senaryo: Jirô Taniguchi, Baku Yumemakura, Magali Pouzol, Patrick Imbert, Jean-Charles Ostoréro
Müzik: Amin Bouhafa

Jirô Taniguchi ve Baku Yumemakura'nın mangasından Magali Pouzol, Patrick Imbert ve Jean-Charles Ostoréro'nun uyarladığı, Patrick Imbert'in yönettiği Le sommet des dieux, hırslı bir foto muhabiri ve gizemli bir dağcıyı konu alıyor. Bir gün kimliği belirsiz bir adam barda Japon foto muhabiri Fukamachi'ye, 1924'teki tırmanışta kaybolan, akıbeti merak edilen ünlü İngiliz dağcı George Mallory'ye ait olabilecek bir fotoğraf makinesi satmaya çalışır. Mallory'nin Everest'e tırmanmayı başarmış ilk dağcı olup olmadığı, kurtulup kurtulmadığı bu makinedeki fotoğraflardan anlaşılabilecektir. Fukamachi adama inanmaz ve başından savar. Ancak bar çıkışında bir yabancının bu adamdan zorla makineyi aldığını görür. Tokyo'ya döndüğünde makineyi alan adamın kim olduğunu öğrenir. Bu adam, yıllar önce ortadan kaybolan, dağcılık dünyasının gizemli figürlerinden biri olan Habu Joji'dir. Mallory'nin Everest'e ilk tırmanışı yapıp yapmadığı esrarını çözecek olan fotoğraf makinesinin peşine düşmüşken bir anda karşısında Habu hikayesini bulan Fukamachi, derine indikçe Habu'yu daha çok merak etmeye başlar.

Fukamachi'yi ve dağcılık odaklı hırslı gazeteci kimliğini tanıdığımız, aynı zamanda dağcılık tarihini değiştirecek George Mallory gizemi hakkında bilgilendirildiğimiz giriş bölümünün ardından gölgeler içinde bir başka gizem olan dağcı Habu Joji'yi gördüğümüz film, kendine geçmiş ve şimdi arasında bir anlatım biçimi belirleyerek hikayesini anlatmaya koyuluyor. Geri dönüşlerle Habu'yu, onun dağcılığa karşı tutkusunu, hayatının dönüm noktalarını, Fukamachi'nin onu bulma çabalarıyla birlikte karışık bir kurguyla izliyoruz. Hayatını dağcılığa adamış Habu'nun hayatındaki bu dönüm noktaları da tırmanma maceralarından oluşuyor. Dağcı olmak, Habu ile tırmanmak, ondan tırmanma eğitimi almak isteyen genç Buntaro'nun yer aldığı çarpıcı bölüm bunlardan biri. Habu'nun meşhur kış üçlemesi adı verilen Eiger, Matterhorn ve Grandes Jorasses'ten oluşan Alpler'in üç büyük kuzey sırtına tek başına tırmanma serüveninden de ayrı bir film bile çıkabilirmiş. Fukamachi'nin Habu'yu bulmayı saplantı haline getirmesi, üstelik bunu Mallory'nin fotoğraf makinesini bulmak için değil, uzun süre araştırdığı, dağcılık tutkusunu anladığı, merak ettiği bu gizemli adamı kanlı canlı görebilmek, tanıyabilmek için yapması filmin dramatik altyapısını üstte tutuyor. Habu'nun yıllardır planladığı Everest'e güneybatı sırtından tırmanma fikrinin bir parçası olmak için gösterdiği çaba da Fukamachi'nin kendi amacı olarak hikayeye boyut katıyor.

Hiçbir güçlüğün, başarısızlığın durduramayacağı hep daha yükseğe tırmanma arzusu ya da sadece ve sadece tırmanma arzusu Habu'yu tanımlamaya yetiyor. Ona yaşadığını hissettiren tek şey, hayatında bir anlam arama ihtiyacı duymayacak kadar yoğun bir tutku bu. Bu duyguyu taşıyanın dışında başka birinin anlaması çok zor. Sonu olmayan, hep bir meydan okuma, kendini aşma isteği. Üstelik ölümü bile göze alacak şekilde. Zaten ölüm, bu aktivitenin her anına pusu kurmuş bir vaziyette. Buna rağmen Habu'nun bir tırmanışı bitirdikten sonra diğerine geçmesi, üstelik kendi belirlediği şartlarla kendisini zora koşması, adrenalin bağımlılığı yanında, denenmemişi deneme, yapılmamışı yapma isteğinden de kaynaklanıyor. Mesela Everest'e ilk defa 1953'te Nepal'den çıkıldı. 1978'de biri oksijensiz çıkmayı denedi ve başardı. 1980'de başka biri yalnız başına çıktı. 1985'te genç dağcı Hase Tsuneo tehlikeli güneybatı sırtından çıkmaya çalıştı ama geri dönemedi. Habu'nun bu sırta oksijensiz ve tek başına çıkmak istemesi, bu bağımlılığı tarif etmek için yeterli olsa gerek. Patrick Imbert ve ekibi, nefes kesen tırmanma sekansları, gerilimin tavan yaptığı hayatta kalma sahneleri, trajik kırılma anlarıyla filmin aksiyon yönünü, Habu ve Fukamachi vasıtasıyla dramatik kurulumunu ustalıkla tasarlamış ve dengelemiş bir anlatı inşa ediyor. Aynı anda şiirsel, gerçekçi, kederli, gerilimli bir varoluş hikayesi olan Le sommet des dieux, doğanın kudreti ve acımasızlığı karşısında insanoğlunun ne kadar küçük olduğunu, Habu gibilerinin ise bu durumu kabullenip içselleştirdiğini, kendilerine göre baş etme yolları geliştirdiğini gösteren bir yapım.

11 Ocak 2021 Pazartesi

Soul (2020)


Yönetmen: Pete Docter, Kemp Powers
Seslendirenler: Jamie Foxx, Tina Fey, Graham Norton, Alice Braga, Richard Ayoade, Phylicia Rashad, Angela Bassett, Wes Studi, Rachel House, Donnell Rawlings
Senaryo: Pete Docter, Kemp Powers, Mike Jones
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross, Jon Batiste

Caz piyanisti olarak kariyer yapmak isteyen Joe Gardner, bir ortaokulda yarı zamanlı müzik öğretmenliği yapmakta, aynı zamanda kulüplerde çalma fırsatı kovalamaktadır. İşini iyi yaptığı için okulda tam zamanlı öğretmenliğe getirilerek iş güvenliği, sağlık sigortası, emeklilik gibi haklarını elde eder. Bir gün, bir kulüpte davul çalmakta olan eski öğrencilerinden Curley, Joe'ya müthiş bir teklifte bulunur: Camianın çok önemli saksafon müzisyenlerinden biri olan Dorothea Williams'ın grubunda piyano çalma fırsatı... Turneye başlamak üzere olan Williams, daha ilk provada harika bir performans sunan Joe'yu gruba alır. Hem işinde, hem de kariyer yapmak istediği müzikte işi yaver giden Joe beklenmedik biçimde kaza geçirerek başka bir boyuta geçer ve kendisini "Great Beyond"a (ölümden sonraki yaşam, bir bireyin kimliğinin veya bilinç akışının, beden ölümünden sonra sahip olmaya devam ettiği bir varoluşa ya da dinde bilinen adıyla ahirete) giderken bulur.

Hayatındaki bu çok önemli kırılma noktalarının tadını çıkaramadan ölmeyi kabullenmeyen Joe, ahiretten kaçmaya çalışırken bu kez kendini hepsinin adının Jerry olduğu ruh danışmanlarının doğmamış ruhları hayata hazırladıkları "Great Before"a (varoluş öncesi, yani insan ruhunun doğumdan önce var olduğu inancı) düşer. Henüz ölmediğini, bedeninin bekleme evresine girdiğini öğrenen Joe, burada kişilikleri tamamen oluştuğunda ve içleindeki "kıvılcımı" bulduklarında dünyaya gönderilen küçük ruhlarla karşılaşır. Joe'nun konumunda olanlar, bu küçük ruhlara ihtiyacı olan kıvılcımı bulmalarında rehberlik etmekle görevlendirilmişlerdir. Bunun için rehberlerin ruh ikizleriyle eşleştirilmeleri gerekmektedir. Yaşanan karışıklıkta Joe, dünyaca ünlü bir çocuk psikoloğu olan Bjorn T. Börgensson kimliğini alır ve Great Before'un en haylazı 22 ile eşleştirilir. Halinden memnun olan, dünyaya dönmek istemeyen, binlerce rehberin başedemediği 22'yi ikna edemezse ölüp ahirete gitmesi gereken Joe'nun işi hiç kolay değildir.


Pete Docter, Kemp Powers ve Mike Jones'un yazdığı, Monsters Inc., Up, Inside Out gibi kaliteli animasyonları yazıp yönetmiş, Toy Story 1-2 ve WALL•E senaryolarında yer almış Docter'in yönettiği Soul, bu konunun içereceği mesajlar tahmin edilse bile izlenmesi keyif veren Pixar animasyonlarından biri. Çocuk ve yetişkin seyirci arasında bir denge kurmayı, nihayetinde daha çok yetişkinlere, daha doğrusu onların içinde sıkışmış çocuklara seslenmeyi seven Pete Docter, Soul ile özenle tasarlanmış fantastik hikayelerinden çıkardığı dünyevi mesajlarına yenilerini ekliyor. Her filminde olduğu gibi, kahramanlarının kendi yaşamlarının anlamını bulmaya yönelik engebeli yolculuklarına, eğlenceli maceralarına ve hüzünlü duraklarına ortak ediyor. Baş kahramanımız Joe Gardner'ı önce New York'ta sürdürdüğü umutlarla dolu yaşamında, daha sonra da yaşadığı kaza neticesinde sıkıştığı ruhlar aleminde takip eden Soul, temelde hayatın anlamını bulmak üzerine bir hikaye. Bunun kulağa "dünyayı kurtarma macerası" kadar klişe geldiği bir gerçek. Bir bakıma kişinin kendi hayat gayesini keşfetmesiyle kendi dünyasını kurtarması olarak görülebilir. Joe için bu gaye, tutkuyla bağlı olduğu caz müzikte ilerlemek, başarılı olmak, takdir edilmek. Tek başına filmi taşımaya yetmeyen bu amacın yanına, hiç bilmediği dünyaya gitmek istemeyen 22'nin amaçsızlığını da ekleyen senaryo, bu pratik çözümle istediği çatışma ve macera zeminini de kurarak çoğu Pixar filminde olduğu gibi bunu bir benlik arayış yolculuğuna dönüştürmeyi başarıyor.

Film, Great Beyond evrenini detayları ve kurallarıyla eğlenceli biçimde tanıttıktan sonra, dünyaya dönmek isteyen Joe ve dönmek istemeyen 22 arasındaki ikilemi aşmak için bu kuralların dışında kalan bir çözüm üretmiş. Gemisiyle kayıp ruhların kurtarılmasına yardım eden Moonwind'in de çabalarıyla dünyada komada olan bedenine geri dönme şansı yakalayan Joe, 22'yi de peşinden sürükleyince yaşanan aksilik sonucu 22, Joe'nun bedenine, Joe ise o sırada hastane yatağında olan terapi kedisi Mr. Mittens'ın bedenine giriyor. Bu noktadan itibaren film tersine bir tasarımla bu defa 22'ye dünyadaki şehir hayatını detayları ve kurallarıyla eğlenceli biçimde tanıtmaya başlıyor. Üstelik bunu yaparken asıl amacına daha çok yaklaşıyor. Her ne kadar dünyayı tanımasa da, çok zeki ve insani ilişkilerden anlayan bir ruh olan 22, Joe'nun bedeninde çok iyi işler yapıyor. Asi bir kişiliğe sahip olan Joe'nun trombon çalan öğrencisi Connie'yi müzikten kopma noktasından döndürüyor. Bunu yaparken eğitim sistemine inanmayan Connie'ye "yöneten sınıfın temel dersleri muhalefetin sesini keser" gibi büyük laflar ediyor. Veteriner olmak isterken yaşadığı aksilikler yüzünden berber olmak zorunda kalan ama bundan hiç şikayet etmeyip mesleğinin faydasını ve verdiği mutluluğu keşfeden Dez ile Joe'nun aksine caz dışında bir şeyler konuşuyor. Terzi annesi Libba ile arasını düzeltiyor. Pizzanın, lolipopun tadını alıyor, müziği duymaya ve sevmeye başlıyor. Doğmamış bir ruh olarak hem Joe'nun bu insanlarla olan ilişkilerindeki eksiklikleri görmesini sağlıyor, hem de dünyada yaşadığı ufak detaylarla bile yaşamanın ne kadar keyifli olabileceğine dair inancı artıyor.


Bir tarafta dünyaya dönüp en büyük hayalini gerçekleştirdiği halde hayatının anlamının gerçekte bu olmadığını, ıskaladığı pek çok şey olduğunu 22 sayesinde fark eden Joe, diğer tarafta kazara Joe'nun bedenine girmesiyle dünyada mutlu bir şekilde yaşamanın ufak ayrıntılarda gizli olduğunu tecrübe eden ve bir bedende dünyaya gelmeye hazır hisseden 22... Soul aslında gözümüzün önünde duran "hayatımızın anlamı, beklediğimiz kıvılcım ufak detaylarda gizlidir" mesajını veren onlarca filmden biri. Ama ruhlar aleminden başka bir yer görmemiş 22'nin dünyevi tecrübesizliği yüzünden gökyüzünü seyretmeyi ve yürümeyi bile hayatındaki kıvılcım olarak görmesindeki incelik az da olsa fark yaratabiliyor. Bir müzisyen ya da veteriner olmak, ev ve araba sahibi olmak için büyük borçlar altına girmek, çocuk yapmak, hatta insanca yaşayabilmek için çalışmak zorunda kalmak gerçekten amaçlarımız ya da aradığımız kıvılcımlar mıdır? Gökyüzünü seyretmek, yürümek, müziği hissetmek, yiyeceklerin tadını almak, sohbet etmek Joe'nun söylediği gibi sıradan yaşamsal şeyler midir? Filmin bunlara kendince cevap veren mükemmel bir aydınlanma sahnesi var ki, Trent Reznor ve Atticus Ross'un aynı güzellikteki Epiphany adlı bestesiyle güçlenen bu duygu dolu kolaj, basit bir özetten çok daha fazlasını ifade ediyor. Belki Great Before'daki ruh personeli Jerry'ler (ve tabii muhasebeci Terry) Inside Out'daki duygu temsilcileri gibi daha renkli ve eğlenceli biçimde tasarlanabilirdi. Ama yine de Inside Out gibi iki faklı kanaldan çok iyi işleyen hikayesi, seslendirme kadrosu ve hayatlarımıza dokunmayı beceren mesajlarıyla Soul, ruhu olan bir film.

24 Aralık 2019 Salı

J'ai perdu mon corps (I Lost My Body) (2019)


Yönetmen: Jérémy Clapin
Senaryo: Jérémy Clapin, Guillaume Laurant
Müzik: Dan Levy

Dört kısa filmin ardından ilk uzun metraj animasyonu J'ai perdu mon corps'u (I Lost My Body) çeken Fransız Jérémy Clapin, senaryoyu Guillaume Laurant ile birlikte yazmış. La cité des enfants perdus, Amelie, Un long dimanche de fiançailles gibi senaryoları bulunan Laurant, kendi romanından uyarladığı bu senaryoda parçalarımızın tüm bedenimizle olan ilişkisine çok çarpıcı ve masalsı bir gözle bakıyor. Bir laboratuvar buzluğundan kurtulmayı başaran bileğinden kopmuş bir sağ elin hayatta kalma mücadelesini izlemeye başlıyoruz. Ardından genç pizza dağıtıcısı Naoufel'in kırık dökük hayatına dahil oluyoruz. Filme serpiştirilmiş geri dönüşlerle de Naoufel ve ailesinin mutlu günlerinden kısa pasajlar görüyoruz. Bu üç kanalı mükemmele yakın bir kurguyla iç içe geçiren film, çok dokunaklı bir ton yakalıyor. Birbiriyle kesişmesi kaçınılmaz bu parçaları, (Naoufel'in çocukluğuna ait geri dönüşleri saymazsak) birbirlerinden bağımsız iki kısa film gibi izlerken, aynı zamanda ilintili oluşlarının gölgesinde nasıl kesişeceklerinin gizemini sonuna kadar koruyor.

Şimdiki zamanımız olan Naoufel'in kayıp elinin bedenini bulma yolculuğu, geçmiş zamanımız olan Naoufel'i tanımaya başladığımız bölüm ile birbirini çok güzel kesen, birleştiren, dengeleyen bir üslupla ilerliyor. Bir de üzerine daha da geçmişe gidip, anlayışlı ebeveynleriyle büyüyen ailenin tek çocuğu, büyüyünce aynı anda hem astronot, hem de piyanist olmak isteyen küçük Naoufel'i gördükçe bu üç parçanın birbirlerini ne kadar güzel beslediklerine tanık oluyoruz. Bu kadar çok ideali olan, meraklı ve yetenekli Naoufel'i yıllar sonra siparişlere geç kaldığı için patronundan azar işiten bitkin bir pizza dağıtıcısı genç olarak gördüğümüzde aradan geçen zamanda neler olduğuna dair soru işaretleri artıyor. Üstelik anne babası da ortada yok ve köhne bir dairede yaşlı bir adam ve hovarda Raouf ile yaşıyor. Filmin hepsine cevabı var. Ama özellikle cevap vermek için kendini aceleye getirmeden, her bölümün kendine çizdiği rotayı ilginçleştirerek ve zaman zaman birbirine referans göstererek kendi ufak dünyasında hem gerçekçi, hem de şiirsel tatlar sunuyor. Filmin geneline hakim olan hüzün, bedenini arayan elin, sevdiklerini yitirmiş bir çocuğun olduğu kadar, Naoufel'in Gabrielle'e duyduğu ilginin de besleyicisi oluyor.

Naoufel'in tarifsiz hüznüne bir de aşk hikayesi ekleyerek kendine yeni alanlar açan film, buradan da çok iyi faydalandıktan sonra yavaş yavaş bu paralellikleri birleştirmesi, sorulara cevap vermesi gerektiğini bilerek son hamlelerini yapıyor. Ancak özellikle sağ elin hayatta kalma mücadelesinde ve bedenini arama macerasında çok yaratıcı fikirlere sahip olmasına, Naoufel ve Gabrielle ilişkisinde de genişletilebilir şık bir romantik uzun metraj potansiyeli taşımasına rağmen, finalin havada kalmış görüntüsü izleyenin bakış açısına göre bir tamamlanmamışlık hissi yaratabiliyor. Yine de son yılların en iyi animasyonlarından biriyle karşı karşıyayız. Hatta Julian Schnabel filmi Le scaphandre et le papillon ile akrabalığı olduğu bile söylenebilir. Geçirdiği felç sonucu sol göz kapağı dışında tüm bedeni felç olan Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby'nin gerçek hikayesinde filmi o sol gözden izliyor, aynı zamanda geri dönüşlerle felçten önceki Bauby'nin hayatından kesitlerle benzer bir melankoli yaşıyorduk. Naoufel'in sağ eli, Bauby'nin sol gözü, insanoğlunun hayata tutunma isteğini/ihtiyacını sembolize eden, belki de kendi farklı karakterlerine sahip diğer organlarımızın bize vermeye çalıştığı çeşitli mesajların ulaklarıdır.

2 Temmuz 2019 Salı

Ruben Brandt, Collector (2018)


Yönetmen: Milorad Krstic
Senaryo: Milorad Krstic, Radmila Roczkov
Müzik: Tibor Cári

Ünlü bir psikoterapist olan Ruben Brandt, babasının ölümünün lanetini üzerinde taşıyan, bu yüzden sık sık kabuslar gören bir adamdır. Bu korkunç kabuslarda canlanan dünyaca ünlü bazı tablolar çeşitli şekillerde Brandt'in hayatını cehenneme çevirmeye başlar. Bu arada Louvre müzesinden Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya ait paha biçilemez bir yelpaze, bir akrobat, dublör ve kleptoman olan Mimi adındaki kadın tarafından çalınır. Mimi aslında Paris'e sanat eserlerine meraklı mafya babası Vincenzo'nun görevlendirdiği üzere Regent Elması'nı çalmak için gelmiştir. Yelpazeyi çaldığı gece gözüpek bir özel dedektif ve sanat hırsızlığı konusunda uzman olan Mike Kowalski tarafından takip edilir. Bu takip sonunda önce Kowalski'ye yakalanan, ardından kurnazca kurtulan, ayrıca kazık attığı için Vincenzo'nun nefretini kazanan Mimi, kleptomanlığı doğru şekilde yapabilmek amacıyla, "sanatsal ruhları iyileştirmek için en iyi psikiyatrist" olduğunu duyduğu Brandt ile temasa geçer. Terapi başladığında ise Mimi, Brandt'in bazı sorunları olduğunu anlamakta gecikmez.

Ruben Brandt, Mimi'nin de fikir ve desteği sayesinde bu kabuslar ve halüsinasyonlardan kurtulmak için The Louvre, The Tate, MoMa, The Uffizi, The Musée d’Orse, The Art Institute Of Chicago gibi dünyanın en iyi müzelerinde bulunan, dünyanın en iyi tablolarından 13 tanesini çalmaya karar verir. Bu deli işi planına, aynı zamanda hastaları olan ünlülerin koruması Bye-Bye Joe, bilgisayar dehası Fernando ve "iki boyutlu" banka soyguncusu Membrano Bruno da gönüllü olarak dahil olur. Bu ekip, çılgın ve zeki planlarla tüm orijinal tabloları çalmayı başarır. Bu seri eser soygunu dünyada büyük yankı uyandırır. Brandt artık "Koleksiyoncu" lakabıyla aranan ünlü bir hırsızdır. En çok aranan suçlular haline gelen ekip, dünyanın dört bir köşesinde kovalanırken, yakalanmaları için konan ve sürekli artan ödül ise 100 milyon doları bulur. Sigorta şirketlerinden oluşan birim, Kowalski'yi hırsızları yakalaması için tutar. Kowalski yanında, 100 milyon doları duyan ödül avcıları, aynı zamanda Vincenzo ve adamları da Brandt ile çetesinin peşine düşer.


1952 Slovenya doğumlu Milorad Krstic'in Radmila Roczkov ile birlikte senaryosunu yazdığı, yönettiği, mutfağında daha pek çok işe el attığı Ruben Brandt, Collector, benzersiz bir animasyon deneyimi. Sırbistan'daki Novi Sad'da hukuk eğitimi alan, 1989'dan beri de ressam ve multimedya sanatçısı olarak Budapeşte'de yaşayan Krstic, çizim, resim, fotoğraf, heykel, belgesel film, set ve sahne tasarımı gibi birçok alanla yakın temasta olan bir sanatçı. Bu güne kadar sadece 1995 tarihli My Baby Left Me adında bir kısa animasyon çekmiş ve onunla da Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı kazanmış. Zaten işi başından aşkın bir insan olması bir yana, önceden tanımış olsaydık onun bir şekilde sinema dünyasına adım atması büyük olay olurmuş diye düşünebilirdik. Nitekim ilk uzun metrajlı filmini çıkarması 2018 yılını bulmuş ve Macaristan yapımı Ruben Brandt, Collector gerçekten büyük bir olay olmuş. Eskiden beri sanat galerilerini ve sinema salonlarını çok sevdiğini söyleyen, bir tablonun veya iyi çekilmiş bir sahnenin bazen gerçeklikten çok daha güçlü olabileceğini savunan Krstic, ilk filminde bu iki sanat dalının kendisi için ifade ettiklerini olağanüstü bir karışımla sanat severlerin beğenisine sunuyor.

Dadaizm, Surrealistler, Alman ekspresyonist ressamlar ve Pop Art gibi akımları favorisi olarak gösteren Milorad Krstic, özellikle karakter dizaynlarında Picasso'nun asimetrik yüz tasarımlarından, Kübist ve Dadaist akımlardan ilham aldığını belirtiyor. Baş karakteri olan Ruben Brandt'i ise ismen Flaman ressam Peter Paul Rubens ve Hollandalı ressam Rembrandt van Rijn'in kombinasyonu olarak düşünmüş. Krstic'in sinema zevkine baktığımızda ise korku, aksiyon-macera, film noir, drama, art-house, fantezi şeklinde geniş bir yelpazeyle karşılaşıyoruz. Ingmar Bergman, Luis Buñuel, Charlie Chaplin, Sergei Eisenstein, Federico Fellini, Alfred Hitchcock, John Huston, Stanley Kubrick, Akira Kurosawa ve Georges Méliès gibi yönetmenler onun sinema bilincini şekillendirmiş. Ama bu ağır isimlerin yanında popüler kültüre dair kişi, olay, sahne örnekleri de görmek mümkün. Krstic'in geniş çaplı ilham kaynakları kimi zaman bir Hitchcock filmi gibi gizemli tavır takınırken, bazen aksiyon gerektiren bir soygun filmi olması itibariyle kimi zaman da Mission Impossible ya da Ocean's Eleven tarzı popüler bir tempodan besleniyor.

Ruben Brandt'in farklı sorunlara sahip hastaları için ilginç tedavi yöntemleri var. Ama kendi sorunlarının çözümünün "sorunlarını kontrol altına almak için onlara sahip ol" öğüdü olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kabuslarına giren 13 tabloyu çalmaya karar vermesi, bir psikoterapist olarak Brandt'in kendine biçtiği terapi yöntemi oluyor. Üstelik sadece Brandt için değil, Mimi, Bye-Bye Joe, Fernando ve Membrano Bruno için de bu soygunlar özgürleştirici bir etki taşıyor. Tabii Brandt ve Mimi'nin bu "tedavi" süreci daha detaylı işleniyor. Brandt'in rüya ve halüsinasyon sahneleri yaratıcı, ürkütücü ve bu sayede gerçekten kurtulunması gereken arızalar olarak görevini yerine getiriyor. Krstic muhtemelen bu eserlerde hissettiği korku/gerilim fantezilerini, kendi sanatsal vizyonundan hareketle tanımladığı Brandt üzerinden somutlaştırarak self terapisini yapıyor. Üstelik Brandt'in bu ruh halini bir baba-oğul arızasıyla ilişkilendirerek gerekçe de sunuyor. Hepsi farklı şekillerde sorunlu ve terapi görmekte olan beş kahramanımız milyar dolarlar değerinde tabloları zeki ve soğukkanlı biçimde müzelerden çalarken hiçbirinin derdinin para olmaması, özgürleşme hissinin paha biçilemezliğine işaret ediyor.


Krstic, her sahnesine saniyelerle sınırlı sanat yerleştirmeleri yaparak bir ayrıntılar okyanusu, bir referans bombardımanı yaratıyor. Bunları filmin gerçeküstü hamuruna o kadar uygun yöntemlerle yapıyor ki, bir sergide önünde durduğumuz tabloları detaylarıyla incelemeye benzeyen şekilde sahneleri sürekli durdurma ihtiyacı yaratıyor. Psikolojik gerilimi mizahla, sanatsal derinliği popüler aksiyon numaralarıyla buluştururken bu yaratıcılığa hayran kalıyoruz. Filmin hemen başlarındaki Mimi ve Kowalski arasında Paris'te geçen uzun takip bölümü, Vincenzo'nun tırlarla ve bir helikopterle kahramanlarımızın peşine düştüğü anlar ve Tokyo'daki Popüler Sanat Sergisi'nde girişilen mücadele sahneleri, Krstic'in sadece sanat düşkünü bir "nerd" olmadığını, popüler aksiyon denklemlerinden de haberdar olduğunu gösteren çok eğlenceli sekanslar. Ruben Brandt, Collector, türlerin iç içe geçtiği bu biçimsel zenginliğini müziklerine de yansıtmış bir film. Güçlü tema müziklerini yapan Tibor Cári yanında, bazı Mozart, Puccini, Schubert, Stravinsky, Tchaikovsky eserlerini duymak mümkün. Popüler sızıntıları bu noktada da göstermek suretiyle Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox adlı grubun Creep (Radiohead), All About That Bass (Meghan Trainor) ve Oops!... I Did It Again (Britney Spears) şarkılarını sevimli pop caz yorumlarıyla duymak da çok keyifli.

Ruben Brandt, Collector nadir bulunan bir animasyon. Her sahnesinden sanat fışkıran, derinlik sahibi, hınzır, sürprizlerle dolu, sürreal bir deneyim. Yenilikçi olduğu kadar geleneksel öğelere bağlı, çok emek harcandığı belli olağanüstü bir vizyonun eseri. Erken başyapıt tabir edilen, şarap misali yıllandıkça değeri daha çok artacak bir yapım. Waltz with Bashir, Loving Vincent, Isle Of Dogs, Persepolis, La tortue rouge, Alois Nebel, Rango, L'illusionniste, Renaissance, WALL•E gibi 2000'lere damgasını vurmuş yenilikçi animasyonların arasında yeri çok sağlam. Milorad Krstic bu işin mutfağını çok iyi bilen bir sanat sever ve sanatçı. Bu tecrübeye rağmen henüz ilk uzun metrajını çekmesine inanmak güç. Bundan sonrasında yine mutfağına mı dönecek, yoksa buna benzer başka projelere mi imza atacak orası şimdilik belirsiz. İkincisi olması halinde sinema dünyası muhteşem bir yönetmen daha kazanacak. 13 dahi ressamın seçilmiş 13 tablosunu hikayesine birbirinden ilginç yöntemlerle dahil edişi, belki de bu sayede yeni nesli bu eserlerin varlığından haberdar edişi, zaten haberdar olanlara da farklı bir deneyim sunması, birkaç sanat dalında birden ustalaşmış Krstic'in sinema sanatına da ne denli önem bahşettiğinin kanıtı. Filmden öncesinde ve sonrasında görülmesi farklı tatlar yaratacak o meşhur tablolar ve sahipleri, resim sanatının hayatımıza kattığı anlamı sinema sanatıyla kol kola bir kez daha hatırlatıyor.


Venus (Sandro Botticelli)
Double Elvis (Andy Warhol)
Nighthawks (Edward Hopper)
Olympia (Éduard Manet)
Whistling Boy (Frank Duveneck)
Portrait Of The Postman Joseph Roulin (Vincent van Gogh)
Infanta Margarita Teresa In A Blue Dress (Diego Velázquez)
Portrait Of Renoir (Frédéric Bazille)
Portrait Of Antoine, The Duke Of Lorraine (Hans Holbein)
Woman Holding A Fruit (Paul Gauguin)
The Treachery Of Images (René Magritte)
Woman With Book (Pablo Picasso)
Venus Of Urbino (Tiziano Vecellio)

13 Nisan 2019 Cumartesi

Spider-Man: Into the Spider-Verse (2018)


Yönetmen: Bob Persichetti, Peter Ramsey, Rodney Rothman
Seslendirenler: Shameik Moore, Jake Johnson, Hailee Steinfeld, Mahershala Ali, Liev Schreiber, Chris Pine, Brian Tyree Henry, Lily Tomlin, Nicolas Cage, Kathryn Hahn, Zoë Kravitz, John Mulaney, Kimiko Glenn
Senaryo: Phil Lord, Rodney Rothman
Müzik: Daniel Pemberton

Örümcek Adam, tüm zamanların en iyi çizgi romanlarından biri, bir süper kahraman olarak da en renklilerinden biri olmuştur. Özellikle Sam Raimi'nin 2002'de başlayıp üçleme şeklinde temize çektiği seriyle beyaz perdedeki yolculuğu ara vermeksizin süren Spiderman, çizgi romandan kalma eski hayranlarının üzerine yeni nesilleri de koyarak hiç hız kesmedi. Karizmatik olmaktan uzak, daha çok şaşkın bir nerd gibi dolanan Tobey Maguire'ın Peter Parker yorumu, Raimi'nin dönemin efekt teknolojilerinden verimli biçimde faydalanmasıyla fazla göze batmadı. Raimi'nin seriyi başlattığı yıldan 10 sene sonra, 2012'de bu defa klip yönetmenliğinden gelme Marc Webb'in iki filmlik The Amazing Spider-Man'i dolaşıma girdi. Yeni Örümcek Adam/Peter Parker olarak seçilen yetenekli aktör Andrew Garfield, Webb'in dinamik yorumu sayesinde seyirciyi kendine alıştırmayı başardı. Spiderman için yeni hasılatlara yelken açmak artık daha kolaydı. Çünkü başrole kimi seçersen seç, kemikleşmiş hayran kitlesi hiçbirini yadırgamıyordu. Avengers serisi ile ivme kazanan süper kahraman filmleri enflasyonu içinde bir Marvel neferi olarak Spiderman'in yer almaması imkansızdı. 2016'da Captain America serisinin üçüncü filmi Civil War'da yepyeni bir Örümcek Adam (ya da Çocuk) ile karşılaştık. O dönem 20 yaşında olan Tom Holland, bebek yüzü, yerinde duramayan enerjisi ile Marvel evrenine taze kan oldu. Ertesi yıl bu yeni serinin ilk solosu Spider-Man: Homecoming yine hasılatın dalağını yardı ve Holland'ın hayran kitlesini genişletti. (Far From Home adlı ikinci film de yolda.)

Marvel Milli Takımı'nın üçüncü ve en kritik ayağı olan Infinity War'da güçlü ağabey ve ablaları arasında yer bulan, önemli işlere imza atan tıfıl Spiderman, bir süre daha Tom Holland ile yoluna devam edecek gibi görünüyor. Öte yandan, 2011 yılından beri bir başka Spiderman olarak çizgi roman evreninde büyümeye devam eden Afro-Amerikan/Meksikalı karışımı Miles Morales'in, sayfaların dışına taşma zamanının geldiğini düşünen yapımcılar düğmeye bastı ve bu kez animasyon olarak onu daha geniş kitlelere ulaştırmaya karar verdiler. Tom Holland varken bir de bu oluşum için gerçek oyuncularla paralel bir seri daha düşünülmemesi gayet olumlu. Üstelik Miles bu evrende yalnız değil. Orta yaşlı, Mary Jane'den ayrıldığı için depresyonda olan Peter Parker yanında, Miles'ın yeni kaydolduğu özel okulda karşılaştığı Spider-Gwen, 1940'ların siyah beyaz noir döneminden gelen karizmatik Spider-Man Noir, anime evreninden Peni Parker ve Looney Tunes dünyasından ışınlanmış gibi duran (hatta "that's all, folks" repliğini bile kullanan) Spider-Ham bu evrenin birer parçaları. Bu parçaları biraraya getiren ise, farklı paralel evrenlerin kapısını açabilen devasa makinesi aracılığıyla kaybettiği karısı ve kızına kavuşmak isteyen Kingpin oluyor.


Başa dönersek, polis memuru babası ve hemşire annesiyle Brooklyn'de yaşayan, zekası sayesinde özel yetenekli öğrencilerin toplandığı bir lisede okuma hakkı elde eden Miles, kendisine daha yakın gördüğü, suçlu geçmişi nedeniyle babasının uzak durmasını istediği amcası Aaron ile takılmayı daha çok seviyor. Amcasıyla izbe bir yere grafiti yapmak amacıyla gittikleri bir gece radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıyor. Miles'ı bu defa bir "Örümcek Çocuk" yapmak için daha parlak bir fikir bulunamadığı ortada. Isırıldıktan sonra Miles'ın kazandığı üstün yetenekler, acemilikler, diğer örümcek karakterlerce, özellikle de Peter Parker tarafından güçlerini nasıl kullanacağının öğretilme süreci, başarısızlıklar, bu esnada trajik bir kayıp, gittikçe güçlenen Kingpin tehlikesi, nihayet Miles'ın bu güçleri kontrol altına alıp dünyayı kurtarmaya hazır olması... Yani her şey süper kahraman kitabına uygun bir süreçte ilerliyor. Örümcek evrenine ait diğer kahramanların özüne, geçmişlerine inmeden, Peter Parker ve Gwen'i biraz öne çıkararak Miles'ın doğuşu ve yükselişine ışık tutulması bu ilk film için gayet normal. Son yıllarda tek tabanca süper kahraman filmleri yerine Avengers modunda kalabalık kahramanlı maceraların cazibesinden de faydalanmak için uygun bir ortam var. Ama Spider-Man Into The Spider-Verse'ün asıl cazibesi, türlü animasyon tekniğini bu bilinen senaryoya akıcı, sürükleyici, zeki yöntemlerle paketleyip sunmasında. Özellikle Miles'ın finale doğru güçlerini gerçek anlamda keşfettiği bölüm muazzam.

Animasyon departmanlarında pişen Bob Persichetti, bazı David Fincher, Steven Spielberg (hatta Bram Stoker's Dracula'da Francis Ford Coppola) filmlerinin sanat departmanında storyboard uzmanı olarak çalışmış Peter Ramsey ve geçmişinde pek önemli işleri bulunmayan Rodney Rothman üçlüsünün yönettiği film, olağanüstü bir animasyon yelpazesi barındırıyor. Farklı evrenlerden gelen Spider-Verse karakterlerinin çizgi roman, modern animasyon, anime, film noir, çizgi film disiplinlerine sadık kalan, bunların ortak evrende birbirini beslemesini, kolektif bir aura yaratmasını sağlayan, küçük anlara bile birçok detay sığdıran yönetim kadrosu, Sony Pictures Animation çatısı altında son yılların en güçlü animasyonlarından birini dünyaya düşürüyor. Yönetmenlerle birlikte Phil Lord ve Rodney Rothman ortak senaryosu, sözünü ettiğimiz alışıldık süper kahraman hikaye gidişatının neredeyse her anına kritik, yenilikçi, tutkulu diye uzayıp gidebilecek sıfatlarla müdahalelerde bulunuyorlar. Zengin seslendirme kadrosu, güncel hip-hop şarkıcılarının şarkıları ve usta müzisyen Daniel Pemberton'ın tema müzikleri de bu harikulade denklemler bütününde yerini alıyor. Jeneriğinden post credit sahnesine kadar orijinalliklerle dolu Spider-Man: Into The Spider-Verse, kimbilir kaç filmle artık Örümcek Adam'dan sıtkı sıyrılmış seyircileri bile tekrar uyandıracak etkiye sahip anlar taşıyor. Hatta bence bu animasyon, Spiderman adı altında yapılmış en orijinal iş.

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Isle Of Dogs (2018)


Yönetmen: Wes Anderson
Seslendirenler: Bryan Cranston, Edward Norton, Bill Murray, Bob Balaban, Jeff Goldblum, Koyu Rankin, Scarlett Johansson, Frances McDormand, Greta Gerwig, Kunichi Nomura, Akira Ito, Harvey Keitel, Liev Schreiber, Courtney B. Vance, F. Murray Abraham, Tilda Swinton, Yoko Ono, Fisher Stevens, Nijirô Murakami, Roman Coppola, Anjelica Huston
Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman, Kunichi Nomura
Müzik: Alexandre Desplat

Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman ve Kunichi Nomura'nın ortak hikayelerini Anderson'un senaryolaştırıp yönettiği Isle Of Dogs, günümüzden 20 yıl sonra Japonya'nın Megasaki şehrinde geçen bir stop motion animasyon. Bu geleceğe gitmeden evvel, hikayenin geçmişine bakalım. İtaat Dönemi'nden önceki 10 yüzyıl önce köpekler mutlu bir şekilde özgürce yaşıyorlar. Ne var ki hakimiyetini genişletmek isteyen kedisever Kobayashi Hanedanlığı savaş ilan ediyor ve köpeklere saldırıyor. Tam köpek ırkı yok olacak iken, onların bu durumuna üzülen, sonradan Efsanevi Samuray Çocuk olarak tanınacak cesur bir savaşçı ortaya çıkıyor ve insanoğluna sırtını dönerek Kobayashi kabilesinin liderinin kellesini uçuruyor. Köpek savaşları sonunda evcilleştirilen, hor görülen, acizleştirilen bu canlılar yine de hayatlarına devam edip çoğalıyorlar. Kobayashiler ise yenilgiyi asla kabullenemiyorlar. Günümüzden 20 yıl sonrasındaki Megasaki'de ise burun humması, köpek nezlesi gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle pireler, kurtçuklar, kene ve bitler istila halinde. Kobayashi soyundan gelme Vali Kobayashi, sahipli sahipsiz tüm köpek ırkının Çöp Adası'na sürgün edilmesine karar veriyor. Asıl hikayemiz bu "Çöp Adası Kararnamesi"nin uygulanmasından 6 ay sonrasında başlıyor.

6 ay önce Vali Kobayashi, bu kararnameye öncü olmak için resmen ilk olarak valilik bünyesine ait koruma köpeği olan Spots Kobayashi'yi şehirden sürüyor. Spots, Vali Kobayashi'nin vasisi olduğu 12 yaşındaki Atari'nin en iyi dostu olunca, Atari onu Çöp Adası'ndan kurtarmak için küçük uçağına atlayıp adaya gidiyor. Uçağı adaya düşen Atari, orada ada sakinlerinden Chief, Rex, King, Boss ve Duke adlı beş köpekle karşılaşıyor ve birlikte Spots'u bulmak için türlü sürprizlerle dolu adada bir yolculuğa çıkıyorlar. Böylece 10 yüzyıl önceki tarih, farklı şartlarda kaldığı yerden devam ediyor. Tüm Anderson alametifarikalarını taşıyan, buna ilaveten köpek ırkı üzerinden çocuklara ve yetişkinlere anlamlı mesajlar veren Isle Of Dogs, Japonya bünyesinde kendi kurmaca evrenini olağanüstü detaylarla inşa etmiş, post apokaliptik bilinmezliğini ilginç sürpriz ve karakterlerle zenginleştirmiş bir film. Başroldeki beş arkadaşın kendi iç dinamiklerinden, köpek ırkının ötekileştirilmesini merkez alan genel perspektife kadar kendine pekçok kulvar açan Anderson, yaratıcı senaryo anlayışını bu kulvarlarda istediği gibi yüzdürme fırsatı buluyor. Simetri tutkusu, renk zenginliği, her sahnesinde onlarca detay barındıran titizliği, Alexandre Desplat imzalı müzik kullanımı, Fantastic Mr. Fox animasyonunda da beraber çalıştığı sinematograf Tristan Oliver ile elde ettiği harika kareler ve yıldızlar geçidi şeklindeki seslendirme kadrosu Isle Of Dogs'u son yılların en özel animasyonlarından biri yapıyor.


Beş kahramanımızın dördü evcil köpekler oldukları için güzel bir yuva ortamından, sahiplerinin onlara verdiği görev ve değerlerden koparılıp adaya sürülmüş canlılar. İçlerindeki en huysuz, asi ve umursamaz olan Chief ise bir sokak köpeği. Yani köpeklerin sürüldüğü bir adada kendi grubu içinde de öteki olmuş bir köpek. Ama Chief kendini ezdirecek bir köpek olmadığı gibi, diğerleri de onu dışlayıp ezecek karakterde olmayan mülayim köpekler. Tavrı, hikayeleri, derinliği ile diğerlerinden ayrılan Chief ve en yakın dostunu arayan Atari arasında adım adım kurulan, yol hikayesiyle paralel ilerleyen dostluk, yolda uğradıkları birbirinden ilginç duraklarla daha da değerleniyor. Bu adaya hapsedilen köpeklerin bireysel ve toplumsal olarak kendilerine yeni yaşam alanları açmak, kendi düzenlerini oturtmak zorunda kaldıklarını görüyor, her birinin duyduğumuz ya da duymadığımız enterasan hikayelere sahip olduklarını anlıyoruz. Spots'u bulmak veya köpek nezlesini tedavi eden serumu Megasaki halkına ulaştırmak gibi motivasyonlarla macerasını sağlama alan Anderson, insan-köpek ilişkisi özelinde ötekileştirmeye, ırkçılığa, faşizme karşı da naif ama kararlı bir duruş sergiliyor.

Wes Anderson çoğu filminde olduğu gibi yine bambaşka bir evren kurup onu biçimsel ve metinsel olarak zenginleştirmedeki ustalığını gösteriyor. İngilizce kadar Japonca'ya da sahip çıkan dil kullanımını altyazılarla, çevirmenlerle veya çeviri yapan teknolojik kulaklıklarla halletmesi de yerinde bir çözüm. (Tamamı Japonca çekilse çok daha orijinal bir kimliğe bürünebilirdi tabii.) Filmin tek kötüsü olan Vali Kobayashi'nin aslında çok üstünkörü bir kötü olarak tasarlandığının anlaşılması, dişi köpek Nutmeg'in esas oğlanın "chick"i olmak dışında işlevsiz bırakılması, Anderson'ın çoğu Amerikalı sinemacının hezeyanına kapılarak o kadar köpek ve Japon karakter dururken Amerikalı değişim öğrencisi sevimsiz Tracy'yi içinden çıkılması zor durumdan azmiyle çıkmayı başaran kilit bir pozisyona yerleştirilmesi ise filmin eksiklikleri. Tracy yerine bir Japon öğrenci konsa hikaye en ufak bir zarar görmeyecek iken, böyle bir filme "iş bitirici Amerikalı" yaması hiç iyi durmuyor. Yine de son zamanlarda sıkça rastlanan, hayvanlara, özellikle de köpeklere yönelik eziyet, işkence, cinayet vakalarını düşününce, hayvan barınaklarının içler acısı haline tanıklık edince, hatta faytonlara koşulacak atların nasıl perişan edildiklerini, yanan ormanlarda binlerce canlının nasıl katledildiğini, ekmeğinin peşindeki bir kartalın nasıl canice öldürüldüğünü görünce bir "köpek adası" fikrini akıllara getirebildiği için bile özel bir yapım. Hatta onları insan zulmünden uzak tutmak adına toptan bir "hayvan adası" fikri bile fena durmuyor.

2 Mart 2018 Cuma

Coco (2017)


Yönetmen: Lee Unkrich,  Adrian Molina
Seslendirenler: Anthony Gonzalez, Gael García Bernal, Benjamin Bratt, Alanna Ubach, Renee Victor, Alfonso Arau, Edward James Olmos, Selene Luna
Senaryo: Lee Unkrich,  Adrian Molina, Jason Katz, Matthew Aldrich
Müzik: Michael Giacchino

12 yaşındaki Miguel'in büyük büyük ninesi Coco ve Coco'nun annesi Imelda, yıllar önce müzisyen olmak için evden ayrılan baba tarafından terk edilmişlerdir. Bu yüzden ailede değil müzisyen olmak, müzik dinlemek bile kuşaktan kuşağa yasaklanmıştır. Ayakkabı yapımında ustalaşan ailesine rağmen Miguel müziğe tutkuyla bağlıdır. Gizli gizli müzik dinler ve gitar çalıp şarkı söyler. Bir kaza sonucu sahnede ölen idolü Ernesto de la Cruz gibi bir müzisyen olmak istemektedir. Kasabada yapılacak yetenek yarışmasına katılacağı sırada ninesi Abuelita'ya yakalanır ve gitarı parçalanır. Yarışmaya katılmak için gitar ararken, Ernesto de la Cruz'un anısına yapılan şapelde sergilenen gitarı almaya çalışır. O gitarın, Coco'nun evi terk eden babasının gitarıyla aynı olduğunu fark eder. Fakat Miguel gitarı alır almaz kendini Ölüler Diyarında bulur. Orada ölü akrabalarını, en önemlisi de Ernesto de la Cruz'u bulup aile tarihi ile ilgili gerçekleri öğrenmenin, sonra da tekrar gerçek hayatına dönmenin yollarını aramaya başlayacaktır.

Toy Story 2-3, Finding Nemo, Monsters Inc. gibi animasyonlarda yardımcı yönetmenlik yapmış Lee Unkrich'in yönettiği (ona da yardımcı yönetmen olarak Adrian Molina'nın katkıda bulunduğu) Pixar yapımı Coco, kökü Azteklere dayanan ve 31 Ekim - 2 Kasım arasında Ölüler Günü (Dia de Muertos) adı verilen Latin Amerika geleneğinin izinden çok güzel bir hikaye kuruyor. Festival havasında geçen bu gelenek, ölmüşlerin bu tarihlerde sevdiklerini ziyaret etmeleri, yaşayanların da onları sevdikleri eşyalarla, yiyeceklerle, şarkılarla karşılamaları üzerine kurulu. Ama hepsinin altında yatan şey ise, yaşayanların onları unutmadıkları, gelecek kuşaklara da unutturmayacakları fikri. İşte bu fikri hikayeleştiren Unkrich, Molina, aynı zamanda Jason Katz ve Matthew Aldrich, eğlenceli, dramatik, komik ve mesajı kıymetli bir film ortaya koyuyorlar. Ölüleri unutturmamak için gerekli fotoğraf öznesinden, kendi kurulu düzenine sahip hayali bir Ölüler Diyarı tasarımından, gizemli geçmiş faktöründen, enfes müzikal anlardan beslenen Coco, hepsinin üstesinden gelebilen dengeli ve tempolu anlatımıyla son yılların en iyi animasyonlarından biri olarak ışıl ışıl parlıyor.

Şimdiki zamanında yaşadığı sıkıntıları, doğru bildiği yanlışları düzeltmek için zamanda yolculuğa benzer biçimde Ölüler Diyarına gitme fırsatı bulan, bu sayede uzun yıllar sürdürülmekte olan bir geleneği kolayca anlayıp yorumlayan Miguel'in Ernesto de la Cruz hayranlığı ile kesişen ailevi tesadüfü açıklığa kavuştırmaya çalışması, beraberinde geçmişe dair farklı bir hikaye daha ortaya çıkarıyor ki, çoğu normal filmde bile rastlanmayan bu çok boyutluluk filmi cicili bicili, şarkılı danslı bir animasyondan öteye taşıyor. WALL·E, Up, Toy Story, Inside Out gibi ana temasını katmanlaştıran, mesajlarını her kuşağa iletebilen dengelerle yapılmış animasyonlar arasına bundan böyle Coco'yu da dahil edebiliriz. Sevdiklerimizi unutmamak, kendimizi de unutturmamak, alttan sürekli yenilenen nesillere geçmişimizde izler bırakmış büyüklerimizi tanıtmak, onların da hatırlamasını sağlamak, yapabildiğimiz ölçüde bu geçmişi affetmek üzerine çok yaratıcı, duygusal, eğlenceli, dinamik fikirlerle dolu bir film Coco. Ayrıca bizi sesini iyi kullanan, filmdeki çok güzel şarkıları çok güzel söyleyen Anthony Gonzalez adlı yetenekle tanıştırıyor. Gael García Bernal, Benjamin Bratt, Edward James Olmos, Renee Victor gibi tecrübeli isimlerin latin aksanlı seslendirmeleri de halkayı tamamlayarak çocuk yetişkin herkesin izlemesi gereken filmi taçlandırıyorlar.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Loving Vincent (2017)


Yönetmen: Dorota Kobiela, Hugh Welchman
Oyuncular: Douglas Booth, Eleanor Tomlinson, Chris O'Dowd, Robert Gulaczyk, Helen McCrory, Saoirse Ronan, Aidan Turner, Jerome Flynn, Cezary Lukaszewicz, Bill Thomas, Martin Herdman, John Sessions
Senaryo: Dorota Kobiela, Hugh Welchman, Jacek Dehnel
Müzik: Clint Mansell

Vincent Van Gogh'un Fransa, Auvers'te öldüğü haberi, eskiden yaşadığı Arles kasabasına ulaşır. Van Gogh ile yakın arkadaş olan emektar postacının oğlu Armand Roulin, 17 yaşında Van Gogh'un portresini yapmış olduğu bir adamdır. Ressama pek de düşkün olmayan Armand, babasının ısrarları sonucu taziye mektubunu Van Gogh'un ağabeyi Theo'ya götürmeye razı gelir. Paris'e vardığında Theo'nun da kardeşinin ardından vefat ettiğini öğrenince mektubu verebileceği bir akraba aramaya başlar. Bu yolculukta ünlü ressamın son günlerini ve ölümünün esrarını da aydınlatmaya başlayacaktır. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın yönettiği, bu ikiliye senaryoda Jacek Dehnel'in eşlik ettiği Loving Vincent, bir tarlada kendisini tabanca ile vurduktan sonra yaralı halde odasına dönen, fakat iki gün sonra yaşamını yitiren 37 yaşındaki Hollandalı ressam Vincent Van Gogh'un ölümünden bir yıl sonrasında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Biyografik özellikleri yanında, esasen Armand'ın önceleri gönülsüz de olsa babasının taziye mektubunu götürdüğü kasabada karşılaştığı insanlardan edindiği bilgilerle Van Gogh'un ölümünün ardındaki sır perdesini merak etmesiyle polisiye bir ton yakalıyor.

Van Gogh'un çocukluğundan itibaren içe dönük kişiliğini, resim sanatına karşı oluşan gecikmeli tutkusunu, bu gecikmeyi telafi etmek istercesine gelişen aşırı üretkenliğini Armand'ın görüştüğü Van Gogh'a yakın karakterlerden öğreniyoruz. Aslında Armand ile beraber, onun hakkında bildiklerimizi pekiştiriyor, bilmediklerimizi öğreniyor, kimi zaman bazı detaylar karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Çünkü modern sanatta çığır açmış çok önemli sanatçılardan biri hakkında, olağanüstü tabloları haricinde daha kişisel şeyler öğrenmek, özellikle de trajik sonuna doğru giden yolda yaşadıklarından, ruh halinden çıkarımlarda bulunmak oldukça aydınlatıcı bir tecrübe yaşatıyor. Çocukluğundaki dışlanmışlığından kendine vicdani sorumluluklar yüklediği ve tabii çok sevdiği için hep ona göz kulak olmak isteyen ağabeyi Theo'nun da Van Gogh'un ölümünden kısa bir süre sonra ölmesi, Armand'ın mektubu teslim edecek bir kişi bulamamasına sebep oluyor. Armand'ın bu mektup seyahatinde görüştüğü Doktor Gachet'nin, onun kızı Marguerite'in, Auvers'te kaldığı pansiyon sahibinin kızı Adeline'in, kayıkçının Van Gogh'un bu dönemine ışık tutan anıları, Van Gogh'un intihar mı ettiği, yoksa biri tarafından vurulduğu mu gibi soruları ortaya çıkaran diğer yan karakterler, içeriği daha çekici kılıyor. Ama Loving Vincent'ın asıl gücü, benzersiz anlatım şeklinden gelmekte.


10 yıllık bir çalışmanın ürünü olan Loving Vincent, 125 ressamın, 65 bin kare, 853 özgün yağlı boya tablo meydana getirmesiyle oluşmuş muazzam bir teknikle işleniyor. Van Gogh'un tablolarını yapmış olduğu karakterlerden ve son dönemde yaşadığı mekanlardan bazılarını birebir alarak bu teknikle hareketlendiren ekip, Douglas Booth, Chris O'Dowd, Eleanor Tomlinson, Saoirse Ronan, Jerome Flynn gibi oyuncuların katkılarıyla bu tabloların dokusunu bozmadan filmi boyutlandırmayı başarıyor. Bir yerlerde mutlaka rastladığımız, belki de evimizdeki duvarı süsleyen Yıldızlı Gece, Sarı Ev, Eski Değirmen, Dr. Gachet’nin Portresi, Gece Kafesi, Kargalarla Buğday Tarlası, Rhone Üzerine Yıldızlı Bir Gece gibi nice Van Gogh başyapıtını muhteşem bir atmosfer içinde izlediğimiz film, animasyon türünde bir devrim niteliğinde. Üstelik bu tablolar uzun emeklerle, yağlı boyalarla, Van Gogh'un stili korunarak canlandırılırken filmin hikaye akışına körü körüne eklenmeyip ölümünün bir yıl sonrasında yaşanan olayların sinematik düzenini bozmayan bir sürükleyicilikte canlandırılıyor. Tıpkı hareketsiz tabloların taşıdığı gizem gibi, film de kendi gizemini, üzerine koyarak daha da arttırıyor. Işıklar, gölgeler, kıvrımlar, parlak renkler, fütüristik bakış açısının tüm görkemini sabit bir tuvalden hareketli ekrana taşıyor. Böylece ilk defa, sinematografisi Vincent Van Gogh tarafından yapılmış bir film izliyoruz. Clint Mansell'in şahane müzikleri de bu deneyime hakkıyla eşlik ediyor.

Sinema tarihinde ilk defa böyle bir animasyon çekileceği duyulduğunda, birçok insan ortaya şiirselliğe boğulmuş, bir süre sonra ağızda kekremsi bir tat bırakan, diş kamaştıran, göz kanatan bir film görme endişesi taşıyordu. Doğal hali zaten tüm şiirselliğiyle önümüze serilen film, hikayesinin polisiyeye kayan yönünü hep diri tutarak bu endişeye bir an olsun fırsat vermiyor. Aynı anda hem Van Gogh eserlerinden oluşan eşsiz bir müzeyi geziyor, hem de o müzedeki eserlerin parçasını oluşturduğu büyük ve hüzünlü Van Gogh portresinin detaylarını öğreniyoruz. Eserlerin yaratıcısından çıkmasına, yaratıcının da eserlerinin esiri olmasına izin verilmiyor. Van Gogh'un gözüyle 90 dakika uzunluğunda bir film izleme şansı elde ediyoruz. 8 yıl içinde 800'den fazla tablo yapan, bunlardan sadece birini satabilen, ölümünden sonra ise modern resmin babası kabul edilerek tabloları milyonlarca dolara alıcı bulan bir sanatçının arızalarının altında yatan nedenlere tam olarak hakim olamamanın verdiği gizemli yanın korunması, ya da zaten kendinden korunaklı olması filmin en önemli yanlarından sadece biri. Bu teknikle çekilmemiş olsa kesinlikle büyük bir etki uyandırmayacak olması, Van Gogh ve eserlerinin bir başka sanat dalına taşınırken ne denli özenli ve yenilikçi olması gerektiğinin altını çiziyor. Zira sanatçı olmanın getirilerinden biri de, kendine "neden gökteki yıldızlar bizim için erişilemez olsunlar" sorusunu sorup ona cevap arama naifliğiyle eserler üretme refleksidir. Belki de bu sebepten bir yıldıza gidebilmek için ölümü göze alabilir.

21 Eylül 2017 Perşembe

Persepolis (2007)


Yönetmen: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Senaryo: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Müzik: Olivier Bernet

Kendi dinini kurmayı hayal eden, öğrenmeyi seven, Bruce Lee hayranı küçük Marjane, Şah idaresindeki İran şehri Tahran'da yaşamaktadır. 70'lerin sonlarında Marjane ve ailesi, baskıcı Şah iktidarının devrilmesini büyük bir sevinç ile karşılarlar. Yıllarca ekonomik ve toplumsal anlamda yaşanan zorlukların sona ereceği düşünülmektedir. Sancılı yılların ardından demokratik bir yönetimin geleceğini ümit eden İranlılar, Şah’ın baskısından sonra bu defa mollaların baskısının gelmesiyle bir kez daha hayal kırıklığına uğrarlar. Ülkedeki siyasi boşluğu fırsata çevirmek isteyen Saddam sayesinde İran-Irak savaşının da başlamasıyla hayatları iyice zorlaşan Marjene'in ailesi, kızlarını Avusturya'ya bir liseye gönderir. Orada da ekonomik, siyasi, sosyal ve duygusal sorunlarla karşılaşan Marjane, İran ve Avrupa arasında sıkışmış özgürlüğüne sahip çıkmaya çalışacaktır.

Marjane Satrapi’nin aynı adlı otobiyografik çizgi romanından Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud'nun beyaz perdeye siyah beyaz animasyon olarak aktardıkları Persepolis, Şah döneminin son günlerinde hayatını izlemeye başladığımız Marjane'ın çocukluk ve genç kızlık çağlarındaki kişisel büyüme sorunlarını, İslam Devrimi, İran - Irak savaşı gibi tarihsel süreçlerin bünyesinde ele alan bir film. Şah iktidarının sona erişi, Avrupa günleri ve rejim değişikliği sonrası tekrar İran dönemi olmak üzere üç bölüme ayırabileceğimiz film, Marjane özelinde hem bireysel, hem de genel çıkarımlarda bulunabilen yapısıyla dikkat çekiyor. Bunu yaparken bir animasyon olmasının avantajlarıyla dinamik bir kurgu, şiirsel bir anlatım, mizahi bir dil geliştirdiği çeşitli anlar yaratıyor. Politik ve duygusal yönler birbirinden rol çalıyor gibi görünse de, esasen filmi politik çalkantıların gölgesinde şekillenen bir büyüme hikayesi olarak özetlemek mümkün.

Persepolis'in, Marjane'ı bu farklı yaşam koşulları altında incelerken, onu sadece bir birey olarak değil, kadın bir birey olarak belirlemesi, eleştirel alanlarının daha da genişlemesine sebep oluyor. Makul, bilinçli ve zeki bir rotada ilerleyen feminist ton, "İran'da kadın olmak" yanında "Avrupa'da kadın olmak" başlıklarını genel anlamda kadın olmanın ince ruhlu, aynı zamanda çile yüklü boyutlarına taşımasını biliyor. Saf bir oyun çocuğu, isyankar bir üniversiteli ve duygusal özgürlük elde etme uğruna evlenme ironisine itilmiş genç bir kadın kimliklerinin hepsi Marjane'ın üzerine oturuyor. Bunlar aslında hem modern toplumlarda, hem de İran gibi rejim değişikliğinin neden olduğu kafa karışıklıklarından muzdarip kapalı yapılarda yaşayan kadınlara dair ortak sorunlar. Tabii her kadının Marjane gibi anlayışlı ebeveynleri, Büyükkanne ve Anoush Amca gibi bilge yakınları olmayabiliyor. Fakat koşullar nasıl olursa olsun, bu koşulları zorlayabilecek, onlara göğüs gerebilecek kadar güçlü, aynı zamanda seçimlerinde masum hatalar yapabilecek kadar da zayıf gerçeklikte bir kadın karakter olarak Marjane, baskı ve savaş ortamında olduğu kadar, huzur ve refah simgesi Avrupa'da da kendi iç savaşlarını vererek evrensel bir kimliğe bürünebiliyor. Persepolis, Catherine Deneuve, Sean Penn, Gena Rowlands, Iggy Pop gibi konuk seslendirmeleri bile gölgede bırakan hikayesi ve estetik yapısıyla Cannes 2007'de Jüri Ödülü dahil 30 ödül kazanmış, Oscar ve BAFTA dahil 50 küsür adaylık elde etmiş bir yapım.

11 Mayıs 2017 Perşembe

La tortue rouge (2016)


Yönetmen: Michael Dudok de Wit
Senaryo: Michael Dudok de Wit, Pascale Ferran
Müzik: Laurent Perez Del Mar

Dört kısa animasyonun ardından ilk uzun metrajını çeken Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit'in tasarladığı, Studio Ghibli‘den Isao Takahata’nın da yapımcıları arasında bulunduğu La tortue rouge, bir deniz kazası sonucu ıssız adaya düşen bir adamın sıradışı hikayesini tamamı diyalogsuz olarak anlatan bir animasyon. Diyaloğa ihtiyaç duymayacak bir masal tasarlamak zor gibi görünse de, etkileyici görsel işçiliği sayesinde bunun üstesinden başarıyla gelen de Wit, yalnızlık, hayatta kalma, aşk, umut, özgürlük, aile gibi kavramları bu görsel bütünlük içinde dile getirmekte hiç zorlanmıyor. Doğal ses ve görüntülerin sağladığı pastoral yoğunluk, adamın hayatta kalma, adadan kurtulmaya çalışma gayretleriyle bütünleşince ortaya müthiş bir yalnızlık kasveti de çöküyor. Yaşanan masalsı kırılma noktasıyla birlikte filmin anlatacakları yön değiştirip daha da çeşitleniyor. Bu beklenmedik sürpriz kırılmayı izleyenlere bırakarak filmi değerlendirdiğimizde söyleyemeyeceğimiz çok şey olsa da, filmin duygu dünyasına farklı kanallardan sızabilmek mümkün.

Zaman zaman kısa animasyon geçmişinden sonraki ilk uzun metrajı olması nedeniyle bazı sahneleri uzattığı izlenimi verse de, de Wit'in yarattığı bu ıssız ve hüzünlü evren, bizi kendi iç ıssızlığımızla buluşturabildiği için bu acelesi olmayan tempo kimi zaman bir meditasyon etkisi de bırakabiliyor. Kaldı ki, özdeşlik kurduğumuz bu adamın film boyunca yaşayıp yaşayacağı her şeyi sahiplendiğimiz vakit, zaten ona bir film olarak bakamıyor, kendi yalnızlığımıza tutulmuş bir ayna gibi görmeye başlıyoruz. Böylece bu yalnızlığı şekillendiren çaresizlik, sevgi eksikliği, hüsran, huzur ve hüzün duyguları tüm benliğimizi sarıyor. Sevdiğinle sahil kenarında yürüme huzuru, su altındaki bir kayalıkta sıkışma gerilimi, günler süren emeklerin bir anda yıkılmasının öfkesi, bırakıp gitmenin yürek dağlayan hüznü ve dahası... En dramatik olan ise, kendi yarattığımız hayal dünyamızda yaşadığımız gerçekliğin bile bir gün bitecek olmasının tarifsizliği. Kırmızı bir kaplumbağanın varoluş ihtimaline ancak o güzel dünyada yer var çünkü.

21 Nisan 2016 Perşembe

The Jungle Book (2016)


Yönetmen: Jon Favreau
Oyuncular ve Seslendirenler: Neel Sethi, Bill Murray, Ben Kingsley, Idris Elba, Christopher Walken, Lupita Nyong'o, Scarlett Johansson, Giancarlo Esposito, Garry Shandling
Senaryo: Justin Marks, Rudyard Kipling
Müzik: John Debney

Rudyard Kipling'in daha önce iki kez daha beyaz perdeye uyarlanmış aynı adlı kitabından bu defa aktör, yapımcı, yönetmen Jon Favreau'nun yönettiği The Jungle Book, küçük yaşta ormanda kaybolan ve kurtlar tarafından büyütülen Mowgli'nin tehlikelerle dolu yolculuğunu anlatan bir film. Bir insanın sebep olduğu yanık izlerini taşımak zorunda kalan, bu yüzden insanlardan nefret eden kaplan Shere Khan tarafından tarafından yok edilmek istenen Mowgli'nin kurt ailesi, zarar görmemesi için istemeden de olsa onu İnsan Köyü'ne gönderir. Küçükken onu ilk bulan ve kurtlarını himayesine veren panter Bagheera da bu yolculukta ona eşlik eder. Kurt kabilesinin lideri Akela'yı öldüren Shere Khan, bunu duyan Mowgli'nin kampa geri döneceğini düşünerek onu beklemeye başlar. Mowgli'yi ise köy yolunda türlü tehlikeler, dostluklar, yeni tecrübeler beklemektedir.

The Jungle Book, 1967'de çekilen müzikal animasyonun izinden giden, günümüz CGI teknolojisini mükemmel biçimde kullanarak modernize edilmiş bir film. Büyük bir teknik emeğin harcandığı görülen olağanüstü sahneler, gerçeğinden hangi detaylarla ayrıldığı anlaşılamayan hayvan hareketleri ve bunların doğal ortamlardan devşirilmiş mekanlarla kaynaştırılması, hayranlık uyandıran bir itinayla tasarlanmış. Üstelik bu müthiş görsel işçilik, kendi bağımsız şovunu sergilemektense hikayenin dinamik ve renkli disiplinine hizmet eder nitelikte kullanılmış. Kısa bir süre alan alışma süreciyle birlikte bu animasyon canlılarının tuttukları iyi, kötü, yardımsever, tembel, şefkatli vb. köşeleri hemen benimsemek, onları birer insan gibi görmeye başlamak mümkün. Zaten filmin tek insan oyuncusu Neel Sethi'nin canlandırdığı sevimli Mowgli'nin hayvanlarla olan doğal diyalogları insan / hayvan ayrımının fiziksel boyutundaki sınırlarını bile eşitleyip doğallaştırıyor.


Hayvanlarla büyümesine, bir kurda anne demesine rağmen zorba Shere Khan'ın kişisel intikamı yüzünden ötekileştirilmeye zorlanan Mowgli'nin durumu, özellikle belli bir yaştaki çocukların da kabullenemeyeceği tonda anlatılarak yanlışlık vurgusu yapılıyor. Üstelik Shere Khan'ın bu şahsi intikam duygusunu meşrulaştırmak için insanların "Kırmızı Çiçek" yani ateşle huzurlu orman yaşamlarını yok etmeye çalışacaklarını savunması da o küçük zihinlerde pek karşılık bulmuyor. Evet, belki insan el attığı yerleri yakıp yıkmaya meyilli bir canlı. Finale doğru Mowgli'nin bir hatası yüzünden Shere Khan haklı çıkar gibi oluyor. Ancak onun kötülüğünün ardında yatanın bir şekilde ırk ayrımcılığına çıkması, Mowgli ile özdeşlik kurmuş ve beraberinde hayvanlara karşı aile (kurtlar), saygı (filler), güven (panter Bagheera), dostluk (ayı Baloo), sevgi (hepsi) kavramlarını farklı ırklar üzerinden tazelemiş çocukların hoşgörü kanallarını biraz daha açtıkları fark edilebilir.

Hayvanların karakterize edilip kolayca benimsetilmesinde CGI kullanımının profesyonelliği kadar, hayvanları seslendiren Ben Kingsley, Bill Murray, Idris Elba, Christopher Walken, Scarlett Johansson, Giancarlo Esposito gibi yıldızlardan oluşan dev seslendirme kadrosunun becerisi de önemli rol oynamakta. Yukarıda adı geçen  oyuncuların seslendirdikleri karakterlere cuk oturan performansları, farklı duygu ve konumları temsil etmekte çok başarılı. Gerçi Shere Khan veya Kral Louis gibi kötücül karakterler de dahil (hatta en başta bu ikisi) hepsini başka başka isimler seslendirseydi bile, esasen bu hayvanların içine saklanmış insan suratlarında gördüğümüz "oyunculuk", bir şekilde kendini ön plana çıkarmayı başarırdı. Filmin tüm ihtişamının gerisinde, Jon Favreau'nun 60'lardan günümüze gelmiş bu hikayeyi teknolojik nimetlerle modifiye ederken dokusuna zarar vermemeye çalışması en çok takdir edilmesi gereken nokta. Devamının gelecek olması, onun yine Favreau tarafından çekilecek olması da sevindirici.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Inside Out (2015)


Yönetmen: Pete Docter
Senaryo: Pete Docter, Ronnie Del Carmen, Meg LeFauve, Josh Cooley
Müzik: Michael Giacchino

Babası San Francisco’da yeni bir işe başlayınca alıştığı hayatından kopmak zorunda kalan Riley de herkes gibi Neşe (Joy), Korku (Fear), Öfke (Anger), Tiksinti (Disgust) ve Üzüntü (Sadness) gibi temel duygularıyla ile hareket eden bir kızdır. Bu duygular Riley’nin zihninin içinde ana merkezde yaşar ve ona günlük hayatında tavsiyeler verirler. Riley ve duyguları San Francisco’da yeni bir hayata alışmak için çabalarken ana merkezde kargaşa baş gösterir. Neşe’nin, Riley’nin en önemli duygusu olmasına ve her şeye pozitif bakmaya çalışmasına rağmen, diğer duygular yeni bir şehre, eve ve okula uyum sağlama konusunda birbirleriyle çelişir. Özellikle de Üzüntü bu durumdan fazla etkilenmiştir.

Toy Story serisi, Monsters Inc., WALL•E, Up gibi hit animasyonları yazmış, bunlardan Monsters Inc. ve Up'ın yönetmenliğini yapmış, yine Up ile Oscar kazanmış olan Pete Docter'ın idaresinde çekilen yeni Pixar güzelliği Inside Out, insan zihninin içindeki beş temel duygunun yönlendirdiği davranışlar ekseninde, bireyin kişilik yapılanmasındaki gelgitleri ele alan bir yapım. Bir animasyona göre oldukça iddialı görünen bu ele alma amacı, eğlenceli olduğu kadar dramatik anlarla dolu bir bütünlük içinde sunuluyor. Bu beş temel duygunun sadece Riley'nin değil, tüm canlıların zihninde (zihnimizde) bulunma fantazisini çoğumuz farklı yorumlarla belki hayal etmişizdir. Pete Docter bu hayali detaylandırarak, zihin evreninde kurulmuş bir medeniyet bünyesinde büyük bir sistem yapılanması haline getirerek kendine bol bol hareket alanı açıyor. Animasyonların gerçek amacı da bu alanları açıp hayalgücünün sınırlarını zorlamak, amaçladığı mesajları rahatça aktarabilmek olduğu için Inside Out birçok yönden kendini garantiye alıyor.


Zihnin kumanda masasındaki bu sevimli beş duygunun kendi içlerindeki keyifli atışmaları, gerekli gördükleri anlarda devreye girme anları filmi bir noktadan sonra sıkıcı hale sokabileceği için, Docter yine kendi açtığı o serbest alanda başka zihinsel evren tasarımlarıyla senaryoyu zenginleştiriyor. Yaşadığımız her türlü olayı, farklı renklerle temsil edilen küçük anı toplarıyla biriktirmemiz ya da Riley'nin sahip olduğu Aile, Dostluk, Dürüstlük, Maskaralık, Hokey adaları kurmamız gibi orijinal fikirlerini bizim zihnimize adapte etmeye çalışıyor. Bu haliyle kendini dağıtma tehlikesi bulunsa da, yaratılan bu evrenin genişliğinin betimlenmesi çok daha kolaylaşıyor. Riley'nin başka bir şehre taşınmasının verdiği sıkıntılı ruh haliyle, Neşe ve Üzüntü'nün bu sıkıntılı durumu çözebilmek için sistem dışında kalmalarını birbirine paralel biçimde ustalıkla sürükleyen film, özellikle merkezine aldığı Neşe'nin bu zihin yolculuğunu farklı dinamiklerle bir yol filmi alt türüne sokmayı başarıyor. Bu yolculuğun amacı, Neşe ve Üzüntü'nün Riley'e ait sarı renkli toplar şeklindeki "çekirdek anılar"ını merkeze geri götürmek olunca tüm sıradışılıklar filmin kendi ciddi zeminine oturmasını sağlıyor.

Çekirdek anıların ana merkezin dışına çıkmasına sebep olan Neşe ve Üzüntü'nün, o anıları tekrar merkeze götürme yolculuğu sırasında Riley'nin zihninde tasarladığı hayali arkadaşı Bing Bong ile karşılaşmaları, girdikleri bir makinede başlarına gelen "gerçeküstü parçalanma", Riley'nin hayallerinden oluşan şahane ayrıntılarla dolu olağanüstü "Hayal Dünyası", uyku halineyken çalışmayan "Düşünce Treni", Hollywood platolarını andıran "Rüya Şehri" ve yaşanan türlü aksilikler birçok yaratıcı fikirle şekillenmekte. Tüm bu hayal ürünü fikirler, filmin çocuksu düş zenginliği kadar, olgun ve dramatik bir macera da vaat ediyor. Mesela Neşe ve Bing Bong'un unutulan anı kürelerinin bulunduğu ve bir çöplüğü anımsatan karanlık yerde mahsur kaldıkları bölümün tamamı müthiş bir dramatik etkiye sahip. Hatta bu bölümde bir animasyon karakteri olarak Neşe'den etkileyici bir "oyunculuk" bile izlediğimiz söylenebilir. Usta müzisyen Michael Giacchino'nun harika temalarıyla bu etkisini daha da güçlendiren Inside Out, küçük bir kızın şehir değişikliği nedeniyle girdiği bunalımın zihin arkasını zevkten dört köşe eden bir görsellikle betimleyen bir film. Hikayesi, kurgusu, iniş çıkışlarıyla en az çocuklar kadar büyükleri de etkileyecektir.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Alois Nebel (2011)


Yönetmen: Tomás Lunák
Oyuncular: Miroslav Krobot, Marie Ludvíková, Karel Roden, Leos Noha, Alois Svehlík, Tereza Vorísková, Marek Daniel
Senaryo: Jaroslav Rudis, Jaromír Svejdík
Müzik: Petr Kruzík

Çekoslovakya’da Sovyet işgalinin son bulduğu günlerde Rus askerlerinin çekilmesiyle büyük bir otorite boşluğu oluşmuş, dönemin Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in genel af ilan etmesiyle suç oranı iyice yükselmiştir. 1989 yılında Polonya sınırına yakın küçük bir istasyonda gar şefliği yapmakta olan Alois Nebel, mülayim bir demiryolu şirketi çalışanıdır. Yalnız yaşamakta olan Alois, demiryolu etrafına her sis çöktüğünde geçmişinden kalma trajik anılarla yüzleşmektedir. İşine mani olmasın diye bir rehabilitasyon merkezine kaldırılan Alois, orada sınırı geçip bir cinayete karıştığı için yakalanarak işkence edilen dilsiz bir yabancıyla karşılaşır. Kısa bir süre sonra dilsiz adam oradan kaçar. Alois ise hastaneden çıkınca daha hafif bir göreve atanır.

Jaroslav Rudis ve Jaromír Svejdík ikilisinin grafik çizgi romanından uyarlanan Alois Nebel, iki kısa filmin ardından ilk uzun metrajını çeken Tomás Lunák’ın filmi. Rotoskop, yani film karelerinin tek tek elden geçirilerek renklendirilmesi ya da animasyon haline getirilmesi tekniğiyle çekilen film, görsel açıdan Richard Linklater filmleri Waking Life (2001) ve A Scanner Darkly (2006) kıvamını bu defa siyah beyaz bir bakış açısıyla yansıtıyor. Bu tekniğin gerçek ile animasyon arasında sağladığı damak tadı, Alois Nebel gibi bir 80’ler sonu soğuk Avrupa atmosferiyle -hele de siyah beyaz atmosferiyle- son derece uyum içinde. Bu sayede filmi sarmalayan Prag ve civarının soğuk, karlı, yağmurlu havası seyirciyi de iklimine dahil ediyor. Özellikle sonlara doğru yağan fırtınalı yağmurun ortasında kalmışız gibi dahi hissedebiliyoruz. Dönemsel ve iklimsel atmosfer yaratma becerisinin üstüne, filmin konusunun dramatik dinginliği, minimal temposu, tren nostaljisi da eklenince, keyif veren şiirsel bir resimli roman gibi akan sahneler izliyoruz.

1945 Nazi işgaline dayanan trajik bir çocukluk anısının etkisini hala üzerinde taşıyan Alois’in sessiz sakin yalnızlığı, bu anıya bağlı bir intikam hikayesiyle beraber aynı sakinlikle yol alıyor. Bu minimal üslup gerek TV’den, radyolardan, günlük konuşmalardan duyduğumuz 80’ler sonu Prag’ının siyasi havasıyla, gerek sona ermekte olan Rus işgalinin geride bıraktığı karaborsa ortamıyla, gerekse Alois’in tren garında tanıştığı dul Kveta ile yakınlaşmasıyla kendine farklı kulvarlar da açarak filmin içini ekonomik biçimde dolduruyor. O farklı kulvarlarda seyreden intikam ve sevgi amaçlarına da ulaşan final, hem bir sona, hem de yeni bir başlangıca ulaşıyor. Aynı sağanak yağmur altında biten ve başlayan hayatlar, kapanan ve açılan dönemler, geçmişin tüm trajedilerine rağmen ve onlardan yoğrulmuş biçimde nefes alıp veriyor.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Epic (2013)


Yönetmen: Chris Wedge
Seslendirenler: Amanda Seyfried, Colin Farrell, Josh Hutcherson, Jason Sudeikis, Christoph Waltz, Beyoncé Knowles, Steven Tyler, Aziz Ansari, Chris O'Dowd, Pitbull
Senaryo: James V. Hart, William Joyce, Daniel Shere, Tom J. Astle, Matt Ember, Chris Wedge
Müzik: Danny Elfman

Bir bilim adamı olan babasıyla arasında sorunlar bulunan Mary Katherine (M.K.), onun yaşadığı ve bilimsel çalışmalarını yaptığı evine kalmaya gelir. Babası, ormanda minik yaratıklardan oluşan bir uygarlığın yaşadığına inanmaktadır. Ormanın her yerine kameralar yerleştiren, tüm gününü bu uygarlığa ait ipuçları elde etmeye harcayan, hayatını bu işe adayan baba Bomba, bu yüzden M.K.’i çok ihmal etmiştir. Bunu telafi etmek istese de, o sıralarda ormanda yaşanan tuhaf hareketliliğin farkına varınca bu pek mümkün olmaz. Zira gerçekten böyle bir uygarlık vardır ve yüz yılda bir gerçekleşecek olan kraliçenin varis seçme seramonisi gelip çatmıştır. Ama kraliçe, varisi olacak tomurcuğu seçtiği sırada Mandrake önderliğindeki ormanın kötü yaratıkları saldırıya geçer. Yaşanan karışıklıkta tesadüfen tomurcuğu M.K.’e teslim eden kraliçe onun açılacağı yeri ve zamanı söyler. Üstelik M.K. de küçülmüştür ve Yaprak Adamlar ordusunun komutanı Ronin ve ordunun haylaz erlerinden Nod ile birlikte kraliçenin talimatlarını yerine getirirse eski haline geri dönebilecektir.

Ice Age ve Rio’nun yaratıcılarının yeni animasyonu Epic, bu iki filmin eğlence dolu anlarına sığdırılmış çevreci mesajlarını daha belirginleştiren, ormanın kalbinde yeşeren iyi ve kötü uygarlıklar arasındaki iktidar mücadelesine odaklanan bir yapım. Yine çok eğlenceli anlara sahip ama bunun yanında daha ciddi bir tavır da takınmakta. Animasyon teknolojisi üzerine artık yeni bir şeyler söylemek zor. Bunun bilincindeki yapımcı ve yönetmenler, herkesin farkına varamayacağı bazı teknik yenilikler yanında, özellikle senaryolarda fark yaratma peşindeler ki, bu da Epic gibi filmlerle olumlu yansıyor. Filmde doğanın her rengine kapılarını açmış olağanüstü bir evren yaratılmış ki, epik mekan tasarımlarında olsun, doğa canlılarını betimleme şeklinde olsun çok fazla emek olduğu hissediliyor. Ama filmin sahip olduğu fantastik zeka, sırf bu görselliğin ekmeğini yemeyi değil, senaryosuyla da ayaklarını yere basmak istiyor.


William Joyce’un The Leaf Men and The Brave Good Bugs adlı kitabından kalabalık bir senaryo grubunun yazdığı Epic, Ice Age’de Scrat’i seslendiren Chris Wedge tarafından yönetilmiş. Amanda Seyfried, Colin Farrell, Christoph Waltz, Beyoncé Knowles, Steven Tyler, Chris O'Dowd, Pitbull gibi zengin seslendirme kadrosu bir yana, karakterlerin anlamlı yüz ifadeleri, mimikleri ve tepkileriyle iyi bir performans (!) sergiledikleri de gözden kaçmıyor. Artık çocuklara olduğu kadar büyüklere de hitap eden Epic gibi çevre bilincinden hareket noktası belirleyen animasyonlar, iyiliğin kötülüğe galip gelmesi düşünselliğini, tabiatın görsel ve işitsel güzelliklerinden faydalanarak yerleştirmeye çalışıyorlar. Böylece çocuklar (ve belki de büyükler) ormanda veya yeşilliğin bol olduğu mekanlarda ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, salyangozlara daha farklı bir gözle bakmaya başlayabiliyorlar. M.K. ve Profesör Bomba’nın bulundukları insani konumlarıyla özdeşlik kurarak Yaprak Adamlar’ın ve filmde iyiliği temsil eden diğer tüm fantastik unsurların varoluşlarının korunması gerekliliğini benimseyebiliyorlar. En azından biryerden başlamış oluyorlar.