İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Mart 2017 Perşembe
Demon (2015)
Yönetmen: Marcin Wrona
Oyuncular: Itay Tiran, Agnieszka Zulewska, Andrzej Grabowski, Tomasz Schuchardt, Adam Woronowicz, Wlodzimierz Press, Katarzyna Gniewkowska, Tomasz Zietek, Cezary Kosinski, Katarzyna Herman
Senaryo: Pawel Maslona, Marcin Wrona
Müzik: Marcin Macuk, Krzysztof Penderecki
2014'te filminin yarıştığı Gdynia Film Festivali sırasında kaldığı otel odasında intihar eden Polonyalı yönetmen Marcin Wrona'nın son filmi Demon, Piotr isimli genç bir adamın, bir arkadaşının kız kardeşi olan Zaneta ile evlenmek üzere Londra'dan memleketi Polonya´ya dönmesiyle başlıyor. Zaneta'nın ailesine ait terk edilmiş bir eve yerleşen Piotr, daha ilk günden garip sesler duyuyor, kepçe ile bahçeyi kazarken insan kemikleri buluyor, gelinlikli bir kadının hayalini görüyor ve yağmurlu bir gecede (hayal olup olmadığını anlayamadığımız biçimde) çamur bataklığına batıyor. Ertesi gün bu evin bahçesinde gerçekleşen düğün ise Piotr'ın başı çektiği tuhaf olaylarla adım adım bir kabusa dönüşüyor. Senaryoyu Pawel Maslona ile birlikte yazan Marcin Wrona, gerilim ve kara mizah arasında gidip gelen tarzıyla filme olan ilgiyi sonuna kadar diri tutmayı başarıyor.
Her ne kadar artık suyu çıkmış "ruh tarafından ele geçirilme" hikayesi işlese de, bunu belli bir Avrupai estetik kaygıyla, %90'ı bir kır düğününde geçen set kurulumuyla ve yer yer klişelerle oynamayı seven kurgusuyla fark yaratabiliyor. Türlü sahnelerde hissedilen ciddiyet ve mizah arasına kesin çizgiler çizmeden seyircinin de bu gel-gitlerden etkilenmesini sağlıyor. Evet belki çok katı bir ciddiyet ya da keskin zekalı bir mizah göremiyoruz. Ancak filmin hayalet, vücut istilası, şeytan çıkarma gibi gerilim alt türleriyle harmanladığı karanlık tarafının, votkanın su gibi aktığı düğün cümbüşüyle yarattığı tezatlıktan ortaya çıkan uyum hem gerilime, hem de suratlara tuhaf bir gülümseme koyan komikliklere sebep oluyor. Ama yine de sonlara doğru dizginleri bir parça daha fazla ele alan gizem ve gerilim, kendisine yumuşak geçiş kolaylığı sağlayan bu yapısı sayesinde etkileyici bir final yapıyor.
Sessiz sakin gerçekleşen bu final, ardında bıraktığı sorular ve onlara hemen hemen her seyircinin kendine göre verebileceği cevaplarla daha da ilginçleşiyor. Özellikle gelin ve damadı canlandıran Itay Tiran ile Agnieszka Zulewska'nın performansları çok iyi. Renkli yan karakterler de zenginlik katıyor. Fakat filmin en trajik yanı, kısa film ve TV dizileriyle işe başlayıp, üçüncü uzun metrajı Demon'ın yerel festivalde gösterilmesinin hemen ardından otel odasının banyosunda kendini asan 42 yaşındaki yönetmen Marcin Wrona olsa gerek. Alkol, depresyon ve Demon'ın o festivalden ödül alamamış olması gibi sebeplerle ilişkilendirilen bu intihar, özellikle Demon ile festival tevazusu içeren bağımsız Avrupa filmleri adına gelecek için ümit saçan bir yönetmenin kaybına sebep oldu. Austin ve Haifa festivallerinden ödül kazanan Demon, biten bu ümidin bir kanıtı olarak da özel bir film olarak kalacak.
21 Ekim 2016 Cuma
The Look Of Silence (2014)
Yönetmen: Joshua Oppenheimer
Müzik: Seri Banang, Mana Tahan
Joshua Oppenheimer’ın 2012 tarihli sarsıcı belgeseli The Act Of Killing’i tamamlayıcı nitelikte bir yapım olan The Look Of Silence, 1965-66 yıllarında Endonezya’da yaşanan ABD destekli komünist avını ve soykırımı, bu kez soykırımın kurbanlarından biri olan Romni’nin, o katledildikten sonra doğan göz teknisyeni kardeşi Adi’nin adalet ve yüzleşme arayışı üzerinden ele alıyor. Ağabeyinin ölümünün detaylarını The Act Of Killing’in çekimleri sırasında öğrenen Adi, bugün hala iktidarda olan ya da emekliliğin keyfini çıkaran katillerle yüzleşmeye karar veriyor. Naif bir kişiliğe sahip Adi'nin, eşi ve kızıyla yaşadığı huzurlu hayatını, aynı zamanda Romni’nin yasını hep içinde tutan yaşlı annesi ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamayan kötürüm babasıyla olan ilişkisini de perdeye yansıtan Oppenheimer, ilk belgesele nazaran daha dingin bir anlatım sergiliyor. Fakat bu dinginlik, yaşanan trajedilerin etkisini törpülemediği gibi, ilk filmde hissedilen acıyı, vicdan sorgusunu, sinir bozan adaletsizliği adeta dümdüz bir ovaya taşıyarak görünürlüğünü arttırıyor.
Adi, Oppenheimer'ın yardımıyla bu katillerle yüzleşirken öfkeli dolu bir intikam duygusuyla değil, onlardan sadece samimi bir özür ve pişmanlık emareleri ümit ederek hareket ediyor. Fakat hiçbirinde bunu göremediği gibi, hala bu vahşetle övünen ya da çok normalmiş gibi davranan yaşını başını almış canilerle karşılaşıyor. Hatta o dönem bekçilik yapan amcası bile Romni’nin zorla alıkonmasına müdahale etmediği, üstelik yıllar sonra bile bundan pişmanlık duymadığı için Adi'nin hayalkırıklığından nasibini alıyor. Sadece görüştüğü katillerden birinin kızından duyduğu özür ve gözyaşları, Adi'nin ve beraberinde belgeselin hedeflediği kefaret ihtiyacına cevap veriyor. O da yeterli gelmiyor elbette. Zaten Oppenheimer’ın ve Adi'nin bu katillerden böylesine ulvi beklentileri olduğunu pek sanmıyorum. Önemli olan, bu insanlık suçu işlemiş kişilerin hala özgürce günlük hayatlarını yaşıyor olmaları. Okullarda hala o dönemdeki katliamların öğrencilere haklı gösteriliyor olması. Amerikan dış politikasının hala böyle caniliklere çanak tutuyor olması.
Oppenheimer’ın belgesel üzerine verdiği röportajlardan duyduklarımızla bile bu iki filme yansımayan ayrı bir film daha çekilebilir. Çünkü orada hala o döneme ait acılar, bastırılmış nefretler, bastırılamamış korkular mevcut. Oppenheimer, dışardan Adi sayesinde bu canilerden bir pişmanlık, özür vesaire umuyor gibi görünse de aslında bu konuda pek ümitli sayılmaz. Ama bunca yıla rağmen hala hak, hukuk, adalet, vicdan yönünden bu insanların cezalandırılmamış olmalarını tüm dünyaya göstermek gibi doğal bir misyonu var. İlk filmde bu katillerden bazılarını -onların rızalarıyla- deşifre ederken biraz daha tempolu bir anlatım tutturan yönetmen, bu filmde temposunu huzur ve öfkenin iç içe geçtiği daha steril bir ortamı betimlemek için düşürüyor. Adi'nin insanüstü sabır ve hoşgörüsünün ardında duran öfkesinin bastırılışını da bundan daha iyi bir ortam yansıtabilir mi görmek lazım. Kendi ailesi ve yaşlı ebeveynleriyle yaşadığı normal hayatının yanına, ağabeyi ile birlikte milyonlarca insanı katletmiş canilerden bazılarıyla yüzleştiği başka bir hayatı daha ekleyen Adi'nin o çok şey anlatan sessiz ve çaresiz bakışları, insanlığın sürdüğü ve bittiği yerlere aynı gözlerle bakıyor oluşumuzun tuhaf bir özeti aslında.
11 Mart 2014 Salı
Big Bad Wolves (2013)
Yönetmen: Aharon Keshales, Navot Papushado
Oyuncular: Lior Ashkenazi, Tzahi Grad, Rotem Keinan, Menashe Noy, Doval'e Glickman, Dvir Benedek, Kais Nashif
Senaryo: Aharon Keshales, Navot Papushado
Müzik: Haim Frank Ilfman
Küçük kız çocuklarını kaçırıp vahşice öldüren bir seri katilin peşindeki polis, baş şüpheli olarak bir din öğretmeni Dror’u yakalar. Ama son kurbanın polis babası Gidi, delil yetersizliğinden serbest bırakılan adama inanmadığı ve kızının kesik kafasının nerede olduğunu öğrenmek için onu kaçırır. Bu arada şüpheliyi döverek itiraf almaya çalışırken bir genç tarafından videoya kaydedilip YouTube malzemesi olan dedektif Micki görevden alınır. Bunu hazmedemeyen Micki de Dror’un peşine düşer. Bu üç adamın yollarının kesişmesi uzun sürmez.
Aharon Keshales ve Navot Papushado ikilisinin yazıp yönettiği Big Bad Wolves, özellikle Quentin Tarantino’nun 2013’te izlediği en iyi filmlerden biri olduğunu beyan etmesiyle prim yaparak geniş kitlelere ulaşmış bir film. Tarantino’nun sevdiği ve kullandığı kara mizah öğeleri barındırmasına rağmen, kendini biraz daha çizginin ciddi tarafına konumlandırmaya çalışmış ya da kara mizah anlayışını tam olgunlaştıramamış bir görüntü çiziyor. İnişli çıkışlı temposuyla baştan sona kendini izleten film, Gidi’nin sırf kaçırdığı adamı konuşturmak için aldığı evin bodrumdaki işkence seanslarıyla üst kattaki sakinliği dengeleyerek elde etmek istediği zıtlıktan bir mizah oluşturmaya çalışıyor. İkinci yarıda oyuna giren Gidi’nin babası bunu bir miktar sağlıyor gözükse de, Keshales ve Papushado komik olmak adına maceraya kalkışmıyorlar.
Üç ana oyuncusu iyi bir görünüm çizse de, kısa rolüyle Paradise Now’dan hatırlayacağımız Kais Nashif’in canlandırdığı atlı adamın (iPhone S4’ü olan bir atlı adam) beklenildiğinin aksine işlevsiz biçimde havada bırakılması hayalkırıklığı yaratmıyor değil. Oysa Micki ile yaşadığı diyaloğa benzer çok güzel malzemeler çıkarılabilirmiş ondan. Sadece final değil, finale giden yol açısından da tatmin etmediğini düşündüğüm film, Tarantino’nun gaz verdiği kadar olmasa da eli yüzü düzgün bir işçilik sayılabilir.
13 Mart 2009 Cuma
Waltz with Bashir (2008)
Yönetmen: Ari Folman
Oyuncular: Ari Folman, Ron Ben-Yishai, Ronny Dayag, Ori Sivan, Zahava Solomon
Senaryo: Ari Folman
Müzik: Max Richter
Yönetmen Ari Folman bir arkadaşıyla gördüğü bir kabusu paylaştığında, kabusun Lübnan Savaşı'nda yaşadıklarıyla alakası olduğuna karar verirler. 26 tane vahşi köpek rüyasında onu kovalıyordur. Ari, bu konuşmanın sonucunda orada yaşadıklarını hatırlamadığının farkına varır. Bunun üzerine, dünyanın dört bir yanındaki dostlarını ve asker arkadaşlarını arayarak yaşananlar hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler Ari'nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü resimlerle ortaya çıkar.
İçinde bulunduğumuz sıcak Ortadoğu gündemini geçmişe dönük farklı bir bakışla kucağımıza bırakan İsrail yapımı Waltz with Bashir, nitelikli politik yapımların değişik toplumlarda yarattığı taraflı bakış açılarından kurtulamayan bir film. Öyle ki savaş karşıtı duruşunda bile eleştirilecek yanlar bulmak mümkün. Tabi bu durum, teknik anlamda son derece kaliteli, yaratıcı, yenilikçi, sarsıcı bir film olmasını engellemiyor. Yani Ortadoğu meselesine nasıl bakıyorsak, filmin söylemek istediklerini de o şekilde yorumlamak durumunda kalabiliyoruz. Belki coğrafi ve politik açılardan bize daha uzak bir savaştan konuşuyor olsaydık, filmi bu kadar çok tartışmıyor olabilirdik. Bashir suikastının intikamının acı biçimde alındığı Sabra ve Shatilla katliamları sırasında İsrail hükümetinin ve ordusunun gözü dönmüş Hristiyan sağcı Falanjistlere yardım ve yataklık eden, göz yuman politikasını, o dönemde genç bir piyade olan Ari’nin gözünden, yani kendi iç hesaplaşmalarıyla ele alan Ari Folman, sertliği, şiirselliği, belgeselliğiyle bireysel çaresizliğini Waltz with Bashir’de gözler önüne seriyor. İşte filmin anlaşılma / yanlış anlaşılma noktaları bu savaş karşıtı figürün bünyesinde birbiri ardına boy göstermeye başlıyor.
Sıradan bir asker olan Ari’nin tek başına bu katliamı engelleme gücü olmadığından seyirci kalmasını, savaş dönüşü askerlerde yaygın olan hafıza kaybına bağlamasıyla doğal olarak bu durumu toplumsal hafıza kaybımızla özdeşleştiriyoruz. Meyve bahçesindeki RPG’li çocuğun İsrail askerleri tarafından öldürülmesinin günümüz hassasiyetleri doğrultusunda “kısasa kısas” çağrışımları yapması da çift taraflı okumalar / yanlış okumalar barındırıyor. Ari’den başka tüm arkadaşlarının hatırladığı, Ari’nin ise belki utanç içinde unutmak istediği için hatırlayamadığı bu dönemle yüzleşme ihtiyacı, İsrail politikasının Falanjist intikamına işine geldiği için pasif kaldığı eleştirileriyle paralel ilerliyor. Ama bu noktada da, alenen söylenmese de, askerlerin emir kulu oldukları, içinde bulundukları sisteme karşı duramayacakları savunması ise topu başka yerlere atıyor. “Bu katliamın tek sorumlusu Falanjistlerdir” demiyor elbette. Pasif oluşunun suçunu üstleniyor. Ama sivillerin kamplardan çıkarılmaları ardından, kampta kalan sivil oldukları belli kadın, çocuk ve yaşlıları savunması gerekliliğini bu pasifliğin herhangi bir yerine de koymayı beceremiyor.
Yine de bu kasıtlı veya zoraki pasifliği vurgularken Ari Folman’ın şahsi duyarlılığı anlamlı. Tüm bu çift taraflı okumaların, politik keşmekeşlerin gölgesinde Ari’nin bireysel dramını, artık ne kadar becerebilirsek filmin tarihi gerçekliğinden ayrı tutmak gerek. Orada olduğu halde “olamayan” bir askerin, yıllar sonra bile rahat yüzü göstermeyen rüyalar (açılıştaki olağanüstü 26 köpek sahnesi) ve kesitler (yine olağanüstü gece denizden çıkma sahnesi) sayesinde yaşadığı vicdani rahatsızlık sonrası unuttuklarının peşine düşmesi, vahşi bir tarih gerçeği ile yoğrulmuş biçimde ifadeleniyor. Bu ifadeyi stilize bir animasyon tekniği ile sunmak, filmin belgesel vizyonuna renk kattığı gibi, finaldeki gerçek arşiv görüntülerinin dehşet verici etkisinin de altını kalınca çiziyor. Çünkü bu çağdaş olduğu kadar, ciddiye alınmama riski de taşıyan ifade şekli, finalin kan donduran sahiciliğinin üzerini örtemezdi.
Waltz with Bashir’i tüm farklı değerlendirmeler yanında cesur bir özür olarak görmek mümkün. Hiçbir şeyi geri getirmeyecek de olsa, kendi ırkının veya askerlerinin değil, sadece piyade Ari’nin çaresizliğinin görkemli bireysel özrü olarak görmek istiyorum filmi. Çünkü öyle ya da böyle, bir parçası olmak durumunda kaldığı bu katliamda, bireysel olarak da elinden bir şey gelmemesinin, donup kalmasının, pasifleşmesinin özrünü böyle dilediğini düşünmek istiyorum. Çünkü onunki toplumsal hafıza kaybıyla özdeşleştirme kolaycılığına kaçılmayacak kadar dramatik sayılır.
Yönetmen Ari Folman bir arkadaşıyla gördüğü bir kabusu paylaştığında, kabusun Lübnan Savaşı'nda yaşadıklarıyla alakası olduğuna karar verirler. 26 tane vahşi köpek rüyasında onu kovalıyordur. Ari, bu konuşmanın sonucunda orada yaşadıklarını hatırlamadığının farkına varır. Bunun üzerine, dünyanın dört bir yanındaki dostlarını ve asker arkadaşlarını arayarak yaşananlar hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler Ari'nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü resimlerle ortaya çıkar.
İçinde bulunduğumuz sıcak Ortadoğu gündemini geçmişe dönük farklı bir bakışla kucağımıza bırakan İsrail yapımı Waltz with Bashir, nitelikli politik yapımların değişik toplumlarda yarattığı taraflı bakış açılarından kurtulamayan bir film. Öyle ki savaş karşıtı duruşunda bile eleştirilecek yanlar bulmak mümkün. Tabi bu durum, teknik anlamda son derece kaliteli, yaratıcı, yenilikçi, sarsıcı bir film olmasını engellemiyor. Yani Ortadoğu meselesine nasıl bakıyorsak, filmin söylemek istediklerini de o şekilde yorumlamak durumunda kalabiliyoruz. Belki coğrafi ve politik açılardan bize daha uzak bir savaştan konuşuyor olsaydık, filmi bu kadar çok tartışmıyor olabilirdik. Bashir suikastının intikamının acı biçimde alındığı Sabra ve Shatilla katliamları sırasında İsrail hükümetinin ve ordusunun gözü dönmüş Hristiyan sağcı Falanjistlere yardım ve yataklık eden, göz yuman politikasını, o dönemde genç bir piyade olan Ari’nin gözünden, yani kendi iç hesaplaşmalarıyla ele alan Ari Folman, sertliği, şiirselliği, belgeselliğiyle bireysel çaresizliğini Waltz with Bashir’de gözler önüne seriyor. İşte filmin anlaşılma / yanlış anlaşılma noktaları bu savaş karşıtı figürün bünyesinde birbiri ardına boy göstermeye başlıyor.
Sıradan bir asker olan Ari’nin tek başına bu katliamı engelleme gücü olmadığından seyirci kalmasını, savaş dönüşü askerlerde yaygın olan hafıza kaybına bağlamasıyla doğal olarak bu durumu toplumsal hafıza kaybımızla özdeşleştiriyoruz. Meyve bahçesindeki RPG’li çocuğun İsrail askerleri tarafından öldürülmesinin günümüz hassasiyetleri doğrultusunda “kısasa kısas” çağrışımları yapması da çift taraflı okumalar / yanlış okumalar barındırıyor. Ari’den başka tüm arkadaşlarının hatırladığı, Ari’nin ise belki utanç içinde unutmak istediği için hatırlayamadığı bu dönemle yüzleşme ihtiyacı, İsrail politikasının Falanjist intikamına işine geldiği için pasif kaldığı eleştirileriyle paralel ilerliyor. Ama bu noktada da, alenen söylenmese de, askerlerin emir kulu oldukları, içinde bulundukları sisteme karşı duramayacakları savunması ise topu başka yerlere atıyor. “Bu katliamın tek sorumlusu Falanjistlerdir” demiyor elbette. Pasif oluşunun suçunu üstleniyor. Ama sivillerin kamplardan çıkarılmaları ardından, kampta kalan sivil oldukları belli kadın, çocuk ve yaşlıları savunması gerekliliğini bu pasifliğin herhangi bir yerine de koymayı beceremiyor.
Yine de bu kasıtlı veya zoraki pasifliği vurgularken Ari Folman’ın şahsi duyarlılığı anlamlı. Tüm bu çift taraflı okumaların, politik keşmekeşlerin gölgesinde Ari’nin bireysel dramını, artık ne kadar becerebilirsek filmin tarihi gerçekliğinden ayrı tutmak gerek. Orada olduğu halde “olamayan” bir askerin, yıllar sonra bile rahat yüzü göstermeyen rüyalar (açılıştaki olağanüstü 26 köpek sahnesi) ve kesitler (yine olağanüstü gece denizden çıkma sahnesi) sayesinde yaşadığı vicdani rahatsızlık sonrası unuttuklarının peşine düşmesi, vahşi bir tarih gerçeği ile yoğrulmuş biçimde ifadeleniyor. Bu ifadeyi stilize bir animasyon tekniği ile sunmak, filmin belgesel vizyonuna renk kattığı gibi, finaldeki gerçek arşiv görüntülerinin dehşet verici etkisinin de altını kalınca çiziyor. Çünkü bu çağdaş olduğu kadar, ciddiye alınmama riski de taşıyan ifade şekli, finalin kan donduran sahiciliğinin üzerini örtemezdi.
Waltz with Bashir’i tüm farklı değerlendirmeler yanında cesur bir özür olarak görmek mümkün. Hiçbir şeyi geri getirmeyecek de olsa, kendi ırkının veya askerlerinin değil, sadece piyade Ari’nin çaresizliğinin görkemli bireysel özrü olarak görmek istiyorum filmi. Çünkü öyle ya da böyle, bir parçası olmak durumunda kaldığı bu katliamda, bireysel olarak da elinden bir şey gelmemesinin, donup kalmasının, pasifleşmesinin özrünü böyle dilediğini düşünmek istiyorum. Çünkü onunki toplumsal hafıza kaybıyla özdeşleştirme kolaycılığına kaçılmayacak kadar dramatik sayılır.
23 Ocak 2009 Cuma
Beaufort (2007)
Yönetmen: Joseph Cedar
Oyuncular: Oshri Cohen, Arthur Perzev, Itay Turgeman, Ohad Knoller, Itay Schor, Daniel Brook, Eli Altonio, Ygal Resnik
Senaryo: Ron Leshem, Joseph Cedar
Beaufort adındaki ileri karakolda görevli bir grup İsrail askerinin Hizbullah bombaları altında sürdürdükleri yaşamı konu alan yapım oldukça uzun, yorucu ve zor bir tecrübeydi. Bu uzun süreç esnasında izlerken umarsızca tıkındığım, saate baktığım, durdurup ufak tefek ev işlerini hallettiğim, hatta durdurup arasına bir dizi bölümü sıkıştırdığım ve ara sıra gözlerimin kapandığı anlar oldu. Ama tüm bunlara rağmen beğendiğim tek film herhalde Beaufort’dur. Askerlerin psikolojik ruh hallerini, sivil yaşam hasretini, arkadaşlık duygusunu ve ölümün gölgesinde yaşamanın gerilimini hiç çaktırmadan önünüze koyabilen bir garip film Beaufort… Bittiğinde de askerliğimi bitirmiş kadar olmasa da benzer bir duyguyu hissettirdi. Bir dostu, bir evladı, bir ideali kaybetmenin de muhasebesini yine kendine has “çaktırmama” üslubu ile iletmeyi (nasıl olduysa) başardı. Genç İsrail’li oyuncu Oshri Cohen’in başarıyla canlandırdığı Çavuş Liraz, konumuna rağmen savaştan ziyade askerlik kavramının sorgu sualine az da olsa et-kemik olmuş bir karakterdi. En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı da olan Beaufort, bana göre kesinlikle iyi bir film. Ama şahsen kimseye tavsiye etmem…
27 Aralık 2007 Perşembe
The Band’s Visit (2007)
Yönetmen: Eran Kolirin
Oyuncular: Sasson Gabai, Ronit Elkabetz, Khalifa Natour, Saleh Bakri, Uri Gavriel
Senaryo: Eran Kolirin
Müzik: Habib Shadah
Akraba sayılabilecek Selamsız Bandosu ve İtalyan yapımı Mediterraneo’dan izler taşıyan The Band’s Visit, küçük kasabaları dekor alan, küçük hayatları perdeye taşıyan küçük filmlerden biri.. Pozitif manada kullanılan bu küçüklüğün içinde sadelik, doğallık, sıcaklık, huzur ve tebessüm var. Selamsız Bandosu, Beynelmilel, Brassed Off gibi bando merkezli filmlerin traji-komik samimiyetini taşımasına karşın, bu filmlerin hamurundaki politik taşlama ve sistem eleştirisi özelliklerinden farklı olarak hiçbir siyasi misyon taşımayıp, sadece bu filmlerin duygusal temaslarına sahip bir film. The Band’s Visit, zevkler ve renkler doğrultusunda sıkıcı veya tam tersi insanı sarıp sarmalayan bir şirinlik olarak bulunabilir. Aslında her iki türlü de amacına ulaşmış sayılır. En azından, büyük şehrin imkanlarından yoksun, bunaltıcı bir rutini olan, gidilecek yeri, yapılacak doğru dürüst bir sosyal faaliyeti bulunmayan, bu sayede sıkışmışlık sıkıntısı yaratan, ama yine de birilerinin sığındığı bir liman, bir yuva potansiyelini muhafaza eden kasaba yaşantısına yabancı olmayanların bazı hislerine tercüman olabilir. Orada bir gün için de olsa zoraki ikamet etmek durumunda kalan orkestranın bu küçük kasabadan, kasabanın birkaç sakininin de onlardan öğreneceği az ama öz şeylere o kadar da yabancı olmadığımızı farkedebiliriz.
Sasson Gabai’nin canlandırdığı orkestranın şefi Tawfiq, karizmatik, otoriter, babacan bir kişilik olarak, geçmişte yaşadığı ailevi trajediyle bu kasabada yüzleşme fırsatı buluyor. Onun katı ve kederli duruşunu çözmeyi başaran ise kasabanın orta yaşlı, çekici lokanta sahibi Dina oluyor. Tawfiq ve Dina beraber çıktıkları gece birbirlerine samimi itiraflarda bulunarak, tek gecelik bir randevunun bile ne kadar anlamlı olabileceğini yaşıyorlar. Orkestranın yakışıklı trompetçisi, yine efsanevi bir caz trompetçisi olan Chet Baker hayranı Haled ise mecburiyetten başka bir randevuya katılmak durumunda kalıyor. Kasabanın gençlerinden iki çift ile zoraki ve ilginç bir disko deneyimi yaşaması da yine aynı derecede sevimli ve hüzünlü.
Yakın plana alınan bir başka orkestra üyesi de tecrübeli klarnetçi Simon. İçinde ukte olmuş orkestra şefliğini Tawfiq var iken elde edemeyeceğinin burukluğu yüzüne yansımış olan Simon ve onunla birlikte iki orkestra üyesi daha, bu kez lokantada tanıştıkları bir gencin kalabalık evinde yatıya kalmak zorunda kalıyorlar. Simon’un kendi bestesi olan yarım kalmış bir senfonisi var. Yine de gerçek nedenini tam olarak sezemediğimiz öyle bir derdi olmalı ki, adeta tüm hücrelerine sinmiş bir hüzün yayması sayesinde insan sebepsiz bir burukluğa kapılıyor. İşte bu üç sette yaşananlar, filmin kasvet yüklü havasını elden geldiğince renklendiriyorlar. Başlangıçta 8 adamın masmavi askeri üniformalar içinde küçük bir kasabada mahsur kalmalarının mizahi yanı, gittikçe yerini ufak şiddette kederlere bırakıyor. Aslında bildiğimiz anlamda askeri yankılar yapan bando olgusundan farklı olarak onlara orkestra denmesi daha uygun düşüyor. Keman, kanun, klarnet, darbuka ve yanık vokallerle bezeli enfes bir orkestra. Her ne kadar filmde tadımlık da olsa güzel müziklerini duyduğumuz, selamsız sabahsız bir orkestra. Yine başta bize hafif komik gelen mavi üniformaların, gerçekte hüznün rengi mavi olarak mükemmel bir tezahürü olduğunu düşündürmeden edemiyor.
Tawfiq ve Dina’nın konuşmaları, yeni tanışmış iki insanın birbirleriyle ilgili ortak noktaları keşfetme samimiyeti taşıyor. Mesela Dina, etkilendiği Tawfiq’in efkarlı tutukluğunu kırabilmek ve ona ulaşmak adına Mısırlı efsane şarkıcı, bizim bildiğimiz adıyla Ümmü Gülsüm’den, gençliğinde ünlü Mısırlı aktör Omar Sharif’in filmlerini izlediğinden, Arap romantizminin geçmişte kendi üzerinde bıraktığı etkilerden söz ediyor. Dina’nın, ilk görüşte askeri marşlar çalan bir bando imajı veren orkestranın aslında Ümmü Gülsüm, Ferit El Atraş şarkıları gibi geleneksel eserler icra ettiğini öğrendiğinde şaşırması da filmin izleyici ile aynı frekansları tutturma işaretlerinden biri. Dina’nın “niçin bir polis Ümmü Gülsüm çalar ki” sorusuna Tawfiq’in cevabı şiirsel ve çok anlamlı. “ Bu, niye bir insan ruha ihtiyaç duyar gibi bir soru..” Tawfiq ve Dina arasındaki çekim, filmin sonunda yerini karmaşık duygulara, hazin bir yarım kalmışlığa bırakıyor. Tawfiq’in yapısı gereği kendine ve kendi geçmişine olan saygısı, onu belki de başka baharlardan mahrum ediyor.
Bu noktada tekrar dönmemiz gereken genç trompetçi Haled ise ekolü olan, zamanında “bir kadın için yapamayacağım tek şey, kadın olmaktır” diyen, loş dumanaltı caz kulüplerinin kalbi kırık trompet ustası Chet Baker’ın izini sürüyor adeta. Tawfiq’in saygı anlayışına karşın Haled’in zaaflarını ise saygısızlık olarak yorumlamamak gerek. Aynı şekilde Simon’un bitmemiş senfonisi de biraz önce sözünü ettiğimiz yarım kalmışlık duygusunun altını çok güzel çiziyor. Bitmediğini, yarım kaldığını, devamının geleceğini düşündüğümüz bir güzelliğin belki de sonunda olduğumuz ihtimali kadar kederli bir bakış açısı bu. Veya belki tam da o yarısı dediğimiz yerde durmak, onu bir son olarak görmek, öyle kabul etmek. İşte The Band’s Visit böyle bir film.
Bu noktada tekrar dönmemiz gereken genç trompetçi Haled ise ekolü olan, zamanında “bir kadın için yapamayacağım tek şey, kadın olmaktır” diyen, loş dumanaltı caz kulüplerinin kalbi kırık trompet ustası Chet Baker’ın izini sürüyor adeta. Tawfiq’in saygı anlayışına karşın Haled’in zaaflarını ise saygısızlık olarak yorumlamamak gerek. Aynı şekilde Simon’un bitmemiş senfonisi de biraz önce sözünü ettiğimiz yarım kalmışlık duygusunun altını çok güzel çiziyor. Bitmediğini, yarım kaldığını, devamının geleceğini düşündüğümüz bir güzelliğin belki de sonunda olduğumuz ihtimali kadar kederli bir bakış açısı bu. Veya belki tam da o yarısı dediğimiz yerde durmak, onu bir son olarak görmek, öyle kabul etmek. İşte The Band’s Visit böyle bir film.
Bu dört ana karakteri canlandıran oyuncuların en belirgin ortak yanı, simalarına sirayet etmiş olan yılgınlık ve hüzün. Belki o suretleri öyle görmemizin nedeni filmin kendi havası. Hepsi canlandırdıkları karakterleri olması gerektiği veya filmin gerektirdiği ölçüde ne eksik, ne fazla oynamaktalar. Başta saydığımız filmlerdeki bando, grup, orkestra oluşumlarının disiplinlerinden biraz olsun sıyrılıp, o oluşumları hayatın gerçekleri ile bütünleştiren, enstrumanları birer iletişim köprüsü olarak gördüğü insancıl duygularıyla o gerçekleri karşılayan, müziğin gücü kadar onun duygu yüklü zerrecikleriyle de ruhlarını besleyen bir grup insanın aidiyet hisleri vurgulanır. Bu gruplar, hayatından bir şeyler kopmuş veya hayatından bir şeyleri kendisi koparmış insanların dahil olmak, sosyalleşmek istedikleri bir doğal ortamın, sakin bir kasabanın sembolüdür. Veya tam tersi, The Band’s Visit’in dediği gibi “tonlarca yalnızlığın!..”
2 Ağustos 2007 Perşembe
Paradise Now (2005)
Yönetmen: Hany Abu-Assad
Oyuncular: Kais Nashef, Ali Suliman, Lubna Azabal, Amer Hlehel, Hiam Abbass, Ashraf Barhom
Senaryo: Hany Abu-Assad, Bero Beyer, Pierre Hodgson
Müzik: Jina Sumedi
İki Filistinli genç olan Said ve Khaled çocukluktan beri birlikte büyümüşlerdir. Bir terör örgütünün bünyesinde bulunan iki genç, Tel Aviv'deki bir eylem için suikast bombacısı olarak seçilirler. Hareket etmeden önce ailelerinin yanında son gecelerini geçirirler. Aileleri ile vedalaşmak isterler fakat eylemin son derece gizli olması sebebiyle hiçbirşey söylemeleri mümkün olmaz. Ertesi sabah patlamada kullanılacak bombalar vücutlarına bağlanır ve İsrail sınırından içeri girerler. Fakat operasyon planlandığı gibi gitmez ve iki genç birbirlerinden ayrılmak zorunda kalırlar. Bu andan sonra kendi kaderlerini kendileri belirleyeceklerdir.
Hollanda asıllı Filistinli yönetmen Hany Abu Assad’ın apolitik iki araba tamircisi arkadaşın, canlı bomba olma yolunda ilerleyişini anlatan filmi, Londra’daki metro saldırılarının ardından Cambridge Film Festivali programından apar topar çıkarılmasıyla adını duyurmuştu. Ama alması gereken ödülü Berlin Film Vestivali’nde Mavi Melek ödülüyle aldı.
Güncel bir trajediyi çok değişik bir bakış açısıyla irdeleyen film eleştirmenler ve izleyicilerden olumlu tepkiler aldı. Bir bireyi intihara götüren süreç sinema sektörünün de her zaman ilgisini çekmiştir. Ama bu filmde işlenen gerçeklik, intihar olgusunu bir adım daha ileri taşıyor ve beraberinde başkalarını, hatta masum insanları da götürmeyi hedefleyen intihar bombacılarının seçilme, eğitilme ve eyleme geçme aşamalarına da ışık tutuyor. Neredeyse hergün haberini izleyip okuduğumuz bir kavramın perde arkasına geçme fırsatını yakalama açısından Paradise Now belki de en iyi fırsatlardan biri.. Konu olarak çok hassas ve sınırda olmasının bilinciyle Abu Assad, zaten yapmaması gereken duygu sömürüsü, yoz siyaset, gereksiz komedi gibi yolların hiçbirisine sapmadan, hikayesini gayet ölçülü ve sade bir şekilde aktarmayı başarıyor.
Güncel bir trajediyi çok değişik bir bakış açısıyla irdeleyen film eleştirmenler ve izleyicilerden olumlu tepkiler aldı. Bir bireyi intihara götüren süreç sinema sektörünün de her zaman ilgisini çekmiştir. Ama bu filmde işlenen gerçeklik, intihar olgusunu bir adım daha ileri taşıyor ve beraberinde başkalarını, hatta masum insanları da götürmeyi hedefleyen intihar bombacılarının seçilme, eğitilme ve eyleme geçme aşamalarına da ışık tutuyor. Neredeyse hergün haberini izleyip okuduğumuz bir kavramın perde arkasına geçme fırsatını yakalama açısından Paradise Now belki de en iyi fırsatlardan biri.. Konu olarak çok hassas ve sınırda olmasının bilinciyle Abu Assad, zaten yapmaması gereken duygu sömürüsü, yoz siyaset, gereksiz komedi gibi yolların hiçbirisine sapmadan, hikayesini gayet ölçülü ve sade bir şekilde aktarmayı başarıyor.
Paradise Now, temel aldığı intihar bombacıları öyküsünün derinlerine inip, tercih, intikam, mantık gibi kavramları da sorgulamayı ihmal etmiyor. Zaten bunların sorgulanmaması film için büyük bir kayıp olurdu. Bu muhasebeyi yaparken elinde Said (Kais Nashef) ve Khaled (Ali Suliman) gibi iki benzer-benzemez karakter yelpazesini de kullanmayı ihmal etmiyor. Artık hikaye onlara, onlar hikayeye muhtaç oluyorlar. Khaled’in işin ciddiyetini idrak sorunuyla kendini film yıldızı gibi görmesini, Said’in sorgulayıcı ve endişeli tutumu dengeliyor. Seçildikleri güne kadar politika ve dini bir yaşam biçimi olarak asla görmemiş bu iki karakterin kendilerini bir anda olayın merkezinde bulmaları filme traji-komik bir hava katmıyor değil. Özellikle yemin sahnesi, komik ve bir o kadar da hüzünlü. Finalin etkisinden çabucak sıyrılmak ise o kadar kolay değil.
Yönetmen Abu Assad, bize bombacılar ve yaşadıkları ruh halinin yanında, filmde görmeyi umduğumuz perde arkası ayrıntıları da ustaca göstermiş. Bombacıları öfkeden çılgına dönmüş, deli, kötü kalpli göstermek yerine insani yönlerini ön plana çıkarmış olmasından başka, yemin ederek ölüme giden bombacıların ve muhbirlerin itiraflarının yeraldığı video kasetlerin halk tarafından ne kadar popüler olduğuna da değinmiş. Öyle ki bu videolar en çok satın alınan ve kiralanan videolarmış. Öte yandan filmde verilmek istenen mesaj da son derece anlamlı. İsrail’in politik sömürü ve rüşvetle satın aldığı yüzlerce muhbirin sebep olduğu kaos nerede duruyorsa, intikam için Filistinli bombacıların masumları hiçe sayması da aynı yerde duruyor. İsrail barış için Filistinlilerin eylemlerinin durması gerektiğine inanıyor olsa da hiç kimse işgal altında yaşamak istemez. Bu içinden çıkılması zor bir ikilem. Ama Abu Assad’a göre iki tarafta eninde sonunda aynı topraklarda yaşamayı öğrenecek. Bunu günümüzün en güçlü lisanlarından biriyle, sinema ile anlatmaya çalışıyor. Tıpkı 2003 yılı yapımı Ford Transit adlı belgeseliyle yaptığı gibi.. İsrail ordusundan bir anlaşma uyarınca Filistin’e geçen Ford marka araba, canlı bomba hayranı Recai’nin farklı düşüncelere sahip farklı gruplardan oluşan yolcularının gözüyle ikilemini gözler önüne seriyordu.
Dilemma, yani ikilem Paradise Now filminin iki başrol oyuncusunun her yerine sinmiş durumda. Özellikle de Said’in dilemmaları… Said’in Filistin halkının kahramanı Ebu Gazzam’ın Avrupa görmüş kızı Suha (Lubna Azabal) ile ilişkisindeki ikilem, yine Said’in muhbir babasından dolayı ödemek zorunda hissettiği bedel yüzünden yaşadığı ikilem Said’e, bunun yanında oyuncu Kais Nashef’e büyük sorumluluk yüklüyor. Oyuncu ise duru ve ölçülü oyunuyla bu sorumluluğun hakkını başarıyla veriyor. Görüntülerin akıcılığı ve doğallığı, yönetmen tarafından belli ölçülerde bir estetik kaygı da taşıdığı anlamına geliyor. Karakterlerin yaşadığı ruhsal ve fiziksel değişimin doğru şekilde yansıtılabilmesi için bu estetik kaygı film için son derece uygun. Paradise Now, hatta sözü edilen Ford Transit, başta farklı sinema tadı arayanlar olmak üzere tüm sinemaseverlerin izlemesi gereken, pırıl pırıl bir film. Hani Abu Assad ise takip edilmesi gereken pırıl pırıl bir yönetmen.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)