24 Temmuz 2013 Çarşamba

Sightseers (2012)


Yönetmen: Ben Wheatley
Oyuncular: Alice Lowe, Steve Oram, Eileen Davies, Monica Dolan, Jonathan Aris, Richard Glover
Senaryo: Alice Lowe, Steve Oram
Müzik: Jim Williams

2011’de çektiği Kill List ile farklı bir gerilime imza atan Ben Wheatley, arayı fazla uzatmadan bu kez farklı bir kara komediyle geri döndü. Orta yaşa merdiven dayamış sevgililer Chris ve Tina’nın Crich Tramvay Müzesi, Ribblehead Viyadükü, The Blue John Mağarası, Keswick Kalem Müzesi gibi yerleri kapsayan turistik gezisi sırasında yaşadıkları tuhaflıkları anlatan film, ikilinin önlerine çıkan bazı insanları kendi değer yargılarına uymadıklarından ötürü ortadan kaldırmaya yönelik güdüleri yüzünden ilginç bir seri katil / yol hüviyeti de taşıyor. Tüm garip, gizemli, sinir bozucu, bunalımlı ve acımasız özelliklerine rağmen, Chris ve Tina’nın kendi çapındaki tutkulu ilişkilerini pekiştirmesi beklenen karavanlı turistik gezi ambiyansından dolayı sevimli bir film aynı zamanda. Ama bu tip gösterişsiz küçük filmler, kendi bünyelerinde kendi zirvelerini de barındırıyorlar.

Filmde Chris’e nazaran daha sempatik sayılabilecek Tina’nın kadınsı ve çocuksu hezeyanlarının arasında kalmış görüntüsü öne çıkıyor. Chris’in takıntılı ve abartısız gözükaralığıyla dengelenmeye çalışılan bu ilişki, Tina’nın Chris’in bu özelliklerine kapılıp ona ayak uydurmak istemesiyle kontrolsüzlüğe doğru direksiyon sallamaya başlıyor. Zira her ne kadar tam olarak anlayamasak da Chris’in kendi içinde bir kontrolü var. Her önüne geleni öldürmek gibi bir niyeti yok. İşte Sightseers, ikilinin gezisi boyunca yaşadıkları normalliklerin bu kontrol / kontrolsüzlük çatışmasıyla harmanlanışını seyri zevkli bir hale getiriyor. Zaten filmin jeneriğinde çalan Marc Almond şarkısı Tainted Love’dan itibaren nasıl bir filmle karşılaşacağımıza az çok hazırlık yapabiliyoruz. Tabii Chris ve Tina’nın aşkı, seksi, kıskançlığı ve kaprisleri de ihmal etmeyen bu arızalar çatışmasının bedelini, karşılarına çıkan talihsiz tipler ödüyor.


Senaryosunu filmde Tina ve Chris’i canlandıran Alice Lowe ve Steve Oram’ın yazdığı Sightseers, bu durumun avantajlarını çok iyi kullanan bir film. İkilinin kendi yazdıkları replikleri kullanışlarındaki rahatlık ve İngiliz soğukluğu sınırlarında ekrana yansıttıkları samimiyet, başlarda biraz garip gelse de onları birer sevgili olarak kanıksamamızı sağlıyor. İkilinin tecrübesi bu rolleri seyirciye sessiz sakin kabul ettiriyor. Zaten onları benim gibi ilk kez bu filmde tanıyan seyirci için kalabalıkta sıradan iki turistten bir farkları olmadıkları görülebilir. Bir bağımsıza göre teknik olarak bu gösterişsiz kimliğinin hakkını verse de, özellikle Chris’in Ian cinayeti sırasındaki ve Frankie Goes To Hollywood’un The Power Of Love şarkılı nefis final bölümündeki kurgular zirveye oynayan estetik bölümler olarak karşımıza çıkıyor.

Çeşitli bağımsız film festivallerinde senaryo ağırlıklı ödüller kazanan Sightseers, sıra dışı ve şarkıda da söylenildiği gibi arızalı bir aşkın rotasını, İngiltere’nin lokal turistik bölgelerinde belirliyor. Cinayetlerin Chris – Tina aşkına ve onların ilişkilerine yön verme amaçlı gezintilerine katkısı kah zahmetsiz, kah da zorlama ile açıklanabilir. Sürpriz sayılabilecek psikolojik ağırlığı olan bir final yaparak ardında bıraktığı sorulara da aynı zahmetsizlik ve zorlamalarla cevaplar sunabilir. Ama en iyisi kendini filmin nostaljik ve çağdaş öğeler içeren kara komedi akıntısına bırakmak. The Power Of Love yanında, ikişer farklı yorumla Tainted Love ve Season Of The Witch şarkılarının renklendirdiği Sightseers, 2012’nin sürpriz işlerinden biri. Baş yapımcıları arasında Edgar Wright’ı da görmek şaşırtmıyor.

19 Temmuz 2013 Cuma

New World (2013)


Yönetmen: Park Hoon-jeong-I
Oyuncular: Lee Jeong-jae, Choi Min-sik, Hwang Jeong-min, Park Seong-woong, Song Ji-hyo, Kim Yoon-seong, Park Seo-yeon, Choi Il-hwa, Joo Jin-mo-I, Jang Gwang, Kwon Tae-won, Kim Byeong-ok
Senaryo: Park Hoon-jeong-I
Müzik: Jo Yeong-wook

Şehrin en güçlü dört çetesinin birleşmesinden kurulmuş büyük bir suç organizasyonu, yeni bir şirket modeli üzerinde anlaşmışlardır. Başkanlarının bir kazada ölmesi sonucu bir an önce yeni başkanını bulmak zorunda olan bu organizasyon için üç varis vardır. Bunlardan Jeong Cheong ve Lee Joong-goo birbirleri için çok dişli rakiplerdir ve bu mücadelenin galibi büyük patron olacaktır. Kurumlaşma yolunda oldukları için polisin bir an önce verasete müdahale ederek bu çeteleri bitirmesi gerekmektedir. Öte yandan operasyonun başındaki Kang, sekiz yıl öncesinden başarılı polis memuru Lee Ja-seong’u çeteye köstebek olarak yerleştirmiştir. Lee zaman içinde Jeong Cheong’un sağ kolu ve arkadaşı olmuştur. Operasyonda sona gelindikçe Lee’nin iki çete arasındaki işi de zorlaşmaktadır. Üstelik çete içinde Lee’nin bile bilmediği başka muhbirler olduğu anlaşılır.

New World öncesinde hepsi 2010 yılına ait olmak üzere I Saw The Devil, The Unjust ve The Showdown’ın senaryolarını yazan Park Hoon-jeong-I, bunlardan sadece The Showdown’ı yönetmişti. New World, kendisinin yazıp yönettiği ikinci filmi. Usta oyuncuların katkılarıyla, konusunun genişliğinin altından kalkabilen senaryosuyla ve gerilimi dinç tutan kurgusuyla altına girdiği zor işten başarıyla kalkan yönetmen, Güney Kore sinemasının önemli örneklerinin hep yaptığı gibi yine Amerikan sinemasının ağzının suyunu akıtacak bir suç gerilimine imza atıyor. Konusu itibariyle kimi açılardan muadili sayılabilecek Hong Kong klasiği Infernal Affairs’in başına gelenler düşünülünce New World’ü Uzakdoğu sinemasının suç yapımlarına kattığı yeni soluğun bir uzantısı olduğunu söylemek abartı olmaz.


Karakterlerini tanıtmak için sıradan Hollywood alışkanlıklarını hiçe sayan Güney Kore sinemasının bu yaklaşımı New World’de de görülüyor. Alışkanlıklar çerçevesinde bunun seyirci için bir risk sayılması artık gerilerde kaldı ya da kalmalı. Çünkü acelesi olmadığını hissettiren bir film, kendi omurgasından tavizler vermeden de bunu yapabilir. Tabii filmin 15. dakikasında operasyonun sorumlusu Kang’ın kapalı kapılar ardında amirine brifing vermesiyle konuya daha fazla adapte oluyoruz. Bu bölüm, seyirciye için verilmiş kısa bir brifing aynı zamanda. Ama sırf fotoğraflar ve altına söylenen bilgiler değil, aslen filmin doğal akışı onları daha iyi tanımamıza vesile oluyor. Çok büyük bir iktidar mücadelesi yanında, o mücadeleyi kendi lehine çevirip bu oluşumu çökertmeye çalışan derin emniyetin nasıl çalıştığını izliyoruz. Masa başı oyunları, mafya raconları ve aksiyon bu tip filmlerden beklenen kalemler. Fakat özellikle 8 yıl önce bu suç örgütüne sızdırılmış Lee ekseninde filme ruh katan çarpıcı dramlar da yaşanıyor.

Lee’nin gizli görevinin süresinin bitmesine az bir zaman kala tekrar uzatılması ve eşinin bir bebek bekliyor olması gibi klişelere rağmen, onun bu örgüt içinde kendini kabul ettirip Jeong Cheong’un dostluğunu kazanması filmin en önemli dramatik ayaklarından birini oluşturuyor. Bu dostluğun öncesi hakkında fikrimiz olmamasına karşın, ikilinin diyaloglarındaki patron-çalışan mesafesini hissettiren ama çoğunlukla bu mesafeyle kafa bulan samimiyet bizi bu ilişkiye yabancılaştırmıyor. İnandığımız bu dostluk, filmin en can alıcı sahnelerinden biri olan gemideki muhbir infazı bölümünde ve filmde her şey bittikten sonra 6 yıl öncesine ait bir Lee - Jeong Cheong sahnesinde çok güçlü kırılma anları yaşıyor. Güney Kore sinemasının en sevdiği tema olan intikamdan sonra muhbirlik üzerine de fazla film yapılıyor olması, tıpkı bu filmdeki gibi vicdan ve görev ikilemlerine sağlam insani zeminler hazırladığı için tercih ediliyor olsa gerek. İşte New World, önemli bir yükseliş hikayesi olduğu kadar bilinçli olarak ikinci plana itilmiş bir çöküş hikayesi aynı zamanda.


Hem sinema, hem de yaşam kültürü açısından bize yabancı gelen, ama Güney Kore filmleriyle fazla vakit geçirenlerin artık kanıksayıp garipsemediği çeşitli sahneleri “mantık hatası” şeklinde yorumlamak artık ne derece mantıklı kestirmek zor. Arkasında 8-10 fedai ile gezen mafya patronları ve bunun getirisi olarak kalabalık çatışma sahnelerinde yaşanan insanüstü durumlar ya da teknik aksaklıklar, iyi çekildikleri sürece çok fazla can sıkmıyor. Filmde önemli bir yeri olan Yanbianlı Berduşlar’ın tekinsiz sarsaklıkları, sızdırdıkları muhbirlerle satranç piyonu gibi oynayan istihbarat sorumlusu Kang’ın görev anlayışına yenik düşmeye mahkum vicdanı, filmin en renkli karakteri Jeong Cheong’un umursamaz tavırlarının satır aralarına koca puntolarla eklediği ulvi arkadaşlık duygusu ve ateşin ortasındaki Lee’nin, çaresizliğini soğukkanlılığıyla eritmeye çalıştığı duruşu ve dahası filmin her yönden dengeli durmasını sağlıyor. Bir ara yemek masasında Jeong Cheong’a kredi başvurusu için telefon geliyor. O da “ne kredisi, ben zaten zenginim” deyip kapatıyor.

Görüntü yönetmenliğini Chan-wook Park’ın Oldboy, Sympathy For Lady Vengeance, I'm a Cyborg But That's OK, Thirst ve en son Stoker filmlerinde gördüğümüz Chung-hoon Chung’ın yaptığı New World, tüm filme yayılan başarılı kurgusunu, finalde Martin Scorsese’nin mafya işlerini yoluna koyduğu, intikamların alındığı, yükseliş, düşüş ve infazların gerçekleştiği olağanüstü tekniğine benzer düzeneklerle zirveye taşıyor. En kaliteli Güney Kore yapımlarının müziklerini yapan Jo Yeong-wook yine formunda. Il Mare, Typhoon gibi önemli filmlerin tecrübeli aktörü Lee Jeong-jae, bütün filmlerini izlediğim büyük usta Min-sik Choi ve çok beğendiğim A Man Who Was Superman’den beri izlediğim en iyi performansıyla Hwang Jeong-min, filmin üç köşesini dolduran ve karşılıklı sahnelerinde devleşen oyunlar sergiliyorlar. Park Hoon-jeong-I ise yazmanın, üstüne bir de yönetmenin hayli çaba gerektirdiği bu komplike yapımla, henüz ikinci filminde takip edilmeye değer bir yönetmen olduğunu kanıtlamış oluyor.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

2 Days In New York (2012)


Yönetmen: Julie Delpy
Oyuncular: Julie Delpy, Chris Rock, Albert Delpy, Alexia Landeau, Alexandre Nahon, Kate Burton, Dylan Baker, Malinda Williams, Talen Ruth Riley, Emily Wagner, Owen Shipman
Senaryo: Julie Delpy, Alexia Landeau
Müzik: Julie Delpy

Ünlü Fransız oyuncu Julie Delpy, senaryosundan yapımcılığına, yönetmenliğinden müziklerine kadar her şeyini kendi üstlendiği, bir de üstüne Marion başrolünü oynadığı 2007 tarihli 2 Days In Paris’ten beş yıl sonra bu kez devam filmi 2 Days In New York’la aynı sorumluluklarla tekrar Marion’a hayat veriyor. Ama Marion, ilk filmdeki sevgilisi Jack’ten ayrılıp New York’ta yaşamaya başlamıştır. Üstelik Jack’ten olan oğlu da onunla birlikte. Marion’un hayatındaki en önemli değişiklik bu değil tabii. Başlarda Jack’ten ayrıldığı bunalımlı günleri atlatması için Marion’a yardımcı olan radyo programcısı arkadaşı Mingus, şimdi onun sevgilisidir. Mingus’ın da önceki ilişkisinden bir kızı vardır. Biz ise hikayeye, Marion’ın ilk filmden de hatırlayacağımız tonton babası Jeannot’nun, kızkardeşi Rose’un ve onun sinir bozucu erkek arkadaşı Manu’nun Marion – Mingus çiftini New York’ta ziyaret ettikleri iki günde dahil oluyoruz.

2 Days In New York’un 2 Days In Paris’in olumlu özelliklerine ya pek yaklaşamadığını, ya da yaklaştırdığı anlarla onu tekrar ettiğini söylemek mümkün. Kısacası 2 Days In Paris pek çok yönden daha iyi bir filmdi. Bunda Delpy’nin filmde kızkardeşini canlandıran Alexia Landeau ile senaryoyu paylaşmasının etkisi ne derece önemlidir bilemiyorum. Yine zekice kurgulanmış diyaloglar ve esprili sahneler mevcut. Ama bu kez o diyalogların zekalarını havada bırakışlarına, esprilerin de fazla komik olmayışlarına tanık oluyoruz. En önemlisi de ilk filmden kalma bir disiplin olarak beklenti içine girdiğimiz Marion ve erkek arkadaşının ilişkilerini sorgulama serüvenlerine tam manasıyla dahil olamıyoruz bana göre. Nedeni ise filmin fazla kalabalık oluşu. Marion’ın babası, kardeşi, kardeşinin sevgilisi, oğlu, Mingus’ın kızı ve kızkardeşi derken senaryonun Marion ve Mingus’a ait bölümleri aceleye geliyor ya da ilk filmin çıtasının altında kalıyor.

 
Mingus ve Marion ikilisinin çıkış noktasındaki teselli eden ve edilenin temellerini attığı bu beraberliğin çıkarımları da tatminkar değil. Zaten bu kalabalıkta çıkarım yapmaya pek zaman olmuyor. Aslında ikilinin çocuklarıyla beraber sakin yaşamlarına kabus gibi çöken edepsiz Fransız misafirlerin güldürmekten çok sinir etme amaçlı olduğunu düşündüğüm skeçlerinden yer açılarak ikilinin bu konumlarına daha serbest dalışlar yapılabilirdi. Çünkü etrafımızda sıkça gördüğümüz ilişki gazisi ve onun teselli edici yakın arkadaşından filizlenen aşklara dair üçüncü bir Delpy gözü iyi giderdi. Bunu yine ilk filme dayanarak söylüyorum. Orada Jack’in deplasmanda kalışından dolayı yaşananlar sayesinde, özellikle erkek seyircilerden Marion - Jack tipi bir ilişki üzerine mizah değeri bulunan daha dikkat çekici sonuçlar elde etmeleri beklenebilirdi. Marion’ın ilişkideki sadık görünen özgür duruşundan ve Jack’in bu farklı kültürü şaşkın sorgulayışından alevlenen tartışmaların filme katkısı büyüktü.

Oysa New York’ta hava ve su pek aynı değil. Mingus da Jack gibi nemrut ama sınırları zorlandığında tepkisini uygarca dile getiren bir adam. Fakat hayatlarındaki çocukların varlığından ötürü biraz daha dikkatli, disiplinli ve sorumluluk sahibi. Bunun bir diğer karşılığı da ne yazık ki “sıkıcı” oluyor. En kötüsü de, kendisini canlandıran yetenekli komedyen Chris Rock’a rağmen Mingus hiç komik değil. Paris’teki Jack, komik olmaya çalışmadığı anlarda bile sırf Adam Goldberg’in yüz ifadesinin ve kendisine Delpy tarafından yazılan diyalogların yardımlarıyla komik anlar yaratabiliyordu. Yani hem yazım, hem de oyunculuk yönünden işi şansa bırakmayan bir filmdi. Doğaldı ve bu yüzden iki insanın iniş çıkışlarındaki farklı ruh hallerini ustalıkla akışına bırakabiliyordu. Ama 2 Days In New York’ta Delpy, Marion’ın kendisine sahte beyin tümörü uydurmasından ya da Mingus’ın Obama saplantısından mizah türetmeye çalışıyor. Başarılı olsa neyse. Üstüne bir de şu sıkıcı New York sanat camiasında yaşanan çılgın fikirleri eşelediği “ruh satma” garipliği de eklenince iyice üzüyor. Orijinal bir fikir olmasına, bu fikre kısa bir rolle Vincent Gallo’yu da eklemesine rağmen Delpy’nin film içinde bu satılık ruh iddiasının hakkını yeterince veremediğini düşünüyorum. Tıpkı genel anlamda bu filmin de hakkını ilki kadar veremediği gibi.

11 Temmuz 2013 Perşembe

The Call (2013)


Yönetmen: Brad Anderson
Oyuncular: Halle Berry, Abigail Breslin, Michael Eklund, Morris Chestnut, Michael Imperioli, David Otunga, Justina Machado, Denise Dowse
Senaryo: Richard D'Ovidio, Nicole D'Ovidio, Jon Bokenkamp
Müzik: John Debney

Jordan, 911 Acil yardım hattında santral görevlisi olarak çalışan bir kadındır. Bir gün merkezi arayan genç bir kız sesi evine zorla giren biri olduğunu ve hayatının tehlikede olduğunu söyler. Jordan ekipler evi tespit edip kızı kurtarıncaya kadar hatta kalıp kıza destek olmaya çalışırken beklenmedik bir hata yapar. Genç kız öldürülüp gömülmüş olarak bulunur. Psikolojisi bozulan Jordan santralden geri hizmete çekilir. Altı ay sonra 911'e Casey adlı bir genç kızdan kaçırıldığına dair yardım çağrısı gelir. Çağrıyı bir acemi görevliden devralan Jordan kızı kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlıdır. Yavaş yavaş anlaşılır ki Jordan’ın altı ay önce kurtaramadığı kızın katiliyle Casey’yi kaçıran kişi aynı adamdır.

The Machinist (2004) filminde elde ettiği başarıyla adını duyuran, ancak Transsiberian (2008) ve Vanishing On 7th Street (2010) ile grafiğini düşürdükten sonra bazı tanınmış dizilerin çeşitli bölümlerini yöneten Brad Anderson’ın son filmi The Call, o grafiği yükseltmeyi yine başaramayan bir psikolojik gerilim denemesi. Tabii bir kamyon dolusu klişeyle donatıldığı için psikolojik gerilimden aksiyona doğru kaymaktan kendini alamıyor. Mesela altı ay arayla aynı katilin yakalamaya çalıştığı iki kızın yardım çağrılarının 911 görevlisi kahramanımız Jordan’a denk gelmesi, (gerçi ikincisinde direk telefonda değil, telefondaki görevlinin hemen tepesindeydi) tesadüfün ancak iğne deliği olabilir. Böylece geçmişindeki bir hatayı telafi etme fırsatı verilen kahramanlar kervanına Jordan’da katılıyor. Katilin amacını gerçekleştirmeye çalışırken yoluna çıkanları harcaması, çekmeyen telefon, polise haber vermeden yapılan aptallıklar, öldü sanılanın birden arkanızda bitivermesi gibi uğraşsam bir o kadar daha bulabileceğim bayatlıklar film boyunca yakanızdan düşmüyor.

Psikopatımızın ise Maniac filmini anımsatan kafayı sıyırma sebepleri akla geldikçe, bu üçüncü senaryo çalışmasıyla da bir baltaya sap olamayacağının sinyallerini veren Richard D'Ovidio’nun Brad Anderson ile ortaklığı, bakış şekline göre farklı sonuçlar doğuruyor. Sadece sürükleyici vakit geçirmelik bir akşam seyirliği arayanların memnun kalacağı, bunun bir aşama bile fazlasını bekleyenlerin daha çok bekleyecekleri bir film ortaya çıkıyor. Bana göre Maniac’tan daha iyiydi. Halle Berry, klasına yakışır biçimde telefon başındayken güven verici bir oyun çıkarıyor. Ama ne zaman ki sahaya inmeye kalkıyor, işte orada hem filmin kendisi, hem de Berry filme dudak büktürüyor. Katili canlandıran Michael Eklund da sevimsizliği ve tekinsizliğiyle dikkat çekici olmayı beceriyor. The Call, The Machinist’ten sonrası için umut saçan Brad Anderson’ın aslında yüzlercesi gibi sıradan olduğunu hala anlamayanlar için yeni bir fırsat.

5 Temmuz 2013 Cuma

Stoker (2013)


Yönetmen: Chan-wook Park
Oyuncular: Mia Wasikowska, Matthew Goode, Nicole Kidman, Jacki Weaver, Dermot Mulroney, Phyllis Somerville, Alden Ehrenreich
Senaryo: Wentworth Miller
Müzik: Clint Mansell

Güney Kore sinemasının demirbaşlarından Chan-wook Park, kendisine olan ilginin artık Güney Kore sınırlarını aşmasından ötürü her başarılı yönetmenin uğramaktan kaçamayacağı Amerikan sinemasına attığı ilk adım olan Stoker ile sevenlerini derin meraklara sürüklemişti. Sympathy For Mr. Vengeance, Oldboy ve Sympathy For Lady Vengeance’tan oluşan intikam üçlemesiyle bu kavramın sinemasal karşılıkları için yeni kapılar açan usta yönetmen, Stoker’da kendi yazdığı bir senaryoyu değil, Prison Break dizisinden tanıdığımız Wentworth Miller’ın senaryosunu yönetiyor. Bu ilginç ortaklığın sonuçları belki de beklendiği gibi pek şaşırtmayan yorumlara gebe. Beklenen o ki, daha ilk senaryosuyla bu alanda tecrübesiz Miller’ın senaryo nefesinin yetmediği yerlerde imdada tecrübeli Chan-wook Park’ın işçiliğinin yetişecek olması. İşte Stoker’ın kısa özeti tam da bu olmalı.

Çok sevdiği babası Richard’ı (Dermot Mulroney) 18.doğum gününde bir trafik kazada kaybeden India’nın (Mia Wasikowska) merkezinde seyreden hikaye, cenazeye gelen gizemli amca Charlie’nin (Matthew Goode) yol açtığı birtakım tuhaf olaylarla gerilim temposu yakalamaya çalışıyor. İyi tasarlanmadığı veya bilerek etkisiz bırakıldığı için nasıl bir ruh halinde olduğu tam olarak anlaşılamayan annesi Evie (Nicole Kidman) ile ilişkisi de sıkıntılı olan India’nın bu hiç görmediği amcasıyla garip bir yakınlaşma yaşaması, her ne kadar filmi Chan-wook Park tekinsizliğine sürüklese de, hikayenin bu kaba görünümünde yeni bir şey yok. Yeni bir şey arama lüksünün de tek sebebi Chan-wook Park zaten. Zira Wentworth Miller tüm iyi niyetine rağmen sıradan bir dram planlamış. India’nın kişinin kendisini göremeyeceği bir açıdan aynaya bakması üzerine, Evie’nin de neden insanların çocuk yaptıkları üzerine düşünceleri gibi bazı şahsi tespitlerini havada kalma pahasına senaryosuna iliştirmiş.


Hal böyle olunca iş ayrıntılara, en önemlisi de Chan-wook Park ve onun Oldboy, Sympathy For Lady Vengeance, I'm a Cyborg But That's OK ve Thirst filmlerinde de çalışmış görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung’ın güçlü omuzlarına kalıyor. Bugüne kadar hep kendi yazdıklarını yöneten bir sinemacının neden böyle bir senaryoya yönetmen olduğu sorusunu aşmak kolay olmasa da, Stoker’ın en iyi yanının yönetim becerileri olduğu kesin. Charlie ve India’nın piyano çaldıkları sahnenin detaylandırılışını veya taranan saçtan, yavaşça av için beklenen otlağa yapılan olağanüstü geçişi Miller’ın tasarladığını pek sanmıyorum. Geçmişte yaşanan bir trajedinin izini, arızalı bir devamlılıkla “kötü olma – kötü doğma” sorunsalında ele almak isterken iyice dağılan, toparlamak için ise klişelere sığınan bu senaryo ancak sırtını iyi bir yönetmene dayayarak biryerlere varabilirdi. Ama bana göre vardığı yerde de çok fazla kalabilecek nitelikte değil.

Nicole Kidman’ın hem tasarım, hem de oyunculuk olarak vasatlığına sadece bir cümleyle değinip aradan çıkarsak da olur. Mia Wasikowska’nın biraz da Japon korku sinemasındaki ürkütücü masumiyetten çağrışımlar yapan India karakteri ile, Matthew Goode’nin delici bakışlarının altına yerleştirdiği sinsi gülümsemesiyle boyutlandırdığı Charlie Amca duruşu, filme olması gerektiği gibi patlamaya hazır bir öfke, gizem ve cinsellik katmayı başarıyor. Tüm bunların bastırılmış olması aslında hiç de Chan-wook Park tarzı değil. Filmin eksilerinin bulaşıcı etkisinden böylece o da nasibini alıyor. Bu durum, zaten kendi ülke sinemalarında aykırı bir çizgi tutturmuş sinemacıların Amerika sınırlarına girdikten sonra yaşadıkları zoraki değişikliklerden olduğu için pek de sürpriz sayılmaz. Teknik işçiliğin özenli yapısı bir yana Stoker, Chan-wook Park gibi vizyon sahibi müthiş bir yönetmenden beklenenlerin çok altında kalan bir yapım.