13 Temmuz 2013 Cumartesi

2 Days In New York (2012)


Yönetmen: Julie Delpy
Oyuncular: Julie Delpy, Chris Rock, Albert Delpy, Alexia Landeau, Alexandre Nahon, Kate Burton, Dylan Baker, Malinda Williams, Talen Ruth Riley, Emily Wagner, Owen Shipman
Senaryo: Julie Delpy, Alexia Landeau
Müzik: Julie Delpy

Ünlü Fransız oyuncu Julie Delpy, senaryosundan yapımcılığına, yönetmenliğinden müziklerine kadar her şeyini kendi üstlendiği, bir de üstüne Marion başrolünü oynadığı 2007 tarihli 2 Days In Paris’ten beş yıl sonra bu kez devam filmi 2 Days In New York’la aynı sorumluluklarla tekrar Marion’a hayat veriyor. Ama Marion, ilk filmdeki sevgilisi Jack’ten ayrılıp New York’ta yaşamaya başlamıştır. Üstelik Jack’ten olan oğlu da onunla birlikte. Marion’un hayatındaki en önemli değişiklik bu değil tabii. Başlarda Jack’ten ayrıldığı bunalımlı günleri atlatması için Marion’a yardımcı olan radyo programcısı arkadaşı Mingus, şimdi onun sevgilisidir. Mingus’ın da önceki ilişkisinden bir kızı vardır. Biz ise hikayeye, Marion’ın ilk filmden de hatırlayacağımız tonton babası Jeannot’nun, kızkardeşi Rose’un ve onun sinir bozucu erkek arkadaşı Manu’nun Marion – Mingus çiftini New York’ta ziyaret ettikleri iki günde dahil oluyoruz.

2 Days In New York’un 2 Days In Paris’in olumlu özelliklerine ya pek yaklaşamadığını, ya da yaklaştırdığı anlarla onu tekrar ettiğini söylemek mümkün. Kısacası 2 Days In Paris pek çok yönden daha iyi bir filmdi. Bunda Delpy’nin filmde kızkardeşini canlandıran Alexia Landeau ile senaryoyu paylaşmasının etkisi ne derece önemlidir bilemiyorum. Yine zekice kurgulanmış diyaloglar ve esprili sahneler mevcut. Ama bu kez o diyalogların zekalarını havada bırakışlarına, esprilerin de fazla komik olmayışlarına tanık oluyoruz. En önemlisi de ilk filmden kalma bir disiplin olarak beklenti içine girdiğimiz Marion ve erkek arkadaşının ilişkilerini sorgulama serüvenlerine tam manasıyla dahil olamıyoruz bana göre. Nedeni ise filmin fazla kalabalık oluşu. Marion’ın babası, kardeşi, kardeşinin sevgilisi, oğlu, Mingus’ın kızı ve kızkardeşi derken senaryonun Marion ve Mingus’a ait bölümleri aceleye geliyor ya da ilk filmin çıtasının altında kalıyor.

 
Mingus ve Marion ikilisinin çıkış noktasındaki teselli eden ve edilenin temellerini attığı bu beraberliğin çıkarımları da tatminkar değil. Zaten bu kalabalıkta çıkarım yapmaya pek zaman olmuyor. Aslında ikilinin çocuklarıyla beraber sakin yaşamlarına kabus gibi çöken edepsiz Fransız misafirlerin güldürmekten çok sinir etme amaçlı olduğunu düşündüğüm skeçlerinden yer açılarak ikilinin bu konumlarına daha serbest dalışlar yapılabilirdi. Çünkü etrafımızda sıkça gördüğümüz ilişki gazisi ve onun teselli edici yakın arkadaşından filizlenen aşklara dair üçüncü bir Delpy gözü iyi giderdi. Bunu yine ilk filme dayanarak söylüyorum. Orada Jack’in deplasmanda kalışından dolayı yaşananlar sayesinde, özellikle erkek seyircilerden Marion - Jack tipi bir ilişki üzerine mizah değeri bulunan daha dikkat çekici sonuçlar elde etmeleri beklenebilirdi. Marion’ın ilişkideki sadık görünen özgür duruşundan ve Jack’in bu farklı kültürü şaşkın sorgulayışından alevlenen tartışmaların filme katkısı büyüktü.

Oysa New York’ta hava ve su pek aynı değil. Mingus da Jack gibi nemrut ama sınırları zorlandığında tepkisini uygarca dile getiren bir adam. Fakat hayatlarındaki çocukların varlığından ötürü biraz daha dikkatli, disiplinli ve sorumluluk sahibi. Bunun bir diğer karşılığı da ne yazık ki “sıkıcı” oluyor. En kötüsü de, kendisini canlandıran yetenekli komedyen Chris Rock’a rağmen Mingus hiç komik değil. Paris’teki Jack, komik olmaya çalışmadığı anlarda bile sırf Adam Goldberg’in yüz ifadesinin ve kendisine Delpy tarafından yazılan diyalogların yardımlarıyla komik anlar yaratabiliyordu. Yani hem yazım, hem de oyunculuk yönünden işi şansa bırakmayan bir filmdi. Doğaldı ve bu yüzden iki insanın iniş çıkışlarındaki farklı ruh hallerini ustalıkla akışına bırakabiliyordu. Ama 2 Days In New York’ta Delpy, Marion’ın kendisine sahte beyin tümörü uydurmasından ya da Mingus’ın Obama saplantısından mizah türetmeye çalışıyor. Başarılı olsa neyse. Üstüne bir de şu sıkıcı New York sanat camiasında yaşanan çılgın fikirleri eşelediği “ruh satma” garipliği de eklenince iyice üzüyor. Orijinal bir fikir olmasına, bu fikre kısa bir rolle Vincent Gallo’yu da eklemesine rağmen Delpy’nin film içinde bu satılık ruh iddiasının hakkını yeterince veremediğini düşünüyorum. Tıpkı genel anlamda bu filmin de hakkını ilki kadar veremediği gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder