Yönetmen: Hong-jin Na
Oyuncular: Yun-seok Kim, Jung-woo Ha, Yeong-hie Seo, In-gi Jung, Hyo-ju Park
Senaryo: Hong-jin Na, Shinho Lee, Won-Chan Hong
Polis teşkilatından kovulmuş olan Joong-ho, geçimini muhabbet tellallığı ile sağlamaktadır. Bir süre sonra çalıştırdığı bazı kızlar esrarengiz biçimde kaybolmaya başlar. Joong-ho, birileri tarafından kızların kaçırılıp satıldığını düşünmektedir. Biraz araştırınca kaçırılan kızları da aramış olan müşteri numarasının aynı olduğunu fark eder. Önce fark etmediği bu numara tarafından tekrar aranır. Hasta yatağından kaldırıp işe gönderdiği, 7 yaşında bir kızı olan Min-ji, bu numaranın sahibi garip adam tarafından alıkonur. İşkence gören Min-ji, katil tarafından öldüğü sanılarak evin bodrumunda bırakılır. Aynı gece beklenmedik bir şekilde yaşlı bir çifti de öldürmek zorunda kalan katil Yeong-min, panik içinde cesetleri yok etmek için dışarı çıktığında, cinayetlerin işlendiği semtte Min-ji ile iletişim kurmak için dolaşan Joong-ho’nun arabasına çarpar. Eski bir dedektif olan Joong-ho, Yeong-min’in şüpheli tavırlarından ve gömleğindeki kan lekesinden şüphelenerek onu korkutur, kaçırır, sonra yakalar, döver ama her ikisi de polise yakalanır. Karakolda işlediği tüm cinayetleri itiraf edip herkesi şaşırtan Yeong-min, cesetleri gömdüğü yeri bilmediği gibi birkaç ayrıntıyı ele vermeyip aptalı oynayınca ciddiye alınmaz. Ama öte yandan Min-ji’nin ölmediğine, Yeong-min’in katil olduğuna inanan Joong-ho, Min-ji’nin küçük kızını da yanına alarak zamana karşı yürüttüğü takiple onu aramaya koyulur.
Gündemi takip ediyorsanız belki duymuşsunuzdur. Düşman kardeşler Kuzey ve Güney Kore, yakın zamanda iki farklı olay ile haberlere konu oldu. Kuzey Kore, ABD ile yaşadığı gerilimin kaynağı olan Yongbyon nükleer reaktörünü imha etti. Bu hareketi ile nükleer silah için gerekli plütonyum üretimine son verme vaadinde bulunmuş oluyordu. Bu iyi niyet gösterisine karşılık olarak ABD de Kuzey Kore’yi teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmak ve bazı yaptırımları kaldırmak yönünde somut adımlar attı. Öte yandan Güney Kore halkı, hükümetin ABD’den ithal ettiği sığır etinin “deli dana” hastalığı taşıdığından endişe duyarak, bu ithal kararını protesto etmek için sokaklara döküldü. Yüzlerce eylemci ve polis yaralandı. Tahmin edileceği gibi bu iki benzemez olayın tek ortak yanı ABD… Tüm dünyayı sömürme hakkını kendinde gören Amerika, özellikle bu iki Kore devletini tarihleri boyunca defalarca taciz etmiş, yaptıklarına politik, sosyal ve ekonomik gerekçeler bulmuş, her seferinde de uzlaşmacı, arabulucu, barışçı kimlikler takınarak bu olaylardan sıyrılmayı başarmıştır. Yeni pazarlarla sömürü gücüne güç katmak isteyen Amerika, belki de bu yaygın politikasının da etkisiyle Güney Kore’nin sinema sektörünü bile yakından takip etmekte. Meseleyi bağlayacağımız yer, The Chaser adlı 2008 tarihli polisiye-gerilim filmi. 2010 yılında senaryosunu The Departed ile Oscar kazanan William Monahan’ın yazması düşünülen The Chaser’ın yeniden çevrimi için çoktan düğmeye basılmış durumda.
Elbette The Chaser, Hollywood’un Güney Kore’den çekim haklarını aldığı ne ilk, ne de son film. Ülkesinde şimdiye dek 5 milyon izleyici ile Box Office listelerinde uzun süre zirvede kalmış. Geçmişe baktığımızda genel olarak Uzakdoğu yeniden çekimlerin fazlalığı bir yana, bu istilanın sadece Güney Kore ayağında bulunan A Tale Of Two Sisters, Il Mare, My Sassy Girl, The Poisoning, Sympathy For Lady Vengeance, Old Boy, JSA, The Host, My Wife is a Gangster gibilerinin hakları yeniden çevrim için satın alınmış veya çoktan seyirciyle buluşmuş. Amerikalı yapımcıların zevklerini itiraf etmek gerek. Tabi bu zevkin getirisi her zaman iyi uyarlamalar verecek diye bir kural yok. Birkaç yıl önce gerçekten yaşanmış tüyler ürpertici bir seri katil davasından perdeye aktarılan film, artık Güney Kore sinemasında alışkanlık olduğu üzere hem senaryo hem de yönetim olarak bir “çaylak” filmi. O çaylağın adı da Na Hong-jin… Onun herhangi bir kısa film, tiyatro, drama geçmişi var mı bilemiyoruz ama The Chaser bir ilk filme göre son derece olgun ve hakim bir yapım. Belli polisiye gerilim kalıpları üzerine inşa edilmiş, standart bir zemine oturtulmuş bir film olmasına rağmen, 40 yıllık sinemacılar gibi dizginlere hakim çaylaklara pek sık rastlanmıyor.
Hong-jin, yaşanmış bir olaydan uyarladığı kendi senaryosunu gerek olay dizimi, gerek kurgu anlayışı, gerekse oyuncu idaresi yönünden dramatize etmeyi birçok yönden başarmış. Üstelik olağan seri katil polisiyesi gidişatlarını fazla umursamadan, aşırı şiddet içeren sahneleri istismar etmeden, iyi-kötü-kurban üçgendeki karakterlerine sırtını dönmeden ve beklenmedik biçimde politize bir duyarlılığı da eklemekten çekinmeden filmini tamamlamış. Gerçekçi olmak gerekirse bir yapımcı, ilk filminde böylesi çarpıcı ve gerçek bir polisiye vakayı filme alması için bunca risk altına giren acemi bir yönetmeni seçmek için iki kere düşünürdü. Bu tip yeni soluklara Güney Kore sinemasında sıklıkla gözlemlenebilecek şekilde böylesi özgürlük ve bütçe emanet edilmesi, sinema sanatı adına çok olumlu bir yaklaşım. Hong-jin’in, filmin bütünü düşünüldüğünde kendi özgürlüğünü yine kendisinin kısıtladığı, janrın geleneklerine bağlı kalma ihtiyacı duyduğu anları da göz ardı edemeyiz. Yani her ne kadar elinde bir özgürlük olsa da, kendi disiplinini veya acemiliğin getirdiği bir “fazla açılmama” endişesini de hissettirmiyor değil.
The Chaser, yüzeyde bir seri katil polisiyesi. Fakat birçok akranının aksine katilini gizlemek veya onun cinayet işleme sebepleri üzerine şişirme çocukluk/ergenlik gerekçeleri uydurmak için uğraşmıyor. Katilini adıyla, tipiyle yöntemleriyle daha filmin başlarında açık ediyor, hatta polise yakalatıyor. Katilin fazla karizmatik veya gizemli olduğu söylenemez. Hataları, beceriksizlikleri ve kadın katillerinin çoğunun sahip olduğu iktidarsızlığıyla sıradan bir genç. Ama filmin esas derdi, katilin kim olduğu, neden katil olduğu veya onun şahsi meseleleri, zekası veya zayıflığı gibi hedef saptırmalar değil. Karşı köşedeki eski polis, yeni pezevenk Joong-ho’nun gelişimi bile daha ilgi çekici sayılabilir. Başlangıç için hiç de inandırıcı gözükmeyen bu tasarım, film ilerledikçe küçük işler çevirerek yolunu bulan yozlaşmış polisler gerçeğini de sırtlanarak daha makul bir kalıba bürünüyor. Aktör Kim Yoon-seok’un muazzam oyunu sayesinde, çalıştırdığı tele-kızların kaybolması ile sermayesinin peşine düşen tipik bir kötü adam kıvamından, insanlığı ile yüzleşmek durumunda kalıp mağdur ettiği kızların ve en son da zorla işe yolladığı Min-ji’nin peşine düşen vicdan sahibi bir ex-kanun adamına dönüş süreci gayet emin adımlarla ilerliyor. Bunda rozetini kaybetmiş ama vicdan ve adalet kırıntılarını kaybetmemiş kişiliği kadar, Min-ji’nin küçük kızının rolü de önemli. Olayı daha da dramatize etmek için küçük bir oyun gibi gözükse de nihayetinde bu oyununda başarılı da oluyor. İyi ile kötü arasındaki mücadelenin arasında kalan takip sebebi Min-ji’nin dramı da altyapıyı ve gerilimi iyice sağlamlaştırıyor. Peki nasıl oluyor da hemen yakayı ele veren seri katil ile, iyiliğini cepten yiyen dedektif eskisi arasında bir takip sözkonusu olabiliyor? Burada devreye giren gerçekçi unsurlar filmin dramatik duruşuyla uyum içinde.
Seul valisine pazarda düzenlenen sıra dışı protesto ile aynı ana denk gelen seri katilin yakalanma olayı, haliyle basının, kamuoyunun ve bürokratların farklı reaksiyonlarının açık edileceği bir ortam yaratıyor. Kaostan beslenen çıkar ilişkileri, acil durumlarda alınması gereken perde arkası önlemleri beraberinde getiriyor. Bunun üzerine bir de hukuki ve bürokratik çıkmazlar eklenince, katilin serbest kalma olasılığına kadar uzanan ihmaller dizisi filmin tansiyonunu daha da yükseltiyor. Bu yükselen tansiyona hazırlıklı olduğunu ispat edebilmesi için çaylak yönetmen Hong-jin’in hamlesi hiç olmadığı kadar önem kazanıyor. İşte Hong-jin’in yaşanmış bir seri katil dehşetine dayanarak çektiği ne derece gerçek, ne derece kurmaca olduğu bilinmeyen, fakat filmin kendi kurmacası dahilinde müthiş bir trajik gerçeklik içeren bakkal sahnesinin eşzamanlı kurgusu o hamleyi yapıyor. Bir bakıma etkili biçimde bakış attığı eleştirel yanına final olsun diye o noktada bitirilebilecek bir filmdi The Chaser.
Yine de bu final fikri sadece çok acımasız bir mesaj olarak kalacağından, kaldığı yerden devam eden takip öyküsünü çarpıcı bir finalle nihayetlendiriyor. Ama orada bile kısa ve etkili bir ikilem yaratmaktan geri durmuyor. Önce zekaların, sonra kasların konuştuğu benzer finallerin biraz aksine, baştan itibaren alıp sürüklediği hikayesini ikilemlerle dolu mutsuz bir “mutlu son”a bağlamasını biliyor. Politik eleştirel yönünü ana hikayesinin önüne geçirmeyip ona ustaca yediren, bu süreç içinde göze batması muhtemel mantık hatalarını fazla önemsetmeyen, isim yapmış birçok Amerikan polisiye gerilimlerini potansiyeli dahilinde kendi benliğine kabul ettirebilen usta işi bir “çaylak” filmi The Chaser…
Polis teşkilatından kovulmuş olan Joong-ho, geçimini muhabbet tellallığı ile sağlamaktadır. Bir süre sonra çalıştırdığı bazı kızlar esrarengiz biçimde kaybolmaya başlar. Joong-ho, birileri tarafından kızların kaçırılıp satıldığını düşünmektedir. Biraz araştırınca kaçırılan kızları da aramış olan müşteri numarasının aynı olduğunu fark eder. Önce fark etmediği bu numara tarafından tekrar aranır. Hasta yatağından kaldırıp işe gönderdiği, 7 yaşında bir kızı olan Min-ji, bu numaranın sahibi garip adam tarafından alıkonur. İşkence gören Min-ji, katil tarafından öldüğü sanılarak evin bodrumunda bırakılır. Aynı gece beklenmedik bir şekilde yaşlı bir çifti de öldürmek zorunda kalan katil Yeong-min, panik içinde cesetleri yok etmek için dışarı çıktığında, cinayetlerin işlendiği semtte Min-ji ile iletişim kurmak için dolaşan Joong-ho’nun arabasına çarpar. Eski bir dedektif olan Joong-ho, Yeong-min’in şüpheli tavırlarından ve gömleğindeki kan lekesinden şüphelenerek onu korkutur, kaçırır, sonra yakalar, döver ama her ikisi de polise yakalanır. Karakolda işlediği tüm cinayetleri itiraf edip herkesi şaşırtan Yeong-min, cesetleri gömdüğü yeri bilmediği gibi birkaç ayrıntıyı ele vermeyip aptalı oynayınca ciddiye alınmaz. Ama öte yandan Min-ji’nin ölmediğine, Yeong-min’in katil olduğuna inanan Joong-ho, Min-ji’nin küçük kızını da yanına alarak zamana karşı yürüttüğü takiple onu aramaya koyulur.
Gündemi takip ediyorsanız belki duymuşsunuzdur. Düşman kardeşler Kuzey ve Güney Kore, yakın zamanda iki farklı olay ile haberlere konu oldu. Kuzey Kore, ABD ile yaşadığı gerilimin kaynağı olan Yongbyon nükleer reaktörünü imha etti. Bu hareketi ile nükleer silah için gerekli plütonyum üretimine son verme vaadinde bulunmuş oluyordu. Bu iyi niyet gösterisine karşılık olarak ABD de Kuzey Kore’yi teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmak ve bazı yaptırımları kaldırmak yönünde somut adımlar attı. Öte yandan Güney Kore halkı, hükümetin ABD’den ithal ettiği sığır etinin “deli dana” hastalığı taşıdığından endişe duyarak, bu ithal kararını protesto etmek için sokaklara döküldü. Yüzlerce eylemci ve polis yaralandı. Tahmin edileceği gibi bu iki benzemez olayın tek ortak yanı ABD… Tüm dünyayı sömürme hakkını kendinde gören Amerika, özellikle bu iki Kore devletini tarihleri boyunca defalarca taciz etmiş, yaptıklarına politik, sosyal ve ekonomik gerekçeler bulmuş, her seferinde de uzlaşmacı, arabulucu, barışçı kimlikler takınarak bu olaylardan sıyrılmayı başarmıştır. Yeni pazarlarla sömürü gücüne güç katmak isteyen Amerika, belki de bu yaygın politikasının da etkisiyle Güney Kore’nin sinema sektörünü bile yakından takip etmekte. Meseleyi bağlayacağımız yer, The Chaser adlı 2008 tarihli polisiye-gerilim filmi. 2010 yılında senaryosunu The Departed ile Oscar kazanan William Monahan’ın yazması düşünülen The Chaser’ın yeniden çevrimi için çoktan düğmeye basılmış durumda.
Elbette The Chaser, Hollywood’un Güney Kore’den çekim haklarını aldığı ne ilk, ne de son film. Ülkesinde şimdiye dek 5 milyon izleyici ile Box Office listelerinde uzun süre zirvede kalmış. Geçmişe baktığımızda genel olarak Uzakdoğu yeniden çekimlerin fazlalığı bir yana, bu istilanın sadece Güney Kore ayağında bulunan A Tale Of Two Sisters, Il Mare, My Sassy Girl, The Poisoning, Sympathy For Lady Vengeance, Old Boy, JSA, The Host, My Wife is a Gangster gibilerinin hakları yeniden çevrim için satın alınmış veya çoktan seyirciyle buluşmuş. Amerikalı yapımcıların zevklerini itiraf etmek gerek. Tabi bu zevkin getirisi her zaman iyi uyarlamalar verecek diye bir kural yok. Birkaç yıl önce gerçekten yaşanmış tüyler ürpertici bir seri katil davasından perdeye aktarılan film, artık Güney Kore sinemasında alışkanlık olduğu üzere hem senaryo hem de yönetim olarak bir “çaylak” filmi. O çaylağın adı da Na Hong-jin… Onun herhangi bir kısa film, tiyatro, drama geçmişi var mı bilemiyoruz ama The Chaser bir ilk filme göre son derece olgun ve hakim bir yapım. Belli polisiye gerilim kalıpları üzerine inşa edilmiş, standart bir zemine oturtulmuş bir film olmasına rağmen, 40 yıllık sinemacılar gibi dizginlere hakim çaylaklara pek sık rastlanmıyor.
Hong-jin, yaşanmış bir olaydan uyarladığı kendi senaryosunu gerek olay dizimi, gerek kurgu anlayışı, gerekse oyuncu idaresi yönünden dramatize etmeyi birçok yönden başarmış. Üstelik olağan seri katil polisiyesi gidişatlarını fazla umursamadan, aşırı şiddet içeren sahneleri istismar etmeden, iyi-kötü-kurban üçgendeki karakterlerine sırtını dönmeden ve beklenmedik biçimde politize bir duyarlılığı da eklemekten çekinmeden filmini tamamlamış. Gerçekçi olmak gerekirse bir yapımcı, ilk filminde böylesi çarpıcı ve gerçek bir polisiye vakayı filme alması için bunca risk altına giren acemi bir yönetmeni seçmek için iki kere düşünürdü. Bu tip yeni soluklara Güney Kore sinemasında sıklıkla gözlemlenebilecek şekilde böylesi özgürlük ve bütçe emanet edilmesi, sinema sanatı adına çok olumlu bir yaklaşım. Hong-jin’in, filmin bütünü düşünüldüğünde kendi özgürlüğünü yine kendisinin kısıtladığı, janrın geleneklerine bağlı kalma ihtiyacı duyduğu anları da göz ardı edemeyiz. Yani her ne kadar elinde bir özgürlük olsa da, kendi disiplinini veya acemiliğin getirdiği bir “fazla açılmama” endişesini de hissettirmiyor değil.
The Chaser, yüzeyde bir seri katil polisiyesi. Fakat birçok akranının aksine katilini gizlemek veya onun cinayet işleme sebepleri üzerine şişirme çocukluk/ergenlik gerekçeleri uydurmak için uğraşmıyor. Katilini adıyla, tipiyle yöntemleriyle daha filmin başlarında açık ediyor, hatta polise yakalatıyor. Katilin fazla karizmatik veya gizemli olduğu söylenemez. Hataları, beceriksizlikleri ve kadın katillerinin çoğunun sahip olduğu iktidarsızlığıyla sıradan bir genç. Ama filmin esas derdi, katilin kim olduğu, neden katil olduğu veya onun şahsi meseleleri, zekası veya zayıflığı gibi hedef saptırmalar değil. Karşı köşedeki eski polis, yeni pezevenk Joong-ho’nun gelişimi bile daha ilgi çekici sayılabilir. Başlangıç için hiç de inandırıcı gözükmeyen bu tasarım, film ilerledikçe küçük işler çevirerek yolunu bulan yozlaşmış polisler gerçeğini de sırtlanarak daha makul bir kalıba bürünüyor. Aktör Kim Yoon-seok’un muazzam oyunu sayesinde, çalıştırdığı tele-kızların kaybolması ile sermayesinin peşine düşen tipik bir kötü adam kıvamından, insanlığı ile yüzleşmek durumunda kalıp mağdur ettiği kızların ve en son da zorla işe yolladığı Min-ji’nin peşine düşen vicdan sahibi bir ex-kanun adamına dönüş süreci gayet emin adımlarla ilerliyor. Bunda rozetini kaybetmiş ama vicdan ve adalet kırıntılarını kaybetmemiş kişiliği kadar, Min-ji’nin küçük kızının rolü de önemli. Olayı daha da dramatize etmek için küçük bir oyun gibi gözükse de nihayetinde bu oyununda başarılı da oluyor. İyi ile kötü arasındaki mücadelenin arasında kalan takip sebebi Min-ji’nin dramı da altyapıyı ve gerilimi iyice sağlamlaştırıyor. Peki nasıl oluyor da hemen yakayı ele veren seri katil ile, iyiliğini cepten yiyen dedektif eskisi arasında bir takip sözkonusu olabiliyor? Burada devreye giren gerçekçi unsurlar filmin dramatik duruşuyla uyum içinde.
Seul valisine pazarda düzenlenen sıra dışı protesto ile aynı ana denk gelen seri katilin yakalanma olayı, haliyle basının, kamuoyunun ve bürokratların farklı reaksiyonlarının açık edileceği bir ortam yaratıyor. Kaostan beslenen çıkar ilişkileri, acil durumlarda alınması gereken perde arkası önlemleri beraberinde getiriyor. Bunun üzerine bir de hukuki ve bürokratik çıkmazlar eklenince, katilin serbest kalma olasılığına kadar uzanan ihmaller dizisi filmin tansiyonunu daha da yükseltiyor. Bu yükselen tansiyona hazırlıklı olduğunu ispat edebilmesi için çaylak yönetmen Hong-jin’in hamlesi hiç olmadığı kadar önem kazanıyor. İşte Hong-jin’in yaşanmış bir seri katil dehşetine dayanarak çektiği ne derece gerçek, ne derece kurmaca olduğu bilinmeyen, fakat filmin kendi kurmacası dahilinde müthiş bir trajik gerçeklik içeren bakkal sahnesinin eşzamanlı kurgusu o hamleyi yapıyor. Bir bakıma etkili biçimde bakış attığı eleştirel yanına final olsun diye o noktada bitirilebilecek bir filmdi The Chaser.
Yine de bu final fikri sadece çok acımasız bir mesaj olarak kalacağından, kaldığı yerden devam eden takip öyküsünü çarpıcı bir finalle nihayetlendiriyor. Ama orada bile kısa ve etkili bir ikilem yaratmaktan geri durmuyor. Önce zekaların, sonra kasların konuştuğu benzer finallerin biraz aksine, baştan itibaren alıp sürüklediği hikayesini ikilemlerle dolu mutsuz bir “mutlu son”a bağlamasını biliyor. Politik eleştirel yönünü ana hikayesinin önüne geçirmeyip ona ustaca yediren, bu süreç içinde göze batması muhtemel mantık hatalarını fazla önemsetmeyen, isim yapmış birçok Amerikan polisiye gerilimlerini potansiyeli dahilinde kendi benliğine kabul ettirebilen usta işi bir “çaylak” filmi The Chaser…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder