30 Mart 2008 Pazar

Hard Candy (2005)


Yönetmen: David Slade
Oyuncular: Patrick Wilson, Ellen Page, Sandra Oh, Odessa Rae
Senaryo: Brian Nelson
Müzik: Harry Escott, Molly Nyman

Chat odasında tanıştığı kendinden yaşça büyük fotoğrafçı Jeff ile buluşan Hayley'nin, adamı kendi evinde rehin alması ve onunla hesaplaşmasını anlatan Hard Candy, iyi bir film sayılabilir. Video klip kökenli David Slade'in yönettiği film, kendisinin bu tecrübesini gerek mekan, gerek plan, gerekse ışık-renk (ama her nasılsa müziksiz) kullanımlarıyla gösterdiği bir film. Senaryonun sahibi Brian Nelson, sanal ortamdan gerçekliğe adım atan ergen-yetişkin iki karakter üzerine oldukça çarpıcı şeyler söylemiş. Lakin bu çarpıcı söylemlerin çoğuna sahip 14 yaşındaki Hayley karakterini Ellen Page'e rağmen sahte bulmamak mümkün değil.

Oyunculuk olarak Patrick Wilson ve Ellen Page için olumlu şeyler söylenmez ise ayıp olur. Ama senaryodaki çoğu bölümleri yönünden, daha 14 yaşındaki bir kızın (bizdeki karşılığıyla 8. sınıfa giden sanırım) bu denli kıvrak bir zekaya, hayret verici bir kara mizah anlayışına sahip olmasını, bazen uzun, bazen kısa ve akıl dolu şekilde bağlanmış komplike cümleler kurmasını mantıklı bulabilirseniz keyfinize bakın. Bu yaşta bir kızın yaptığı müthiş planı ve bu planla onun gerçekte neyi amaçladığını da bu mantık kazanına atın. Bana hiç ikna edici gelmediği gibi, komik bile buldum. Olması gereken flashback desteği sıfır. Hele o uyduruk finalden sonra, senarist Brian Nelson'u, daha olmamış bir meyveye benzetsek yeridir. Kaldı ki bu yönetmen-senarist ikilisinin yeni ürünü olan 30 Days Of Night filmi de, yine yaratmayı başardığı baskın ambiyans başarısına karşın bu ham meyve tadını aradan geçen iki yıla rağmen hala hissettiriyor bana göre. Yine de banal finaline dek sürükleyici sayılabilecek ve içinde ergen-yetişkin, sanal ortam-gerçek hayat kavramlarına güzel göndermeler bulunan bir film olarak Hard Candy'ye denk gelirseniz izleyin.

27 Mart 2008 Perşembe

XXY (2007)


 Yönetmen: Lucía Puenzo
Oyuncular: Ricardo Darín, Valeria Bertuccelli, Inés Efron, Germán Palacios, Martín Piroyansky, Carolina Pelleritti
Senaryo: Lucía Puenzo
Müzik: Andrés Goldstein, Daniel Tarrab
 
Adını kromozom uyuşmazlığında doğan genetik hastalıktan alan Arjantin-İspanya ortak yapımı XXY, 15 yaşındaki hermafrodit (çift cinsiyetli) Alex’in dramı üzerine yoğunlaşan karanlık ve boğucu bir film. Ama boğuculuk tam da böylesi bir filmin ihtiyacı olan şey zaten. Alex’in annesinin davet ettiği doktor ile ailesinin gelmesi ve o ailenin delikanlısı Alvaro ile tanışması, sıra dışı bir aşk hikayesine dönüşecek iken, bu durumu geri plana atan, bu sayede daha olgun bir çizgi yakalayan yapıda. Erkek ve kadın olmanın arasında kalmışlığa çok iyi uyum sağlayan anlatım yapısı sıkıntı yüklü de olsa, yavaş ama sürükleyici bir ilerleyişe sahip. Biraz karışık bir tarif olmuş olabilir. Bu hastalığın sebep olduğu karışıklık da aynen böyle birşey. Haliyle birkaç ilginç sahneye de tanık olmak mümkün. Sırf bu cinsel kusura odaklanmayan, aynı zamanda öğretmen edası taşımayan türden ergen-ebeveyn yaklaşımı da benimsiyor. Aralarında Cannes, Montréal, Bangkok, Edinburgh festivallerinin de bulunduğu pekçok organizasyondan ödüllerle dönmüş film, karizmatik Arjantin’li oyuncu Ricardo Darin ve talihsiz Alex’i canlandıran Inés Efron’un başarılı oyunlarıyla da dramatik altyapısını güçlendiriyor.

23 Mart 2008 Pazar

No Country For Old Men (2007)


Yönetmen: Joel Coen, Ethan Coen
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Javier Bardem, Josh Brolin, Kelly Macdonald, Woody Harrelson, Garret Dillahunt
Senaryo: Cormac McCarthy, Joel Coen, Ethan Coen
Müzik: Carter Burwell

Kendi halinde bir kaynak ustası olan Llewelyn Moss (Josh Brolin), bir gün açık alanda avlanırken etrafı cesetlerle dolu terkedilmiş araçlar ve yüklü miktarda uyuşturucuya rastlar. Kanlı bir hesaplaşma olmuş ve herkes ölmüştür. Ama olayın biraz uzağında başka bir ceset daha bulur. Onun yanında da içinde 2 milyon dolar bulunan bir çanta. Sanki kendi çantasıymış kadar soğukkanlılıkla çantayı alıp evine dönen Moss, aynı gece huzursuz olur ve büyük bir hata yapar. Olay yerine tekrar döner. Ama bu kez şansı yaver gitmez. Bir grup adam olay yerine gelir ve Moss’u yakalamaya çalışır. Telaştan kamyonunu olay yerinde bırakmak zorunda kalan Moss için artık kaçma ve saklanma vaktidir. Zira peşinde tuhaf silahları, tuhaf davranışları ve tuhaf saç modeliyle psikopat bir tetikçi olan Anton Chigurh (Javier Bardem) vardır. Acıması olmayan bu gizemli katil, Moss’un elindeki çantada bulunan izleme cihazıyla onu kolayca bulabilmektedir. İkisi arasında bu kaçıp kovalamaca sürerken civarın şerifi Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones), Chigurh’un ardında bıraktıklarını zekice takip ederek iz sürmektedir.


Tüm sinema kamuoyu, Coen kardeşlerin uzun bir aradan sonra No Country For Old Men ile eski günlerine döndüğü yönünde hemfikir. The Ladykillers ve Intolerable Cruelty gibi Coen filmografisinde emanet gibi duran filmler, özellikle Blood Simple, Fargo, Miller’s Crossing, The Man Who Wasn't There ruhunu özleyen Coen hayranlarını tatmin etmedi. Belki de sinema tarihinin en basit formüllerinden birine sahip Coen alamet-i farikası, gerçek gücünü bu basitlik üzerine yaptığı çeşitlemeler ve ona kattığı kara mizahtan almakta. Bu yüzden açıklaması, incelemesi de zor. Farklı sinema disiplinlerinden özgün bir dil oluşturdukları gibi, bununla yetinmeyip o dil üzerinde oynamalar, bozmalar, şaşırtmacalar yaptılar. Kara film geleneğini kara mizah ile mükemmel buluşturdular. Alfred Hitchcock, Sergio Leone, Sam Peckinpah, John Huston, John Ford, 20’ler, 30’lar, 60’lar, 80’ler derken, Coen’lerin prospektüsü kalabalıklaştı. Herkesin kullandığı malzemelerden yepyeni damak tatları yarattılar. Sıradan tiplerden, acı acı gülümseten karizmatik anti-kahramanlar çıkardılar. İnsan psikolojisine, aksanlara, isimlere, kostümlere, alternatif Amerikan coğrafyasına, mekanlara, sinematografiye, vücut diline, doğaçlamaya, minimalizme, argoya, iyi adama, kötü adama, famme fatale’e, silahlara, sekanslara, tiradlara, fetişlere, şarkılara, temalara büyük önem verdiler.

Tüm bu unsurların ve daha fazlasının üzerine inşa ettikleri kendi senaryoları ya da uyarlamaları, Coen’lerin kendine has sinemalarının oluşumuna katkıda bulundu. Para dolu bir çantanın veya kusursuz gibi görünen bir planın etrafında büyüyen, çiçek gibi açan sorunlar yumağı, başı, sonu, ortası hakkında izleyiciye hiç fikir vermedi. İzleyici kendini nereye gittiği, nerede bittiği belli olmayan bir nehire bırakmış gibi hissetmeliydi. İyi adam ile kötü adamı ahlaki açıdan yargılayacak didaktikliğe harcayacakları zamanı, işleri daha da karıştırmaya harcadılar. Zaten Coen'lerin iyi adam kategorisine sokulabilecek karakterleri bile biraz arızalı veya saftı.

Bulmacaya ve bulamaca benzeyen karışımdan ürettikleri şaşkınlık verici basitliğe rağmen, bir miktar para veya bir cinayet entrikası etrafında şekillenen olaylar zincirinin klişe dokusunda post-modern, varoluşçu, nihilist, gerçeküstü, bilinçaltı benzer/benzemezliği üzerine entelektüel okumalara izin vermesi de mümkün oluyor. Mesela Big Lebowski gibi bir absürdlükten kült bir başyapıt doğuyor. Bu hengamede pekçok kavramın izini sürerken sosyolojik, psikolojik, coğrafi referansları yakalayabilmek film için faydalı olabiliyor. Yok eğer salmış bir biçimde mainstream suç hikayesi izlemek istiyorsanız belli noktalarda da sizi yakalamayı başarıyor. Fakat kesinlikle bütünüyle değil. Coen’ler bu tür izleyici profiline acı sürprizler hazırlamayı da seviyor. Bilinçli olarak yapılan bir ters köşe değil. Artık onların doğası haline gelmiş bir yöntem. Genel olarak Coen doğası piyasa seyircisine ters bir kulvarda. Özellikle de iyi-kötü ayırımını yaptıktan veya çoğunlukla yapar gibi göründükten sonra (film ilerledikçe kimin ve neyin iyi-kötü olduğu konusunda hala ayakta kalabildiyseniz!) suç-ceza, sebep-sonuç yolu çok çetindir. Final, arzu edilenden farklıdır. Film esnasında kafalarda geliştirilen final(ler) rafa kaldırılmalı, en iyisi hiç kafa yormamalıdır. Yani “böylesine akıcı bir suç filmi böyle mi bitirilir” düşüncesi kimi zaman sadık Coen kitlesinin bile kafasını kurcalar. Ama Coen finali her zaman için ilerdeki tartışmaların, teorilerin, alternatif kurguların başlangıcıdır. Ve o beyin fırtınasından film hakkında yepyeni açılımlara ulaşmak da mümkündür.


No Country For Old Men
, Cormac McCarthy romanından olma, alıştığımız ve uzun zamandır hasretini çektiğimiz Coen’lerin tilki yuvası beyinlerinden senaryolaşma mükemmel bir suç/noir/yol dramı. Kanlı biten bir uyuşturucu hesaplaşmasından sağ kalan olmayıp da o ıssızlıktan tesadüfen geçmekte olan sade Amerikan güneylisi Llewelyn Moss, orada 2 milyon dolar dolu bir çantaya rastlayınca, kendisinin olmayan bu parayla daha iyi bir hayata yelken açmak istiyor. O an kimse onun aldığını bilmezken tutup aynı gece olay yerine tekrar uğramak istiyor. Bu kez arkasında ipuçları bırakıyor haliyle. O paranın izini süren ve bunu yaparken önüne geleni cebinde taşıdığı ve ara sıra öldürüp öldürmemek adına yazı-tura attığı bozukluklar gibi harcayan psikopat tetikçi Anton Chigurh’dan habersiz olması, gözümüzde onu celladını tanımayan ölüm mahkumu haline getirmeye yetiyor. Chigurh’un ardında bıraktığı karışıklardan olayı çözmeye çalışan tecrübeli şerif Ed Tom Bell ile üçlü kaçma-kovalamaca başlıyor.

Filmi bu üçlünün amansız takipleri üzerine çağdaş bir western güzellemesi/nostaljisi olarak görmek mümkün. Ancak Coen’lerin klasik olduğu kadar modern anlatım stilleriyle salt western yapılanması olarak bakmayıp, bugüne dek Coen mitine ait ne kadar referans varsa hepsine kucak açmış bir anlatımla karşılaşıyoruz. Romanın aslı nasıldır bilemiyorum. Kaldı ki Coen sineması sadece usta sinemacıların değil, usta polisiye yazarların da etkilerini yoğun biçimde hamuruna katık eden bir dile sahip. O yüzden Cormac McCarthy romanı ile Coen kurmacası arasında hiç mi hiç fark olmadığını şartlı olarak söyleyebiliriz. Bu üç karakterin tuttuğu köşeler İyi, Kötü, Çirkin çağrışımlarında bulunsa da, İyi’nin aptallığa uzanan saf iyiliği, Kötü’nün nereden geldiği belirsiz modernize zalimliği ve sadece yaşlılığın getirdiği yıpranma ile çirkinliğin özdeşleştirilebileceği bir denklem üzerine düşünülebilir. O zaman da olsa olsa İyi, Kötü ve Yaşlı denebilir. Lakin Coen’lerin nereye, neyi, nasıl gönderdiği üzerine kafa patlatmak, evrende yalnız mıyız sorusu kadar muğlak, hatta gereksiz. Moss, Chigurh ve Bell’in yüzde yüz temsil ettiği bir değer yok bile denebilir. Var olduğu iddia edilse bile bu durum Coen mitolojisinin okunma çeşitliliği içinde eriyip gidecektir.


Saf olduğu halde kendi içinde zekası ile övünme eğilimde olan, planı başarılı dahi olsa devamında mutlaka bir açık veren, toplumsal ve bireysel ahlaki değerlerle pek bir işi olmayan tipik Coen “iyi”si tanımına cuk oturan bir tip Llewelyn MossCoen “iyi”lerinde hep yaşadığımız gibi özdeşleşme sorunu yaşamadığımız, fakat buna rağmen saflığının cezasını çekmesine ve sebep olduğu karışıklıkların önlenemez yükselişi sayesinde “kötü” bir “iyi”ye dönüşmesine (belki de hep öyle olmasına) seyirci kaldığımız bir karakter. O “iyi”ler için pişkinliğin pişmanlığı, safça yapılan hataların geri dönüşü yok. Lundegaard (Fargo), Ray (Blood Simple) ve Ed Crane (The Man Who Wasn't There) için de yoktu. Kendilerine ait sıradan hayat felsefeleri olan bu “iyi”lerin iyilik bekaretlerini bozan hayati hataları, onları tekrar bakire olunamayacağı gerçeğiyle yüzleştiriyor.

İhmallerinin veya aptallıklarının sebep olduğu karışıklığı düzeltmek için sarfettikleri çabayla daha da dibe batıyorlar. Safça olay yerine geri dönüyor, pis işlerini yaptırmak için dünyanın en yanlış adamlarını seçiyor ya da kendi öldürmedikleri kişileri bile gömmek zorunda kalıyorlar. İhmal ve ahmaklık Coen’ler tarafından acımasızca cezalandırılıyor. Vietnam’da savaşmış, ama karşılığında kendine göre hak ettiği itibarı göremeyip karısıyla beraber güneyin ücra bir köşesinde sıkıcı bir hayata hapsolmuş Moss, havadan gelen 2 milyon doları belki bu yüzden sahipleniyor olsa da, saflığının cezası Anton Chigurh’un peşine düşmesiyle kesiliyor. Mülayim bir maço ve asker eskisi olarak Moss’un diğer Coen saflarına göre daha bir çetin ceviz olduğu söylenebilir. İnsanın peşinde Chigurh gibi biri olunca bu bir gereksinim halini alıyor. Charles Bronson-Burt Reynolds arası bir karizmayı üzerine giyen Josh Brolin, mesleğinde yeni bir baharı yaşıyor. Abartısız ve içini doldurmayı çok iyi becerdiği Moss performansı ile seyirciyi kendine yakın tuttuğu gibi belli bir mesafe koymaya da muktedir.


No Country For Old Men’in kötü yüzü gerçekten olağanüstü. Daha filmin başında adıyla sanıyla olmasa da işlediği iki sıra dışı cinayetiyle tanıştığımız Anton Chigurh eşi benzeri olmayan bir kötü adam. İsmi, saçı, konuşması, silahları her şeyi bir acayip ve kendine özgü Chigurh, tanıdıkça daha az şey öğrendiğimiz bir karakter. Prensip sahibi kiralık tetikçi klişesinden hareket edilmesine rağmen gizemli ve karanlık yanını bir an olsun yitirmeyen Chigurh hakkında nereden geldiği, geçmişi, ne yiyip ne içtiğiyle ilgili teoriler üretilmeye başlandı bile. Peşine düştüğü paradan daha öte amaçları olan, kendine özgü ilkeleri doğrultusunda öldürmeyi bir yaşam biçimi haline getiren, öldürmek ile birlikte yaşayan güneye düşmüş mitolojik bir gezgin adeta. Geçmişi ile ilgili ne Kayzer Soze flashbacki benzeri bir açıklama, ne de motivasyonlarını ifşa eden gereksiz senaryo eklemeleri var. Olmaması da gayet yerinde. Çünkü bu bilinmezlik, perdede onunla alakalı gördüklerimiz kadar güçlü. Yine de o merak duygusuna engel olamayıp, filmdeki başkalarının onun hakkında vereceği bilgiler damakları kurutan bir susuzluk hissi yaratıyor. Bu bilgi aktarımına en çok yaklaşan Woody Harrelson’ın canlandırdığı taşeron Carson Wells ise Chigurh efsanesi üzerine bilmediğimiz bir şey söylemese de ondan duyduklarımız, hissettiklerimizi onaylıyor.

Kirli para ve onun sebep olduğu ölçüsüz şiddetin ayaklanmış hali. Fakat cebinde taşıdığı bozukluklarla karşısındaki herhangi bir insanın hayatı üzerine yazı tura oynaması, bu sayede söz hakkının parada olduğunu savunması, materyalist bir dünyanın şiddet ve ölümle ne kadar iç içe olduğunu işaret etmekte. Basit bir yazı tura bozukluğu ile bir çanta dolusu 2 milyon dolar arasında Chigurh için pek bir fark yok. Para, her zaman için onu elinde tutanın sorumluluğunda. Ama ne kadar haksız ve kirli de olsa başkasının parasını gasp eden bir başkasının da hayatını doğrudan tehdit etme potansiyeli var. 22 yıl boyunca elden ele gezip bir gün Chigurh ve sıradan bir benzinci arasında ölüm kalım pazarlığının nesnesi olan o küçük bozukluk bile, paranın satın alma gücünün benzersiz bir sembolü. Tüm eyaleti gezen, hayat kurtaran, hayat bitiren, saygınlık veya bir şişe süt satın alabilen basit bir nesneden öte capcanlı bir güç. Para ve ölüm, Chigurh gibi bir aracı sayesinde hiç bu şekilde hemhal olmamıştı belki de.

Chigurh, günümüz sinemasının erken bir suç ikonu haline geliyorsa bunun sırrı onu canlandıran Javier Bardem’in onu ete kemiğe büründürme şeklinde yatıyor. Bardem, Chigurh kompozisyonu ile tarih yazıyor! Bir kapının altında beliren gölgesi ile bile rol yapıyor sanki. Ücra benzin istasyonundaki market sahibiyle yaptığı garip sohbet, sanki ekran karşısında bizimle yapılıyormuşcasına gerilim yaratıyor. Zaten bir psikopatla o pozisyona gelip nasıl ortak bir paydada buluşabilrsiniz ki? Karşısındaki gariban benzinciye “şu tuhaf saçlı, deli bakışlı herif ne diyorsa yap be adam!” diyesimiz geliyor. Hele Woody Harrelson ile geçen sahnesinde yüzüne kondurduğu korkunç gülümsemeye bir bakın! İnsanın yüzünde tebessüm, derisinin altında tedirginlik yaratıyor. Adam öldürürken alabildiğine ifadesizleşme, yaralanıp acı çektiği halde o acıyı dışa vermeme sabrı ve ölümcül bir alaycılık. Kendisini tedavi ettiği sahnenin naif ayin havası, Azrail’in ev hali ile şeytanın ibadeti arasında muazzam bir sekans. Bunların hepsi Javier Bardem’in harika yüz ve vücut disiplininde anlamlanıyor. Muğlak kişiliği, muğlak ilkeleri ve bunların şiddete kattığı boyut ile kesinlikle sinema tarihinin en unutulmaz kötü adamlarından biri Anton Chigur.


Filmin bir diğer önemli sacayağını da bezgin bilge şerif Bell oluşturuyor. Eski ile filmin geçtiği 1980 arasında birtakım karşılaştırmalar içeren cümleleriyle açılan No Country For Old Men, adını büyük ölçüde Bell üzerinden teyit ediyor. Gazetelerde okuduğu, izini sürdüğü, etrafında gördüğü şiddet ve yozlaşma üzerine söyleyecek söz bulamayan Bell, yaşlılığın tüm yükünü sırtında hisseden, "20 yıl önce buralar böyle değildi, eskiden silah taşımayan şerifler bile vardı" nostaljisi içinde çaresizleşmiş hüzünlü bir adam. Yaşlandıkça ve bu manasız şiddeti anlamlandıramayınca Orada Olmayan Adam’a doğru bir yol üzerinde sanki. Moss’un karısıyla, kendi yardımcısıyla ve yaşlı kuşağından dostlarıyla geçen konuşmalarından, örneklemelerinden kırılgan bir güney bilgeliği sızıyor. Moss’un akıbetinin ne olacağı konusunda "hayvanla insan arasındaki mücadelede bile sonuç kesin değildir" diyebilen kaç şerif tanıdık beyazperdede? Zaten kendisinin de söylediği gibi, aklı alıp başını giden, western müzesinin nadide parçalarından bir güzel insan. Bell, yaşlandıkça Tanrı’nın bir şekilde hayatına gireceğini uman, ancak hayalkırıklığına uğramış country-blues modunda bir saflıkta. İnsana, yaşlandıkça yaşayacak bir parça toprak, yatacak bir yer kalmayacağını hissettiren karamsarlığı hep omuzlarında taşıyor.

Onun eskilerde kalmış suç zekası her ne kadar iz sürerken etkili olsa da, sokaklarda gördüğü nedensiz şiddet karşısında erimeye yüz tutmuş. Orson Welles’in seslendirdiği I Know What It Is To Be Young şarkısında "ben genç olmanın ne demek olduğunu bilirim, ama sen yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilmezsin" dizelerini dillendirecek gibi dursa da, Moss ve Chigurh gibi çocuklara bunu anlatmanın yolu yok. Eskinin idealizmi yerle bir olmuş, yenilmiş, yılmış ama bir eliyle de işini doğru yapma ilkesine tutunmuş bir kanun adamı. High Noon şerifi Kane gibi suçluları dize getirme mecalini yitirmiş görünmesi, karşısında adil güreşmeyen sınırsız ve anlamsız bir şiddete yenik düşmüş olmasından kaynaklanıyor. 80 yılında geçen filmde, bu yitip gitmekte olan idealizmi yaklaşık 10 yıl sonra ayakta tutmaya gayret eden hamile şerif Marge’da da (Fargo) görüyoruz. Ama 80 ve 90 arasında onun da yüzleşmek zorunda kaldığı şiddetin ölçüsünde değişen pek bir şey yoktu. Şerif Ed Tom Bell yukarıda saydığımız tüm duyguları bize Cormac McCarthy yanında Tommy Lee Jones ile ulaştırıyor. Kovboy şapkasını kendisine çok yakıştıran Jones, o şapkanın altındaki onur ve dürüstlüğü izleyene aktarmada hiç sorun yaşamamış bir oyuncu. Onu dengeli, karizmatik ve yaşlılığın tebessüm ettiren mizahi doğallığında izliyoruz.


No Country For Old Men unutulmaz sahnelerin birbiri ardına sıralandığı modern bir başyapıt. Coen filmlerini anlamlandıramayan kitle için bu tanım havada kalacaktır muhakkak. Bahsettiğim pek çok sahne ile birlikte özellikle Moss ve Chigurh’un iki ayrı otelde geçen düellosu nefesleri kesiyor. Coen’lerin vazgeçemediği ve birkaç Coen yapımı hariç (bu hariçler arasında muhteşem kareleri ile Blood Simple da var) çoğu filminde imzası olan, aynı zamanda The Shawshank Redemption, A Beautiful Mind, Kundun, The Village, House Of Sand and Fog, The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford gibi sabıkaları bulunan görüntü yönetmeni Roger Deakins’in elit çalışması yine harika. Cormac McCarthy’nin romanına ne kadar müdahale ettiler bilmiyorum. Ama Coen biraderler her şeyiyle üst düzey bir filme daha isimlerini yazdırıyorlar. "Dönmezsem anneme onu sevdiğimi söyle. / Annen öldü, Llewelyn./ O zaman kendim söylerim" benzeri güldüren, bazen çıkışı olmayan, bazen de çıkışı son bir final cümlesiyle halleden leziz diyaloglar, nereden geldiği bilinmeyen, ama yarattığı rüyamsı anlarla gölgeler yaratan arka plandaki ışıklar, tıpkı Bell gibi aklı alıp başını giden, yine de ne yaptığının farkındaki kurgu anlayışı No Country For Old Men’i 2000 küsürlü yılların klasikleri arasına koymaya yetiyor.

15 Mart 2008 Cumartesi

Osama (2003)


Yönetmen: Siddiq Barmak
Oyuncular: Marina Golbahari, Arif Herati, Zubaida Sahar, Mohamad Nader Khadjeh, Mohamad Haref Harati
Senaryo: Siddiq Barmak
Müzik: Mohammad Reza Darvishi
 
Taliban rejiminin hüküm sürdüğü Afganistan'da kadınların yanlarında bir erkek akrabaları olmadan sokağa çıkmaları yasaklanmıştır. Hiçbir erkek yakını olmayan kadınlarsa evlerinde açlıktan ölmeye mahkumdur. Bir anne ve oniki yaşındaki kızı da Taliban başa geçtikten sonra işsiz kalırlar ve anne kocasıyla erkek kardeşini savaşta kaybeder. Kendisi ve çocuğunu hayatta tutabilmek için annenin yapabileceği tek birşey vardır. Kızını erkek kılığına sokmak... Artık her dakikaları Taliban askerleri tarafından farkedilme ve öldürülme korkusuyla geçmeye başlar. Hayat artık zorlu bir yolculuğun ucundadır.
 
Taliban’ın kadına bakışı (aslında bakışı falan olduğu söylenemez gerçi) kadar katı bir tutum, yobazlığı taşıyabileceği en üst noktaya taşıyor. Günümüzde pek çok İslam ülkesi bu yönde kabuğunu kırmaya çalışırken Afganistan’da kadının adı yok. Kadın, bırakın karar vermeyi, konuşmaz, yanında ailesinden bir erkek olmadığı müddetçe sokağa çıkamaz. Çıkarsa da “burka” denilen ve yüzü bile kapatan yerel çarşafıyla çıkar. Böyle bir ortamda büyümeye çalışan 12 yaşındaki bir kız çocuğunun babası cephede ölmüş, annesi ise ona ve büyükannesine bakmak için çalışmak zorunda kalmıştır. Başlarında bir erkek olmadığından rahatça çalışamayacağı için, birgün küçük kızının saçlarını kesip, onu bir erkek çocuk gibi giydirerek yanına alabilecek, böylece serbestçe işe gidip gelebilecektir. Osama adını alan küçük kızı annesi, babasının yakın bir arkadaşının yanına çırak olarak verir. Adam, Osama’nın kız çocuğu olduğunu bilmekte ve onu Taliban’dan korumak istemektedir. Birgün Taliban, köydeki tüm erkek çocukları toplayıp eğitmek üzere kampına götürür. Tabi aralarında Osama’da vardır. Böylece küçük kızın talihsizliği artık iyiden iyiye tehlikeye düşer.
 

Siddiq Barmak’ın yazıp yönettiği Osama, birçok yönden cesur bir film. Zaten Taliban rejiminin gölgesinde geçen bir film, rejim aleytarı bir üslup ile drama-politik bir dil kullanmaz ise sıkıcı olurdu. Bu yönden pek sıkıntısı olmayan film, Osama’nın dramını biraz şiirselleştirmeye çalıştığı anlarda inandırıcı olamıyor. Örneğin, Osama’nın annesi tarafından kesilen bir tutam saçını saksıya dikip, serum hortumuyla su vermesi, düş dünyasının zenginliği hakkında bize hiçbir bilgi verilmemiş bu küçük kızın kapasitesini göstermek için fazla zorlama olmuş. Keza, çırak olarak çalıştığı dükkanın arka tarafında sürekli ip atlaması da, “çocukluğunu yaşayamayan çocuk” diye göze sokulması gereken fazla duygusal bir tavır olmuş. Ama Osama, o “sırrın açığa çıkma” durumunun yarattığı gerilime çok hakim. Bizi küçük Osama’nın çaresizliğine ortak ettiği gibi, Afganistan çıkmazına da dahil etmeyi başarıyor. Bu sıkışmışlık hissini böylesi küçük bir filmden beklemeyenler, ilham kaynağı olan Afganistan’ın kayıp yaşamı ve Taliban eleştirisini taraflı/tarafsız diye basitleştirerek hafife alabilirler.
 
Siddiq Barmak’ın cesaretinden bahsettik. Ama o cesaretin de bir sınırı var. Açık hava mahkemesinin şipşak gerçekleştirdiği infaz, çocukların gusül abdestini öğrendikleri sahneler, finalin -iyiki de- görmediğimiz bölümleri kontrol altına alınmış. Bu göremediğimiz çoğu sahnenin etkisi, zaten onları görmememizde saklı biraz da.. Bu kontrollü tavır, dramatik dengeye zarar vermediği gibi, olası bir cahil cesaretinin eşiğinden de dönülmesini sağlamış. Politik ve dini eleştirileri Osama ve biraz da onun kız olduğunu bilen, ama bunu onun lehine kullanmayan Espandi gibi iki çocuk üzerinden yapmaya çalışması bile filmi yeterince cesur sınıfına koyabilir. Silahın yanında dolarla, teknolojiyle istila edilmeye çalışılan bu toprakların katı din kuralları ve geleneklerle kuşatılmış atmosferini yer yer sembolik, lirik ve gerilimli bir anlatımla birleştirmeye çalışan Siddiq Barmak, hemen her sahnesine koyduğu Osama ile, tipik “çocuk gözüyle Afganistan” teması yanında, acı gerçekçi yaklaşımına da ivme kazandırıyor. Tabi bunda küçük Marina Golbahari’nin etkisi çok fazla. Değme oyunculara taş çıkartan Golbahari’nin gerek yüz hatları, gerekse kabiliyeti, bir zamanların Léon’unda oynayan 13 yaşındaki Natalie Portman’ın duruşuna hiç uzak sayılmaz. Ama Siddiq Barmak’ın Golbahari’den başka çok önemli bir kazancı daha var ki, o da film için kendisine her türlü desteği sağlayan yılların ustu İranlı sinemacısı Mohsen Makhmalbaf.. Cannes, Golden Globe, Londra ve daha pek çok önemli film organizasyonundan ödüllerle dönen Osama, hiç ödül almasa bile övgüleri hak ediyor.

12 Mart 2008 Çarşamba

The Invasion (2007)


Yönetmen: Oliver Hirschbiegel
Oyuncular: Nicole Kidman, Daniel Craig, Jeffrey Wright, Jeremy Northam, Jackson Bond, Roger Rees
Senaryo: Jack Finney, Dave Kajganich
Müzik: John Ottman

Patriot
adlı uzay mekiği dünyaya dönerken patlar ve mekiğin parçalarına bulaşmış bir madde Amerika’nın üzerine yağar. Bu maddeyle ilk temas edenler uyuyup uyandıktan sonra değişmeye, tuhaf hareketler sergilemeye başlarlar. Boşandıktan sonra oğlu Oliver ile yaşamaya başlayan psikiyatr Carol Bennell (Nicole Kidman) ise etrafında gördüğü insanların garip davranışlarından ters giden bir şeyler döndüğünü hisseder. Virüs yayıldıkça ülke çapında bir aşılama başlar. Ama bu aşlama işlemini yapanlar aslında virüsü yaymakta olan değişenlerdir. Carol’un eskiden geçirdiği bir hastalık yüzünden virüsten etkilemeyen oğlu Oliver, virüsü kapmış olan ve yaymaya çalışan eski kocası Tucker’ın elindedir. Carol, yakın dostu Ben’in (Daniel Craig) de yardımıyla oğlunu bulmaya çalışır. Özetten de anlaşılacağı gibi bilim kurgu, macera, dram, gizem türlerini usülüne uygun şekilde bir araya getirmiş, bu sayede sürükleyen bir tempo yakalamış bir film. Jack Finney'in The Body Snatchers isimli romanından uyarlanan senaryosu “iyi-kötü insanız, gerisi önemli değil” mesajını benimsemiş. Hele de savaşların, şiddetin, vahşetin olmadığı bir dünya hayal etmenin, insanların insan olmayı bıraktıkları bir dünya hayal etmekle aynı şey olduğu düşüncesi gerçekten damara basıyor.

Ama bu düşüncenin kafalarda yarattığı kılçıkları ayıklamak yerine aksiyona, klişe korkutma numaralarına ve “oğlum olmadan asla” dramına yelken açmayı tercih ediyor. Açığı ise değişim sonrası TV’deki haber bültenleri, karışık bilimsel açıklamalar ve karşı tarafın fazla tatmin etmeyen eylem gerekçelerini açık ettikleri bölümlerle kapatmaya uğraşıyor. Üstelik Bush’un Chavez ile kucaklaşmasına, Pakistan ve Hindistan arası barışa, Amerika’nın Irak’tan çekilmesine, Kuzey ve Güney Kore’nin anlaşmasına ve daha pekçok hayırlı olaya sebep olan virüsün yarattığı barış ve huzur ortamı ile tüm bunların gerçek niyetinin ne olduğu konusunun altı çok boş kalmış. Der Untergang ve Das Experiment gibi iki şahane filme imza atmış Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in ilk Hollywood denemesi de daha önce benzerlerine rastladığımız üzere orta karar bir gişe yapımı ile nihayetleniyor.

10 Mart 2008 Pazartesi

Die Fälscher (2007)


Yönetmen: Stefan Ruzowitzky
Oyuncular: Karl Markovics, August Diehl, Devid Striesow, August Zirner, Martin Brambach, Sebastian Urzendowsky
Senaryo: Stefan Ruzowitzky, Adolf Burger
Müzik: Marius Ruhland
 
İkinci Dünya Savaşı sırasında yakalanan usta Yahudi kalpazan Salomon Sorowitsch, Bernhard toplama kampına götürülür. Orada üst düzey SS subayı olan Herzog’un organize ettiği, çeşitli baskı, matbaa ve kopya ustalarından oluşan esir Yahudiler bir araya getirilmiştir. Gizli bir görev için toplanan bu ekip, tarihte Bernhard Operasyonu olarak bilinen ekonomik sabotajı gerçekleştirmek için dönemin teknolojisi kullanılarak çalıştırılmaya başlanır. Amaç, İngiltere ve Amerika ekonomisini sahte dolar ve sterlinlerle çökertmektir. Bu sahte para operasyonu devlet imkanlarıyla yapılmaktadır. Bu yüzden sahte paraları gerçeklerinden ayırt etmek çok güç, hatta Sorowitsch‘in sterlin başarısında olduğu gibi imkansızdır.
 
Gerçek olaylara dayalı bu hikayeden çekilen film, hem bu operasyonun detaylarını, hem de toplama kamplarının insani dramını beraber götürmeyi gayet iyi beceren bir film görünümünde. Üstelik benzer filmlerin sahip olduğu sertliğe de sahip. Zaten operasyonun yarattığı yakalanma ve başarısız olma korkusu, soykırım zulmü ile bir araya gelince gerilim hep taze tutulmuş. Sorowitsch’i canlandıran Karl Markovics ve esir düşmeden önce işi “gerçekleri çoğaltmak” olan idealist matbaacı Burger rolüyle genç Alman aktör August Diehl gayet iyiler. Film aynı zamanda Avusturya’dan Oscar adayı da oldu. Çok fazla iddialı görünmeyen yapısına rağmen gücünü bu mütavazilikten alan filmlerden biri. Nazi Almanya’sının birçok entrikasından birini daha mercek altına alan eli yüzü düzgün bir yapım olması bakımından görülmeli.

8 Mart 2008 Cumartesi

Lust, Caution (Se, jie) (2007)


Yönetmen: Ang Lee
Oyuncular: Tony Leung, Wei Tang, Joan Chen, Lee-Hom Wang, Chih-ying Chu, Ying-hsien Kao, Yue-Lin Ko, Johnson Yuen
Senaryo: Eileen Chang, James Schamus, Hui-Ling Wang
Müzik: Alexandre Desplat

1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya işgali altındaki Şangay’da geçen hikaye, aslında 4 yıl önce başlamıştır. Savaşın başlayacağı sıralar babası İngiltere’ye kaçan Wong Chia Chi (Wei Tang), üniversitedeki ilk yılında Kuang Yu Min (Wang Leehom) ile tanışır. Kuang, vatansever öğrencileri bir araya toplamak için bir tiyatro grubu kurmuştur. Wong’u da gruba dahil ederler. Wong, güzelliği ve yeteneğiyle kısa sürede herkesi kendine hayran bırakır. Kuang, aynı zamanda topluluktaki öğrencilerle birlikte, dönemin önemli politik figürlerinden biri olan ve işgalci Japonlarla işbirliği halindeki Yee’ye (Tony Leung) karşı bir suikast yapmayı planlamaktadır. Bu suikastte hepsinin ayrı bir rolü vardır.

Wong’un rolü ise ithalat/ihracat işi yapan Mak’ın güzel eşi bayan Mak olmaktır. Bu sayede Yee’nin karısıyla yakın bir arkadaşlık kurarak onun güvenini kazanmak ve onu yasak bir ilişki içine çekmektir. Her şey planlandığı gibi ilerler. Yee, Wong’dan etkilenmiştir. Ama grubun planlarında beklenmedik bir gelişme olur ve durumun farkına varan biri yüzünden cinayet işlemek zorunda kalırlar. Bu olaydan sonra grup dağılmak zorunda kalır, Wong da Hong Kong’u terk eder. Fakat Kuang yine Wong’u bulur ve yine organize bir şekilde planlarına kaldıkları yerden devam edeceklerini söyler. Wong tekrar Mak olur ve bu kez Yee’ye daha fazla yaklaşır. Kısa bir süre sonra Yee’nin metresi olur ve onunla şehvet dolu günler yaşamaya başlar. Birbirinden çok etkilenen av ve avcı için acı sürprizler çok yakında beklemektedir.


Lust, Caution, Tayvan’lı yönetmen Ang Lee’nin yine becerilerini konuşturduğu 2 saati aşkın bir dönem filmi. Ama benzer dönem filmlerine nazaran daha çok iki farklı kesimden insanın yaşadığı tutkulu bir ilişkiye odaklanmış olması, arka plana ise savaş atmosferinin özellikle Şangay burjuvazisi üzerindeki olumsuz etkilerini yerleştirmesi ile niyetini açıkça ortaya koyuyor. Ang Lee, farklı türlere yaptığı sıçramalarla dikkat çekmiş bir yönetmen. Mesela Hulk ve Sense & Sensibility’yi aynı yönetmenin çektiğini anlamak güç. Elini attığı türün karakter analizini çok iyi yapan, belli bir türe sadık kalmış yönetmenlere bile kendini kanıtlayan bir bukalemun.

Peşpeşe bir Amerikan banliyö dramını (The Ice Storm), yine Amerikan Sivil Savaşı’nı (Ride With The Devil), komediyle flört halindeki leziz bir dramı (Eat Drink Man Woman), bir çizgi roman uyarlamasını (Hulk), sıra dışı bir westerni (Brokeback Mountain), Çin tarihinden beslenen epik bir aksiyon romansını (Crouching Tiger, Hidden Dragon), İngiliz edebiyatının duayenlerinden Jane Austen uyarlamasını (Sense & Sensibility) dokularına zarar getirmeden perdeye aktarmayı başarmış titizliğe sahip. Lust, Caution ise yine Lee’nin çok sevdiği türden bir dönem dramı. Ang Lee’nin elindeki imkanlar kusursuz sayılabilecek düzeyde. Kostümler, müzikler, çevre düzeni, yetenekli oyuncular yanında iki gerçek Uzakdoğı yıldızı olan Tony Leung Chiu Wai ve Joan Chen’in kendinden emin duruşları filmin kalitesi hakkında fikir veriyordur. Ayrı bir cümle içinde filmin görüntü yönetmenliğini üstlenmiş olan ve Alejandro González Iñárritu’nun vazgeçilmezi haline gelmiş bir Rodrigo Prieto… Kısacası Lust, Caution’ın tüm parçaları birbirinden değerli ve elit. Gelelim en önemli hususların başında gelen öyküye. Çünkü film hakkındaki esas tartışma orada yaşanıyor.

Aslında orada da problem olduğu söylenemez. Ang Lee tıpkı Oscar kazandığı Brokeback Mountain’da olduğu gibi yine bir kısa hikayenin senaryolaştırılmış halini yönetiyor. Yine daha önceki başarılarını paylaştığı senaristleriyle. Dönem filmlerinin her izleyici kitlesine hitap etmeyen ağırlığı ve bilgilendirici yaklaşımı yine mevcut. Özellikle Okey benzeri bir masa oyunu olan Mahjong sahnelerinde bu karışım kendini gösteriyor. Muhtelif yerlerde yapılan dönemin içinde bulunduğu sıcak ortamı betimlemeye yönelik açıklamalar sanki kasıtlı biçimde geri planda bırakılmış. İşgal sürecinden, karaborsa ve isyan sorunlarından dem vurulması ile sadece sözel olarak izleyeni havaya sokmayı hedeflemiş. Başarılı sinematografi ve kostümlerle birlikte zaten o havaya girmek pek de sorun olmuyor. Senaristlerin veya Ang Lee’nin politik ve sosyal olarak böylesi önemli meselelere karşı filminde aldığı mesafe de anlaşılabilir. Çünkü elinde gerçek bir tutku hikayesi var. Aşk demiyorum, çünkü Lee’nin yine çok sevdiği üzere, işin aşk boyutuna gelinmeden pusuda beklettiği sorunlar ortaya çıkarılıp, güçlü bir drama yaratmak hedefleniyor. Filmin bütün dönemsel unsurları sadece bu amaca hizmet ediyor. Suikast düzenlenecek politik figür Yee ile, sahte bir kimlikle onun evine kadar sızmayı başaran militan Wong arasındaki güçlü çekim.


Lust, Caution, özellikle büyük ve ödül adayı filmlerin geçer akçesi olan bir kurgu stili ile başlıyor. Filmin sonlarında yer alan bir sahne ile başlayıp, bir manevrayla hikayeyi tekrar baştan anlatıyor. Şüphesiz bu teknik, baştan itibaren geri dönülen ana ve sonrasında olacak olan olaylara karşı ilgisini canlı tutmaya yönelik güzel bir üslup. Kafede tedirgin bir biçimde kahvesini içen güzel Wong’un bir anda üniversite yıllarına yapılan dönüş, orada eylemi gerçekleştirecek olan tiyatro grubundan arkadaşlarıyla tanışma süreci ile filmin baştan başlaması daha filmin başında izleyiciyi cevapsız bazı sorularla meşgul ediyor. Cevaplar için filmin baştan alınması şart. Fakat bu kurgu yöntemi kimi filmlerde gereksiz bulunabilir. Bence Lust, Caution için de durum böyle. Film en baştan alınmış olsaydı ve Wong’un kafede oturuşu ve ardından yaşananlarla olay sırası bozulmamış olsaydı, bu durum filme ne getirir veya ne götürürdü tartışılır. Gereksizliğine rağmen belirttiğim, ilgiyi canlı tutma amacına ulaşmış da sayabiliriz. Benzer bir kurgu hadisesi Michael Clayton’da da yaşanıyor. Ama Lust, Caution’da izlediğimiz aynı iki sahnenin bıraktığı etki ile Michael Clayton’da tekrar izlediğimiz sahneler oldukça farklı. Hatta Michael Clayton’daki sahneler çok gerekli ve çarpıcı. Yani Lust, Caution’da, taşları yerine koymamızı sağlayacak derecede önemli bir ileri sarış sahnesi sayılmaz.

Bir başka meşgul edici konu da filmdeki cesur sevişme sahneleriyle ilgili. Gerçekten filmin adının hakkını veren bu sahnelere karşı neden bu derece tepki verildiğini anlamak güç. Şayet o sahneler basitçe geçiştirilmiş olsa veya hiç olmasa gerçek anlamının önemli bir yüzdesini kaybedecek bir film Lust, Caution… Buradan sadece o sahnelere bel bağlamış bir zayıflık ve güvensizlik çıkarılmasın. Bazı filmlerdeki bazı sahneler, o filmin omuzları üzerindeki beynini ayakta tutmasına yarayan koltuk değnekleri gibidir. Lust, Caution’un sevişme sahneleri ise o beyni omuzların üzerinde tutmaya yarayan kanlı canlı gerçek ayaklar. Böyle sahnelerin çıkarılması veya sansürlenmesi söz konusu olmamalı. Yee ve Wong’un bakışlarından bile taşmaya başlayan tutkunun dışa vurumu da ancak bu şekilde güçlü bir estetik tutkuyla verilebilirdi. Bir sevişme sahnesinin gerçek gücü, sizi o sahnede görülenlerden daha da ileri boyutlara taşıdığında anlaşılır. Yee ve Wong’un oldukça sert geçen ilk beraberliklerinin ardından tek vücut haline geldiği diğer anlar, vahşi bir şehvetin yola geliş serüveni olarak kusursuz bir incelik barındırıyor. Ang Lee’nin tutkunun resmini yaptığı anlar adeta.

Fakat aynı Ang Lee, filmin potansiyel şiddeti ele alındığında aynı cömertliği sergilemekten kaçınıyor. O potansiyelin farkına, eylemi gerçekleştirecek olan gruba şantaj yapmak isteyen adamın acemice yok edildiği nefis bölümle varıyoruz zaten. Yine de yeterli gelmiyor. Çünkü böyle bir filmden şiddet anlamında hudutsuzluk yerine, cebinde olduğunu iddia ettiklerini görmek istiyoruz. Buna örnek verelim: Filmin en zalim kişisi olan Yee’nin en azından bir tane çarpıcı sorgu sahnesi olmalıydı. Bunun yerine, onu kendi ağzından yaptığı işkenceleri anlatmak durumunda bırakırsanız, o var olduğunu iddia ettiğiniz şey havada asılı kalabilir, herkesin nefret ettiği Yee ise karizmatik bir beyaz atlı prens olarak yoluna devam eder. Tabi Ang Lee için bu bir tercihtir. Yee’yi olduğu gibi gösterdiği tutkulu haliyle, olduğu gibi göstermediği kötü adamlığı arasında bir denge sağlamak istemiş olabilir.


Tony Leung Chiu Wai ve Joan Chen gibi mühim oyuncular yanında belki de filmin en kilit ismi Wong rolüyle ilk sinema deneyimini yaşayan genç Wei Tang, o ilk oluşunun tecrübesizliği ile filmde canlandırdığı ilk casusluk ve suikast girişimini, ilk cinsel ilişkisini, ilk tutkusunu yaşayan bir genç kızın paralelliğini yakalamış. Böyle bir durumda insanın rol yapmasına bile gerek kalmayabilir. Ama Wei Tang oldukça başarılı. Zıt kutuplardan ve imkansızlıklardan aşklar, tutkular çıkarmayı seven filmlere gönüllü olmuş Ang Lee için, sevdiği sularda yüzmenin keyfini çıkardığını söyleyebiliriz. Aynı keyfi, Ang Lee gibi türler arası gezintiden zevk alan izleyici kitlesinin de alması kuvvetle muhtemel. Tabi yukarıda sözünü ettiğim eksiklikleri bir eksiklik olarak görürlerse bu keyif biraz kafaları bulandırabilir. Yine de Ang Lee gibi kurnaz ve zeki bir romantiğin elinden çıkan her film izlenmeyi hak eder.

1 Mart 2008 Cumartesi

11:14 (2003)

 

Yönetmen: Greg Marcks

Oyuncular: Rachael Leigh Cook, Patrick Swayze, Barbara Hershey, Shawn Hatosy, Hilary Swank, Ben Foster, Clark Gregg, Stark Sands, Colin Hanks

Senaryo: Greg Marcks

Müzik: Clint Mansell

 

11:14'te gerçekleştirilen bir kazayla açılan yapım, bağımsız gibi gözüken birden fazla olayı sondan başa doğru anlatıyor. Ve bir kazayla bağlanan olayların nasıl şekillendiğini ve birbirini nasıl etkilediğini izlemeye başlıyoruz. Ve bu süreç bizi herşeyin başladığı ana götürüyor. Biri cansız bir beden olmak üzere 11 kişinin, saat 11:14 itibariyle yaşadıkları hengameyi anlatan minör bir film. Oradan oraya koşuşturan, çılgınlıklarının, ihanetlerinin, hırslarının kurbanı olmuş 10 kişiden sadece polis memuruna acıdım desem yeridir. 1976 doğumlu Greg Marcks’ın yazıp yönettiği film, pat diye başlayıp, küt diye bitmesi, zamansal denklemleri başarıyla kurgulaması ve birkaç orijinal sahne barındırması açısından gayet hınzır bir yapıya sahip. Bana göre en orjinali ise aşağıdaki sahneydi bu arada.

 

 

Basit bir şekilde geçiştirilebilecek, hatta hiç üstünde bile durulmayabilecek bir ayrıntıyı bu derece komplike hale getirme hinliğini çok hoş buldum. Tavuğun derisi tamam da, ya gerisi? Boğazlarına kadar belaya batan bu insanlar o kadar silik ve sıradan ki, şirket grafiklerindeki inip çıkan çubuklara benziyorlar. Bu kadar adam-kadın arasında derinliği olan bir Allah’ın kulu olmaz mı? Hoca hocayı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur misali yolları kesişen, ama bundan bihaber olan bu birkaç kişinin değişik perspektiflerle sunulan panik gecesi, her zaman stereo kalmıyor. 11:14 acelesi olan bir film. Yangından kaçırılan mallar kurtarılırken, oyuncular içerde unutuluyor sanki.

 

Şimdilerde yüzü bana çok retro gelen, bir zamanların modası, yine o zaman kızlarının beyaz atlı prensi Patrick Swayze, fırtınalar koparan Ghost ve Dirty Dancing fenomenlerinin ardından ne hikmetse sırra kadem bastı ya da o tür bir kariyer istemedi bilinmez. Filmdekine benzer, dövmediği kızıyla dizi belaya giren baba rolüne oldum olası soğuk hisler beslerim. Anne desen bir garip. Başka bir cephede ise Hilary Swank, tellerini dişine takarak mücadele veriyor. Oyuncular arasındaki tescilli tek marka olması, ondan da bu film için ödüllü bir performans beklemeyi gerektirmiyor tabi. Çünkü oyuncular, hikayeyi aktarmak için kullanılan konu mankenleri gibiler. Neyse, Swank’in major filmlerdeki başarısı, arada minörlere yolculuk yapmasına engel teşkil etmiyor. Genç ve bağımsız yönetmenlerin filmlerinde oynayarak onlara destek vermekten zevk alan aktris, bu tavrıyla ayrı bir takdiri hak ediyor.