27 Ekim 2021 Çarşamba

Together (2021)

 
Yönetmen: Stephen Daldry, Justin Martin
Oyuncular: James McAvoy, Sharon Horgan, Samuel Logan
Senaryo: Dennis Kelly
Müzik: Paul Englishby

Gizli hazinelerden olan Utopia dizisinin senaristi Dennis Kelly'nin senaryosunu yazdığı, Billy Elliot, The Hours, The Reader gibi önemli filmlerden tanıdığımız Stephen Daldry'nin yönettiği Together, Sharon Horgan'ın canlandırdığı gönüllü işlerde çalışan ve mültecilerle ilgilenen bir kadın ve James McAvoy'un canlandırdığı bilişim teknolojileri alanında danışmanlık hizmeti veren bir kurumun yöneticisi olan bir adamdan oluşan bir çifti inceliyor. Çiftin ayrıca Artie adında 10 yaşında bir oğulları var. Evli olmadıklarını, adamın ilerleyen dakikalarda yapacağı evlenme teklifinden anladığımız bu çifti, karantinanın başladığı Mart 2020'den başlayarak Londra'daki evlerinde takip ediyor. Filmde isimleri olmayan çift için gerçek isimlerini kullanarak yazıyı daha işlevsel hale getirebiliriz. Film boyunca hem kameraya bakarak seyirciyle, hem de birbirleriyle konuşan James ve Sharon araları iyi olmayan, hatta birbirlerinden nefret eden bir çift. Sadece oğulları Artie için ayrılmadıklarını itiraf ediyorlar ve nefretlerini çeşit çeşit ifadelerle bizlerle paylaşıyorlar. Karantinayı birlikte geçirmek zorunda kalmaları sonucu onları bir dargın bir barışık izlediğimiz Together, bu izole ortamda salgının türlü etkilerini, bunun ilişkilerine olan yansımalarını, geçmişlerini, şimdilerini masaya yatırdıkları bir ilişki analizine dönüşüyor.

Uzun karantina döneminde aynı evde daha uzun süre birlikte olmayı bir zorunluluk ya da iyi bir fırsat olarak görmenin değişkenliğine dair bakış açıları geliştiren filmlerin sayısı şimdilik fazla değil. Oysa malzemesi bol bir konu ve Dennis Kelly bu bol malzemeden kendine göre mütevazi çıkarımlarda bulunarak tebessüm ettiren, gözleri dolduran, düşündüren, öznel mukayeseler yaptıran kişisel yorumlar sunuyor. Yapısı gereği iki kişilik bir tiyatro oyunu tadı veren film, James ve Sharon'ın uzun uzun birbirlerinden neden nefret ettiklerini anlattıkları, patlıcandan ve özellikle ilişkilerini tamımlama metaforu olarak sivrilen mantar yeme anılarından bahsettikleri, daldan dala atladıkları dinamik bir tempoda seyrediyor. Oyuncuların doğrudan seyirciye dönerek konuşması anlamına gelen tiyatro terimi "apar" tarzı bu dinamizm, dert dinleyen bir seyirciye dönüşmemiz neticesinde farklı bir özdeşleşme yaratıyor. Monologlar, diyaloglar, atışmalar, didişmeler, hak vermeler, haksız bulmalar ve duygudan duyguya geçişler bir sinema veya televizyon filminden ziyade, bir tiyatro keyfi yaşatıyor. Uzun ve kesintisiz sahneler, o tiyatro metni dokusu yanında, doğaçlamaya da müsait bir zeminde şekilleniyor. O metnin bir tiyatro oyunu için zenginliği tartışılır. Ama böyle bir TV projesi için mütevazilik yerli yerinde denebilir.

Pandemi boyunca zamanda atlamalar yaparak Sharon - James çiftinin ilişki gidişatlarını uzun bölümlere ayıran film, her bölümde hem birbirlerine olan antipatilerini, hem de sempatilerini yokluyor. Pandemi nedeniyle aynı evde kapalı kalmanın verdiği sıkışmışlık duygusunu, pandemiden bağımsız kendi ilişkilerinin sıkışmışlığıyla birlikte ele alan senaryo, seyirciyle bağ kurmanın yollarını da bir şekilde buluyor. Hastalığın kendisi dışında onun serbest dolaşımını ve yayılımını kolaylaştıran basiretsiz hükumet politikalarına da öfkesini esirgemeyen film, iki insanın bir evde konuştuklarından Londra'daki, hatta dünya genelindeki karantina psikolojisine dair öznelden yola çıkıp nesnel çıkarımlara kapılar açıyor. İkilinin bu ilişkide tecrübe edilmiş arızaları birlikte tespit ettikleri anekdot ve yorumları yanında, Sharon'ın Covid'e yakalanan annesiyle, James'in de fırında karşılaştığı bir kadınla yaşadıklarını anlattığı tekli bölümler, hem içerikleri, hem de oyuncuların tirad güçleri açısından etkileyici anlar inşa ediyor. Normal dediğimiz salgın öncesi dönemdeki birtakım hislerin ve davranışların, salgın zamanı kapanma neticesinde anormalleşmediği gibi kör bir noktayı da görebilmiş olmasıyla, yani Sharon'ın dediği gibi "eskinin nesi bu kadar güzeldi" yorumu sayesinde bazılarımızın duygularına tercüman oluşuyla lokal noktalara değinebiliyor. Sharon Horgan ve James McAvoy'un tecrübe yüklü performansları da zaten filmin sesi, nefesi, görüntüsü olduğu için Together özellikle çiftlerin izlemesi gereken bir yapım olarak kendini konumlandırıyor.

21 Ekim 2021 Perşembe

La vie rêvée des anges (1998)


Yönetmen: Erick Zonca
Oyuncular: Élodie Bouchez, Natacha Régnier, Grégoire Colin, Patrick Mercado, Jo Prestia
Senaryo: Erick Zonca, Roger Bohbot, Pierre Chosson
Müzik: Yann Tiersen

İşi ve kalacak yeri olmayan Isabelle, şansı yaver gidip bir dikiş fabrikasında iş bulur ve orada tanıştığı Marie ile arkadaş olur. Kaza geçirip komaya girmiş bir anne-kızın evinde tek başına kalmakta olan Marie, Isa’yı da yanına alır. Isa ve Marie zamanla birbirlerine temiz bir dostlukla bağlanmaya başlarlar. Geçici işlerde çalışan ve evlerinde kaldığı komadaki genç kızın günlüğünü okuyan Isa ile, gönlünü zengin bir playboya kaptıran Marie’yi hem bireysel yönden, hem de dostlukları açısından zorlu sınavlar beklemektedir. 90’ların Fransız sinemasının yüzaklarından La Vie rêvée des anges (Meleklerin Düş Yaşamı), sadeliği, samimiliği, doğallığı ve hepsini kanatları altına almış hüznü ile harika bir kent dramı. Dostluğu merkez edinen konusu, aşk, bağlılık, ölüm gibi dallara ayrılıyor, ama o dalları da gövdenin güçlü bir parçası haline getiriyor. Pek çok saygın festivalden çeşitli ödül ve adaylıklar kazanmış filmin içten diyalogları, gidişatı bir dakika bile ağırlaştırmayan kurgu akıcılığı, doğaçlamaya izin veren, bu sayede hayatın içinden birçok ayrıntıyı sinema perdesine asla yabancılaştırmayan, gereksiz müdahalelerde bulunmadığını hissettiren oyuncu yönetimi gerçekten çok güçlü.

Tabi Erick Zonca yönetiminin etkileri yanında film içinde hiç vakit kaybetmeden benimsediğimiz iki kadın oyuncudan Élodie Bouchez’in özgürce hayatın akışına kendini bırakmış, fakat sevgiye, dostluğa, dürüstlüğe bağımlı Isa rolü ile, Natacha Régnier’ın sert mizacından gerçek aşk arayışı uğruna feragat eden, tutkuları gözünü kör eden Marie performansı birinci sınıf. Bu yüzden her ikisinin de 1998 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülmeleri çok yerinde bir karardı. Yürek burkan sonu ve “her hayat ayrı bir dram ve o hayatlar her şeye rağmen bir şekilde sürüyor” dercesine düşündüren, etkileyen, üzen ilginç final sekansı ile söyleyeceklerini insanın boğazına düğümleyen La Vie rêvée des anges, her sinemaseverin varsa çeşitli ülke sinemalarına yönelik önyargılarını bir kenara bırakıp, hayatında bir kez de olsa şans vermesi gereken özel filmlerden.

15 Ekim 2021 Cuma

The Many Saints Of Newark (2021)

 
Yönetmen: Alan Taylor
Oyuncular: Alessandro Nivola, Michael Gandolfini, Ray Liotta, Leslie Odom Jr., Vera Farmiga, Michela De Rossi, Jon Bernthal, Corey Stoll, Billy Magnussen, John Magaro, Gabriella Piazza
Senaryo: Lawrence Konner, David Chase

Dizi tarihinin en iyi yapımlarından biri olan The Sopranos'un yaratıcısı David Chase'in, dizinin iki bölümünü kaleme almış Lawrence Konner ile senaryosunu yazdığı, dizinin 9 bölümünü çekmiş Alan Taylor'ın yönettiği The Many Saints Of Newark, efsanenin öncesine dönüp 1960'larda ergenlik çağında olan Anthony Soprano'nun nasıl Tony Soprano olduğunu anlatmaya soyunan bir film. Hapse giren babası yerine örnek aldığı amcası Dickie Moltisanti ile ilişkisini, Dickie'nin o dönem yaşadıkları ve suç dünyasındaki konumu ekseninde ele alan film, ağırlık noktası itibariyle beklentileri karşılayamayan bir yapıda. Zira The Sopranos çıtası, bundan çok daha güçlü bir filmi hak ediyor. O dönem Afrika ve İtalyan kökenli Amerikalılar arasındaki gerginliğin fonunda çok da etkileyici olmayan bir Dickie Moltisanti biyografisi çekmek ve bunu "Tony Soprano'yu kim yarattı" diye afişe büyük puntolarla basmak, The Sopranos'un ağırlığını kaldırmak anlamına gelmiyor. "Efsane dizinin öncesi" diyorsanız, ille de Dickie merkezli bir hikaye ile yürümek istiyorsanız, genç Tony'yi biraz daha oyuna dahil etmeniz, onun Dickie'den etkilenişini daha detaylı ve vurucu olay örgüleriyle işlemeniz gerekir.

David Chase'in geçmişe dönüp The Sopranos'da sık sık yad edilen o geçmişe dair bir film çekecek olması, hele de Tony Soprano rolüyle efsane olmuş, 2013'te hayatını kaybeden James Gandolfini'nin oğlu Michael Gandolfini'nin Tony'nin gençliğini canlandıracak olması büyük beklentilere yol açmıştı. Dizide bahsi geçen bazı olaylar bu filmde kendini bir şekilde gösterse de, Dickie'nin çok fazla ve sıklıkla Tony'ye etki etmeyecek şekillerde yer kaplaması onu The Sopranos evreninden bağımsız bir figür olarak konumlandırmamıza yol açabiliyor. Bu konumlandırma da sıradan bir mafya figürünün sıradan suç kariyerine fit olmamızı talep ediyor. Bir kere filme bir anlatıcı tayin edilmiş olması anlaşılabilir. Anlatıcısız da olabilirdi. Ama bu anlatıcının Dickie'nin oğlu Christopher Moltisanti olması, üstüne henüz filmin başında diziyle ilgili çok büyük bir spoiler vermesi anlaşılır gibi değil. Diziyi izlememiş, izlemeyi planlayan jenerasyonlar hiçe sayılarak, sırf senaryoya afili bir cümle eklemek için herkesi izlemiş kabul edip böyle bir hamle yapmak Chase'e hiç yakışmamış. Oysa bebek Christopher'ın Tony'nin kucağına gitmemek için ağlaması gibi imalı bir sahne gayet iyi düşünülmüş. Genel anlamda senaryonun o zamanın ruhunu yakalaması da pek beklenen bir şey değildi aslında.


60'lar Newark/New Jersey ortamının ırkçılığa ve suça meyilli atmosferinde babası 'Hollywood Dick' Moltisanti'nin himayesinde önemli bir konuma gelen Dickie ve aralarında Tony'nin babası Johnny Soprano'nun da bulunduğu (ki orada Silvio Dante, Paulie Walnuts, Junior Soprano da var) aile fertleri ve dostlarından oluşan gangster ahalisinin yıllar önceki ilişkilerini görmek, diziye gönülden bağlı seyirci için nostaljik tatlar taşıyor. Ama asıl sorun, Dickie odaklı tasarlanan senaryonun suç örgüsü kanadının sıradanlığında ve belki de en önemlisi Dickie'nin Tony ile olan ilişkisine hak ettiği değerin tam manasıyla verilmemesinde yatıyor. Dickie'nin pis işlerini yapan tetikçisi Harold ile ters düşmesi, filmin sarıldığı belki de tek suç mevzusu. Bu mevzuyu babasının yeni genç eşi Giuseppina vasıtasıyla ihanet ve cinayet boyutlarıyla çeşitlendirmek istese de elindeki kartların yapabilecekleri sınırlı. Belki Dickie'yi birkaç farklı koldan sıkıştıran olay çeşitliliğine, onu bir gangster ikonu olarak tanımlayan karar mekanizmasına, liderliğine yönelik senaryo çabaları olsaydı başka şeyler konuşuyor olabilirdik. Öfke nöbetlerinden başka Tony'ye senaryo mirası bırakmamış, ona örnek teşkil edecek fazla bir özelliği olmayan veya olan özellikleri filme iyi yansıtılamamış bir adam Dickie Moltisanti...

İşin genç Tony Soprano kısmına gelirsek, The Sopranos'tan bildiğimiz Tony'nin arızalarının, karizmasının, liderlik vasıflarının rol modeli olabilmesi için gerekli ışığı göremediğimiz Dickie'nin "who made Tony Soprano" cümlesinin hakkını vermediğini yinelemek gerek. Dickie ve Tony'nin iyi anlaşmaları, hatta Tony'ye babasından daha yakın olması çok yüzeysel kalmış. İkilinin beraber yaşadıkları bir tecrübe, uzun süre unutulmayacak bir anı göremiyoruz. Dolayısıyla Dickie'nin Tony'nin kişiliği üzerinde nasıl bir etki bıraktığı havada kalıyor. Michael Gandolfini'nin bu filmde iyi kullanılması çok önemliydi. Ona baktıkça 8 yıllık dolu dolu bir yolculuğun baş kahramanının genlerini taşıdığını hissetmemek çok zor. Tony Soprano'nun ergenliği için 20'li yaşlarının başındaki bir Gandolfini mükemmel seçim olmuş. Michael için bu belki de hayatının rolüydü. Ama o genler böyle bir filmle sanki boşa harcanmış. Dizide izleyip benimsediğimiz karakterlerin daha genç hallerini görmek, ancak diziyi özletmeye yarıyor. Kostümü, makyajı, sanat yönetimiyle iyi çekilmiş, oyuncu kadrosu da fena durmayan film, Dickie Moltisanti'nin sıkıcı iş ve özel hayatına o kadar düşmüş ki, Elinde Tony Soprano'nun gençliği ve bu gençliği her şeyiyle çok iyi dolduran James Gandolfini'nin oğlu varken bu fırsatı geri çevirmiş gibi adeta.

7 Ekim 2021 Perşembe

Flickan (2009)


Yönetmen: Fredrik Edfeldt
Oyuncular: Blanca Engström, Shanti Roney, Annika Hallin, Tova Magnusson, Leif Andrée, Ia Langhammer, Vidar Fors, Emma Wigfeldt, Michelle Vistam, Krystof Hádek
Senaryo: Karin Arrhenius
Müzik: Dan Berridge

Karin Arrhenius'un senaryosunu yazdığı, Fredrik Edfeldt'in yönettiği Flickan, 1981 yazında İsveç taşrasında geçen dokunaklı bir büyüme hikayesi anlatıyor. Adı seyirciye söylenmeyen 9.5 yaşındaki kızın ebeveynleri bir yardım projesi için Afrika'ya gideceklerdir. Kız da yeni bir ülke göreceği için çok heyecanlıdır. Ama son dakikada güvenlik nedeniyle o yaşta bir çocuğun Afrika'ya götürülmesinin önünde bir engel çıkar. Yolculuğu iptal etmeyen ebeveynler, kendileri yokken kızlarına göz kulak olması için sorumsuz, başına buyruk teyzesi Anna'yı çağırırlar. Beklendiği gibi yeğeniyle pek ilgilenmeyen Anna, sevgilisiyle denize açılmak için küçük kızı evde bir başına bırakınca, kızın hayatı boyunca unutamayacağı bir yaz macerası başlar. Yalnızlık temalı filmleri yetişkinlerin türlü bakış açılarıyla izlemiş seyirci için Flickan, nadir biçimde bu defa küçük bir kız çocuğu üzerinden bu temanın dinamiklerini yoklayan bir film. Yan karakterler ve olaylarla gayet iyi desteklense de özünde kızın yalnızlığını, terk edilmişliğini betimlemek, şekillendirmek, bir olgunlaşma evresi olarak demlemek niyetiyle hareket ediyor.

Ebeveynlerinin kendisini Afrika'ya götüremeyeceğinin anlaşılması sonucu geziyi iptal etmeyerek onu teyzesine emanet etmeleri, teyzesinin de sorumsuzca davranıp onu tek başına bırakması, her ne kadar dillendirilmese de, kızın içten içe istenmediği duygusuna kapılmasına neden oluyor. Film duygusal açıdan öyle sakin ve melankolik bir atmosfer kuruyor ki, bu duygunun dillendirilmemesinden güçlü bir dil kuruluyor adeta. Kızın yeniden kurmak zorunda kaldığı rutinlerden ya da bir anda rutinsiz kalmaktan doğan dengesizlikler onu ince çizgiler üzerinde yürümeye zorluyor. Doğruyu yanlıştan tam olarak ayırt edemeyen bir yaşın saflığıyla, kendi içinde kabullenmek zorunda kaldığı teyzesinin sorumsuzluğunu ifşa etmemek adına onu soran komşusu Gunnar'a yalanlar söylüyor. Daha fazla dışlanmamak için kız arkadaşları Tina ve Gisela'nın zorbalıklarına karşı gelemiyor, onu kullanmalarına izin veriyor. Sınıf arkadaşı Ola ile ara ara yalnızlığını paylaştıkça yükü hafiflese de, yağmurlu bir gecede anne babasının yatağına, onların da orada olduklarını hayal ederek sığınıyor. Filmin bu tek kişilik dünyasında yarattığı yan karakterlerin ve tasarladığı olayların hepsi, küçük kızın yalnızlığının şekillendirilmesine abartısız ve doğal yollarla hizmet ediyor.

Yetişkinlerin dünyasında tek başına bırakılmış 9.5 yaşındaki bir kız çocuğunun muğlak psikolojisine çok fazla müdahaleci ve didaktik davranmayan senaryo, onu yazan Karin Arrhenius'un ne derece otobiyografik dokunuşlarda bulunduğunu bilmesek dahi yolunu iyi çizmiş denebilir. Bu psikolojiden iyi anladığını, bunu yorumlarken de sınırlarını iyi belirleyip dağılmadığını, yaşanacak bazı gerginlikleri görmezden gelmediğini, hüzünlü bir konfora sığınmayı zayıflık olarak görmediğini hissettirebiliyor. Balonla gelen adam gibi bir yanıyla çocuksu ama yalnızlığın balon gibi dar bir alanda da olsa özgürleştirici metaforuna bakan, belki de Arrhenius'un gerçekten başına gelmiş bir olayın eklenmiş olması da etkileyici. Yaşamamış olsa da onun hayal gücünün hoş bir ürünü olsa gerek. Arrhenius sadece bu olayı değil, filmdeki her şeyi (ya da bir kısmını) yaşamış mıdır bilemeyiz. Ama en azından filmde Blanca Engström tarafından tüm saflığı ve doğallığıyla canlandırılan kız gibi çocukluğunda hayatı boyunca unutamayacağı bir yaz geçirmiş ve o yaz yaşadıklarını kimselere anlatmamış olması muhtemel. 2009 Berlinale'de En İyi İlk Film Onur Mansiyonu ve Özel Mansiyon ödülleri, Atina Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Seyirci Ödülü ve Fredrik Edfeldt'e En İyi Yönetmen Atina Kenti Ödülü olmak üzere ödüller kazandıran Flickan, Dan Berridge'in müzikleri, usta İsviçreli Hoyte Van Hoytema'nın görüntü yönetmenliğiyle taçlanan özel bir film.