28 Temmuz 2023 Cuma

As bestas (2022)

 
Yönetmen: Rodrigo Sorogoyen
Oyuncular: Marina Foïs, Denis Ménochet, Luis Zahera, Diego Anido, Marie Colomb
Senaryo: Isabel Peña, Rodrigo Sorogoyen
Müzik: Olivier Arson

Rodrigo Sorogoyen'in Isabel Peña ile birlikte senaryosunu yazdığı ve kendisinin yönettiği İspanya/Fransa ortak yapımı As Bestas, Galiçya’nın iç kesimlerinde bir köye yerleşen Fransız Antoine ve Olga çiftini izliyor. Metruk yapıları tamir edip yaşanır hale getirerek, sebze yetiştirerek ve ürünlerini köy pazarında satarak, doğayla uyumlu, sakin, huzurlu bir hayat sürdürmektedirler. Ne var ki ekolojik gerekçelerle köye bir rüzgar enerjisi santrali kurulmasına itiraz ettikleri için komşularıyla araları iyi değildir. Que Dios nos perdone (2016), El reino (2018), Madre (2019) gibi üç güzel uzun metrajdan sonra dördüncüsü olan As Bestas ile İspanyol sinemasındaki yerini her yeni filmiyle sağlamlaştırdığını gösteren Rodrigo Sorogoyen, aynı zamanda ülkesindeki dizi sektöründe de yönetmen ve senarist olarak aktif bir rol sahibi. Sıklıkla Sam Peckinpah referanslarıyla karşılanan film, bu referansın altında ezilmeyen güçlü bir psikolojik gerilim. Özellikle çifte komşu olan, anneleriyle yaşayan Xan ve Lorenzo kardeşlerle Antoine arasındaki gerilim kimyasını çok iyi kullanan Sorogoyen, bu husumet ve psikolojik zorbalığın vitesini aşama aşama yükselterek neo-western türünün kaliteli örneklerinden birine imza atıyor.

Sorogoyen ve Peña, senaryoyu yazarken 2010 yılında yaşanan gerçek bir olaydan esinlenmişler. 2016 yılında Andrew Becker ve Daniel Mehrer tarafından yönetilen Santoalla adlı belgeselde etraflıca anlatılan bu olayda, Hollandalı Martin Verfondern ve Margo Pool çiftinin şehrin boğuculuğundan uzakta doğa ile iç içe yaşama ve organik tarımla uğraşma hayallerini gerçekleşmek için İspanya'nın Santoalla do Monte köyüne taşınıyorlar. Ancak orada yaşamakta olan Rodríguez ailesi ile yıldızları pek barışmaz. Kereste şirketinin o bölgedeki tek hane olan Rodríguezlere yaptığı ödemeler ikiye bölüneceği için buna yanaşmayan Rodríguez ailesi Hollandalı çifti yıldırmaya çalışıyorlar. As Bestas'ta ise Hollandalı çift Fransız, kereste şirketi de rüzgar enerjisi santrali unsurlarıyla değiştiriliyor. Tabii senaristler bu olayın verdiği ilhamla kendi gidişatlarını tayin ediyorlar. Xan ve Lorenzo kardeşlerin "Fransız" diye hitap ettikleri Antoine ile yüzyüze olduğu kadar gizliden uğraştıkları bölümler amaçlandığı üzere gerçekten sinir bozucu. Filmin bu noktada sunduğu ikilem, bölgenin yerlisi olan, fakirlikten ve fakirliğin getirdiği dışlanmışlıktan bunalmış köylülerin (ki filmde onları temsilen sadece Xan ve Lorenzo kardeşlerle anneleri var) rüzgar tribünleri sayesinde nihayet refaha kavuşacak olmaları, ne var ki geleli sadece birkaç yıl olmuş Fransız çiftin bu refahın önünde engel teşkil etmelerinden ibaret. Öte yandan Antoine ve Olga ne olursa olsun böyle davranılmayı hak etmiyorlar. Tek istedikleri doğal bir ortamda tarımla uğraşıp emeklilik sonası hayatlarının geri kalanını huzurlu geçirmek.


Film, Fransız çiftin bu Galiçya köyüne yerleşmesinden belli bir süre sonrasında başlayarak zaman kazanıyor. Antoine'ın iki kardeşle husumetinin de çoktan başladığını görüyoruz. Böylece iki taraf arasındaki gerginliği yansıtan sahnelere de bol bol yer kalıyor. Sorogoyen, bu küçük coğrafyanın kendine özgü rutinini, sade güzelliğini, Antoine ve Olga'nın burada buldukları huzuru resmederken bu gerginliği hep yanında tutuyor. Hatta doz arttıkça deyim yerindeyse her şey onların olduğu kadar biz seyircilerin de burnundan gelmeye başlıyor. Öğrencilerin okulda maruz kaldıkları akran zorbalığına benzer ilişki türlerinin her yaştan insan arasında yaşanmasının, bunun perdede defalarca izlenmesinden doğan sinir harbinin sahiciliği tüm filmi kaplıyor. Bir seyirci olarak ekran karşısında Antoine'dan beklentiler arttıkça ve bu beklentiler o sahicilik duvarına çarptıkça adeta psikolojik gerilim ile korku arasında gidip geliyoruz. Christian Tafdrup filmi Speak No Evil'da benzer şekilde karakterler arasındaki güç dengelerini masaya yatıran gergin anlatım, As Bestas'ın genlerinde de yer alıyor. O filmde Bjørn'un, burada ise Antoine'ın temsil ettiği aile reisi tanımının edilgenleştirilmesi aslında anlatımda oluşan gerginliğin en önemli sebeplerinden biri. Pasivize olmuş erkekliğin muhasebesi, o erkeğin görkemli geri dönüşüyle intikam güzellemeleri şeklinde karşımıza çıktı. İşte bu algıyı kırmaya oynayan Speak No Evil ve As Bestas gibi filmlerdeki o ürkütücü gerçekliğin ekranı dar etme gücü yadsınamaz.

La Rapa das bestas de Sabucedo, İspanya'nın Sabucedo şehrinde her yıl Temmuz ayının ilk Cuma, Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günleri olmak üzere dört gün boyunca düzenlenen gösterinin adı. Atları dağdan toplayıp, tıraşlamak, mikroçiplerle işaretlemek, bunları yaparken herhangi bir ip, sopa ya da alet kullanmamak suretiyle gerçekleşen bu etkinlikte, aygırı tutmakla görevli olan "aloitadorlar", işlerini yapmak için yalnızca el becerilerini ve vücutlarını kullanırlar. Açılışta ağır çekim olarak izlediğimiz bir atın zapt ediliş görüntülerinin daha sonra filmin en kritik anına gönderme niteliğinde olduğunu fark ettiğimiz şık kurgu becerisi, önceki Sorogoyen filmlerinde de farklı şekillerde rastladığımız etkili dokunuşlardan biri. 2023 Goya Ödüllerini domine ederek En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Denis Ménochet), Yardımcı Erkek Oyuncu (Luis Zahera), Orijinal Senaryo, Sinematografi (Sorogoyen'in tüm filmleinde çalıştığı Alejandro de Pablo), Kurgu, Ses, Müzik dallarının galibi olan As Bestas, İspanya Sinema Yazarları Ödüllerini de ana dallarda fethetmiş, bunun yanında birçok festivalden de ödüller, adaylıklar kazanmış bir yapım. Fransız oyuncular Denis Ménochet ve Marina Foïs ile birlikte Galiçya kökenli usta aktör Luis Zahera'nın sürüklediği film, bu oyuncuların ustalıklarını rahatça sergileyebilecekleri birçok dramatik ve gerilimli an barındırıyor. Ménochet'nin sürekli mülayimliği test edilen Antoine yorumu, Zahera'nın adeta devleştiği meyhanedeki sahneler, Marina Foïs ve Marie Colomb'un anne kız olarak tartıştıkları sekans bu anlardan bazıları.

20 Temmuz 2023 Perşembe

The Savages (2007)


Yönetmen: Tamara Jenkins
Oyuncular: Laura Linney, Philip Seymour Hoffman, Philip Bosco, Peter Friedman, David Zayas, Gbenga Akinnagbe, Cara Seymour
Senaryo: Tamara Jenkins
Müzik: Stephen Trask

The Savages bir yetişkin aile dramı. Aile dediğimiz şey dramsız olmuyor tabi. Eşler arasında biten tutkular, çocukların ergenlik sancıları, çevreyle ilişkiler, parçalanmalar, biri bitince öbürü başlayan sorunlar bu dramların vazgeçilmez malzemeleri. Belli kalıplara yerleştirilmiş aile dramları kendi içlerinde fark yaratmaya da pek fazla uğraşmazlar. Bazen film ile izleyen arasında maya tutmaz. Bunun en önemli sebeplerinden biri de dramı yaşayan aile ile seyircininki arasındaki kültür, anlayış, ve yapı farklılığı oluyor. Jon ve Wendy Savage kardeşleri bir araya getiren hasta, yaşlı ve aksi babaları Lenny’nin bir anda yersiz yurtsuz kalması da aradaki kültür farkı ne olursa olsun “sorumluluk” denen evrensel olguyu vurguluyor. Hayatlarında zaten uğraşmaları gereken yeterince sorun ve sorumluluk varken bir de babaları için endişelenmek zorunda kalmaları, yetişkin iki evladın kendi içlerine dönmelerini de sağlıyor.

Bölünmüş bir ailenin beklenmedik bir olay sonrası tekrar bir araya gelmesi, geçmişin muhasebesinin yapılması, sırların su yüzüne çıkması, geç kalmış da olsalar birbirlerini anlamaya başlamaları üzerine izlediğimiz film sayısı bir yana, bunlar gerçekten yaşadığımız olaylar bile olabilir. Yani izleyen olarak belki de bizzat tecrübe ettiğimiz olaylar hakkında izleyeceğimiz filmlerde hatalar bulmak veya yakınlık kurmak daha da kolaylaşır. The Savages genel olarak bu kalıp üzerinden ilerlese de bazı özellikleri ile klasik bir Hollywood aile dramından kendini sakınıyor.

Film her ne kadar sert ve uç öğeler barındırmasa da, umulanın aksine zararsız bir karanlığa, karamsarlığa sahip. Açılışta güneşli gökyüzü altında tertipli, düzenli, temiz müstakil evlerin ve civarında uyuşturulmuş bir huzurla, sıkıcı rutinlerle ölümü bekleyen yaşlı insanların bulunduğu donuk görüntülerle yaratılan “yaşlı cenneti”, yerini soğuk ve yağışlı yalnızlığa bırakıyor. Uzun zaman önce koptukları babalarına kalacak bir yer aramak zorunda kalan Savage kardeşler ve hakkında fazla bilgi verilmeyen baba Lenny Savage, oldukça sakin, karamsar ve kasvetli bir atmosfer içinde bu bağımsız karakterdeki filmin odağını oluşturuyorlar.


İki kardeşin 20 yıl sonra bir araya geldikleri babalarıyla olan ilişkileri dışında, tiyatro hocası Jon’ın ülkesine dönmek zorunda kalan Polonya’lı sevgilisi ile ilişkisinden ziyade, Wendy’nin evli bir adamla yaşadığı yasak ilişkisine biraz daha yakından bakmayı seçen film bu anlamda arzu edilen bir dengeyi sağlayamamış görünüyor. Doğal olarak bu ilişkilerden hareketle Wendy’nin iç çekişmeleri ile daha fazla ilgileniyor. Wendy’nin evli sevgilisi ve bakımevinde babası ile ilgilenen siyah hastabakıcı Howard ile yaptığı toplamda ihanet, ölüm, edebiyat temalı konuşmalar, izleyen nazarında Wendy’nin en fazla ilerleyen karakter olmasını sağlıyor. Karakter gelişimlerinin bu gibi yan unsurlara olan ihtiyacını hissettiriyor. Keşke aynı ilgi Jon’a da gösterilseymiş diye düşündürmeden edemiyor. Yine de geçmişi geçmişte bırakmış, kişilikleri ve sorumlulukları arasında kalmış kent insanı iki kardeş rolünde Philip Seymour Hoffman ve Laura Linney’in her yönden birbirine uyumu gayet olumlu.

Yıllar sonra bir kişi eksikle bir araya gelen Savage ailesi fertlerinin birbirleri ve geçmişle yüzleşme aşamaları esnasında flashback kullanılmaması da ayrı bir özellik. Onun yerine ödüllü senaryosunun sağladığı belki de daha dinamik bir yol izlenmiş. Geçmişe dair kareler görmememize, iki kardeşin ebeveynleriyle geçmişte neler yaşadığına fazla değinilmemesine rağmen, kopukluğun sebeplerinden çok, yaşadıkları şimdiki zamanın gelecek zamana uzanan karamsarlığı ile donanmış bireylerin hikayesi bu. Yaşlılığın, yaşlanmanın ve ölümün bu iki kardeşe yansıması ile aslında insan olarak tüm bu kavramlara olan hazırlıksızlığımızı sessiz ve derinden yüzümüze vuruluyor. Ayak parmağımızın durumunun bile ölümün habercisi olduğunu bilmek gibi mesela.

13 Temmuz 2023 Perşembe

Kreuzweg (2014)

 
Yönetmen: Dietrich Brüggemann
Oyuncular: Lea van Acken, Franziska Weisz, Lucie Aron, Florian Stetter, Moritz Knapp, Michael Kamp
Senaryo: Anna Brüggemann, Dietrich Brüggemann

Anna ve Dietrich Brüggemann kardeşlerin senaryosunu yazdığı, Dietrich Brüggemann'nın yönettiği Kreuzweg, 14 yaşındaki Maria'yı izliyor. Maria koyu Katolik ailesinden öğrendiklerini günlük yaşamına aktarmada sıkıntılar yaşadığı için sürekli ikilemlere düşüyor, evde ve okulda dışlandığını hissediyor. Buna rağmen yolundan şaşmadığı gibi, daha da ileri giderek konuşamayan küçük erkek kardeşinin iyileşmesi için kendini kurban etmeye karar veriyor. Böylece hem kardeşini iyileştireceğine, hem de İsa’nın çarmıha geriliş sürecinde çile çektiği 14 duraktan geçerek bir azize olacağına inanıyor. Kreuzweg bu 14 durağı 14 ayrı bölümle veriyor. Buraya kadar her şey normal. Farklı olan ise, her bir bölümün sabit kamerayla tek plan çekilmiş olması. Sadece 1-2 bölümde kamera tek planı bozmadan yavaş bir şekilde hareket ediyor. Dietrich Brüggemann, her bölümde uygun bir yere sabitlediği kamerasıyla, o bölümün başrolünde kimler varsa akıcı diyaloglarla tek plan çekimini yapıyor ve diğer bölüme geçiyor. Bu kimi zaman bir yemek masası, kimi zaman hareket halindeki bir araba, bir spor salonu, günah çıkarma kabini veya muayene odası olabiliyor. Her bir bölüm İsa'yı temsilen modern bir toplumda bu çileli süreci farklı şekillerde tecrübe eden Maria'nın adım adım trajediye giden yoluna atfediliyor. Zaten Maria da adını Maria Magdalena'dan, yani Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak bilinen, Yeni Ahit'e göre İsa'nın takipçilerinden biri olan ve ölüp gömüldükten sonra dirilen İsa'yı ilk gören kişiden alıyor.

Brüggemann, bu 14 bölüm, sabit ve tek plan anlayışıyla filmini biçimsel olarak farklılaştırma yoluna gittiği kadar, Maria'nın tek planlara hapsoluşuyla betimlediği sosyal sıkışmışlığına da vurgu yapıyor. Yobaz annesi, pasif babası, küçük kardeşleri ve bakıcıları Bernadette ile aynı evde yaşayan, sevimli, uyumlu, çalışkan bir çocuk olan Maria, üzerindeki manevi baskıya teslim olmuş, hatta bu maneviyatı bir baskı gibi algılamaktan geçip hayatının gayesi haline getirmiş. Her ne kadar müzik dinlemenin şeytana uymak, karşı cinsten bir yaşıtını düşünmenin günah sayıldığı bu baskıcı ortamı kabullenmiş görünse de, yaşının verdiği ufak heyecanlara da imrenmiyor değil. Kendisinden hoşlanan sınıf arkadaşı Christian'ın kilise korosuna katılma teklifini bir kız arkadaşından aldığı yalanını annesine söyledikten sonra pişman olan, bunu itiraf ettikten sonra da yeni bir krize yol açan Maria, aslında farklı karakterdeki sosyal açmazlara düşmüş günümüz genç kuşağının bir numunesi. Aşırı serbestlik veya aşırı baskı sonucu farklı mecralara, inanışlara, en kötüsü de cehalete sürüklenen bu kuşağın büyüme sancıları da çok çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyor. Brüggemannlar, Maria'nın büyüme hikayesinde annesi ve rahip Weber gibi rehberlerin bir genç kızın hayatında nelere sebep olabileceğinin vurgusunu yaparken bu cehaletin Hristiyan dini özelindeki detaylarına da eğiliyorlar. Bu hayal mahsülü dini detaylarla dolu ifadelerin yarattığı teolojik bunaltıcılığı iyi kullanan Brüggemann kardeşler, başka dinlere mensup cahillerin gözünde Hristiyan propagandası yapmakla bile suçlanabiliyorlar. Oysa günahtan ve yasaktan başka bir şey bilmeyen din olgusunun sadece Hristiyan tarafındaki yansımasının zekice eleştirilmesi söz konusu.

Bilimsel olarak açıklanabilecek bir şok sonrası tepkiyi bile mucize olarak yorumlama eğilimindeki cehalet canavarından insanoğlunu kurtarmak, İsa'nın dirilip yeryüzüne inerek insanoğlunun kurtaracağı beklentisinden daha hayati önem taşıyor. Bu canavarın pençesine düşmüş Maria gibi binlerce çocuk ve gencin din, din adamları, kutsal kitap masalları, hatta birer Tanrı figürünü oynayan kendi dindar ebeveynleri tarafından istismar edilişlerine sarsıcı bir örnek teşkil eden Kreuzweg, sözünü ettiğimiz anlatış tekniğiyle oluşturduğu farklı klostrofobik atmosferler sayesinde din eleştirisi üzerine yapılmış en iyi Avrupa yapımlarından birisi. 2014 yılı Berlin Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Senaryo Gümüş Ayı ve Ekümenik Jüri ödülleri alan film, Maria rolündeki Lea van Acken ve annesini canlandıran Franziska Weisz'in performanslarıyla taçlanıyor. Özellikle anne-kızın karşılıklı kesintisiz ve sabit plan sahnelerinin inişli çıkışlı teatral tansiyonu harikulade. Sahnelere göre kameranın konuşlandırılışı ve diyalogların sürükleyiciliği, sık sık kamerayı unutmamıza ve o sabitliği hissetmememize sebep olabiliyor. Ama güçlü biçimde hissettiğimiz şeyler de var ki, hayatının baharındaki Maria'nın bu baharın nimetlerini saçma adanmışlığına kurban edişine, annesinin bağnazlığına, babasının pasifliğine duyduğumuz öfke duygusu en baskın olanı. Ve tabii ki güzel, parlak, zeki Maria'nın manasız inancı yüzünden pençesine düştüğü cehaletin, içine düştüğü durumun hüznü.

8 Temmuz 2023 Cumartesi

The Full Monty (1997)


Yönetmen: Peter Cattaneo
Oyuncular: Robert Carlyle, Mark Addy, Tom Wilkinson, William Snape, Steve Huison, Emily Woof, Paul Barber, Hugo Speer, Lesley Sharp
Senaryo: Simon Beaufoy
Müzik: Anne Dudley

The Full Monty
, ak komedi-kara komedi gibi nitelemelerin her ikisinden de biraz nasibini alan eğlenceli ve eleştirel bir yapım. Açılış sizi yanıltmasın. Filmin iyi oturabilmesi için çok da güzel bir Sheffield tanıtımı bizi karşılıyor. O girişte bulunmayan bazı bilgileri de biz verelim. Çünkü bu da bizim yazının iyi oturmasını sağlayacak! İngiltere’nin orta kesiminde yer alan Sheffield, çeliği, bıçak çeşitleri, tarihin ilk futbol kulübü olan Sheffield FC’si ve Pulp grubu ile ünlüdür. Aynı zamanda The Full Monty’nin geçtiği yer olan Sheffield, 1979-1990 arası hüküm sürmüş Margaret Thatcher hükümetinin liberal özelleştirmeleri sonucu allak bullak olmuş ekonomisinin yaraladığı yerlerden sadece biri. (Yine bir Sheffield’li olan Bruce Dickinson’un Iron Maiden isminde Thatcher’dan esinlendiği söylenir.) Diğer şehirlerde olduğu gibi bu bunalım ortamı sonucu Sheffield halkı günlerini boş çelik fabrikalarında, sokaklarda, işçi bulma kurumlarında, işsizlik maaşı kuyruklarında veya striptiz kulüplerinde geçirmekteydi.
 
İşte o kapanmış fabrikaların birinde satacak bir şeyler arayan Gaz (Robert Carlyle), oğlu Nathan ve kankası Dave (Mark Addy), şehirde bir klüpteki erkek striptiz grubunun geldiğini duyan kadınların klübe akın ettiklerini görünce merak edip gizlice içeri girerler. Gördükleri manzara karşısında, işsiz güçsüz hayatından bunalan Gaz’ın aklına buna benzer bir grup kurma fikri iyice yatar. Kuracağı grubun da yine işsizlerden oluşması kaçınılmazdır. Boşandığı eşinden oğlunun velayetini alabilmesi için paraya ihtiyacı olan Gaz ve striptiz gösterisine giden eşiyle ilişkisinde kendine güven sorunları yaşayan Dave’in yanında, aylar boyu eşini bir işte çalıştığını söyleyerek kandıran Gerald (Tom Wilkinson), saftirik gece bekçisi Lomper (Steve Huison) ve bu ekipten oluşan jürinin seçtiği Horse (Paul Barber) ve Guy (Hugo Speer) ile dans ekibi tamamlanır. Ortak noktaları işsizlik olan bu kaybedenlerin artık başka bir ortak paydaları olmuştur. Dans!. Ama biraz edepsiz olanından.. Bu karakterlerin bahsedilen dramatik yönlerine paralel ilerleyen dans misyonları, filme komedi-dram arasında çok dozunda bir denge sağlamış. Nefis hazırcevaplıklar ve çok komik sahneler mevcut. Zaten striptiz yapmaya soyunan kilolu, kıllı, çelimsiz, yaşlı başlı adamlar hazır malzeme.


İngiliz sinemasının ele aldığı sancılı konuların birçoğunun, ekonomik yaptırımların ve başarısızlıkların bireylere ve sosyal yaşamlarına dayattığı güçlüklerden kaynaklanması boşuna değil. Şimdi bu kaynaktan beslenen başka ülke sineması yok mu? Elbet var, ancak İngiliz milleti özellikle Thatcher sonrası fena halde abandone olmuş bir vaziyette kraliyet soyunun vurdumduymazlığı, IRA, ecstasy, futbol fanatizmi, işsizlik, ırkçılık, sömürgeci zihniyet gibi meselelerle boğuşmak zorunda kaldı. Ekstra bir yaratıcılığa gerek bırakmayan, yaşanmış korkunç dramlar veya trajikomik ayakta durma çabalarından beslenen sıra dışı anlayışlar, bu sinemayı belli açılardan oldukça sivriltti. Aşklar, çivi çiviyi söker misali daha sert yaşandı, istikrarsız ortam yüzünden yerini kıskançlıklara, ihanetlere bıraktı. Öfkeleri dizginlemek çok zordu. İşsizliğin, yoksulluğun faturası yine kendi gibi olan bireysel hedeflere kesildi. Akıl almaz aile dramları yaşandı. Cinsel istismar, pornografi, alkol, uyuşturucu kullanımı aldı yürüdü. Bu çürümüşlüğün arasında var olma savaşı veren bireylerde ve gruplarda günü kurtaran, ama çok iyi kurtaran ufak çapta kahramanlık, direniş, reddediş, risk alış, yükseliş ve yere çakılış hikayeleri yaşandı.

İngiliz sinemasının tüm bu olanlara karşı duyarsız kalması imkansızdı. Ken Loach, Alan Parker gibi sinema adamları bu çürümeyi pek çok katmanda işlediler. Tavırları çok ciddi ve sertti. Ama bu yozluğun o meşhur İngiliz mizahı ile birleştiği örnekler de gerçekten tadından yenmiyordu. Çamur, bütün türlere sıçramıştı elbette. Ama ondan güzel heykeller çıkaranlar işini biliyor, mizahın karalığı, aklığı, griliği doğru ellerde su gibi yolunu buluyordu. The Commitments, Brassed Off ve daha birçok örnek, eleştirel komedilerini The Full Monty ruhuyla perdeye aktardılar.


Acemi striptizcilerin işsizlik maaşı kuyruğunda Donna Summer’ın Hot Stuff şarkısını duydukları, gösteri provası yaptıkları, TV’de Flashdance filmini izledikleri ve karakola düştükleri sahneler yerelere serecek türden. Hele de striptiz marşı olmuş Tom Jones’un You Can Leave Your Hat On eşliğindeki o muhteşem final mutlaka görülmeli. Tam bir zafer anı!. Filmde yine striptiz klasikleri sayılan The Stripper, Rock’n Roll Part 2, You Sexy Thing parçalarını ve daha fazlasını duymak mümkün. Carlyle ve Wilkinson çok sevdiğim iki aktördür. Özellikle de Wilkinson... Bu filmdeki rolü onun ciddi karizmasına bambaşka bir yenilik eklemiş, çok da güzel olmuş. Zoraki kaybedenler konumundaki bu insanların hayatlarına soktukları dans olgusu, kendini kabul ettirmeyi, paslanmadığını kanıtlamayı, sosyalleşme çabalarını sembolize ediyor. Dans, spor, müzik, sanat zaten bu ispatın peşinden gitmez mi? The Full Monty de onurun peşinden gidiyor. “500 milyon spermin arasından birinci geldiğimiz için hepimiz aslında kazananlarız” kolaycılığını ve Pollyannacılığını gururuna yediremeyen aslan gibi bir film.