29 Eylül 2015 Salı

Backcountry (2014)


Yönetmen: Adam MacDonald
Oyuncular: Missy Peregrym, Jeff Roop, Eric Balfour, Nicholas Campbell
Senaryo: Adam MacDonald
Müzik: Frères Lumières

Adam MacDonald'ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj film olan Backcountry, Kanada’nın vahşi doğasında bulunan Blackfoot bölgesine kamp yapmaya giden genç çift Alex ve Jenn'in başlarından geçenleri giderek artan bir gerilimle anlatıyor. Bu bölgeye girmenin o sezonda çok tehlikeli olmasından ötürü yasaklanmasını umursamayan Alex'in özgüveninden dolayı yanına harita almak istememesi, Jenn'in aldığı önlemleri hafife alması, yine Jenn'in telefonunu gizlice arabada bırakması, seyirciye tehlike çanlarını duyurmakta gecikmiyor. Ama bu tehlikenin nereden geleceğinin belirsizliği, bağımsız film minimalliği çerçevesinde açık alanda seyirciye klostrofobi yaratmakta gayet başarılı.

Turist rehberi Brad ile karşılaşmaları, sempatik Brad'in tuhaf biçimde yarattığı gerginlik, ormanda rastlanılan dev pençe izleri, Alex'in bir yol ayrımında yanlış yönü tercih etmesi sonucu kaybolmaları iki sevgili arasında suların ısınmasına sebep oluyor. Doğa dengelerine alışık olmayan insan davranışlarının bu farklı ortamda tedirgin biçimde su yüzüne çıkmasına kendince sakil durmayan basit tepkiler veren film, yapmacık olma tehlikesini sık sık bertaraf edebiliyor. Hem bu tedirginlik hali, hem de gerçekçi durma iyi niyeti güzel doğa görüntülerinden de nemalanıyor. Böylece tadı çıkarılacak bir aktivite olarak kamp yapma hadisesi, insanın doğaya olan aidiyetinin sorgulandığı tehlikeli bir dönüşüme uğruyor.

Filmden "aşırı özgüven, hataları tetikler", "vahşi doğada modern insanın hiçbir değeri yoktur" gibi mesajlar içi dolu biçimde alınırken, ne gereği varsa "kadınlar tektaş yüzüğü sever" diye bir mesaj, belki mesaj olsun diye değil ama bir şekilde mesaj algısı yaratır biçimde filme musallat edilmiş. Ama modern yaşam ile el değmemiş vahşi doğa kanunlarının ihtilafını betimlemek için bir sembol olarak kullanılma uzak ihtimalinden de söz edilebilir. Düz oyunculuk performansları bir yana, filmin kırılma noktasından sonra özellikle Jenn rolündeki Missy Peregrym'in fiziksel efora da dayalı oyunu dikkat çekici. Backcountry, bazı eksiklerine ve bunların sebep olduğu düşük puanlarına rağmen kendi türünde şans verilmeyi hak eden bir film.

21 Eylül 2015 Pazartesi

The Cove (2009)


Yönetmen: Louie Psihoyos
Müzik: J. Ralph

Eski bir yunus eğitmeni olan, hatta 1960'ların ünlü televizyon dizisi Flipper'ı canlandıran 5 yunusu yakalayıp eğiten, aynı zamanda dizide de rolü bulunan Ric O'Barry, bu yunuslardan birinin stres yüzünden kollarında intihar etmesiyle büyük bir uyanış yaşayıp, yunusların doğal ortamlarından koparılmalarına karşı yılmaz bir aktiviste dönüşmüştür. Yıllarca yaptığı şeyin bir hata olduğunu anlamayıp, bundan sonrasında yunuslara ve balinalara karşı yapılan tüm kötü muamelelere karşı çıkarak kefaret arayışına giren O'Barry, Japonya sahil şeridindeki Taiji bölgesinde katledilen yunusları kurtarmak için yönetmen Louie Psihoyos ile biraraya geliyor. Başta temkinli yaklaşsa da sonradan kendini bu katliamın ortaya çıkması için bir farkındalık yaratmaya adayan O'Barry'ye yardım eden Psihoyos, balıkçılar ve hükümet emrindeki polis teşkilatının engellemeleriyle karşılaşır. Bölgedeki bir koyda yunusların vahşice öldürülmesini filme alıp tüm dünyaya duyurmak isteyen O'Barry ve Psihoyos, bunu yasal yollardan yapamayacakları için çok tehlikeli bir plan yaparlar. Yunus katliamını önlemek bu amacın çok önemli bir parçası olsa da, bu işin aslında çok katmanlı boyutları da gözler önüne serilir.

2010 yılında En İyi Belgesel Oscar'ı kazanmış The Cove, arkasında milyon dolarlık bir pazar bulunan yunus parkı eğlencesine en önemli kaynağı sağlayan Taiji'de yaşananların perde arkasını, bu arka planı ortaya çıkarma sürecinin detaylarını işleyen mükemmel bir belgesel. Yaptığı bireysel eylemlerle defalarca tutuklanmış olan O'Barry, gizlice girdiği ve tanınmamak için maskeyle dolaştığı Taiji'de yönetmen Psihoyos ile buluşup ne yapabilecekleri hakkında kafa yoruyorlar. Bu hayvanların öldürülmesini durdurmak için yapabilecekleri tek şey, tabii ki görüntü alabilmek. Ama güvenlik önlemleri, yabancıları takip eden casuslar, gözaltına alındıktan sonra yaklaşık 1 ay süresince işkence gördükten sonra tutuklanma tehlikesi, o koyda neler olduğuna dair gerçekleri elde etme önünde mühim bir engel teşkil ediyor. Ama Psihoyos, sinema efektörlerinden profesyonel dalgıçlara, kamera dublörlerinden bilim adamlarına kadar varan bir grup ismi biraraya getirerek bu amacı gerçekleştirme uğruna gerilla yöntemlere başvuruyor. Kendi tabiriyle Ocean's 11 gibi bir ekip kuran yönetmen, gerilim dolu birkaç denemeyi değme macera filmlerine taş çıkaracak kadar gerilimli ve akıcı bir kurguyla aktarıyor.


Ama The Cove, sadece bu deneme sürecini anlatmaktan ibaret bir yapım değil. Yunus ve balina avının ekonomik, sosyal, kültürel, duygusal boyutlarıyla, tüyler ürperten gerçekleriyle, insani ve vicdani muhasebeleriyle kusursuz bir arka plan oluşturarak bunu yapıyor. Toplumun her kesimine sıçramış bir çürümenin parçalarını birleştirmeye çalışıyor. Örneğin Dünya Vahşi Yaşam Örgütü, GreenPeace, Uluslararası Hayvan Yardım Fonu gibi milyon dolarlar toplayabilen oluşumların yunus katliamları için sessiz kalması, IWC (International Whaling Commission - Uluslararası Balinacılık Komisyonu) yönetmeliğinde devletlerin bilim araştırmalarında kullanmaları için balinaları avlamalarına izin vermeleri, bunu fırsat bilen Japonya'nın yılda yaklaşık 23.000 yunusun katledilmesini sağlaması, buna bağlı olarak Doğu Karayipler'deki tüm fakir adaları IWC üyesi yapıp onlardan kendi lehlerinde oy kullanmaları için rüşvet vermesi gibi daha pekçok akıl almaz yöntemlerden haberdar oluyoruz. Park ve akvaryumlara gönderilen yunuslardan hayvan başına 150 bin dolar kazanıldığını, seçilmeyen yunusların da o koyda katledilip 600 dolardan et sektörüne pazarlandığını öğreniyoruz. Üstelik yunus etinin içerdiği yüksek oranda civa yüzünden zehirli olduğu gerçeğine rağmen. Bu etin sanki başka bir balığın etiymiş gibi pazarlanıp yasal olarak satılması, hatta okullarda çocuklara zorunlu olarak dağıtılması akıllara durgunluk veriyor.

The Cove "tüm sosyal değişimleri başlatan bireysel hareketler olmuştur" mottosunu destekleyecek bir sürü kanıta sahip ki, deniz canlılarını korumaya yönelik onca kurum, kuruluş, komisyon, organizasyon, örgüt, fon ne varsa hepsinin basiretsizliklerinden dem vurmasıyla ayrıca çok önem taşıyor. Yunus ve balinaların öldürülmesini eski geleneklere (ki Japon halkın bu geleneklerden haberi yok) ya da bu balıkların diğer küçük balıkları yiyerek balıkçılık sektörüne zarar vermesine bağlayarak meşrulaştırmaya çalışan IWC Japon temsilcileri algı operasyonlarına en iyi cevabı ekibiyle beraber bu belgeselde veren Louie Psihoyos, Oscar ile beraber dünyanın çeşitli yerlerinden aldığı birçok ödülle farkındalık yaratmayı başardı denebilir. Filmin sonunda elde edilen bazı başarılar kadar, birçok yardım kuruluşu, web sitesi, imza kampanyaları, konferanslar ile hala çaba gösterilmekte. Ekibin koya yerleştirdiği gizli kameralarla elde edilen görüntülerin bile tek başına bir fark yaratması gerekir. İşte o zaman Ric O'Barry'nin belgeselde yer alan şu cümleleri anlamını dehşet verici gerçeklikte bulur: "Yunus balığı gülüşü, doğanın en büyük aldatmacasıdır. Onlar hep mutluymuş gibi bir izlenim yaratır."

14 Eylül 2015 Pazartesi

O Lobo atrás da Porta (2013)


Yönetmen: Fernando Coimbra
Oyuncular: Leandra Leal, Milhem Cortaz, Fabiula Nascimento, Juliano Cazarré, Thalita Carauta, Isabelle Ribas
Senaryo: Fernando Coimbra

Üç kısa filmin ardından yazıp yönettiği ilk uzun metrajıyla pekçok ödül kazanan Fernando Coimbra filmi O Lobo atrás da Porta (Wolf At The Door), 6 yaşındaki kız çocukları Clara'nın tanımadıkları bir kadın tarafından kaçırılması sonrası perişan olan Bernardo ve Sylvia çiftinin çıkmazdaki evliliğine bakış atan sert bir dram. Bu kaçırılma olayında Bernardo'nun genç metresi Rosa bir anda baş şüpheli haline geliyor. Rosa'nın polis sorgusuyla bu ilişkinin başlangıcına gittiğimizde ise bizi ağır ağır tutkulu olduğu kadar gerilim dolu bir girdap içine çeken Coimbra, evlilik - yalnızlık, sadakat - ihanet zıtlıklarını akıcı ve tarz kaygısı güden bir anlatımla ele alıyor. Bu tarz, normalden biraz uzun ve diyaloglu tek planlarla olduğu kadar, nadiren hareketli kamerayla kendini belli ediyor. Özellikle Rosa'nın polis tarafından evinden alınışını filmin farklı zamanlarında bir ön, bir de arka plandan yansıtan bölümler çok etkileyici. İlk filmini çeken Coimbra, filmin genelinde yılların tecrübesine sahipmişçesine bir yönetim sergiliyor. Son ayların flaş dizisi Narcos'un iki bölümünü (La Gran Mentira ve You Will Cry Tears Of Blood) izlemiş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır.

Filmin bana göre olumsuz manada tek göze batan kısmı, Bernardo'nun polis sorgusu sırasında izlediğimiz Bernardo - Rosa ilişkisinin flashbacklerinin, bu kez Rosa'nın sorgusu sırasında en başa sarmış olması ki, olayın Bernardo alanı daha verimli biçimde kullanılabilirdi izlenimi uyanıyor. Yine de top Rosa'ya geçtiğinde film adeta yeniden başlıyor ve adım adım kaçırılma gizeminin ve yasak ilişkinin doğuracağı sonuçların kaygılı bekleyişi her yanımızı sarmaya başlıyor. Filmin özünü açığa çıkarmamak için fazla detaya inmek sakıncalı olabilir ama o öz, insanın bencilliği uğruna yapabileceklerinin çok çarpıcı bir boyutunu kucağımıza bırakıp giden nitelikte bir öz. Didaktik bir algı gözlerden kaçmasa da, ilişkilerin doğasına bir virüs gibi sızmaya meyilli şiddet, yalan, ihanet olgularının bedelleri üzerine bazen sarsıcı bir adalet anlayışını ihtiyaç gibi gören zihniyetler her zaman mevcut. Leandra Leal ve Milhem Cortaz'ın olağanüstü oyunculukları filmin gerçekliğini arttıran, tutku ve gerilimi bir potada yoğuran, yoğunlaştıran ve eriten nitelikte. O Lobo atrás da Porta, bittikten sonra da etkisini bir müddet sürdüren, sonrasında yaşanacakları detaylı biçimde kafalarda şekillendirebilecek dinamiklere sahip başarılı bir Latin Amerika sineması örneği.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Curse Of The Golden Flower (2006)


Yönetmen: Yimou Zhang
Oyuncular: Chow Yun-Fat, Gong Li, Jay Chou, Ye Liu, Junjie Qin, Jin Chen, Dahong Ni
Senaryo: Yu Cao, Yimou Zhang
Müzik: Shigeru Umebayashi

Yıl M.S. 928. Yer Çin Yasak Şehir. Tang Hanedanlığı. İmparator Ping yedi düvele nâm salan kudretiyle tahtında otururken, İmparatoriçe Phoenix (Zümrüt-ü Anka) bir müddettir sıkıntıda olduğu bir hastalıkla pençeleşmektedir. Çin halkının isimlerini duyduklarında dizlerini titreten ikilinin geçmişe dayanan husumetlerinden kaynaklı entrikalar zinciri sarayın dört bir yanını kuşatmıştır. Küçük oğulları ve İmparator'un birinci karısından olan büyük oğullarının yanı sıra, uzun süredir Yasak Şehrin dışında olan ortanca oğullarının dönmesi ile aile içi bilinmezlikler katlanması güç bir yöne doğru seyretmeye başlar.

İzlediğim Yimou Zhang filmlerine karşı hiçbir zaman tarafsız davranamadım. Sırtını sırf o benzersiz görselliğine dayamayan, hikayesini, hicivini, insani doğrularını şiirsel anlatımı ve masalsı görüntüleri ile birleştirmeyi refleks haline getirmiş yaşayan büyük bir usta olduğunu söylemek artık bana fazlalık gibi geliyor. Curse of the Golden Flower, diğer Yimou Zhang filmlerinden biraz daha farklı olarak aşka değil, entrikaya odaklanıyor. Aşkı hedef aldığı, genelde tarihsel dekorlu filmlerindeki uçarı romantizminde bile her zaman kontrolü elden bırakmayan ustanın işi burada biraz daha zordu. Çünkü sonuna kadar hakkını verdiği aşk kavramını askıya alıp, saray göreneklerine uzak olan bizlerin anlamakta zorlanacağı akıl almaz ilişkiler ve entrikalar yumağı üzerine ihtişamlı bir dram çekmesi, kalpsiz, ruhsuz bir film ortaya çıkarabilirdi. Nitekim bazı eleştirmenlere göre öyle de oldu. Hatta aşk unsurunu ensest bir bakış açısıyla yansıtması dışında, epik bir aşk hikayesi içermemesine rağmen ironik biçimde görkemli bir pembe diziye benzetenler bile oldu.


Fakat kendi adıma, hikayesine her zaman sadık kalan Yimou Zhang için bu filmde de beni rahatsız eden hiçbir şey olmadı diyebilirim. Tamam, o destansı aşk öykülerinden şimdilik bizi mahrum etmiş olabilir. Ama daha uzun süre bu durumdan uzak kalabilecek bir yönetmen değil kesinlikle. Üstelik bu filmde hicivinden yana bir şey kaybettiğine de katılmıyorum. Dışarıdaki tebanın durumunun esasında bu hikayenin meselesi olmadığına inanıyorum. Curse of the Golden Flower, sarayın kirli çamaşırlarını tüm açıklığıyla gözler önüne sermesiyle hiciv yönünden çok güçlü bile sayılabilir. Ama bahsedilen görsel zenginlik o kadar kuvvetli ve bazı tarihçilerin o dönem için “az bile” bulduğu ölçüde müsrif ki, bu sayede biz ekran başındakilere dışarısını bile düşündürme yetisine sahip. Bu renk ve ışık cümbüşünden de hiç rahatsızlık duymadım.

Curse of the Golden Flower, yönetmenin son dönemlerde bizi fena alıştırdığı koreografik açıdan üstün dövüş sahneleri açısından ele alındığında da tatminsizlik yaratabilir. Bu eksikliğin sebebi bana göre ikili, üçlü sahneler yerine daha çok kitlesel dövüş sekansları içermesinden kaynaklı. Bu ikisi arasında ciddi bir estetik farkı var. Ama buna rağmen bu kitlesel savaş sahneleri arasında son zamanlarda izlediğim en çarpıcı sahneler de yine bu filmdeydi. Dışarıda onbinlerle yapılan savaş ile içeride aile bireylerinin birbirleriyle girdiği Shakespeare oyunlarını anımsatan savaş arasında çok anlamlı bir paralellik de hissettim. Chow Yun-Fat teoride ve pratikte imparator kaftanını mükemmel taşıyor. Ama Yimou Zhang fetişi, 4o'ını geçmiş olan öyle bir Gong Li var ki, şahane oyunculuğu bir yana, rüya gibi güzelliğiyle filmin tüm görselliğini geri plana itiyor adeta. Hero, House of Flying Daggers ve güzel insan Ang Lee filmi Crouching Tiger Hidden Dragon gibi filmlerin gerisinde kalsa da, Curse of the Golden Flower, eşsiz Yimou Zhang koleksiyonunda hiç de sırıtmayan bir film bana göre.

5 Eylül 2015 Cumartesi

John Wick (2014)


Yönetmen: Chad Stahelski, David Leitch
Oyuncular: Keanu Reeves, Michael Nyqvist, Willem Dafoe, Alfie Allen, Dean Winters, Ian McShane, Adrianne Palicki, John Leguizamo, Lance Reddick
Senaryo: Derek Kolstad
Müzik: Tyler Bates, Joel J. Richard

Dublörlükten gelme Chad Stahelski ve David Leitch ikilisinin ilk yönetmenlik denemesi olan John Wick, Keanu Reeves rüzgarını da arkasına alarak 2014 yılının en gözde aksiyon yapımlarından biri olmayı başarmış bir film. Hastalığı neticesiyle ölen karısının ölümünden 5 yıl sonra, ondan tek kalan hatıra olan köpeğiyle münzevi bir hayat süren eski tetikçi John Wick, evinde bir grup adamın saldırısına uğrar. Arabası çalınır, dayak yer, en önemlisi de köpeği öldürülür. İntikam için kolları sıvadığı kişi, önceki işverenlerinden biri olan Rus mafyasının güçlü ismi Viggo Tarasov'un serseri oğlu Iosef'tir. Yeraltı dünyasında korkuyla anılan John Wick'in emekliliğini yarıda kesip intikam peşine düşmesi, yaklaşan savaşın habercisidir. Ve bu dublör arkadaşlar, tasarlaması hiç de zor olmayan bu hikayeyi, Keanu Reeves'in karizmasına dayanıp en iyi yaptıkları şey olan aksiyon ile donatarak anlatırlar. Kolayca başrolünde Nicholas Cage, Cuba Gooding Jr. veya Dolph Lundgren gibi B filmlerinin gediklisi bir aktörün yer aldığı, doğrudan DVD raflarına koymak için çekilebilecek bir film konusuna sahipken, daha önce hiç film yönetmemiş iki dublör tarafından A sınıfı sıkı bir aksiyon olarak ortaya çıkan John Wick'in başarı formülleri de gayet basit.

Dublörlüğün verdiği avantajlardan biri, seyircinin aksiyon beklentilerini çok iyi bilmek olsa gerek. Stahelski ve Leitch, nefes kesen, dinamik, zaman zaman bilgisayar oyunlarını anımsatan bir aksiyon mantığıyla hareket ediyorlar. Gerçi o anlamda da ortada yepyeni birşey yok. Ancak yepyeni birşeylerin beklentisi içinde olmadan enerjik, acımasız ve bazen esprili aksiyon sekanslarıyla çıtasını B filmlerin üzerinde tutmasını bilen bir filmin tadına varmak daha kolay. Üstelik kısa da olsa John Wick'in yaslı bir eş, köpeğine bağlı bir adam profilleri, intikam hırsı yüklü sert tetikçi eskisi profili karşısında sakil durmuyor. John Wick öyle MacGyver veya Jason Bourne tarzı zeki bir figür sayılmaz. Ama onu yeraltında korkulan bir efsane haline getiren unsur inatçılığı, hırsı ve tabii adam öldürme becerisi. Bu durum ona bir çizgi roman kahramanı imajı veriyor. Oysa John Wick, dramatik yanı dışlanmamış, kökleri spagetti westernlere dayanan bir kurmaca.

Ian McShane, Willem Dafoe, John Leguizamo, Michael Nyqvist gibi kaliteli aktörlerle yan rolleri güçlendirse de, filmin başarısındaki aslan payı elbette Keanu Reeves'in karizmasına ait. Matrix ve Constantine'den beri dişe dokunur bir karakter çıkaramayan Reeves için de belli bir isimle anılacak sıkı bir geri dönüş sayılır. Zaten 20 milyon dolar bütçesine, yaklaşık 80 milyon hasılatla cevap veren filmin gişede ve sosyal medyada gördüğü ilgi, ikinci filmin çekileceği duyurusunu da beraberinde getirdi. Armudun sapı, üzümün çöpü demeden çerez tüketimini daha keyifli hale getirecek sürükleyici bir aksiyon arayanlar için o ikinci filmin de aynı kalibrede olacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yok.