31 Ağustos 2010 Salı

The Bank Job (2008)


Yönetmen: Roger Donaldson
Oyuncular: Jason Statham, Saffron Burrows, Stephen Campbell Moore, Daniel Mays, James Faulkner, Alki David, Michael Jibson, Richard Lintern
Senaryo: Dick Clement, Ian La Frenais
Müzik: J. Peter Robinson

Bir uyuşturucu mafyasının siyah lideri, İngiliz kraliyet ailesinden nüfuzlu birinin uygunsuz fotoğrafını ele geçiriyor. İngiliz hükümeti de bu mafya babasını fotoğraf yüzünden tutuklayamıyor. Bunun üzerine gizli servis, Martine Love (Saffron Burrows) aracılığıyla çaktırmadan yeraltında isim yapmış bir soyguncu olan Terry Leather (Jason Statham) ve ekibinin arasına sızarak onları bu fotoğrafın bulunduğu kasaya yapılacak soyguna ikna ediyor. Evli ve çocuklu Terry ile Martine arasında geçmişe dayalı yarım kalmış bir gönül ilişkisi olduğunu da ekleyelim. Nitekim gizli servisin de kontrolünde soygun çeşitli sakarlıklara ve aksiliklere rağmen tamamlanıyor. Fakat soygunda ele geçirilen ganimetleri sadece ganimet sanan Terry ve saf ekibinin başı fena halde derde giriyor. Çünkü soygunda başka devlet adamlarına ait uygunsuz resimler, rüşvet listeleri gibi şantaj malzemeleri de muhtelif kasalardan çalınan ganimetler arasına karışmış bulunuyor. Bundan sonra işin içine kraliyet temizlikçileri, Londra yeraltı porno mafyası, yozlaşmış polisler de girince ortalık fena halde şenleniyor.

Filmin konusunu özetlemek bile başlı başına bir deneyim iken, filmin kendisini varın siz düşünün. 1971 yılında Londra’da gerçekleşen gerçek bir soygundan esinlenen The Bank Job, fragmanının ve sanılanın aksine ful aksiyon içeren eğlencelik bir yapım değil. Transporter adrenalini bekleyen seyirci muhtemelen havasını alacaktır. Temposuz bir film de sanılmasın öte yandan. Ama temposunu, kaliteli ve ciddi soygun yapımlarının karmaşık ilişkileri, dudak uçuklatan bağlantıları ve komplo kurguları öne çıkaran özelliklerinden sağlıyor. Alttan hissedilen kara mizahını, soygun sonrası tam bir ciddiyete evrilterek gerilimi tırmandırmasını başarıyor. Bunun yanında 70’li yılların fonunu görünüm olarak çok iyi yansıtan bir dönem hassasiyeti de barındırıyor. Aksiyon starı Statham’ın yanından ayırmadığı karizmasını ve ne hikmetse aktörlüğünü öne çıkardığı bir yapım olarak The Bank Job’dan az da olsa bir zamanların çok sevdiğim BBC polisiyelerinin tadını aldım. Saffron Burrows’un son derece çekici varlığı da filmi cazip kılan bir başka neden. Roger Donaldson’ın filmografisine şöyle bir baktım da, tecrübeli yönetmenin en iyi işini çıkarması 2008 yılına kısmetmiş diye düşündüm.

27 Ağustos 2010 Cuma

Dan In Real Life (2007)


Yönetmen: Peter Hedges
Oyuncular: Steve Carell, Juliette Binoche, Dane Cook, Dianne Wiest, Amy Ryan, Jessica Hecht, Emily Blunt, John Mahoney, Alison Pill, Brittany Robertson, Marlene Lawston
Senaryo: Peter Hedges
Müzik: Sondre Lerche

Dan Ashburn (Steve Carell) yalnız bir baba ve yazılarında sorunları olanlara öğüt veren ünlü bir köşe yazarıdır. Bir aile toplantısında tanıştığı Beth’e (Juliette Binoche) aşık olur. Beth güzel, zarif ve eğlencelidir ancak ortada bir sorun vardır: Beth, Dan’in erkek kardeşinin kız arkadaşıdır! Bu durumda acaba Dan okurlarına verdiği öğütleri kendisine uygulayabilecek midir?

What's Eating Gilbert Grape, About A Boy gibi kitapları başarıyla senaryolaştırmış, Pieces Of April gibi hoş bir bağımsızı yazıp yönetmiş Peter Hedges'dan arada kaynayıp gitmiş güzel bir romantik komedi. Aynı zamanda tam bir aile seyirliği. Steve Carell sırf komedi ile sınırlı bir oyuncu olmadığını göstermişti. Burada da ikna edici bir olgunluğu var. Juliette Binoche'nin ise böyle bir Amerikan yapımına çok kes/yapıştır duracağını düşünmüştüm. Ama hiç de öyle durmamış ve pozitif ışığını görüntüğü tüm sahnelere yaymasını bilmiş. Film olarak ise fazla söylenecek birşey yok. Canı romantik komedi çekenler için birebir. Lakin koşmayı seçtiği mütevazi kulvarda savunmak durumunda hissettiği anafikir üzerine daha fazla kafa yorabilirmiş. Filmde bunun potansiyeli de var çünkü. Sonu da çok aceleye gelmiş. Tabi böyle filmler için armudun sapı, üzümün çöpü türünden eleştirilerde bulunmak, saatini romantik komediye ayarlamış (ya da her daim o saate ayarlı olan) izleyici kesimini kızdırır. Gayet keyifli anlar mevcut. Evet bu bir romantik komedi sonuçta. Ama piyasanın tabi ettiği türden bir "big movie" değil. O sebepten biraz keyifli sanırım.

24 Ağustos 2010 Salı

Je vais bien, ne t'en fais pas (2006)


Yönetmen: Philippe Lioret
Oyuncular: Mélanie Laurent, Kad Merad, Isabelle Renauld, Julien Boisselier, Aïssa Maïga, Simon Buret
Senaryo: Philippe Lioret, Olivier Adam
Müzik: Nicola Piovani

Lili, İspanya tatilinden dönüşte, ikiz erkek kardeşinin babası ile tartışmalarından sonra evi terk ettiğini öğrenir. Ailesinin bu olayı hafife almasını ve babasının umursamaz tavrını onaylamaz. Lili umutsuzca kardeşinin telefonunu bekler fakat herhangi bir haber çıkmaz. Bir süre sonra depresyona girer ve yemek yememeye başlar. Beklenmedik bir anda kardeşinin gönderdiği kartpostal eline ulaşır.

Je vais bien, ne t'en fais pas’yı sakin, kırılgan, duyarlı gibi “kırılacak eşya” tanımlamalarla ifade etmek çok yerinde. Ama anlatım yönünden bu tanımlamaların ötesine geçebilen kaya gibi sert, tilki gibi kurnaz bir tarafı da var. Mesela Lili’nin kayıp ikizi Loic’yi hiç göstermeden de kanlı canlı bir karakter yaratıyor, babası Paul’ün nazarında Loic ile ilgili sırları ustaca bizden gizliyor, ana konunun gölgesinde serinleyen güzel bir aşk hikayesini sahipleniyor ve farklı yönlere sapar gibi görünen, ama neticede izleyende kolektif bir vicdan yaratabilecek finale ulaşıyor. Bunu son dönem bir Fransız filminden beklemiyordum açıkçası. Özellikle duygusal bir film izlemek istediğimde Fransız sinemasının ilk tercihim olmayacağı gerçeği ilginç geldi. O sinemanın soğuk ve kibirli havasından uzak, “normal” bir Fransız filminin sıcaklığı da böyle oluyormuş demek. Ebeveyn kayıtsızlığı ise bu filmde kısmi sebepler yüzünden bence fazla göze batmıyor. Hatta özellikle baba Paul’ün o malum kayıtsızlığının bu film için gerekli olduğu bile söylenebilir. Çünkü o kayıtsızlığın altından ne menem bir sevgi ve pişmanlık çıkacağını düşündükçe, kimi otoritelerin kabul ettiği kimi Fransız filmlerinin kayıtsız varoluşları şahsen umurumda bile olmuyor.


Söz Paul’den, yani filmin Lili’den sonraki en önemli karakterinden açılmışken, onun babalık duruşu ile, aynı dönemlerde izlediğim 2005 Portekiz yapımı Marco Martins filmi Alice’in babası Mário’nun ortak noktalarından, babalık olgusunun sorumluluk sahibi bir babaya neler yaptırabileceğinden bahsetmemek olmaz. Paul, geri dönmeyeceğini bildiği bir evladının anılarıyla avunmaya çalışmanın kendisine yetmeyeceğini düşündüğünden, kayıp kardeşini çok seven diğer evladını da kaybetmemek adına onun yaşadığını, ama kendisine kızdığı için kaçtığını söylüyor, yani onu hayatta tutuyor. Yemeden içmeden kesilen, depresyona giren ama yaşayan kızını hayatta tutmak için, oğlunu kullanıyor. Onun adına eve kartpostallar yollayarak, karta yazdıkları ile de kendine kızgınlığını, oğlunun ağzından çıkmışcasına yine kendine kusuyor. Zamanında oğlu Loic ile ilgilenmeyerek hak ettiğini düşündüğü o kötü kelimeleri aynaya bakıp kendine söylemektense, Loic’e söyletiyor. Geç de olsa günah çıkarıyor. Bu hayati fedakarlık her ne kadar Mário’nun Alice’i bulmak için koskoca Lizbon’u kendi yöntemleri ile kullanmasına pek benzemese de, işin özü ve sözü fedakarlıktan geçiyor. Her ikisi de, bir babanın evladının öldüğünü veya kaybolduğunu kabullenemeyişinden kaynaklı bir gözükaralıkla şartları değiştiriyor, risk alıyor, pes etmiyorlar. Babalığın, hayatın en önemli sınavlarından biri olduğuna mükemmel iki örnek Paul ve Mário...


Oliver Adams’ın aynı adlı romanından yönetmen Philippe Lioret’nin senaryolaştırdığı Je vais bien, ne t'en fais pas, roman olarak nasıldır bilemiyorum. Ama böyle bir film varken romanı okumak, ilk yapacağım şey olmazdı. Kitapta o güzelim şarkıyı dinlemek, Lili, Lioc’dan gelen kartları yemek masasında okurken Paul’ün yüz ifadesini görmek, o kartları okurken Lili’nin gerçeği öğrenmeden önce ve öğrendikten sonraki ses tonuyla duymak, anne-baba ve kızın sıcacık sevgi yumağına tanık olmak ve Lili’nin Tanrı’nın izin verdiği güzelliğini seyretmek mümkün olur muydu? Mélanie Laurent’i ve Kad Merad’ı gözümüzde nasıl canlandırabilirdik? Soruları ve yorumları beraberinde getiren final için fazla kafa yormamak gerek. Lili’nin sonunda hak ettiği sevgiyi Paul gibi bir babaya göstermesi bile çok şey anlatıyor. Elinde kalan evladını kazanmak için her şeyi göze alan Paul ile, babasının eşsiz fedakarlığının kıymetini genç kız kaprislerinden çok uzak bir olgunlukla bilen Lili’nin dramatik karakter varoluşları, iyi bir dram için bulunmaz nimetlerdendir çünkü.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Global Metal (2008)


Yönetmenler: Sam Dunn, Scot McFadyen
Senaryo: Sam Dunn, Scot McFadyen

2005’de Metal: A Headbanger's Journey isimli muhteşem belgesele imza atıp, Hard Rock ve Heavy Metal müziğin doğumundan bu günlere gelişini çeşitli başlıklarda ele alarak zihinleri aydınlatan antropolog Sam Dunn ile Scot McFadyen, bu kez gönül verdikleri müziğin Brezilya, Çin, Japonya, Hindistan, Endonezya, İran, İsrail gibi uzak ve orta doğu coğrafyasındaki etkilerini incelemek üzere yollara düşüyorlar. Global Metal, batı kaynaklı bir türün öteki dünyayı nasıl etkisi altına aldığından ziyade, bu tür içinde kendi kimliklerini keşfeden, sansürler, kültürel/sosyal/dini baskılar, savaşlar, önyargılarla batıya nazaran kat kat sorunlar yaşayan, bu müziği dinleme ve icra etme savaşı veren farklı dil, din ve kültürlere sahip metalcilerin nasıl aynı dilden konuşabildiklerine dair yine olağanüstü bir devam belgeseli.

Pele, futbol ve sambadan sonra milli bir sembol haline gelmiş Sepultura’nın Brezilya için öneminden, Bollywood’un gölgesinde filizlenmeye çalışan metal müziğin yerel düğünler ile aynı düğün salonlarında, aynı anda farklı sahnelerde icra edildiği Hindistan’dan, komünizmin bu müziğin önüne koyduğu bariyerlerin en fazla hissedildiği, öte yandan ucuzcu pazarı sayesinde tüm albümlere ulaşılabilen Çin’in “MIDI Okul” projesinden, “yahudi insanlara değil, onların sistemlerine karşıyız” diyen Müslüman Endonezya’nın dini bütün metalcilerinin bu müzik sayesinde edindikleri farklı bakış açılarından, İsrail’in kozmopolitan yapısının metal müziğin yurtsuzluğuyla örtüşmesinden, Marilyn Manson’ı bile kıskandıracak kadar androjin heavy metal kitlesini bağrına basmış Japonya’nın bu müziği farklı sahipleniş biçiminden, İran’dan, Suudi Arabistan’dan, Lübnan’dan, Mısır’dan, Dubai’den, çoğunlukla Doğu’nun doğusundan ve bilmediğimiz doğrularından yükselen bir çığlık Global Metal

Metal 2005’ten farklı olarak bu kez uzmanların yorumları yerine Max Cavalera, Lars Ulrich (söz konusu doğulu gençlerin MP3 indirmesi olduğunda kendisini bu denli hoşgörülü bulmak güzel!), Marty Freidman, Bruce Dickinson, Tom Araya gibi ünlü simaların görüşlerine/anılarına başvuruluyor. Fakat ağırlıklı olarak bu ülkelerin yerel müzik yazarları, müzisyenleri ve hayranlarıyla yapılan röportajlar, belgeselin amacını en iyi biçimde yerine getiren çarpıcı anları oluşturmakta. Dunn ve McFadyen binlerce kilometre katederek sokaklarda, tapınaklarda, Çin Seddi’nde, düğün salonlarında, Cuma namazında, karaoke barlarda, yeraltında ve kalabalığın terlerinin havada büyük bir buhar tabakası oluşturduğu devasa konser arenalarında Heavy Metal’in birleştirici gücünün izini sürüyor. Aslında metalin sadece bir çıkış noktası olduğunun, esasen insan evladının özünde birbirinden hiç farklı olmadığının altını da çiziyor. Politik, psikolojik, sosyal, kültürel çıkarımlarda bulunuyor. Orphaned Land, Sex Machineguns, Demonic Resurrection, Tengkorak gibi ilginç grupların varlığına dikkat çekiyor. Üstelik bunu gittiği yerlerden kolajladığı enfes görüntüler ve onların fonuna yerleştirdiği yerel müziklerle harika bir belgesel estetiğiyle yapıyor. Yine çok derin bir hoşgörü yakalamayı başarıyor.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Metal: A Headbanger's Journey (2005)


Yönetmenler: Sam Dunn, Scot McFadyen, Jessica Joy Wise
Senaryo: Sam Dunn, Scot McFadyen, Jessica Joy Wise

Doğa belgeselleri haricindeki belgesellerden anladığım, belgeseli çekmeye yeltenen kişinin, altına girdiği konuyu, olayla hiç alakası olmayana bile bilimum dost meclislerinde iki çift laf ettirebilecek ölçüde aydınlatıcı, düşündürücü ve sarsıcı ölçüde anlattığı gerçeklerdir. Sam Dunn, Scot McFadyen ve Jessica Joy Wise’ın hazırladıkları Metal: A Headbanger's Journey, özellikle 1980’lerde varlığını güçlendirmiş Hard Rock-Heavy Metal müziği üzerine yapılmış gördüğüm en muhteşem belgesel. (Zaten bu konuda başka belgesel de görmedim o ayrı! Kanımca bu dalda bir belgesel başyapıtıdır o da ayrı!) Bir kere belgeseli hazırlayanın Iron Maiden hayranı bir antropolog olması bile başlangıç için tav olunası bir sebep. Tuncay Şanlı’yı andıran dış görünümüyle bu genç adam, taptığı bu müziğin her yönünü, sahip olduğu akademik birikim ile öyle bir derleyip toparlamış ki, başta bu müziğin hayranları olmak üzere, kıyısından geçmiş veya geçmemiş herkesin anlayabileceği yöntemlerle gerçek bir “eser” ortaya çıkarmış.

Müzisyenler, müzik yazarları, prodüktörler, psikologlar, antropologlar, hatta bir kısım uyuzun önde gidenleri dahil, seçilen insanlar ve onlara sorulanlar o kadar doğru, onların verdiği demeçlerin kronolojik kurgusu o kadar ustaca yapılmış ki, bu Sam Dunn’ın okulunda hoca olsam, hiç öyle notla falan uğraşmazdım. Zaten bu film öncesi, mezuniyet tezi için Orta Amerika’da Guatamala’lı mültecileri incelemiş. 2003’de Marc Morris’in çektiği iki kısa filmde de kendisi olarak gözükmüş. Number Of The Beast’i günde 25 kez dinlediği günlerin ardından (benim de Somewhere In Time albümünü neredeyse bir sene boyunca iki günde bir dinlediğim gibi), metalin onca hayranı olmasına rağmen neden yargılandığını, dışlandığını ve küçümsendiğini araştırmak için bir modern zaman dervişi gibi yollara düşmeye karar vermiş. Olay, bir yol belgeseli haline dönmüş adeta.

Metalin yeni harikası bu belgesel tam 10 başlıktan oluşuyor. Önce harmanlanmış bir yazı düşünmüştüm. Ama bölümler kendi içinde o denli derin ki, madem bu belgesel için bir yazı yazmaya soyunduk, olmuşken tam olsun, içime sinsin diye her bir bölüm üzerine ayrı yorumlarda bulunmak istedim. Çünkü bu yolculuk, diğer yolculuklara hiç ama hiç benzemiyor:


1. Origins: Yeryüzünün ilk Heavy Metal grubu. Kimilerine göre Blue Cheer. Filmde çeşitli görüşler hakim. Adı geçenler Led Zeppelin, Deep Purple, Black Sabbath, Alice Cooper gibi ağababalar. Göreceli bir durum tabi. Klasiklerden Born To Be Wild’da geçen motosikletler, metalik vurgular vs. Heavy Metal tamlamasının doğuşunu müjdeliyor. Alice Cooper ise Heavy Metal ifadesinin ilk kez Rolling Stone dergisinin kendi müziğini tarif etmek için kullandığını iddia ediyor. Bir de filmde adı geçmesine rağmen, detayına inilmeyen gruplar için kimsenin “olmadı şimdi, bizim heriflerden bahsetmemiş” alınganlığına düşmemek gerek. Dunn, yeri geldiğinde elbette kişisel davranıyor ama detayına indiği gruplar, aslında hepsinin ortak vizyonunu yansıtan % 100 yerinde seçimler.

2. The Sound: Tür olarak ismiyle müsemma bu müzik için, şeytanın notası kabul edilen ve eski zihniyette onu çağırmak için kullanıldığı varsayılan blues gamındaki “triton” aralığı kullanıldığından, şeytani çağrışımların buradan geldiği varsayılıyor. Bu lanetli notayı ise ilk kez Black Sabahattin, kendi adını taşıyan şarkıda kullanmış. Prodüktör Bob Ezrin’in triton yorumunu çok sevdim. Bu müziği dinlerken triton-aseton-voltron aramadığımız için araştırmacı uzman kimliğimle gitarist bir arkadaşıma mevzuyu açtım. “Evet biliyorum, ama ben evde tritonu zorladığımda kapıya şeytan değil, babam gelirdi genelde“ dedi. O aralığı da kendisinden dinledim. Seksi olduğu konusunu da dinleyenin kararına bırakmak gerek sanırım. Zaten doğru ellerde tutulan gitardan çıkan her bir nota yeterince seksi !.. Her ne kadar yaşlandıkça o sese dayanma süresi azalıyor gibi görünse de, ara sıra arşivden bir Zeppelin veya Iron Maiden koyduğumda, ağıza çekirdek sürmüş, dile alkol bulaştırmış gibi bağımlı hale geliyor insan.


3. Musical Roots: Bu bölümde Ucla Üniversitesi’nin müzik uzmanı Robert Walser ile tanışıyoruz ki, bence yaptığı yorumlarla bu filmin en bilge insanlarından birisi. Diğer bölümlerde de ara sıra karşımıza çıkan bu müthiş şahsiyet, her öğrencinin dersine girmesini isteyeceği türden bir akademisyen. Metalin müzikal kökenlerinin klasik müzikten çok fazla beslendiğini biliriz. Ama benim bilmediğim şey, ilk kez Wagner’in, oktabas denen, 2-3 kişinin taşıdığı devasa basları orkestrasında kullanmaya başlaması ile sertleşip, klasik müzikte bir çığır açtığı bilgisiydi. Yine bu bölümde tanışacağımız bilgi küpü müzik yazarı ve DJ Malcolm Dome’a göre Wagner yaşasaydı Deep Purple’da, Beethoven ise Led Zeppelin’de çalıyor olurdu muhtemelen. Sadece enstrumantal anlamda değil, özellikle Bruce Dickinson, Rob Halford gibi vokalistlerin operatif vokalleri 19. yüzyılda kilisenin arka sıralarına ulaşmak için geliştirilmiş bir teknikti. Üstad Wasler’ın da belirttiği gibi, klasik müzik elittir ve akademik yönü olduğu fikri ağır basar. Oysa, rock müziğin temellerini atan ve Bach veya Mozart doğaçlamaları yapabilen Deep Purple, Led Zeppelin, Black Sabbath veya Eddie Van Halen üniversiteye gitmedikleri halde klasik müziği teknoloji ile mükemmel ölçüde buluşturabilmişlerdir.

4. Environments: Üniversite eğitimi görmemiş bu insanların çok iyi bildikleri bir şey daha vardı. İnsanlara bu müziği nasıl sevdireceklerini çok iyi biliyorlardı. Rock ve metalin kurucuları, yoksulluk, sefalet ve kirlilikten çıkmışlardı ama onların fakirliği, bizdeki gibi promosyonu gazlayacak arabesklikte değil, müziğin tavrına doğrudan etkide bulunacak bir mayaya sahipti. Sıkıntı, zorluk ve katı yaşam şartları, tam kıvamda bir rocker yaratmada uygun ortamdır. Slipknot vokalisti Corey Taylor çok güzel bir cümle kuruyor: “Sıkıntıdan muzdarip insanlar kafalarında farklı bir dünya yaratmalı, bu da insanın kişiliğini geliştiren bir durumdur.” Elitist müzisyenleri anlamakta güçlük çekip, sıkıntılı ergenlik dönemi geçirmiş bir gençlikten yetişmiş müzisyenlerle özdeşlik kurmamız bundandır belki. Fakir edebiyatı değil, fakir samimiyeti bir yerde. Sadece bu bölümde rastlayıp mutlu olduğum, tarihi Rage Against The Machine gitaristi Tom Morello’nun Killing In The Name eşliğinde vurguladığı “kesin red” hassasiyeti de bu çevresel vurguyu gediğe iyi oturtuyor doğrusu. Audioslave yavanlığı yüzünden kendisine dargın olsam da, bir tavşan olan bana küsmesi muhtemel Morello dağını seviyorum. Kendisine bu belgeselde yer veren Sam Dunn’a da hayranlığım pekişiyor. Sam kardeşimin, rock müziğe “funk” sokmayı başaran bu tip modern zaman ustalarına azıcık uzak durması umurumda bile değil. Morello’yu veya Zeppelin’i hepten teğet geçmemesi bile yeter.


5. Fans: Seçilen birkaç metal hayranının da belirttiği gibi bu müzik, her ne kadar “ciks” tabir ettiklerimiz tarafından moda gibi gösterilse de, çok daha derin bir sevgi barındırır. Ayrıksı yapısıyla, ayrıksı potansiyele sahip kişide kendine güven sağlar, kendi limitlerinin farkına varmasını ve Bruce Dickinson’un da dediği gibi içindeki çocuğun farkına varmasına yol açar. Dışlanmayı göze alacak kadar hem de... “Aykırı rockçı Teoman” aykırılığı değildir bu. Kendi adıma bu müziğe, dışlanmayı umursamadan, daha önce dinlediklerimden daha sert bir tınıya ihtiyacım olduğunu hissederek alıştığımı hatırlıyorum. Geçici bir heves değildi. Ama başka türlere yelken açma özgürlüğü de kazandırmıştı. Bu yüzden, o zamanlar dinlediğim bazılarının yerini normal ölçülerde değişen zevkim ve kazandığım özgürlükle başka alanlara kanalize edebilmiştim. İşte tam da bu yüzden Rob Zombie’nin söylediklerini katı buldum: “Metalci sonuna kadar metalcidir. Mesela bir ara Slayer'a takıldım diyemez”. Ama ben diyebiliyorum. Hala da ara ara takılıyorum. Ama Slayer’a takılmamın bana öğrettiklerini bu kafaya sahip bir zombiye anlatabilir miyim, onu bilemiyorum.. Kanımca rock müziğe bir katkısı olmadığı gibi, The Devil’s Rejects gibi bir hafif sikletten kült yaratayım derken kıçı üstüne oturan, Charles Manson hayranı birinin belgeseldeki o çokbilmişliğini de sahte buldum. Yine bir müzik yazarı, Chuck Klosterman diyor ki: “Metal insana kendini tuhaf hissettirebilir, ama öte yandan, hayır değilsin der. Metal sana yalnızlığın bir parçası olduğunu değil, bir bütünün parçası olduğunu hissettirir.”

6. Culture: Sam Dunn, bir antropolog olarak metal kültürünü anlamanın en iyi yolunun, bir metal festivaline katılmak olduğunun bilinciyle bizi en itibarlı festivallerden biri olan Almanya’daki Wacken Festivali’ne götürüyor. Burası bir heavy metal cenneti adeta. Bir gece önce stada inen Sam, hacca gitmiş gibi mutlu ve huzurlu. Seçkin grupların konserlerinden başka burada metal pazarları, metal kahvaltısı, metal karaokesi, metal langırtı, ne ararsanız var. Festival pazarında satılanlar bir metalcinin sahip olması gereken, siyah üzerine grup logolu tişörtler, deri ürünler, gümüş takılar, ikinci el CD’ler vahası adeta. Tüm bunlar, bir topluluk ruhunu oluşturan bileşenler aynı zamanda. 2-3 yaşlarındaki oğluna metal işareti yaptıran metalci baba, oynaşan çiftler, akşamdan kalma ama ölümüne mutlu metalciler, kafa sesleriyle beraber ilerleyen çok güzel anlar. Sam, bir ara festivalde Ronnie James Dio’yu yakalayıp sohbet etmeyi ihmal etmiyor. O meşhur metal işaretinin kaynağı olarak gösterilen Dio, batıl inançlı büyükannesinin yolda birini görünce yaptığı işaretin aynısı olduğunu da espirili bir şekilde anlatıyor. Bu işaret nazardan korumaya yaradığı gibi, nazar değdirmeyi de sağlarmış meğerse. Sam için kabusa dönen Mayhem grubunun iki gerizekalısı (hayranları hiç kusura bakmasın) ile yapılan röportajı (!) saymazsak, adeta izole olmuş bir metalci adası gibi duran Wacken’dan çok şey öğreniyoruz.

7. Censorship: İşte benim için bu belgeselin en hoş anlarından biri daha. 80’lerde şiddet ve müstehcenlik içeren şarkı sözleri için, Al Gore’un eşi Tipper Gore’un önderliğinde Ebeveyn Müzik Kaynağı Merkezi adında gıcık ötesi bir komisyon kuruluyor. Bu komisyona “savunma” yapması için seçilen isim ise Twisted Sister solisti Dee Snider... Sam, vaktiyle çok çetin geçmiş bu muharebenin detaylarını anlatması için Snider’ı ziyaret ediyor.


Sadece 1987 tarihli Love Is For Suckers albümünü edindiğim Twisted Sister, vakti zamanında bu albümden özellikle You Are All That I Need ile çok hassas bir anıma tesadüf etmiş, yüreğimi dağlamıştı adeta. Snider’ın, ebeveynlerin korkulu rüyası o abartılı ve komik dış görünümüne rağmen, müzikal ciddiyetini takdir etmek için yerinde bir albümdür. Bu belgeselden sonra, Snider hakkındaki düşüncelerim, sıkı bir hayranlığa dönüştü. Meğer Dee Snider ne güzel bir adammış! Ben onun kadar sohbeti tadından yenmeyen, gırgır-şamata, hazırcevap çok az insan gördüm. Motorhead Lemmy’nin muhabbeti en kıyak metalcilerinden biri olduğu camiada iyi bilinir . Ama Snider, sabaha kadar beraber içilip kafa açacak çok sıkı bir herif gerçekten. Her cümlesinden bal damlıyor. Benzetmeleri, kendiyle ve sansürcülerle kafa bulması, hele o komisyonda yaptığı ve üyeleri eşekten düşmüş karpuza çeviren muhteşem savunması olağanüstü.

8. Gender & Sexuality: Sosyolog Deena Weinstein, metalin erkek egemen bir müzik oluşuna güzel vurgularda bulunuyor. Çirkin, kıllı ve kaslı heriflerin “bir kaç iyi Conan” gibi bir araya gelmeleri güç ve cesaretin doğal duruşu sayılabilir. Ama zamanla madalyonun diğer bir yüzü ortaya çıkıyor ki bu çok daha şaşırtıcı.. “Hair Spray Band” derlerdi eskiden. Bon Jovi, Cinderella, Poison, Mötley Crüe gibi gruplar, kadın dergilerinden seçtikleri imajlarla, kadın kıyafetleriyle, düğüne gider gibi yaptıkları saç ve makyajlarla sahneye çıktılar. Robert Walser, bir hayran görüşünü aktararak, konu hakkında yapılacak en yerinde tespiti yapıyor: “Glam gruplar erkeksi görünüşe isyan ettiler. Onlar için en maço şey, kadınsı görünmekti. Çünkü bunu yapmak gerçekten cesaret isterdi.” Yani kabaca “en aykırı benim” şeklinde, gruplar arası bir sidik yarışı almış yürümüştü o dönem.. Kadın gibi görünerek maçoluk ispatı, altında acayip bir ironi barındırıyordu. İroninin de ironisi başka bir durum daha var. O da Judas Priest solisti Rob Halford... Onun gay olduğunu bilmeyen milyonlarca hayranı yıllarca bu adamı, gönüllerindeki en erkeksi mertebeye koymuşlardı. Adamımız Dee Snider’ın “homoerotik” yorumu yine evlere şenlik.

Bu bölümde olmazsa olmaz “groupie” kavramına da değiniyor Sam. Olayı en yetkili ağızdan öğrenmek için, kendi branşında efsane olmuş, deneyimlerini kitaplaştırmış eski groupie Pamela Des Barres’in kapısını çalıyor. Groupie olgusunun ilk Led Zeppelin ile başladığını burada da duyunca, dedikodu olmadığını artık anlıyorum. Sırf zevk için, grupların sahne arkasında pusuya yatanların en deneyimlisi olması dışında hiçbir özelliği olmayan bu kadın, ilerde kızının da groupie olmak istemesi durumunda ona bayıla bayıla izin vereceğini söyleyerek gereksizliğini kanıtlıyor. Ama Sam için bu konuya da değinmiş olması artılarına artı katıyor yine.

Metal ile tek yakınlığı groupielik olan kadınlar artık yavaştan sahnelere çıkmaya başlıyorlar. Girlschool, Doro Pesch gibi şahsen hiç derinlikli bulmadığım kadın rockçılar, kendileri olacakları yerde yine maçoluğu seçiyorlar. Arch Enemy grubu lideri olan, erkek vokalistler gibi böğürerek “yaşasın artık kızlar da bu müziği yapıyorlar” diye övünen Angela Gossow, erkek gibi davranarak kadınlığıyla nasıl gurur duyuyor anlamadım. Pakize Suda maçoluğuyla kadınlık taslamak tuhaf. Sahnede zaten yeterince erkek varken, erkekleşmiş kadınlara ne gerek varmış ki? Bence kimi günümüz kadın rockçılar kendi abiyeleriyle, tüllerle, dantellerle, bikinilerle, makyajlarla anlattıkları kadınsı kırılganlıkları, yalnızlıkları, şeffaflıkları, kabul ettikleri zayıflıkları, reddettikleri ezilmişlikleri ile çok daha samimiler. Cristina Scabbia, Candice Night, Amy Lee, Sharon Del Adel, Simone Simons, Tarja Turunen gibi kadınlar, testosterona boğulmuş rock-metal evrenine ne de güzel ostrojen takviyesi yapıyorlar.

9. Religion & Satanism: Wacken Festivali'nde Ronnie James Dio ile tanışan Sam, bu kez Dio’nun davetlisi olarak evine gidiyor. Şarkılarından dini ve şeytani temaları eksik etmeyen Dio, ne de sevimli, minicik, babacan ve hoş sohbet bir insanmış meğer. Toprağı bol olsun. Kiss grubunun kertenkele dilli basçısı Gene Simmons’a yine takılmadan edemiyor. Black Sabbath’ın haç takıntısı ve dindar duruşuna karşı, satanist yazar Gavin Baddaley’in ilginç bir iddiası var. Ona göre Sabbath, ticari ve hayran baskılarıyla satanist fikirler kullanmış. Ama en önemli itiraf, Tom Araya’dan (Slayer) geliyor. Kendi şarkılarındaki tüm ateist ve din karşıtı söylemleri sırf havalı durdukları için kullandığını söyleyen Araya da başka bir kıyak adam. Slayer gibi bir otorite, “Tanrı bizden nefret ediyor” repliğine “hayır Tanrı’nın nefret ettiği falan yok. O laf şarkıya çok sağlam gittiği için kullandık. Çoğu kimse şarkılarda söylediklerine gerçekten inanmaz zaten” diyorsa durup düşünmek gerek. Ne olursa olsun Tom Araya, metalin en efsane isimlerinden biridir ve onun söyledikleri benim için çok önemlidir. Özellikle o yeni yetme metalcilerin bu demeci mutlak duymaları gerek belki.. Tüm bu sahte ama “havalı” intiba Norveçli Death Metal gruplarına hiç uymuyor tabi.


Nüfusunun % 87’si Luteryan kilisesine mensup Norveç’te death metal gruplarını bilmeyen yok gibi. Sam Dunn, trajik kilise kundaklama olayından sonra olayın iki tarafı olan yardımcı rahip Rolf Rasmussen ve Hades Almighty grubundan Jorn Tunsberg ile konuşuyor. (Çıbanın başı Varg Vikernes başka bir metalci müzisyeni öldürmek suçundan hapiste çünkü. Hayranları kusura baksalar bile hiç ipimde değil açıkçası!) Hıristiyan düşmanlığı almış yürümüş bu “müzisyenler” için onu yıkmak bir misyon haline gelmiş. Ama olaya alaycı tavırla bakmış olsa bile, Alice Cooper bu grupların meramını çok iyi özetlemiş. Sam Dunn, Vikinglerden kalma bu 100 yıllık düşmanlığı ve yapılan şiddet eylemlerini hiç tasvip etmediğini belirtmeden geçemiyor elbette. Makyaja harcayacakları zamanın yarısını müzik yapmaya ayırsalar, kendilerine “aa bak bir rock grubu” dedirtebilecek bu arkadaşları YouTube’un sevdiği tarzda seviyorum!

10. Death & Violence: O meşhur metal albüm kapaklarının ve kanın gövdeyi götürdüğü şarkı sözlerinin yeri bu bölümmüş meğer. Cover Art sayesinde o bakmaya doyamadığımız metal albüm kapakları, koleksiyonu yapılası işler olmuştur hep. Hatta çoğunda “albümü bırak, kapağa bak” durumu yaşanır. Bu konuda otoritelerden sayılabilecek Cannibal Corpse grubunun albüm kapaklarını yine bir uzmana göstererek, genel olarak şarkı sözlerindeki şiddet temalarını genç bir sosoyoloğa yorumlatarak ne kadar akademik bir rota izlediğini bir kez daha gösteriyor Sam Dunn. Son bölümün en kayda değer tespitini yine güzel insan Robert Walser, yine çok sorgulanan “metal dinleyen adam intihara meyillidir” görüşüne yönelik yapıyor: “İntihar konulu bir şarkı insana yalnız olmadığını, başkalarının da aynı durumda olduğunu gösterir.” Chris DeBurgh şarkılarında bu uyanışı yaşayamamızın, bir topluluğa ait olduğumuzu hissedememizin sebebi belki de budur.


Son olarak hayranların ve film boyunca konuşmuş bazı kişilerin kafa sesleri eşliğinde konserlerde birbirine karışmış insan tarlaları görüyoruz. Mesaj çok açık: Metal, bizim gözardı etmeyi yeğleyeceğimiz şeylerin karşısına dikiliyor. İnkar ettiklerimizi baş tacı ediyor. Korkularımızın içine dalıyor. İçimizdeki “şey”i dışarı çıkarıyor bir yerde. Sam, kendinden bir parça gibi gördüğü bu müzik için kendisini yargılayıp aşağılayanlara yine kendi efendi üslubuyla kocaman bir “s.tir” çekiyor. İnsanın kendi ruhunu besleyen bir değere teşekkürü ancak bu kadar mükemmel olabilir. Sam bu belgeselle o kadar doğru bir iş yapmıştır ki, belgesel çektim diye ortalarda gezinenlerde bulamadığımız anlamı katmer katmer bulur, bir aydınlanma yaşadığımızı hissederiz. O aydınlanma belki de zaten var olan bir aydınlığın yerini göstermekten ibarettir.

17 Ağustos 2010 Salı

Mavi Boncuk (1974)


Yönetmen: Ertem Eğilmez
Oyuncular: Emel Sayın, Tarık Akan, Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit
Senaryo: Zeki Alasya, Ertem Eğilmez, Sadık Şendil

Bunun formülü ne? Minicik bütçeyle, fakir fukara tekniklerle, kısacık zamanda kocaman filmler yapmanın sırrı ne? Yıllar önce yapılmış, teknolojiden bihaber, önce birbirine benzediğini düşündüğümüz, sonradan her birinin kendine özgü olduğunu fark ettiğimiz bu filmler hala nasıl kendilerini izlettirebiliyorlar? Hepimizin kendimize ait sebeplerimiz var. İnsana dair ne varsa, sevinçler, hüzünler, sakarlıklar, cahillikler, zekalar, hayaller, umutlar… Bu filmler bize saflığın, temizliğin, aşkın, sevginin zamansız ve coğrafyasız gerçekliğini sundular. Acı gerçeğin tatlıya bağlanması, yalanların gerçek karşısındaki çaresizliği, maddenin maneviyat seli önündeki zayıflığı onlar sayesinde bize en samimi haliyle göründü. Bu nasıl bir güçtür? Bu nasıl bir lisandır? Bu nasıl bir kucaklamadır?

Hababamlar, Köyden İndim Şehireler, Süt Kardeşler, Şabanlar ve değeri milyon dolarlarla bile ölçülmeyecek o eşsiz kadroları bir araya getiren daha niceleri, sinemamızın en büyük gurur kaynağı başyapıtlardır. Çalışanından oyuncusuna, yönetmenine bu insanların hiç anlamsız hırsları olmadı. Polemik, skandal, dedikodu nedir bilmediler. Oyuncular filmin karakterlerini o kadar güzel hayata geçirdiler ki, abartıları bile göze batmak şöyle dursun, doğallık dersleri gibiydi. Şimdi komedi yaptığını düşünenlerin düştüğü komik durum, bir daha asla böyle filmler çekilemeyeceğine olan inancımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Komediyi karton ve silik yorumlarıyla verenler, profesyonel bir refleks ile karton ve silik tiplerden unutulmaz anlar çıkarabilen bu insanlardan ya hiç ders almamışlar, yada derslerine çalışmamışlar.

Ezbere bildiğimiz bu filmlerin başına oturduğumuzda kilometremiz sıfırlanıyor, filmle ilgili her şeyi unuttuğumuza programlanmışçasına yeniden aynı heyecanla izlemeye başlıyoruz. İzlerken ara ara hafızamız yerine geliyor. Bir sonraki sahnede Kemal Sunal’ın dişetlerini göstererek neye güleceğini, Zeki Alasya’nın neye kızacağını, Metin Akpınar’ın gevrek gevrek ne söyleyeceğini biliyoruz. Ama o gülüşleri, mimikleri, saflıkları, etkileri ve tepkileri tekrar tekrar izlemekten kendimizi alamamız, bu filmlerin, sinema varolduğundan beri taşıdığı amacı ne kadar güzel yerine getirdiğinin göstergesidir. Mavi Boncuk (ve yine onun için söyleyeceklerimizin aynısını söyleyebileceğimiz aynı güzellikteki Yalancı Yârim), bu muhteşem kadronun iliklerimize işleyen komedi, dram ve romantizminin yanında, dönemin sosyo-ekonomik koşullarına da göz atmayı ihmal etmiyordu. Bunu yaparken zengin kız, fakir ama onurlu genç, ya da tam tersi eksende işleyerek, ve imkansız gibi görüneni mümkün kılarak mutlu sonla bitiriyor, böylece insanlara umut aşılıyor, acımasız gerçek dünyadan da intikamını bir güzel alıyordu.


Emel Sayın’ı kaçırdıkları halıyı açıp, onun (bizim görmediğimiz) çırılçıplak görüntüsü karşısındaki utangaçlıkları, fidye buluşmasında yaşanan komiklikler, Emel Sayın’ın sofrada Yakışıklı’nın gözlerine bakarak söylediği şarkı esnasında diğerlerinin yüz ifadeleri (Baba Yaşar’ın temkinli ifadesi), onu Mıstık’ın annesinden saklama çabaları, yine Emel Sayın’ın, kendini yenilen hakları yüzünden kaçıran bu garibanlara “aşağılık herifler, namussuzlar, ırz düşmanları” diye bağırması sırasındaki şaşkın masumiyetleri, hepsi ama hepsi insani bir masalın unutulmaz kareleri.. Bu karakterlerin hepsi gerçek, hepsi özel. Baba Yaşar’ın sinema tutkusu, Süleyman’ın iş bitiriciliği, Şeker Kamil’in okuma-yazma öğrenme gayreti, Kaymakam Cafer’in külüstür arabası, kırık tarağı anlatılmayıp geçilseydi, o ruha ihanet edilmiş olacaktı belki de. Bu da o filmlerin doğasında hiç olmayan bir şey.

Kendi sinemamızla yaşadığımız tatlı-sert ilişkinin daha yoğununu yabancılar da kendi ülke sinemalarıyla yaşıyorlardır muhtemelen. Ama bizim eksiğimiz, saygıda kusurumuz. Filmleri son teknolojiyle yeniden elden geçirmek, ses, görüntü kalitesi üzerinde oynamak gibi şeylerden bahsetmiyorum. Benim için o çıtırtılı sesler, solgun görüntüler filmin özünden bir şey götürmediği gibi, puslu bir nostalji katıyor. Bizim, bize ait olana sahip çıkmaktan anladığımız, döneri, Karagöz-Hacivat’ı, rakıyı, lokumu, hamamı ellere kaptırmamak gibi milli bir amaçtan ibaret. Oysa biz bu filmleri ilk önce kendimiz ve paylaşmak istediğimiz nesillerimiz için koruyup, canlı tutmuyoruz ki elaleme kaptıralım.. Mesela internette bu filmlerimiz için tüm bilgilerin girildiği, kaliteli yorumlarla taçlandırıldığı, resimlerin, afişlerin, filmde geçen şarkıların bulunduğu doğru dürüst bir database bile yok ama öyle olduğunu sanan çok. Dedemi, babamı, beni, kardeşimi, küçüklerimizi aynı derece etkilemiş, etkileyecek bu filmler bundan daha iyisini, daha özenlisini hak ediyor. Teknoloji aldı yürüdü, ama böylesini yapamıyor.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Angel-A (2005)


Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Jamel Debbouze, Rie Rasmussen, Gilbert Melki, Serge Riaboukine
Senaryo: Luc Besson
Müzik: Anja Garbarek

Andre, şehrin yarısına onbinlerce dolar borcu olan yeteneksiz bir dolandırıcıdır. Alacaklılarının peşinde olmasından dolayı çareler aramaya başlar. Kendini teknik olarak Amerikalı gördüğü için Amerikan konsolosluğuna başvurur ama beklediği yardımı bulamaz. Güvenliği için hapse girmeyi bile göze alır ama bunda da başarılı olamaz. Fakat kaderi, tesadüfi bir şekilde karşılaştığı uzun bacaklı Angela’nın ona yardım etmesiyle farklı bir yol almaya başlayacaktır.


Söylenenlere göre Arthur and the Minimoys isimli animasyon, Luc Besson'un Angel-A'dan sonra çektiği son film olacakmış. Yani Angel-A, Besson'un insanlarla yaptığı son film oluyor. Ne var ki bunun veda olduğunu da sanmıyorum. Herneyse, filmin çok leziz bir senaryosu var. Hatta diyebilirim ki, Besson'un bügüne kadar senaryosunu yazdığı milyon tane filmin yarıdan fazlasından bile çok üstün. Enfes Paris görüntülerini arkasına alan bu senaryo, bir yönetmen için çöpsüz üzüm. Üstelik yanında peynir-ekmek-domates.

Üçkağıtçı Andre'ye gönderilen 2 metre boyunda sigara tiryakisi melek Angela, elbette Andre'ye kendisi ile yüzleşmesini sağlamak için yeryüzüne inecek. Ama hikayenin yan açılımları, senaryonun o katmer katmer açılımlarından fersah fersah uzak olunca, filmin siyah beyazlığı da anlamını yitiriyor artık. O güzelim kafeler, lokantalar, diskolar, boş Paris sokakları köprü imgesi, Andre ve Angela'nın şahane diyalogları bu hikayesizliğe boş boş bakıyor adeta. Hikaye açılımsız olduğu için finalin de yavan kaçması kaçınılmaz. Madem böyle bir hikaye var, dramına da, komedisine de kıvamında 3-5 klas kötü adam veya kötü tohum ekleyen, olayını hikaye yönünden de ciddiye alan Besson'un emekliliği böyle olmasaydı keşke.

Fransa'nın en komik simalarından Fas asıllı Jamel Debbouze ile Danimarkalı model Rie Rasmussen'i biraraya getirmek, üstelik senaryoda bu ikisi arasında bir kimya oluşturabilmek her yönetmenin harcı değildir. Ama tüm bu malzemenin başka bir Besson yapımı haline gelmesini engelleyen, yine Besson'un kendisi mi oluyor anlamak güç. O çiçek bahçesi gibi senaryoda bile "izledikçefarkedilecekmuallaklıklar" sezmek güç. Sadece "bunu ilk izlediğimde farketmemiştim, ne güzel bir cümle" diyebiliriz. Hikâyenin örgüsüne katkı sağlayacak bir hassasiyet yok. Çünkü doğru dürüst bir hikaye yok. Sadece anı yaşayan, ama o yaşadığı ana çok derin anlamlar yükleyen, sınırlarda volta atan bir senaryo var. Ne kadar güzel olursa olsunlar, temelsiz diğer unsurlar karşısında o cümleler de heba oluyor. Yine benzetme yapmadan duramayacağım: O cümleleri taze su damlacıkları gibi düşünelim. Besson susayıp içmek istediğinde onları bir bardağa akıtmaya karar veriyor. Ama seçtiği bardağın altında bir sorun var. Sızıntı falan da yapmıyor. Bardağın altı yok! O damlalar da oraya buraya savruluyor.


Subway, Deep Blue, Léon, Nikita, The Fifth Element gibi gözü kapalı kefil olacağım filmlerden sonra The Messenger: The Story of Joan of Arc ile vasatlaşmanın sinyallerini veren Besson, tüm enerjisini kendini içkiye vermiş gibi atlayıp zıplayan aksiyonlara kanalize ettikten sonra, geri dönüşünde elbet sorun yaşayacaktı belki. Demek ki Besson'un çakırkeyif hali böyle birşey. Yine de Besson'un veda mesajını belki alamamışızdır diyerek açık kapı bırakmak, açık kapının arasından gördüğümüz ışığa bağlı. 11 Eylül, Guantanamo ve en önemlisi coğrafi yapı itibarıyla Cezayir. Bahsettiğim açık kapı da tam buydu. Zaten arap Andre'nin, gerek Amerikan elçiliğindeki görevliyle yaptığı ikna konuşması, gerek batıyı en Bessonesk biçimde temsil eden ince uzun, sarışın, üstelik kadın bir melek ile girdiği ilişki, Besson'un konuya yakınlığı veya yakınlaşma çabası ile ilintili. Angela ve Andre'nin tuvaletteki ayna sahnesi, doğu-batının birbirine olan hassasiyetine yapılan ütopik bir günah çıkarma olmuş sanki.

Romantik komedi dersek aşağılayacağımız, politik romantizm dersek yücelteceğimiz bir film Angel-A... Paris sokaklarında yalnız gezen bir arap buluyorsunuz, sonra onu içeri atmıyorsunuz diye şikayet eden Andre, polis tarafından karakoldan atılıyorsa, diskoda bin tane adamı ayartıp paraları o malum yöntemle kazandığını düşündüğümüz Angela'nın aslında o paraları nasıl kazandığını görmemiz de Besson aklından çıkma bir durum. Rüyalara girebilecek bir meleği, eciş bücüş bir araba aşık etmekle iş bitmiyor. Tüm bunlara inandırıcılık katacak bir öyküye ve gölgede bırakılmayacak bir tarafsızlığa gerek var. Ayna karşısında Andre'ye "seni seviyorum Angela" dedirttikten sonra, "seni seviyorum Andre" dedirtmenin de altyapısı sağlamlaştırılmalı. Besson'un bunu hissedip hissetmediğini bilemeyiz. Eğer hissettiyse bunu bizimle adamakıllı paylaşmalıydı. Belki de biz yanlış anladık. Belki de o işin içinden çıkamadı.

Karakter boyutsuzluğu ve öykü yoksunluğu da, zaten bir türlü tutturulamamış dengeyi iyice bozuyor. Film bittiğinde Angela ve Andre'yi, gözlüksüz 3D izlemiş gibi algılamamız bundandır belki. O cümlelerin altındaki politik, felsefi, dini geçişleri de, açılıp içi okunmamış zarflara benzetelim olsun bitsin. Filmin çekim aşamasında kimi oynatmayı düşündüğü önemli değil. Her halükarda devasa Avrupalı meleğin karşısına şişman, çirkin, fakir, hırsız, katil, ne olursa olsun bir antitez çıkacaktı. Besson aptal değil. Herşeyden haberi olan, kafasına koyduğu mantığı tıkır tıkır işletecek bir zekâya sahip. Birisi ona "al sana Jamel!" dediyse, onun kafasında şimşekler çakmalıydı. Japon asıllı Fransız, kahve falında bile çıkmaz. Yok öyle biri! Filme, düşmüş bir arap karakter konuyorsa, eleştirenlerin ellerine şakaklarını atıp Cezayir'i, 11 Eylül'ü, Fransa'nın göçmen politikalarını düşünmeleri, eleştirilerinde bu referansları kullanmaları normaldir. Bu kadar huylanacak unsur varken, Besson'un hiç oralı bile olmayıp, senaryosundan kayıp giden yıldızları bir kadeh şarap eşliğinde dalışı ise normal değildir.


Demiyoruz ki bizi politik hicivlere boğsun, boğazımıza gazete kağıdı tıkıştırsın, vicdanımıza saldırsın. Bu film bunu yapamaz ki zaten. Kaldı ki ne kadar yavan da olsa, bir filmden dini, politik, sosyo-ekonomik, felsefik çıkarımlarda bulunmaya çalışmanın, bu yönlerde yapılan tespitlerle beyini çalıştırmanın nesi yanlış? Ben illa politik bir motif yakalayacağım diye ıkınmak ayrıdır. Ama bir filme daha derinlemesine bakış atmak isterseniz, dönemi, dönemin olaylarını, kişilerini araştırmak isteyebilirsiniz. Eleştiri yapıyorsanız, bu gerçekliklerle kendi yorumunuzu harmanlayabilirsiniz. Sinekten yağ çıkmaz, ama melek altındaki buzağıdan bal gibi çıkar. Besson bu kafayla pek çıkaramaz o ayrı.

5 Ağustos 2010 Perşembe

A Serious Man (2009)


Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen
Oyuncular: Michael Stuhlbarg, Richard Kind, Fred Melamed, Sari Lennick, Aaron Wolff, Jessica McManus, Peter Breitmayer, Amy Landecker, David Kang, Alan Mandell
Senaryo: Ethan Coen, Joel Coen
Müzik: Carter Burwell

Bir üniversitede fizik profesörü olan Larry Gopnik’in evliliği, karısı Judith’in Larry'nin iş arkadaşı Sy Ableman'a aşık olmasıyla tehlikededir. İlişkisini gizlemeyen Judith'in evden ayrılması ile tuhaf kardeşi Arthur'un eve taşınması ve tüm sorumluluğunu Larry'e yıkması bir olur. Oğlu Danny'nin ciddi bir disiplin sorunu vardır ve kızı tam bir alışveriş delisidir. Irkçı olduğundan şüphelendiği komşusundan da çekinmektedir. Larry'nin sorunları bununla da kalmaz, terfi beklediği sırada üniversitenin terfi komisyonuna gönderilen sabotaj mektupları ve yüksek not için rüşvet teklifleri ile de uğraşmaktadır. Tüm bunların ortasında Larry tepkisiz ve yapayalnızdır. Gerçek bir tavsiyeye, yardım edebilecek birilerine ihtiyacı vardır.

Sanki yakın zamanda No Country For Old Men ile 4 Oscar kazananlar kendileri değilmiş gibi, önce Burn After Reading’de kaliteli bir kadroyla mütevazi bir kara komedi, ardından bu kez neredeyse hiç tanınmayan bir kadroyla yine aynı mütevazilikte başka bir kara komedi çeken Coen kardeşler, sinema tarihinde ne kadar özel bir konuma sahip olduklarını yeniden kanıtlıyorlar. Talihsizliği ve pasifliği kaçınılmaz ana karakteri, birbirinden ilginç tiplemeleri, varoluşçu söylemleri, mitolojik, tarihî, ve felsefî beslenmeleri, bu kez bir zarf içinde kafa karıştıran birkaç bin doları ve final yapmayan finaliyle A Serious Man tam bir Coen klâsiği. Bir musevi ailesinin çekirdeğini çevreleyen cemaate bakış, yoğun dinî motiflerle ve tam bir Coen kaybedeni olan Larry Gopnik ekseninde şekillenen trajikomik olaylarla bütünleşiyor, katmanlı hale geliyor.


Musevîlik ışığında genel anlamda dinlerin insanoğlunun evrensel çaresizliğine somut çözümler üretememe, onları öteki dünya yerine hâlen yaşadıkları dünyaya adapte edememe meselesi, Coenler’in kendine özgü eleştirelliğinden (belki de biz eleştirel olarak algılıyoruz) nasibini alıyor. Coenvâri kaybeden Larry’nin sahip olduğu, bazı yönlerden Kafkavâri banliyö aile reisi normalliğinin, ailevî, meslekî, dinî ve çevresel sorumluluklarla daralan çemberde anormalleşme ile mücadelesi de artık Coen alamet-i farikalarından biri. Öyle ki, doktordan alınacak ciddi bir sağlık haberi ve yaklaşmakta olan büyük bir fırtına gibi anormal durumlar sanki her şeyi daha normal hâle getirecekmiş hissi yaratıyor. “Gizemi kabullenmek”, bir nebze kolaya kaçmak kadar (topu dine, onun temsilcilerine ve en nihayetinde Tanrı’ya atan kaderci gerçekliğin kolaylığı), bireyin kendi etrafını çevreleyen meselelere nasıl baktığı yönünde çok daha akılcı ve normal bir çözüm olarak belirebiliyor. Bu normal çözümlerin içinde türlü üçkağıtların da mevcut olduğunu inkâr etmeyen bir bilgelikle üstelik.

Her Coen kesitine anlam yükleme budalasına düşmüş bizler için bu kez, girişte kısa bir “kısadan hisse” film, üç adet haham, park yeri, Arthur Amca, Belirsizlik İlkesi, Dişçi Sussman, Mentaculus gibi sürprizler var. Birbirine bağlı olaylar dizisinin asla tahmin edilemez kurgusu ve gidişatı dahilinde Coen derinliğinin çok fazla hissedildiği bir film A Serious Man… Yine ortasından girdikleri bir hikâyeyi, yüzlerce ayrıntı yükledikten ve akıcı bir bütünlük sağladıktan sonra yine ortada bırakmaları, Coen terminolojisinde mutlaka karşılığı olan olay/karakter zenginliğine yeni bir halka daha eklemek için kullanıyorlar. O ortada bırakılmışlığın eşi benzeri yok. Herkes, başına gelen onca çılgın olaydan sonra anti kahramanın sihirli değnekle bir anarşiste dönüşmesini beklerken/isterken, Coen tavrı insanoğlunun bazen gerizekâlılıkla, bazen masumiyetle, bazen de peygamber sabrıyla yıkandıklarını hatırlatır. Birbirine bu kadar çok benzeyip de, yine de her yeni yapıtında özgün bir dil geliştirmesini bilen kaç kişi var? Zaman zaman karikatürize edilmişliği altında müthiş bir ciddiyet barındıran baş karakterinin etrafında dönen dünyayı betimlemek için kullandıkları yöntemler çok kişisel. İşte bu yüzden o dünya olağanüstü!


Düşük bütçesi, neredeyse hiç tanınmayan tiyatro, müzikal ve dizi kökenli kaliteli oyuncu kadrosu, dönem atmosferini yansıtmada hiç sıkıntı çekmeyen sinematografi gurusu Roger Deakins faktörüyle A Serious Man, daha hakkında çok şeyler yazacağımız Coen mitine bir epizot daha ekliyor. Yıllardır ilham veren işlere imza atan Ethan ve Joel Coen kardeşler, bu ilhamı farklı yorumlarla perdeye aktarmayı deneyen insanlara da örnek teşkil ediyorlar. Örneğin bunun en popüler yansımalarını Mad Men’de görebildiğimizi düşünüyorum. Bu dizinin yazar ekibi (ki kendileri aynı zamanda The Sopranos’un da ekibi oluyorlar), birçok değişik referansı yanında Coen uydusunun karanlık ve gizemli yanlarından da nemalandıklarını belli ediyorlar. Aradaki ilişkiyi kavrayabilmek için gizemin hayatımızın bir parçası olduğunu bilmek, onu öyle kabullenmek gerekiyor. Ya da Larry gibi hiçbirşey yapmadan “sevecek birini bulsan iyi edersin” deyip her şeye sünger çeksek de olur.