17 Ağustos 2010 Salı

Mavi Boncuk (1974)


Yönetmen: Ertem Eğilmez
Oyuncular: Emel Sayın, Tarık Akan, Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit
Senaryo: Zeki Alasya, Ertem Eğilmez, Sadık Şendil

Bunun formülü ne? Minicik bütçeyle, fakir fukara tekniklerle, kısacık zamanda kocaman filmler yapmanın sırrı ne? Yıllar önce yapılmış, teknolojiden bihaber, önce birbirine benzediğini düşündüğümüz, sonradan her birinin kendine özgü olduğunu fark ettiğimiz bu filmler hala nasıl kendilerini izlettirebiliyorlar? Hepimizin kendimize ait sebeplerimiz var. İnsana dair ne varsa, sevinçler, hüzünler, sakarlıklar, cahillikler, zekalar, hayaller, umutlar… Bu filmler bize saflığın, temizliğin, aşkın, sevginin zamansız ve coğrafyasız gerçekliğini sundular. Acı gerçeğin tatlıya bağlanması, yalanların gerçek karşısındaki çaresizliği, maddenin maneviyat seli önündeki zayıflığı onlar sayesinde bize en samimi haliyle göründü. Bu nasıl bir güçtür? Bu nasıl bir lisandır? Bu nasıl bir kucaklamadır?

Hababamlar, Köyden İndim Şehireler, Süt Kardeşler, Şabanlar ve değeri milyon dolarlarla bile ölçülmeyecek o eşsiz kadroları bir araya getiren daha niceleri, sinemamızın en büyük gurur kaynağı başyapıtlardır. Çalışanından oyuncusuna, yönetmenine bu insanların hiç anlamsız hırsları olmadı. Polemik, skandal, dedikodu nedir bilmediler. Oyuncular filmin karakterlerini o kadar güzel hayata geçirdiler ki, abartıları bile göze batmak şöyle dursun, doğallık dersleri gibiydi. Şimdi komedi yaptığını düşünenlerin düştüğü komik durum, bir daha asla böyle filmler çekilemeyeceğine olan inancımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Komediyi karton ve silik yorumlarıyla verenler, profesyonel bir refleks ile karton ve silik tiplerden unutulmaz anlar çıkarabilen bu insanlardan ya hiç ders almamışlar, yada derslerine çalışmamışlar.

Ezbere bildiğimiz bu filmlerin başına oturduğumuzda kilometremiz sıfırlanıyor, filmle ilgili her şeyi unuttuğumuza programlanmışçasına yeniden aynı heyecanla izlemeye başlıyoruz. İzlerken ara ara hafızamız yerine geliyor. Bir sonraki sahnede Kemal Sunal’ın dişetlerini göstererek neye güleceğini, Zeki Alasya’nın neye kızacağını, Metin Akpınar’ın gevrek gevrek ne söyleyeceğini biliyoruz. Ama o gülüşleri, mimikleri, saflıkları, etkileri ve tepkileri tekrar tekrar izlemekten kendimizi alamamız, bu filmlerin, sinema varolduğundan beri taşıdığı amacı ne kadar güzel yerine getirdiğinin göstergesidir. Mavi Boncuk (ve yine onun için söyleyeceklerimizin aynısını söyleyebileceğimiz aynı güzellikteki Yalancı Yârim), bu muhteşem kadronun iliklerimize işleyen komedi, dram ve romantizminin yanında, dönemin sosyo-ekonomik koşullarına da göz atmayı ihmal etmiyordu. Bunu yaparken zengin kız, fakir ama onurlu genç, ya da tam tersi eksende işleyerek, ve imkansız gibi görüneni mümkün kılarak mutlu sonla bitiriyor, böylece insanlara umut aşılıyor, acımasız gerçek dünyadan da intikamını bir güzel alıyordu.


Emel Sayın’ı kaçırdıkları halıyı açıp, onun (bizim görmediğimiz) çırılçıplak görüntüsü karşısındaki utangaçlıkları, fidye buluşmasında yaşanan komiklikler, Emel Sayın’ın sofrada Yakışıklı’nın gözlerine bakarak söylediği şarkı esnasında diğerlerinin yüz ifadeleri (Baba Yaşar’ın temkinli ifadesi), onu Mıstık’ın annesinden saklama çabaları, yine Emel Sayın’ın, kendini yenilen hakları yüzünden kaçıran bu garibanlara “aşağılık herifler, namussuzlar, ırz düşmanları” diye bağırması sırasındaki şaşkın masumiyetleri, hepsi ama hepsi insani bir masalın unutulmaz kareleri.. Bu karakterlerin hepsi gerçek, hepsi özel. Baba Yaşar’ın sinema tutkusu, Süleyman’ın iş bitiriciliği, Şeker Kamil’in okuma-yazma öğrenme gayreti, Kaymakam Cafer’in külüstür arabası, kırık tarağı anlatılmayıp geçilseydi, o ruha ihanet edilmiş olacaktı belki de. Bu da o filmlerin doğasında hiç olmayan bir şey.

Kendi sinemamızla yaşadığımız tatlı-sert ilişkinin daha yoğununu yabancılar da kendi ülke sinemalarıyla yaşıyorlardır muhtemelen. Ama bizim eksiğimiz, saygıda kusurumuz. Filmleri son teknolojiyle yeniden elden geçirmek, ses, görüntü kalitesi üzerinde oynamak gibi şeylerden bahsetmiyorum. Benim için o çıtırtılı sesler, solgun görüntüler filmin özünden bir şey götürmediği gibi, puslu bir nostalji katıyor. Bizim, bize ait olana sahip çıkmaktan anladığımız, döneri, Karagöz-Hacivat’ı, rakıyı, lokumu, hamamı ellere kaptırmamak gibi milli bir amaçtan ibaret. Oysa biz bu filmleri ilk önce kendimiz ve paylaşmak istediğimiz nesillerimiz için koruyup, canlı tutmuyoruz ki elaleme kaptıralım.. Mesela internette bu filmlerimiz için tüm bilgilerin girildiği, kaliteli yorumlarla taçlandırıldığı, resimlerin, afişlerin, filmde geçen şarkıların bulunduğu doğru dürüst bir database bile yok ama öyle olduğunu sanan çok. Dedemi, babamı, beni, kardeşimi, küçüklerimizi aynı derece etkilemiş, etkileyecek bu filmler bundan daha iyisini, daha özenlisini hak ediyor. Teknoloji aldı yürüdü, ama böylesini yapamıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder