30 Mayıs 2007 Çarşamba

Hurlyburly (1998)


Yönetmen: Anthony Drazan
Oyuncular: Sean Penn, Kevin Spacey, Robin Wright Penn, Chazz Palminteri, Garry Shandling, Anna Paquin, Meg Ryan
Senaryo: David Rabe
Müzik: David Baerwald, Petra Haden, Steve Lindsey

Oldukça tanınmış bir casting yönetmeni olan Eddie, iş ortağı Mickey ile aynı evde yaşamaktadır. Mickey karısı ve çocuklarıyla birlikte süren yaşantısına bir ara vermiştir. Bir oyuncu olan Artie ve aktör adayı olan Phil ile birlikte bu dörtlü yaşamlarını yolundan çıkmış bir şekilde sürdürmektedir. Bu dört erkeğin yaşamlarına birbirine benzemeyen üç kadının girmesi ile olaylar hiç beklenmedik bir yöne sürüklenir.
 
David Rabe’in tiyatro oyunundan, yine Rabe tarafından senaryolaştırılıp Anthony Drazan tarafından çekilen Hurlyburly'nin 1984’deki Chicago prömiyerindeki kadroda William Hurt, Christopher Walken, Sigourney Weaver, Harvey Keitel gibi elit oyuncular bulunuyordu. Oyun hala çeşitli dönemlerde farklı oyuncular tarafından sahnelenmekte. Filmdeki elit oyuncu kadrosu da en az oyundaki kadar muhteşem. Zaten oyundan uyarlanan sanaryonun kolay yenilir yutulur cinsten olmayan fevkalade komplike cümleler sağanağına hakim olmak için direksiyon kabiliyeti kuvvetli oyunculara ihtiyaç duyulması kaçınılmaz.


Hurlyburly her şeyden önce bir kara-komedi. Ama iki başrolün meslekleri gereği oyuncu avcısı olmaları ve sinema sektöründe söz sahibi olmalarının getirdiği Hollywood taşlamasından ziyade, insan ilişkilerinin sosyal, cinsel, ahlaki ve felsefi yönleriyle ilgilenen, bunu yaparken de hızını alamayıp sık sık boyut değiştiren bir film. Senaryonun çetrefilli bünyesi, irili ufaklı 7 ana karakterin farklı kişilikleri üzerine çeşitli başlıklarda oldukça derin analizler ve ruh çözümlemelerinden oluşuyor.

Önce oyunculardan bahsedersek bir önem sırası oluşturmak gerekebilir. Sean Penn’in canlandırdığı Eddie, gerek senaryodaki kendine ait bölümlerden de anlaşılacağı üzere akıl fikir yönünden çok zor bir karakter. Umursamaz tavrının ardına sakladığı, aslında yaşadığı hayatın her ayrıntısında bir anlam arayan, genelde bulamayan, ama bulduğunda bile mutsuz olmayı başarabilen manik depresif bir karakter. Penn bu rolüyle belki de kariyerinin en müthiş performanslarından birini sunuyor. Öyle ki bu rolüyle Venedik Film Festivali’nde En İyi Aktör ödülü alan oyuncunun gözüktüğü her sahne, farklı ruh hallerinden oluşan çok geniş bir yelpazede seyrediyor. Eddie’nin partneri Mickey rolüyle Kevin Spacey ise o malum soğukkanlı karizmasına gizlediği usta manevralarını ve şeytani dokunuşlarını bol bol sergiliyor. İkilinin uyumuna hayran kalmamak elde değil. Aktör-komedyen-şovmen Garry Shandling’in pek fazla derinliği olmayan Artie performansı ile birlikte, bu filmden üç yıl önceki The Usual Suspects'te yine Spacey ile beraber oynayan ve yine “soğuktan sıcak” aktörlük niteliklerine sahip Chazz Palminteri’yi Phil rolüyle izlemek çok keyifli. Kaba ve dengesiz Phil’in şiddete meyilli bir maganda ile şefkatli eş-baba arasında gidiş gelişleri çarpıcı olduğu kadar kara komedinin yapıtaşlarına da sonuna kadar uyan bir eğlencelik barındırıyor.

Bu dört erkeğin erkeksi, ama aynı zamanda zayıf noktalarını görüyoruz. Bu zayıflıkların birçok sebebi olduğu gibi, basit meselelerden de çok derin çıkarımlarda bulunmaya hazır bu insanların hayatlarına bir yerlerden giren üç kadın için de onlar kadar ilginç demek doğrudur. Artie’nin asansörde bulduğu ve bu dört erkek tarafından bir eşya veya evcil hayvanmış gibi komik yorumlara mahzar olan Donna (Anna Paquin), Eddie ve Mickey’in sürekli tartışmasına sebebiyet veren, Eddie gibi bir çılgının sevgilisi olmanın bedelleriyle boğuşan Darlene (Robin Wright Penn) ve kimi filmlerin vazgeçilmezi olan altın kalpli fahişe tiplemesinin Hollywood tepeleri versiyonu Bonnie (Meg Ryan), filmin diğer çekici unsurlarını oluşturuyor.

 
Elinizde böyle bir kadro varsa, oyuncu yönetimi ile ilgili çok fazla çaba sarfetmeniz gerekmeyebilir. Kimi zaman senaristten, yönetmenden hatta bazen oyunculardan çıkıp bir canavara dönüşen deneysel senaryonun ayaklarını yere sağlam bastıran ve onun dizginlerini ellerinde tutmaya özen gösteren başta Penn, Spacey ve Palminteri olmak üzere, uzadıkça uzayan repliklerini vücut ve mimiklerle dengelemeyi çok iyi beceriyorlar. Her ne kadar Hollywood standartları çerçevesinde “rol” kesiyor olsalar da, artık bir yerden sonra senaryoda kendi paylarına düşen o bitmek bilmez cümlelerin de etkisiyle spontane anlar yaşıyorlar.

Sürekli bahsettiğimiz senaryonun içerisinde “hepimiz sadece diğerlerimizin arka fonlarıyız”, “ben kendimin en büyük çelişkisiyim”, "her şey beni diğer her şeyden vazgeçiriyor”, ben ikiniz arasında olabilecek tehditkar bir bağlantının geçerli bir sapmasıydım” türünden binlerce cümle var. Bu cümlelerin kuruluş ve yan yana getirilişinin ardında bir tiyatro oyunu olması gerçeği, oyunun filme dönüşümü esnasında yaşanabilecek dezavantajları da beraberinde getirmiyor değil. Oyunculukta bir türlü tutunamamış kaba saba Phil’in “bizde farkındalık dışı içsel bölgenin sonuçları olan kör noktalar var” demesinin inandırıcılık seviyesinden ziyade komik duruşuna tav oluyoruz. Felsefi alt okumaların yoğunluğu filmi rutinleştirme tehlikesi barındırıyor.


Ama metin, düpedüz felsefi olmaktan uzak durma iyi niyetine de sahip. Kendisini arabadan atan Phil için “bu adam iyi sosyal değerlerden tamamen yoksun” diyen fahişe Bonnie’nin ironik komikliği veya Eddie’nin “Phil’i tanımaya çalışsaydın severdin” dediği Mickey’nin cevap olarak “zevk sahibi olmam beni birçok şeyden alıkoydu” demesindeki ince mizah anlayışı gibi bir sürü örneğin cirit attığı, sık sık karmaşık felsefi ifadeleri günlük konuşmalara uygulamaya çalışan gayet güzel bir yazım örneği. Hatta o taş gibi sağlam yapısına rağmen kimi yerlerde aralara serpiştirilen “bla bla” ve benzeri kaçışlarla da bir denge tutturmaya çalışıyor. Oyunun adının da “Confusion” gibi daha ciddi bir isim yerine Hurlyburly olarak düşünülmesi belki de bu dengesel tavrın bir ürünüdür. “Karışıklık” yerine “Harala Gürele” gibi bir yaklaşım, sıkıcılık tehditine karşılık psikolojik anlamda daha sıcak bir intiba uyandıracaktır.
 
İhanet, arkadaşlık, ölüm, evlilik, seks, şiddet gibi daha sıralanabilecek pek çok kavramı kendi yağında kavuran Hurlyburly, durmadan uyuşturucu alan karakterlerinin o etki altında yaptıkları tartışmalardan, konuşmalardan beslenen, belli bir konu veya amaç etrafında dönmeyen, insan yapıları ve onlar hakkında binbir türlü teorisi olan çok farklı bir film. Başta Eddie’nin ve başta Sean Penn’in olmak üzere hemen hemen tüm karakterler üzerine soyut/somut çeşitlemelerin yoğunlukta olduğu iki saatlik bir beyin faaliyeti.

28 Mayıs 2007 Pazartesi

Zelary (2003)


Yönetmen: Ondrej Trojan
Oyuncular: Anna Geislerová, György Cserhalmi, Jaroslava Adamová, Anna Vertelárová, Iva Bittová
Senaryo: Kveta Legátová, Petr Jarchovský
Müzik: Petr Ostrouchov

Çek topraklarının Nazi işgali altında olduğu 1940'lı yıllarda Eliska, üniversiteler Almanlar tarafından kapatıldığı için tıp eğitimini tamamlayamayan ve bu yüzden bir hastanede hemşire olarak çalışan genç bir kadındır. Sevgilisi cerrah Richard ve ortak dostları Doktor Chldek'le birlikte direnişçilere katılmıştır. Bir gece, taşradaki dağlık bir bölgeden hastaneye, acil kan nakli gereken ağır yaralı bir adam getirilir. Yalnızca Eliska'nın kan grubu adamınkini tutmaktadır. Verilen kan, adamın hayatını kurtarır ve çağdaş, şehirli, eğitimli Eliska ile köylü, ekmeğini taştan çıkaran, çocuk ruhlu Joza arasında sıradışı, güçlü bir ilişki kurulur.

Doktorların yer aldığı direnişçi grup ortaya çıkarılınca Gestapo peşlerine düşer ve yaşamları tehlikeye girer. Eliska'nın sevgilisi Richard, bir gece kaçarak ülkeyi terk edince, Eliska'nın kalabileceği emniyetli bir yer bulmaları gerekir. Kızı ücra bir bölgedeki dağ evinde saklayabileceği düşüncesiyle Joza ile temasa geçerler. Eliska, alışkın olduğu şehir yaşamını ardında bırakıp yeni bir kadın olmak zorunda kalır: artık dağ adamının karısı Hana'dır o. Yeni yuvası, zamanın 150 yıl önce durduğu dağ köyü Zelary'dedir.

Kveta Legátová’nın Jozova Hanula adlı romanından uyarlanan ve Ondrej Trojan tarafından yönetilen Zelary, 2004 yılında En İyi Yabancı Film kategorisinde aday olmuş, ancak ödülü Kanadalı Les Invasions Barbares'e kaptırmış son derece başarılı bir Çek yapımı dram. Özellikle Avrupa’ya has çekiciliği ve harika oyunu ile Anna Geislerová’nın devleştiği film, roman uyarlamalarının perdeye yansıması sonucu oluşan masalsı atmosferi yaratmada da hedefine ulaşıyor. Geislerová’nın etrafına örülen karakter zenginliği de bir o kadar çekici..


Gestapo’dan kaçması için, dava arkadaşları tarafından kendisine her ayrıntısı düşünülmüş yeni bir hayat verilen Eliska, çalıştığı hastanede kan verdiği köylü ile evlenip, Zelary köyünde yaşamak zorunda kalan şehirli bir genç kadınken, kendisine koca olarak seçilen orta yaşını biraz geçkin Joza ise köpeği Azor ile yaşayan, aşka sevgiye aç, saf ve becerikli bir dağ köylüsüdür. Yan yana gelmesi pek mümkün olmayan bu özelliklere sahip iki karakterin buluşması, yabancılık, alışma evresi ve aşka dönüşüm düzleminde hatasız ilerliyor. Sadece Eliska ve Joza arasındaki ilişkinin değil, sosyal açıdan şehirli Eliska’nın, köylü Hana’ya dönüşümü de bu düzlem üzerinde yerini alıyor. Başlangıçta mecburen gerçekleşen her iki dönüşümün, zamanla bireyin kendi seçimi halini almasını çok iyi işleyen Zelary, izleyiciyi de bu dönüşüm sürecine ortak ederek gücünü ortaya koyuyor. Bu güç, sadece iki ana karakter sayesinde elde edilmiyor elbette.

Artık Hana olarak yaşamak zorunda kalan Eliska’nın, belki normal şartlarda asla koca olarak seçmeyeceği Joza’ya alışma süreciyle eş zamanlı ilerleyen köy sosyal yaşamına alışma sürecine katkıda bulunan en önemli unsurlardan biri de Zelary köylüleri.. Pek çoğunun Eliska’nın sığıntı durumundan haberdar olmasına karşın, onu bağırlarına basarak kendi samimi sosyal çarklarında öğütmeleri, küçük toplumlardaki pozitif veya negatif dönüşümün ne derece etkili ve çabuk olduğu yönünde fikir verebiliyor. Köy ortamının vereceği fikirin hep olumlu yönde olacağı düşünülür. Ama realist biçimde Zelary köyünde karısını döven, içki içen, başkasının karısına tecavüze yeltenen, üvey çocuğuna dayak atıp evden kovan insanlara da rastlıyoruz. Ama bu kötü huyların köy atmosferinin birbirine kenetlenmişliği içinde erimesi de kaçınılmaz oluyor. Joza ile birlikte, köyün eğitimsiz doktoru yaşlı bayan Lucka, anlayışlı rahip, asi çocuk Lipka, Zena rolünde aynı zamanda ülkesi Çek Cumhuriyeti’nde başarılı bir yaylı çalgılar ustası olan Iva Bittová gibi sıcacık karakterler, Hana’nın bağlanma sürecine katkıda bulunuyor. Hele de Zena’nın küçük kızı Helenka rolündeki Anna Vertelárová’nın hem kendisi, hem de oyunu görülmeye değer.


Dönüşüm evresine katkıda bulunan bir diğer önemli etken de köy olgusu. Ağaçları, dağları, tepeleri, çiçekleri ile o kadar güzel bir köy izliyoruz ki, sıkıcı olarak gördüğümüz bu küçük coğrafi olgunun insan ruhunda yarattığı arınma duygusuna, temiz havasına, güneşine, yağmuruna, karına tanık oluyoruz filmde.. Hana, bütün mevsimleri arka arkaya yaşadığı bu köyde aşkı ve insani sıcaklığı, bunun yanında zaman zaman zorbalığı da yaşayarak kendi iç mevsimlerinin de farkına varıyor. Filmin pastoral dokunuşları o kadar etkili ki, ekran karşısında o temiz havayı ciğerlere çekmek, ot ve çiçek kokularını duyumsamak, terlemek, üşümek mümkün hale geliyor neredeyse. Ama öte yandan, savaşın gölgesinde yaşamanın getirdiği gerilimin bu güzellikleri yerle bir edeceği endişesi de filmin bir köşesinde duruyor hep.

Zelary, işlediği saf güzellikler yanında acı gerçekleri de iki saati aşkın süresine ustaca sığdırmış, yürek coşturduğu gibi yürek burkan da bir film. Görüntülerin ihtişamı, senaryonun samimiyeti, oyuncuların doğallığı bir araya geldiğinde oluşan kimyaya her zaman rastlayamıyoruz. Savaşa karşı gizliden faaliyette bulunan elit Eliska’dan, zoraki bir savaş gelinine dönüşen köylü Hana’nın ve Zelary köyünün hikayesi mutlaka görülmeli.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

American Gun (2005)


Yönetmen: Aric Avelino
Oyuncular: Forest Whitaker, Marcia Gay Harden, Donald Sutherland, Tony Goldwyn, Nikki Reed, Chris Marquette
Senaryo: Steven Bagatourian, Aric Avelino
Müzik: Peter Golub
 
Amerika’da bir liseye baskın düzenleyen silahlı iki öğrenci pek çok öğrenciyi katletmiştir. Aradan geçen zaman sonucunda olayla doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmiş bir grup insan için eskinin gölgesinde yeni başlangıçlar ve tabi ki yeni sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Son yıllarda Amerika’nın kendi iç meselelerini masaya yatırdığı, belli kesimleri temsil eden bir grup insan etrafında dönen, dönüşümlü ve kesişimli senaryolar izlemeye başladık. Bu anlayışın zirve yaptığı Oscar’lı Crash'in rüzgarını arkasına alan bu filmler arasında görülen en temel benzerliklerden birisi, dışa kapalı olma çabasındaki yer yer milliyetçi bir iç çözümleme sayesinde doğruya ulaşma tavrı.. Yine Oscar’lı Michael Moore belgeseli Bowling For Columbine ve Gus Van Sant imzalı Elephant'ta işlenen okul baskınları ve bununla bağlantılı olarak Amerika’nın silah çılgınlığı ile ilgilenmiş bir başka yeni film de American Gun.

Bu filmi anlatmak için kendi janrına uygun referansı olan Crash ile karşılaştırmak doğru olabilir. Önce American… ile başlayan filmlerin kahramanları, yani Amerikalılar’ın bu filmlerdeki zengin çeşitliliğine değinmek gerek. Mesela yine Oscar’lı American Beauty gibi nereden vuracağı belli olmayan bir filmin Amerikan Rüyası eleştirisinde seçilen kahramanlara bakalım: Banliyöde yaşayan her yanı sorunlu üç kişilik orta sınıf bir aile, röntgenci ve uyuşturucu dağıtıcısı bir yan komşu, onun asker eskisi çatlak babası, eşcinsel iki sevgiliden oluşan diğer komşular. Oradaki eleştirel iç bakış, sert ve acımasızdı. 9/11 hadisesinden sonra kenetlenme ihtiyacı duyan Amerika, sinemaya yansıyan provokatif yaklaşımlar yüzünden iç kızgınlığını yavaş yavaş dışarı taşırmaya, intikam salyaları akıtmaya başladı. Kötü adamlar artık Amerika’nın kendi içinden değil Doğululardan veya Araplardan seçiliyor. Crash gibi sağduyulu, Syriana gibi acı gerçekleri tokat gibi çarpan iki güzel filmin bu karışıklıkta filizlenmesi, sinemada patlak vermesi olası bir Amerikan hezeyanına prim vermeyerek tahriklere kulak asmadı.

Crash'te ırkçılık, milliyetçilik ve önyargı ağırlıklı eleştirilen Amerikan Rüyası, bu filmin haklı başarısının etkisinde kaldığı her halinden belli American Gun'ın yazarı Steven Bagatourian ve filmin yazan-yöneteni Aric Avelino’nun ilk filmiyle Crash kadar olmasa da sağlam ve gelişmeye müsait denklemler kurmuşlar. Amerika’nın milli meselelerinden biri haline gelen liselerdeki silahlı şiddetten hareket edip, silah çılgınlığına uzanabilecek potansiyel unsurlar, tasarım aşamasında gayet iyi sinyaller veriyor. Konusu için özel tasarlanmış ve kritik köşe başlarında duran karakterler de filme çok elverişli bir zemin hazırlıyorlar: Çalıştığı lisede bir dedektif gibi düzeni sağlamaya çalışan, öğrencilerle, velilerle görüşen, sorunlarına çözümler üreten, ama kendi oğluyla bir türlü konuşamayan müdür Carter ve onun kazanmak istediği hayatı pamuk ipliğine bağlı çok başarılı bir öğrenci. Lise baskını sırasında olay yerine ilk gelen polis memuru olan Frank. Baskını yapan öğrencilerden birinin annesi olan Janet ile kafası karışmış küçük kardeş (alışageldiğimiz ölmüş başarılı ağabeyinin gölgesinde kalmış küçük kardeş yerine, ölmüş katil ağabeyinin gölgesinde kalmış küçük kardeş). Geniş bir silah mağazası işleten emektar Carl ve hem okuyan, hem de dedesinin dükkanında çalışmak zorunda kalan torun Mary Ann.. Bu karakterler filmin hareket noktası, uğrayacağı istasyonlar hakkında fikir verebiliyorken, alacağı virajlar ve varacağı yer ile ilgili sakladıkları ile de kendini cazip kılıyor.
 

Donald Sutherland, Forest Whitaker, Marcia Gay Harden, Tony Goldwyn ve birkaç genç yetenekle oyunculuk kanadını sağlama alan film, şu haliyle Crash'in izinden gidecek izlenimi veriyor. Sutherland’in etliye sütlüye karışmayan oyununa nazaran, günümüzün en iyi siyah aktörlerinden Forest Whitaker ve Ghost filminin kötü adamı olarak tanıdığımız Tony Goldwyn’in performansları oldukça iyi.. Fakat 2000 yapımı Pollock ile En İyi Yardımcı Kadın Oscar’ı kazanmış, 2003’te Mystic River ile aday olmuş ve başka pek çok ödül kazanmış Marcia Gay Harden’ın filmdeki tedirgin, telaşlı ve sinirli anne Janet Huttenson yorumunu ayrı bir köşeye koymak gerek. Harden’in özellikle oğlu David rolündeki genç Chris Marquette ile tartışma sahnesi, filmin çok çarpıcı dramatik anlarından biri.
 
Bunca olumlu özelliğe rağmen, Crash'in ayakları her yönden yere basan yapısını American Gun'da görmek pek mümkün olmuyor. Kritik noktalara yerleştirilen karakterlerin üzerlerine giydikleri üniformalarla filmin mayasının örtüşmediği çok yer var. Mesela silah satıcısı Carl Wilk’in filmde torunu ile iletişim kopukluğu dışında hiçbir fonksiyonu yok. O zaman bu adam niye bir marangoz değil de silah dükkanı sahibi? Polis memuru Frank’in hassas dengeleri üzerine yeterince gidilmemiş. İzleyenin vakıf olamadığı bir sırrı mı vardı acaba? Okul müdürü Carter’ın bu karakterlerden hiçbiri ile yolu kesişmiyor. Karakterler mutlaka birbirleriyle bazı kavşaklarda buluşmalı mı diye sorulabilir. Crash'in dantel gibi işlenmiş kesişen öykülerine American Gun'da rastlayamıyor olmamız onu nereye koyar? Kağıt üzerinde birbirine zincirleme şekilde çok güzel bağlanabilecek karakterlerin zorlama kesişmeler yaşaması veya hiç yaşamaması, birbirinden bağımsız tiplemelerin kes-yapıştır mantığıyla bir filme yedirilmeye çalışılması gibi suni gözükecektir. Janet’in oğlu ve komşularıyla olan gerginliği, duygusal yoğunluk ve performans doygunluğu olarak gayet ölçülü. Ama birkaç yerden boş prizleri olan bu ana-oğul ilişkisine diğer karakterlerden oluşan fişlerin takılamaması pek çok şeyi havada bırakabiliyor.
 
Üstlendiği misyon itibariyle silah fanatizmi ile ilgili söylemesi gereken bırakın yeni bir şeyi, eskileri bile doğru dürüst dillendiremiyor. Karakter ve ruh çözümleri yüzeysel olunca her hikayenin bitişi yavanlaşıyor. Ana görevinin gereklerini ıskalama talihsizliği yaşıyor. Filmin hassas nokta olarak ucundan yakaladığı belki de tek olgu olan iletişimsizlik de çok sade ve yer yer sıkıcı şekilde ele alınıyor. Başlangıçtaki başarılı denklemler ve usta işi oyunculuklara rağmen sonuca ulaşma yönünde ciddi bir tempo düşüklüğü ve galiba Avelino-Bagatourian acemiliği yaşanıyor. Tabi bu ikilinin ulaşmak istediği amaç gerçekten buysa, daha bu uğurda katetmeleri gereken çok daha fazla mesafe olduğu söylenebilir. Yine de “kötü” yerine “yetersiz” demek daha uygun düşebilir. Fikir ve heves mevcudiyetine rağmen sonucun “son uca” ulaşamaması durumu. Bir dergiye cezbedici bir kapak yapıp, geri kalanıyla aynı şevkle ilgilenmemek gibi. Veya bir çocuğun neden silahlanıp insanları öldürdüğü ile değil de, kaç kişiyi öldürdüğü ile ilgilenmek gibi.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Nil By Mouth (1997)

 
Yönetmen: Gary Oldman
Oyuncular: Ray Winstone, Kathy Burke, Charlie Creed-Miles, Laila Morse, Edna Doré, Chrissie Cotterill, Jon Morrison
Senaryo: Gary Oldman
Müzik: Eric Clapton

Raymond
, hamile karısı Valerie ve Valerie'in kardeşi Billy ile birlikte Londra'da işçi sınıfı bir aile olarak yaşamını sürdürmektedir. Evde çiftin kızları Michelle, Val'in annesi Janet ve büyükannesi Kath de bulunmaktadir. Raymond'un genelde sinirli ve hatta bazen şiddet kullanan bir insan olması, aile içinde problemlere neden olmaktadır. Uyuşturucu bağımlısı Billy'nin, kendi malını çalmak süretiyle arkasından iş çevirdiğini öğrendikten sonra Raymond'un onu döverek evden atmasıyla olaylar daha da karışır. Ray’in öfkesi kontrol edilemez bir hal almaya başlar.

1997’de Edinburgh Uluslararası Film Festivali’nde en iyi yönetmen, aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Kathy Burke ile en iyi kadın oyuncu, 1998 yılında en iyi film ve orijinal senaryo dalında BAFTA, Empire Ödülleri’nde en iyi debut, British Independent Film Ödülleri’nde Ray Winstone ile en iyi erkek, yine Kathy Burke ile en iyi kadın oyuncu, Leila Morse ile de umut vadeden oyuncu ödüllerini kazanmış, aynı zamanda bazı festivallerde çeşitli adaylıklara layık görülmüş Nil By Mouth, usta Aktör Gary Oldman’ın yazıp yönetip prodüksyonuna da katkıda bulunduğu şu ana kadarki tek filmi.. Prodüksyonu paylaştığı diğer isimlerden birisi, genelde bu tip bağımsız yapımları tercih eden Douglas Urbanski, diğeri ise ünlü Fransız yönetmen-senarist-prodüktör Luc Besson.

Sinema dünyasının yaşayan en usta aktörlerinden Gary Oldman, yazıp yönettiği Nil By Mouth ile bağımsız oyunculuk anlayışının getirdiği esneklikle senarist ve yönetmen olarak bağımsız sinemaya bir bakış atıyor. Bol küfürlü ve sert diyaloglar ve bunların kimi zaman doğaçlama kokan uzun tutulmuş yapısı, ayrıca yer yer ağırlaşan temposu ve standart sinema izleyicisini kolayca içine almayan umursamazlığıyla zor bir film Nil By Mouth.. Oynadığı onlarca arızalı karakterden sonra yazıp yöneteceği ilk filmini de sakıncalı ve marazi tiplerle doldurması sürpriz olmazdı. Bağımsız sinema kalıplarının getirdiği deneyselliği benimsemiş olmasının getireceği avantaj ve dezavantajların farkında olan Oldman, alışıldık kalıpları reddetme eğiliminde olan ve popüler anlayışlara kapalı bir film sunuyor.


Alkol, sigara, uyuşturucu, küfür, dayak gibi meselelerin didaktik yönleriyle uğraşmak, bu tip bir filmin yapısına ters. Bu olguları oldukları gibi, veya işçi sınıfına ait bir İngiliz ailenin ve onun yan kollarının normalde yaşadığı şekliyle göstermekle Oldman, sanki kamerasını bu yaşamın bir kesitine tam ortadan daldırmış ve çekmeye başlamış izlenimi uyandırmakta. Ana karakterler hakkında bir ön bilgiye gerek duymadan, direk onlarla temkinli bir ilişkiye zorlandığımızı hissetmek de mümkün.

İngiliz orta veya işçi sınıfına mensup bir ailenin veya bireylerin yaşadığı sorunlardan hareketle bu problemli kültüre farklı yönlerden bakmayı beceren filmlerin hemen hepsinde rastladığımız çürümüşlüğe Nil By Mouth da da tanık olmak mümkün. Oldman, bu toplumsal çöküşlerin analizini yapmaktansa, onları çiğ halleriyle göstermeyi tercih ediyor. Oldman mantığına göre sadece göstermek de bir anlamda onlar hakkında yapılabilecek en etkili yorum olabiliyor. Ancak Oldman, sözel anlamdaki açıklığı ve sertliğine rağmen, görsel anlamda kontrollü bir tutum içerisinde. Bu tutum, kendisini en fazla şiddet sahnelerinde hissettiriyor. Ray’in kayınbiraderi Billy’yi hırpaladığı sahne karanlık ve karambol bir geçişe sahip. Ray’in hamile olan eşi Valerie’yi acımasızca dövdüğü sahnede ise şiddetin uygulandığı mağduru değil de, sadece şiddeti uygulayan Ray’i bize gösteren Oldman’ın kontrollü tavrı kendini gösteriyor.


Ama bu kadar temkinli yaklaşım şekli, Gary Oldman’ın aktörlükten gelme hırçın anlayışıyla pek bağdaşmayacağı için, şiddete maruz kalan Billy ve özellikle Valerie’nin yüzlerindeki yara izlerinin ürkütücü yapısı, Oldman’ın bize tam olarak göstermediği şiddetin dehşetini çok çarpıcı biçimde hissettiriyor. Bu yara izleri bile, kimi zaman cahil cesareti ile kendi görsel şiddetini kan revana bulayan bazı yönetmenlerin yaratamadığı etkiyi başarıyla yansıtabiliyor.
 
Ray Winstone ve Kathy Burke’ün başı çektiği başarılı kadro, Oldman’ın bağımsız filminin iddialı kozları. Özellikle Ray’in Valerie tarafından terk edilmesinden sonra yaşadığı psikolojik çöküntüyü mükemmel yansıtan, Nil By Mouth ifadesinin manasını da anlayabileceğimiz, babasıyla olan ilişkisini anlattığı bölümde de göz dolduran Winstone, Oldman hissiyatına uygun arızalı bir başrol. Hoş şarkılar ve Eric Clapton’un tema müzikleri ile de vücut bulan Londra atmosferi kesinlikle turistik değil. Nil By Mouth, tüm bu unsurların bir araya gelerek oluşturduğu tuhaf kimyası, belli bir giriş-gelişme-sonuç izleğine sahip olmayan iç yapısı ile film gibi durmayan bir normallik ve garip bir çekicilik içeriyor.

21 Mayıs 2007 Pazartesi

El Aura (2005)

 
Yönetmen: Fabián Bielinsky
Oyuncular: Ricardo Darín, Dolores Fonzi, Pablo Cedrón, Nahuel Pérez Biscayart, Jorge D'Elía, Alejandro Awada
Senaryo: Fabián Bielinsky
Müzik: Lucio Godoy

Espinosa
, gizli gizli kusursuz soygun yapma hayalleri kuran çekingen bir hayvan doldurucusudur. Hayatındaki ilk av gezisinde, tetiğin bir kere çekilmesiyle hayalleri gerçek olur. Yanlışlıkla bir adamı öldürür, öldürdüğü adam da gerçek bir suçlu çıkınca, onun suç planını devralır: Plan, kumarhane hasılatını taşıyan zırhlı bir aracı soymaktır. Ama üstesinden gelmesi gereken tehlikeli bir engel vardır: Espinosa, sara hastasıdır.

Buenos Aires doğumlu Fabian Bielinsky, birkaç filmde yönetmen asistanlığı, yine az sayıda filmde yardımcı senaristlik yapmış taze bir yönetmen. 2000 yapımı Nine Queens ile başlayan bu taze kariyer, 2005’de El Aura ile gelişme gösteriyor. Artık yardımcı konumunda olmak istemediğinden midir, her iki filmin senaryosu da kendisine ait. El Aura, geneline yaydığı gizem ve suç gerilimini iki küsür saat boyunca sürdüren, Arjantin’in Oscar adayı çok başarılı bir “ikinci” film.

Bielinsky, yine Buenos Aires’li Ricardo Darín’in canlandırdığı, filmde adını neredeyse hiç duymadığımız Esteban Espinosa karakteri ile bize hangi rüzgarlara kapıldığının ipuçlarını veriyor. Bu karaktere yüklediği özellikler ile onun hikayedeki merkezi rolünü daha da kuvvetlendirerek, onunla ve etrafında gelişen olaylarla daha bütünleşmemizi sağlıyor. Espinosa, çok güçlü bir hafızaya sahip, ölü hayvanları dolduran, kafasında türlü soygun planları kuran, karısı tarafından terk edilen, epilepsi hastası bir “orada olmayan adam”dır. Filmin adı da zaten onun bu hastalığının bir özelliğinden ibarettir. Filmde Espinosa’nın çok güzel betimlediği yorumdan farklı olarak “Aura”, sara nöbeti öncesinde kişinin, belli bir zaman aralığında belirsiz sesler işiterek geçirdiği kriz öncesi ana verilen isimdir.


Orada olmayan adam durumuna da açıklık getirmek gerek. Bielinsky’nin yarattığı bu karakteri birçok yönden Coen kardeşlerin merkezi karakterlerine benzetmemiz mümkün. Hatta belli sebeplerden filmin omurgasındaki karmaşık suç örgüsü ve türlü virajlar içeren yapısıyla Coen imzalı filmlere benzetme olasılığımız var. Ancak Coen’lerin çok sevdiği kara-komedi kısmının, komedi bölümüne hiç uğramadan direk kara olmayı tercih etmiş olan El Aura, bu etkileşimden dolayı asla bir Coen taklidi gibi düşünülmemeli. Kara ve komedi arasındaki dengeyi Coen’ler kadar tutturma kabiliyetine sahip çok az sayıda insan var. Ama bir filmi salt “noir” hale getirmek için kesinlikle çağdaşlardan beslenmeyi ihmal etmeyen bir özgünlük gerekiyor. Bu anlamda El Aura oldukça özgün bir yapım sayılabilir.

Hiç beklemediği bir anda, kucağında hep hayalini kurduğu bir soygun planı bulan Espinosa, güçlü hafızası sayesinde başkasının planını kendi planı haline getirmeye uğraşıyor. İlginçtir, onun yaptığı iş olan ölü hayvanları doldurma işi de buna benzer bir hassasiyet gerektirmekte. Ölü bir adamın planına sahip çıkmak ile, ölü bir hayvanın bedenini doldurmak arasında bir takım yorum farkı olsa da, asla akla gelmeyecek bu yakınlığı bir anti-kahramanın bünyesinde ve onun hikayesinde birleştirmek, Bielinsky’nin hikayesinin bir başarısı sayılmalı. Daha çok hikayenin gücüne sığınmayı tercih eden senaryo, oluşabilecek açığı görüntüler ve oyunculuklarla gayet olumlu biçimde kapatıyor. Tam göbeğe koyduğu, kişilik olarak artıları-eksileri olan çok fonksiyonlu Espinosa bir tarafta, diğer karakterler bir tarafta olunca, Bielinsky bize Espinosa’nın hikayesine kapılma ve onun artıları-eksileri ile yüzleşme zorunluluğu yaratıyor. Diğer taraftan hikayenin gücü, bu yüzleşmeyi bir zorunluluk olmaktan çıkarıp, merak halesi oluşturarak Espinosa’yı “biz” yapıveriyor adeta. Bir geyik yerine, bir insan vurduğumuzu düşünelim. Vicdan sahibiysek o insanın ölü olup olmadığına bakmaya gittiğimizde, hayatta merakımızı en fazla cezp edecek birtakım unsurlar keşfedersek acaba ne olur?

Ricardo Darín’in gösterişsiz oyunu, Bielinsky’nin ve onun yarattığı Espinosa’nın en çok ihtiyacı olan şey belki de. Pejmürde ve dingin bir performans sergileyen Darín, yüz ifadesinin verdiği abartısızlık sayesinde izleyen için özdeşleşme kolaylığı da sağlıyor. Tanrı tarafından ödüllendirilmiş hafıza kuvveti yanında, yine Onun tarafından sara hastalığı ile lanetlenmiş mental ironisi, Bielinsky’nin bu karakteri ne kadar özene bezene yarattığının bir başka kanıtı. Espinosa’yı fiziksel olarak güçsüz kılması, onun psikolojik yanına daha çok eğilmesini ve ucuz kahramanlığa prim vermemesini de açıklıyor.
 
 
Olabildiğince ağır ve dipten gelen bir şekilde fona yedirilen klasik müziklerle daha da yoğunlaşan gerilim havası, görüntü estetiğine de katkıda bulunuyor. Filmin başlarında gördüğümüz, Espinosa’nın aynı plan içinde sabit kalmış, sırasıyla odasında, havaalanında, uçakta ve cipte oturan görüntüsü benzersiz bir kurgu stili olmuş. “Aura” tasvirleri, Espinosa’nın soygun planlarını izlediğimiz hızlı sekanslar, profil ışıklandırmalar çok sağlam. Diğer yan performansların olumlu katkıları bir tarafa, filmde yer alan ve bakışlarıyla resmen “oynayan” kurt köpeğinin yarattığı atmosferi de yadsımak haksızlık olur. El Aura pek çok açıdan güçlü, bir ayağı orada, bir ayağı burada, ama iki ayağı da yerde bir film. Yarattığı belirsiz ve tekinsiz atmosfer ile Coen kardeşlere yakınlaşan, hatta kimi zaman David Finchervari fikirler uyandırabilecek karanlık bir suç hikayesi.

15 Mayıs 2007 Salı

The Proposition (2005)


Yönetmen: John Hillcoat
Oyuncular: Guy Pearce, Danny Huston, Ray Winstone, Emily Watson, John Hurt, Richard Wilson, Shane Watt
Senaryo: Nick Cave
Müzik: Warren Ellis, Nick Cave

1880'lerde geçen film, polisle silahlı bir çetenin çarpıcı çatışmasıyla başlıyor. Emniyet Müdürü Stanley tarafından ele geçirilen Charlie Burns ve kardeşi Mikey, vahşi ve dengesiz ağabeyleri Arthur ile birlikte hunharca işlenmiş bir suç yüzünden aranmaktadır. Emniyet Müdürü Stanley, bu kanlı döngüye bir son vermek üzere Charlie'ye görünürde gerçekleştirilmesi imkânsız bir teklifte bulunur. En büyük kardeş Arthur’u öldürmesi karşısında en küçük kardeş Mikey’i ona vereceğini söyleyerek ortanca kardeş Charlie’yi serbest bırakır. Charlie ise, zamanında onun çetesinden kardeşi Mikey’i de yanına alarak ayrıldığı, dağlarda bir efsane halini almaya başlamış ağabeyi Arthur’u bulmak üzere yola çıkar.


Müzisyen, şair, yazar, şimdi de senarist Avustralyalı Nick Cave’in, memleketlisi ve yakın dostu John Hillcoat yönetiminde ortaya çıkardığı The Proposition, hüzünlü, yaralı, gerilimli ve destansı bir Avustralya westerni.. Nick Cave şarkılarında işlenen en belirgin temalardan şiddet, din, bağlılık, intikam gibi duygulara sıkı sıkıya bağlı Cave senaryosu, yine onun en vazgeçilmez temalarından olan aşk kavramının semtine uğramıyor. Cave’in albümlerindeki bu temaları bilenler, onun hikaye anlayışı ve anlatışı konusunda benimsediği tavrı da fark edeceklerdir. Sevdiğine salya sümük yalvarabilen bir aşıktan, şiddetin dozunu hiç umursamayan bir zalime dönüşebilen bu geniş karakter zenginliği, Cave’in zihninde yarattığı evrenin ipuçlarını değil, direk kendisini ele vermekten kaçınmaz. Onun öykü anlatışında, sıradanlıktan, klişeden yeşermiş bir destanın izini sürmek mümkündür. Kazanmanın bir yanılsama olduğunu bilen, bilmese de sonradan anlayan kaybedenlerin destanıdır bu..

Özette kabaca anlatılan öykü, okuyana basit gelebilse de, hatta daha önce benzerlerini izlediğimizi düşündürtse de, The Proposition özünde çok yoğun ve katmanlı bir yapıya sahip mükemmel bir western.. Bir kere, westernlerin pek tarzı olmayan felsefi-edebi okumaları, dozunda bir anlayışla hikayesine yediriyor. Bu okumaların yapay durmaması ve sıkıcı bir hal almamasını sağlayan bir B planına da sahip. Destansı boyutunu şairane bir saflıkla sağlam bir şekilde muhafaza eden, ama öte yandan gerçekliğini de olağanüstü bir görsellikle birleştiren bir film. 1800’lerde geçiyor olsa bile, pek çok westernin cesaret edemediği veya hiç uğraşmadığı evrensel serzenişleri de acıyla yoğrulmuş hamuruna katık edebiliyor.

Western kültürü salt kahramanlık destanlarından ibarettir diye saçma bir inanışa şartlandırılmışızdır. Bu sayede westernlerde kahramanlık ve kendi çapında bir şiddet bekleriz. Şimdiye dek abartıya kaçıp, ayağını yerden kesmiş o kadar çok westerne rastladık ki, tür zamanla çekiciliğini ve görkemini yitirdi. Düpedüz ırkçılık yapan bazı westernler bile başyapıttan sayıldı. Eski başarılı örneklerin koyduğu kurallarla western kavramı tabulaştırıldı. Bir kovboy filminin standartlarıyla oynamak, tuhaf ve boşuna bir çaba olarak görüldü. Ancak pek fazla olmasa da, son zamanlarda çekilmiş az sayıdaki westernlerde, bu tabulaşmış standartlar sarsılmaya, hatta onların kurallarına bir meydan okuma gözlendi. The Unforgiven ile kapandığı varsayılan bir dönem, bu kez geçmişten aldığı iskeletler üzerine günümüzden eklenen motiflerle çok daha farklı, bir o kadar da haklı bir yol izlemeye başladı. Taze izleri süren bu anlayış, bir süre sonra daha farklı bir yoldan giderek de aradığını bulabileceğini gösterdi.

Sevdiğine ümitsizce aşık bir erkeğin, veya onu kaybetmenin acısına nasıl dayanabileceğini sorgulayan bir aşığın ve daha aşkın pek çok halinin tespitlerini kendince yapmış Nick Cave’in belki de en önemli yanı, içinde aşk olsun olmasın, öykülerinde işlediği şiddetin doğrudanlığı ve hatta kimi zaman fütursuzluğuydu. Öyle ki bu şiddet, ne kadar umursamaz olursa olsun, hizmet ettiği amaçla bütünleştiğinde kutsallaşabiliyordu. Cave öykülerinin çetin yapısı içinde şiddet, gerek uygulayan, gerekse uygulanan kişinin kimliğinde karmakarışık bir hal alabiliyor, dinleyeni ve The Proposition'da olduğu gibi bu kez de izleyeni neyin doğru olduğu konusunda huzursuz etmeyi başarabiliyor. Western geleneğinin “iyi adam-kötü adam” klişesini bu şekilde sarsma cüretini de zaten Nick Cave gibi müzmin efkarlı bir anti-? gösterebilirdi. Hayranları olarak ondan, çıkmaz sokaklı bir aşkı da içinde barındıran, bol kıymıklı bir film-noir beklerdik belki. Ama belinde kendi silahları olan, kendi kanunlarına sahip insanların cirit attığı 1800’lerin dramatik özgürlüğü içinde kendi trajedilerini ağız tadıyla yaşayan bir grup kaybedenin westerni de tam ona göre.

 
Karakter analizleri yapılması gereken karakterler yaratmadaki ustalığı, Nick Cave’in bir diğer özelliğidir zaten. Arthur, Charlie ve Mikey’den oluşan Burns kardeşlerin, ve onların çetesini oluşturan diğerlerinin sahip oldukları zalimliği bize flashback ile bile göstermekten kaçınan Cave, onlar tarafından hunharca işlenmiş tecavüz ve katliamı bir kasaba efsanesi ile aktararak, kafa karışıklığına zemin hazırlama ustalığını da kullanıyor. Film kendi içinde geliştikçe, bu şeytani suçu işleyen insanlara bakışımız, sistemin koruyucularına bakışımızla öyle bir çelişiyor ki aklımız şaşıyor. Danny Huston muhteşem bir kötü olmuş ve Arthur’un efsanesini haklı çıkarmış. Arthur’un dağlarda bir efsaneye dönüştürülüşü, bizde de bir an önce onunla tanışma arzusuna dönüşüyor. Doğaya doyamayan, doğanın bir merdumgirize (insanlardan nefret eden, onlardan kaçan kimse) bile kendisini huzurlu ve kusursuz hissettirdiğini savunan, kitap okuyan, edebiyat bilen, güneşin batışına aşık bir cani. Belki de Nick Cave’in şeytanla dansı.

Arthur karakterinin derinliğinin yanına sadece ortanca kardeş Charlie yaklaşıyor. Ama onun çelişkisi şeytanın iyi dans edemediği yönünde. Charlie ile bir türlü bağdaştıramadığımız cani sıfatı, artık o inanmakta güçlük çektiğimiz söylentinin gerçekten gerçek olduğunu anlamamızla daha da acımasızlaşıyor. İyi adam olduğunu düşündüğümüz halde, bir türlü iyi adam meziyetlerini (hatta kötü adam meziyetlerini) sergileme fırsatını bulamayan Charlie’nin ipleri de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Nick Cave’in elinde. Ama sanki Cave, finale kadar sıkı sıkıya tuttuğu bu adamın iplerini finalde kasten öyle bir bırakıyor ki, yine aklımız şaşıyor.

Charlie Burns, Nick Cave’e en yakın duran karakter. Bu rol için kimi zaman eleştirilen Guy Pearce’ın seçilmesi ayrı bir konu. Pearce çok iyi bir aktör. Oynadığı karakterleri nasıl canlandırdığından öte, nasıl taşıdığı dikkate alınmalı. Oynayarak dünyanın en prestijli ödüllerini alabilirsiniz. Ama ancak taşıyarak onu olması gereken gerçekliğe taşıyabilirsiniz. Guy Pearce, oynamaktan önce taşımayı disiplin edinmiş bir aktördür. Bunu modern klasiklerden Memento ve L.A. Confidential'da görmek, zihinleri daha iyi aydınlatacaktır. Guy Pearce, Charlie Burns ile taraf olarak seçtiği, sorunlarla yüklü iyi adam kıyafetini ne kadar iyi taşıdığını yeniden deklare etmiştir. Cave, mükemmel bir “arada kalmış ortanca kardeş” profili yaratmıştır. Ortanca kardeşten ne anlıyorsak, Guy Pearce bu hissi uyandırmak için seçilmiş en doğru 3-5 aktörden biridir.

 
İngiliz aktör Ray Winstone’un canlandırdığı polis şefi Stanley, onun eşi Martha’yı oynayan Emily Watson ve yine “Cavish” bir derinlik sahibi ödül avcısı Jallon Lamb olarak izlediğimiz, yaşlandıkça lezzetlenen John Hurt, Cave-Hillcoat ikilisinin diğer kozları. Özellikle Stanley’nin ikilemleri, Cave’in bize, o bitmek bilmeyen oyunlarından bir diğeridir. Kendi doğruları uğruna üstleriyle ve hatta çok sevdiği karısıyla bile ters düşebilecek ölçüde doğru olması didaktik gözükse de, Cave’in hikayede ona biçtiği görev çok önemli. Sadistçe kahramanlarına dilemma yaşatmayı seven Cave’in, Charlie’den sonra “çelişki mağarası”na kapattığı bir diğer karakter de Stanley’dir.. Charlie’ye yaptığı teklif ile hem kendine, hem sisteme suç ortağı olan Stanley’nin dramı, başka bir zalimlik.. Onun dramını paylaşmasını beklediğimiz Martha’nın küçük kardeş Mikey’nin kırbaçlanmasına gösterdiği rıza, her ne kadar Martha’ya geri tepse de, izleyende yine ve yeniden kafa karışıklığı yaratıyor. İyi-kötü ayrımına göstereceğimiz tepkinin en önemli sınavlarından birine daha boş kağıt vermek zorunda kalabiliyoruz. Martha’nın üzerinde fazla konuşulamayacak ölçüde sıradan oluşuna da yorum yapılabilir.

Şarkılarında kadınları hep kritik düzlemlere koymuş Nick Cave için Martha, Stanley’nin zaaflarına zaaf katmak için icat edilmiş, ama yerine göre mühim sayılabilecek bir unsur olmuş. Ama bu durum, The Proposition'un bir erkek filmi olduğu gerçeğini asla değiştiremez. Cave belki de bu ilk senaryosuyla önce kendi hemcinslerinin yaşadığı karmaşıklıkları göstermeyi tercih etmiştir. Sonrası için beklenti içine girdiğimiz yeni senaryolarında işleyeceği türlü kadın profilini beklemeye alması, önce kendi cinsi ile hesaplaşmasından sonra gelecektir mıuhtemelen. Arthur, Charlie, Jallon, Stanley gibi her biri kendi içinde bir Nick Cave barındıran erkeklerin anti-kahraman destanı, elbette her şeyden önce gelecekti.


Klasik westernlerdeki kızılderililerin yerini almış olan Avustralya yerlileri Aborjinlerin trajedisini uzaktan duyulan silah sesleriyle veren film, akabinde kanlı elleriyle “zafere” kadeh kaldıran beyazlarla, 1800’lerin bu uçsuz bucaksız kıtasına, Amerika’nın vahşi batısına, hatta günümüz orta doğusuna en anlamlı göndermeyi yapıyor. Nick Cave, filmde görünen iki yerlinin dramını da yüzümüze çarparak, darbelerine son vermemekte direniyor. Zaten film bitmeden, o darbelerin de biteceği yok. Bir yanda beyaz askerlere hizmet eden tercüman yerlinin, kendi ırkı karşısında saf tutmasına rağmen yeri geldiğinde “siz beyazlar tuhafsınız” demesi ve yaşadığı trajik son.. Diğer yanda Stanley’nin o çok hoş düzenlenmiş elit evinde hizmetkarlık yapan Tobey’nin, Stanley tarafından azad edilince bahçeden dışarı çıkmadan önce ayakkabılarını çıkarıp, çıplak ayaklarla kendi topraklarına geri dönüşü.. Bir ailenin cinayet ve tecavüze kurban gitmesi karşısındaki kasabanın gösterdiği hassasiyetin yanında, tüm Aborjinlerin katledilmesine bir “süreç” gözüyle bakılmasının açıklamasını yapmak için Nick Cave bize çok güzel bir orta hazırlıyor.

Klip yönetmeni olarak tanınan John Hillcoat’a artık başka bir gözle bakmanın zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Fransız Benoît Delhomme’un sinematografisi, Bill Booth ve Marita Mussett’in sanat yönetimi ile insana adeta boyut değiştirten bir görselliğin yaşandığı The Proposition, her biri insana tarifsiz bir zevkin yanında hüzün de aşılayan eşsiz manzaraları, planları ve açılarıyla da fark edilmesi gereken bir yapım. The Thin Red Line'da askerlerin tek tip gibi gözüken, lakin savaşın disiplini ve dağınıklığını bir arada veren Margot Wilson’un kostüm tasarımlarını The Proposition'da da görüyoruz. Bu kez gördüğümüz kostümler, acı, ter, kan, refah ve ölümün izlerini mükemmel yansıtıyor. Tema müziklerini Warren Ellis ile beraber hazırlayan Nick Cave’in müzikal mahremiyeti ve tutkulu notaları yine hayranlık uyandırıyor. Kanlı ve anlamlı finaline kadar ilerleyen sürece sığdırdığı nice derinliklerle ilerleyen, geriliminden taviz vermeyen, şiirselliğine sahip çıkan The Proposition, The Three Burials Of Melquiades Estrada ile birlikte son yılların en itibarlı ve erken sayılabilecek western başyapıtlarından.

Garage Olimpo (1999)


Yönetmen: Marco Bechis
Oyuncular: Antonella Costa, Carlos Echevarría, Enrique Pineyro, Pablo Razuk, Dominique Sanda, Adrián Fondari
Senaryo: Marco Bechis, Lara Fremder
Müzik: Jacques Lederlin

Annesiyle beraber yaşayan Maria, Arjantin’deki dikta yönetimi karşıtı bir militandır. Bir yandan fakir insanlara okuma-yazma öğretirken, bir yandan da askeri yönetimin baskılarına karşı yasadışı eylemler yürüten bir örgütte faaliyetlerde bulunur. Maria ve annesinin evinde kiracı olarak kalan genç Felix ise Maria’ya aşıktır. Felix, eve sürekli giyecekler ve bazı eşyalar getirmekte, bunlar hakkında sorulan sorulara kaçamak cevaplar vermektedir. Bir gün, Arjantin ordusuna bağlı polisler Maria’nın izini bulur ve onu militanlara işkence yapılan gizli bir garaja götürürler.

Daha 12 yaşındayken politik sebeplerden dolayı Arjantin’den ayrılmak zorunda bırakılan Marco Bechis, Şili asıllı Fransız bir anne ile İtalyan bir babanın çocuğuydu. Belki ergenlik döneminden edindiği haklı kiniyle ve yine muhtemelen uğradığı bu mağduriyeti hak etmediğini düşündüğünden, dışlanmasına sebep olan politik zeminden intikamını yeni bir yüzyılın eşiğinde son derece sarsıcı bir politik yapım olan Garage Olimpo ile almıştı. 1976-1982 yılları arasındaki askeri dikta rejimine yönelik mükemmel bir bakışa sahip film, meramını dehşet verici bir kavramla anlatıyor: Soru işaretleriyle yoğrulmuş bir aşk.


Rejim karşıtı militanların evlerinden karga tulumba alınıp, şehirdeki bir garajın bodrumunda türlü işkencelerle bilgi alınmaya çalışılmasını her iki açıdan, yani av ve avlananların gözünden izliyoruz. Diktatör rejimlerin yaşattığı bu durum, dönem dönem pek çok ülkenin sancısı olmuştur. Ancak işin içine, şartların peydah ettiği tuhaf bir aşk hikayesi girince sancı daha farklı bir boyut kazanıyor. Filmin merkezindeki güzel Maria, cahil insanların bilinçlenmesi için onlara okuma-yazma öğreten, aynı zamanda zalim yönetime karşı gizli bir örgütte aktif rol oynayan bir karakter. Annesiyle beraber evlerine kiracı olarak aldıkları Felix’in ise işkenceci ordu mensubu bir sivil olması ise tamamen tesadüf. Ama Maria’nın faaliyetlerinin ve yerinin tespit edilip tutuklanmasıyla birbirini tanıyan bu iki gencin buluşması, aynı zamanda tesadüfün trajediyle buluşması oluyor.

Filmde sıkça Buenos Aires’in tepeden görünüşüne şahit oluyoruz. Yeraltına indirilip işkence eden ve edilenlerin tüyler ürpertici atmosferinden bu sayede bizi sık sık kurtaran Bechis, aslında izleyeni yeraltından olabildiğince yükseğe çıkaran bu kuşbakışı görüntülerle, “yaşayan” bir şehrin, “yitik” insanlarına olağanüstü bir gönderme ustalığı gösteriyor. Bu görüntüler sadece yer altı-gökyüzü tezatlığı ile varılan, ölüm-özgürlük temalarına vurgu yapmakla kalmıyor, şehrin hareketli trafiğine, parklarına, havuzlarına, otoyollarına, gece ışıklarına bakakalmış bizlerin, daha diplerde olanlardan haberi olmayan niceleri olduğu gerçeğini de dolaylı yönden fark etmesine sebep olabiliyor.


İşkence üzerine bir film olmasına rağmen, işkencenin doğrudan uygulandığı şiddet sahnelerine hiç rastlamıyoruz. Sadece işkence sonrası bitkin düşmüş bedenlerin dramına tanık olabiliyoruz. Bir sonraki seansı bekleyen bu insanlara elektrik verilen sahneleri görmüyor olmamız, ucuz duygu sömürüsüne dayalı vahşi sahnelere sırtını dönmüş anlayışından dolayı çok olgun bir tavır sergiliyor. Üstelik bu haliyle çok daha ürkütücü, ama anlamlı olmayı da başarıyor. Korku filmlerindeki göremediğimiz katilden veya yaratıklardan korkmamıza benzer bir durum gibi, işkence sahnelerini göremesek de, yeraltındaki hücrelerle dolu o pis koridorlarda o korkunç atmosferi solumak bile yeterince ürkütüyor. Görmesek de, o hücrelerdeki insanların en ağır işkencelere uğradıklarına emin oluyoruz. Hatta filmden sonra göremediğimiz o şiddet sahneleri kafamızda şekilleniyor neredeyse.

Ama Marco Bechis, çok kontrollü bir işkence filmi çekmiş olsa da, bir şekilde zalimce davranmadan da geri durmuyor. Adı konması zor, arızalı bir aşk öyküsüne yaptığı sağlam ve bir o kadar da acımasız vurgularla, izleyenin tuttuğu tarafı da zaman zaman sınamıyor değil. Maria’nın, Arjantin ordusunun eline düşmeden önceki Felix’e olan davranışlarıyla, yakalanıp Felix ile karşılaşması ve yeraltında ondan başka yakını olmadığını anlamasıyla başka bir süreç başlıyor. Maria’nın Felix’i sevmeye başlaması ama öte yandan garajdan kaçmaya çalışması elbette bir inanç sapması içeriyor. Zaten Felix de Maria’ya “dışarıda olsaydık, yüzüme bile bakmazdın” diyor. O şartlarda ortaya çıktığını düşündüğümüz, platonik sayılabilecek bir aşkın samimiyetinden şüphe etmekte haklıyız da.. Ama Maria’nın trajik çaresizliği ile Felix’e sığınmasını anlamak da oldukça insani. Nüfuzunu kullanarak bir aşk elde eden Felix’in sevgisinden şüphe etmek zaten mümkün değil. O da bu adil olmayan durumun farkında ve ezikliğini Maria’nın işkence odasına çiçek ve yiyecek götürmekle, onu garajdan dışarı çıkarmakla üzerinden atmaya çalışıyor. Belki kendisinin de tek taraflı olduğuna inandığı bir aşkı yaşamak için sınırları zorluyor.

Felix’in Maria’yı garajdan dışarı çıkardığı bölüm, Bechis’in farklı bir işkence anlayışına sahip olduğunu gösteriyor bir yerde. İçinden çıkabileceğini düşündüğü bir aşk yaşadığını düşünen Felix’in, şartların üstünlüğünden faydalanarak kendine yarattığı o toz pembe gün, içimizdeki adalet anlayışına zalimce işkence etmekten hiç çekinmiyor. O sürekli tepeden gördüğümüz şehri, Maria ve Felix ile gezmeye başlıyoruz. Ama bu hızlı, masum,yarım yamalak ve trajik bir turu. İnsanın özgürlüğüne şükrettiği anları aklına getiren, normal çocuksu ve ergensi davranışları adeta boğazımıza düğümleyen sahneler. Ümit ve ümitsizliğin birbirine karıştığı kurtarılmış bir gün.


Marco Bechis Garage Olimpo'yu, yine açıkça göstermekten kaçınan o estetik üslubuyla bitirerek, yüzümüze öyle bir tokat daha atıyor ki, 76-82 iktidarının gerçek yüzü ancak bu kadar usta bir sinema diliyle anlatılabilirdi belki. Film boyunca sürekli tutuklanan insanların akıbetini öğrenmemizin yarattığı etki kolay unutulur cinsten değil. Anna adlı bir genç kızın yapmak için harekete geçtiği terörist eyleme bakışımızı ve Maria-Felix ilişkisini yorumlayışımızı derinden etkileyen Bechis, burada da yapacağını yapıyor ve bize son bir kuşbakışı görüntü sunuyor.

Bechis’in çok çarpıcı yönetimi, İtalyan asıllı aktris Antonella Costa ve aktör Carlos Echevarría’nın oyunculukları (Maria’nın talihsiz annesi Diane rolüyle Dominique Sanda’yı da unutmadan), Jaques Lederlin’in besteleriyle bazen ipini koparmış, bazen filmin trajedisine acı acı yarenlik eden çello partisyonları, benzersiz bir aşk-işkence-politik-gerilim filminde buluşuyorlar. Dünyanın pek çok ülkesi için hala güncelliğini koruyan bu meseleye bakışıyla ve düşündürdükleriyle Garage Olimpo farklı bir yere konmayı hak ediyor.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

Brick (2005)


Yönetmen: Rian Johnson
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Nora Zehetner, Lukas Haas, Noah Fleiss, Matt O'Leary, Emilie de Ravin
Senaryo: Rian Johnson
Müzik: Nathan Johnson

Brendan kötü giyinen, içine kapanık, kimsenin pek sevmediği çok zeki bir lise öğrencisidir. Eski kız arkadaşı Emily bir gün Brendan’ı arayarak başının dertte olduğunu söyler. Emily’yi bulan Brendan bu kez ondan farklı bir tavır görür. Daha önce söylediklerini dikkate almamasını söyler ve ayrılır. Bu görüşmeden sonra Brendan, Emily’yi bir su kanalında ölü olarak bulur. Bu olayı içine sindiremeyen Brendan, olayı araştırmak üzere Emily’nin son buluşmalarında ağzından çıkan tuhaf isimlerden yola çıkar. Sürekli kütüphanenin arkasında buluştuğu zeki ve becerikli arkadaşı Brain’in yardımıyla, Emily’nin ölümü üzerindeki sır perdesini kaldırmaya çalışır. Perde aralandıkça, olayın çok daha derin boyutlarda olduğunu fark etmeye başlar.

Geçtiğimiz yıllarda Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanan Brick, bir Amerikan lisesinin fonunda sinema tarihinin en eski geleneklerinden olan film-noir şablonlarına uyarlanmış başarılı bir gençlik-suç-dedektiflik öyküsü. Film-noir’dan o kadar etkileniyor ki, bu filmlerde gördüğümüz kötü adam, onun ihanet etmeye meyilli koruması, famme fatale, kahramanın iş bitirici sağ kolu, gizemli kurban ile, sorunlu diğer yan karakterlerin hepsi ve daha fazlasını filmde modernize şekilde görmek mümkün.

50 ve 60’lı yıllardan, hatta daha eskilerden günümüze uzanan kara film stilinde alışageldiğimiz unsurları bolca kullanan filmin yazarı ve yönetmeni Rian Johnson, 2002’de de May isimli gerilimle korku sinemasının çeşitli referanslarından beslenmişti. Brick'teki beslenme, türden birebir bir alıntı değil, çok özgün bir esinlenme ve stil kaygısı güderek kendini göstermekte. Elbette bazı sahneler, kara film janrının kalbur üstü örneklerinden çağrışımlar yapacaktır. Ama Johnson bu durumu, seçmiş olduğu genç karakterler ve lise ortamının film noir ile hiç alakası olmayan atmosferiyle zaten baştan bertaraf etme başarısını birçok yerde gösteriyor. Johnson’un bu filmlerden çok etkilendiği gün gibi ortada. Zaten baş karakter Brendan, o antisosyal yapısıyla değil ama zekası ve kararlılığı ile zaman tünelinden geçmiş bir Mike Hammer adeta.

 
Hangi ismi, nasıl, nerede ve ne zaman araştıracağını, olaylar arasında nasıl bir bağlantı kuracağını iyi bilen, ama yine de kankası Brain gibi bir beyine de ihtiyaç duyan Brendan, Mike Hammer hikayelerindeki gibi tek bir dava üzerinde kafa yorarken, Emily’nin şüpheli ölümünü eşeleyince karşısında tehlikeli bir mafya bağlantısı buluyor. Bu durum, Johnson’un kara film geleneğini günümüz gençliğine taşımada ortaya çıkabilecek kaçınılmazlardan biri durumunda ve Johnson’un da bunun farkında olması, hatta karışık bir öyküyü daha da karıştırması gayet yerinde. Ancak farkında olmak yetmiyor, geçmiş ve şimdi arasında sinemasal açıdan kurmaya soyunduğu köprüyü sağlamlaştırmak için kendi yazdığı senaryonun emniyet sübabı işlevi görmesine ihtiyacı var.

Lise gençliğini konu alan bir filmde senaryonun bu derece komplike, fazlaca zeki ve kendi çözümlerini cebine koymuş sorularla işe koyulmasını samimi bulmama endişesi de var. Ama Brick, beslendiği janrın referanslarını o kadar ustaca kendine uyduruyor ki, bu endişe, o zamanın filmlerine bir saygı duruşuna da dönüşebiliyor. İçinde The Pin, Tug, Laura, Kara, Dode, Emily karakterlerinin isimlerinin bolca geçtiği cümleler, kara film örneklerinden veya Elmore Leonard’ın ucuz polisiye romanlarından çıkmışcasına boy gösterirken, bir yandan da çekim tekniği yönünden Johnson’un çabasına tanık oluyoruz. Senaryosunu destekleyen bu teknikler, yumruk sonrası bayılmanın flu görüntüsü veya kahraman ile fettan kadının Casablanca misali dudaklarını yakınlaştırdıkları bölümleri içeriyor. Üstelik standart bir gençlik filminde duymaya alıştığımız günün popüler hip-hop veya pop şarkıcıkları yerine, Nathan Johnson’ın gerilimli minimalist caz tınılarını duyuyoruz. Ama bunun yanında kendine özgü bir tarz elde etme çabasındaki tünel önü sahnesi, stadyum buluşmaları ve The Pin’in göründüğü kimi sahneler dengeyi sağlamada çok etkili.

Brendan rolüyle izlediğimiz Joseph Gordon-Levitt, 2004 yılında Mysterious Skin ile sergilediği hayli cesur oyununu Brick'te de farklı bir açıdan göstermekte. Filmdeki dış görünümünün iticiliğini, karaktere yazılmış senaryoyu kendi performansıyla çok yerinde birleştirdiği için tam bir modern zaman film noir karakteri olduğu söylenebilir. Lost dizisinin Claire’i Emilie de Ravin’i ise meşhur Emily rolüyle az ama önemli bir rolde izliyoruz. Lukas Haas, Noah Fleiss, Nora Zehetner, Noah Segan gibi genç ve ümit dolu gençlerin yanında, okul müdürü Trueman rolüyle 70’li yıllarda fırtına gibi esmiş hırçın polis John Shaft olarak bilinen aktör Richard Roundtree’yi de görmek mümkün.


Dikkat çeken bir başka konu da, gençlik filmleri diye bildiğimiz hız tutkunu, apolitik, aşırı eğlence düşkünü veya beynini belden aşağısında taşıyan genç figürleri izlediğimiz filmlere alternatif olarak gelişen, daha düşük bütçeli bir sinema anlayışının gittikçe ivme kazanıyor olması. Donnie Darko, Garden State, Thumbsucker, Mysterious Skin, Elephant, The Chumscrubber gibi Amerikan yapımı gençlik filmleri, Bush iktidarı sonrası kafası karışmış gençliğin hissiyatını yansıtarak adeta madalyonun diğer yüzü olmaya başladılar. Ama hala MTV gençliği karşısında azınlıkta olduklarından, bu tür yapımlar çoğunlukla bağımsız kimliklerle dağıtım ve seyirci imkanı buluyorlar. Özellikle 11 Eylül sonrası ebeveynler ırksal paranoyaları ile uğraşırken, çocuklar daha fazla sorunla baş etmek durumunda kaldılar. Bu sayede başkanından memnun olan veya onun hakkında hiçbir fikri bile olmayan bir gençlik ile beraber, yukarıda adı geçen filmlerde rastladığımız soru işaretleriyle dolu bir gençlik daha ortaya çıkmaya başladı. Soru işaretleri sorun anlamına gelebildiği gibi, sorgulama anlamına da geliyordu zira.

İçinde hiç polis olmayan bir polisiye, silahı olmayan bir kahraman izlediğimiz gibi, şüpheliyi takip etmek için annesinin arabasını aşıran, eldeki bilgileri araştırmak için kütüphaneyi mesken tutan, alt katta uyuşturucu işi yapıp, üst katta annesinin kurabiyelerini yiyen, ankesörlü telefon ile iletişim kuran bir gençliğin filmi ile de karşı karşıyayız. Brick etkileyici olduğu kadar, hemen hemen her yönüyle ümit vadeden bağımsız bir yapım.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Typhoon (Taepung) (2005)


Yönetmen: Kyung-Taek Kwak
Oyuncular: Dong-Kun Jang, Jung-Jae Lee, Mi-yeon Lee, David McInnis
Senaryo: Kyung-Taek Kwak
Müzik: Kim Hyeong-seok

Soğuk savaş sonrası uluslararası anlaşma gereğince nükleer silahsızlanma başlatılmıştır. Çin ve Rusya’nın yakınlaşmasından rahatsız olan Amerika, gizlice Tayvan’da nükleer füze yönlendirme teçhizatlarından 12 adet üretir. Tayvan’a gidip gelen bütün askeri kargoları takip eden Çin’in bu teçhizatları fark etmemesi için askeri gemi yerine, normal bir kargo gemisi ile Okinawa’ya götürmek üzere yola çıkar.

80’li yıllarda Güneydoğu Asya’daki aşırı yoksulluk, çoğu eğitilmiş paralı askerlerden oluşan günümüz korsanlarının doğmasına sebep olmuştur. Bu korsanlar özellikle Asya gemilerine saldırmaktadırlar. Ama son saldırıları oldukça sıra dışıdır. Korsanlar bu defa bir Amerikan gemisine saldırır, gemideki herkesi katlederler. Gemideki ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı tarafından korunmakta olan kargoyu da almaları, olayın basit bir korsan saldırısı olmadığını göstermektedir. Üstelik işin içinde Çin ve Rusya’nın da bulunma ihtimali yüksektir. Çalınan kargo ise Amerika’nın Tayvan’da üretip Okinawa’ya götürdüğü 12 füze teçhizatıdır.

Japonya ve Amerika, Güney Kore’yi olayın dışında tutmak istemektedirler. Ancak ülkesi bir füze tehditi altında olan Güney Kore, Japonya ve Amerika’dan gizli bir istihbarat operasyonu düzenlemek için harekete geçer. Bunun üzerine elit bir asker ve ılımlı bir vatansever olan, Deniz Harp Okulu ikincisi olduktan sonra donanma istihbaratına getirilmiş, ilk görevinde de günlerce takip ettiği bir Kuzey Kore casus gemisini batırmış Üsteğmen Kang Se-jong, bu gizli ve tehlikeli görev için seçilir. Se-jong, çeşitli bağlantılar sayesinde cehennemin tam ortasına iner ve korsanların ele başı olan ve çok elim bir hayat hikayesine sahip Sin’in peşine düşer.

Sin ise, ele geçirdiği teçhizat için Ruslarla anlaşma yapıp, Çernobil nükleer atıklarından edinmiştir. Bu atıklar üzerine korkunç bir planı vardır. Üstelik Kuzey Kore askerlerince katledilen ailesinden geriye tek kalan ablası Choi’nin izini Rus takasçılar sayesinde bulmuştur. Ama Se-jong, Sin’den bir adım öne geçerek onun ablasını Ruslardan satın alır ve Sin’i beklemeye başlar.

 
Özetten de anlaşılacağı gibi son derece bıçak sırtı bir konu, dram ve politik gerilim düzleminde işlenmekte. Joint Security Area, Silmido, Welcome To Dongmakgol, Taegukgi gibi Kuzey ve Güney Kore arasındaki sevgi-nefret konulu filmlere bir halka da Taepung filmi ile ekleniyor. Ancak adı geçen filmlere benzer-benzemez yönlerin dışında, çoğunda kolektif bir mesaj var ki, o da Güney’in Kuzey’e ispatladığı bilinç farkının bir eseri. Kuzey’in uzlaşmaz tutumuna Güney’in cevabı her zaman anlamlı olmuştur. Aynı ırk, aynı dil, fakat ayrı politik duruşlara sahip olmanın avantajı Güney tarafından azami ölçülerde kullanılmıştır. “Kullanma” kelimesinden “sömürü” anlamı çıkması belli ölçülerde uygundur. Yalnız bu sömürü, Güney’in sağlıklı duruşu ile birleştiği vakit, negatif bir faydalanma içermez. Aslında içerse de fark etmez, zira Güney her zaman kendi doğrusunu savunan, Kuzey’in siyaseten yanlışlığını acımasızca yüzüne / yüzümüze vuran bir sinema anlayışını benimsemiştir. Fakat askeri ve siyasi yöndeki acımasız bakışını, insani yönden düşmanına çevirdiğinde mükemmel bir balans ayarı da sağlama başarısı göstermektedir. Yine politik ve askeri milliyetçiliği, ırksal yakınlık söz konusu olduğunda yerini hoşgörüye, hatta kucaklamaya bırakabilmektedir. Güney’in bu kucaklaması, gerçek düşmanın aslında süper güçler olduğu mesajını bahtsız ikizine iletmeyi de ihmal etmez.

Gyeong-taek Kwak, senaryosunu da yazdığı filmi yönetirken alışıldık Amerikan politik aksiyonlarına benzer, ama derinlerinde kişisel bir artistik kaygı da barındıran bir tutum içerisinde görülmekte. Kimi hareketli sahnelerdeki 24 dizisini andıran hareketli kamera kullanımı, farklı olduğu kadar etkileyici mekanlar, ışık-gölge oyunları, ve hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan temiz bir prodüksyon ile Hollywood çağrışımları yapabilir. Ama Hollywood’un o boğucu atmosferini tam olarak solumaya izin vermeyen bir Asya-Avrupa kokusu da yadsınamaz.


Filmin iki baş aktöründen Jeong-jae Lee’yi Il Mare'den, Dong-gun Jan’ı ise Taegukgi, The Promise, The Coast Guard gibi yapımlardan hatırlayabiliriz. Üsteğmen Kang Se-jong rolüyle Lee, katıksız bir beyaz perde ajanı olarak “iyi”yi temsil ederken, Sin rolündeki Jan ise modern zaman korsanı süretiyle “kötü”yü canlandırıyor. Oyunculuk olarak da Lee’den daha doyurucu bir portreye sahip. (Güney, Kuzeyli bir korsanı oynaması için ülkesinin en parlak aktörlerinden birini seçiyor. Belki saygı biçimi olarak, belki de inandırıcı olsun diye, belki de her ikisi.)

Yönetmen Kwak’ın bu çok özel iki karaktere şekil vermesinde, 1995 Michael Mann filmi Heat'den etkilendiğini söyleyebiliriz. Hatta elimizde bu yönde hiçbir bilgi olmadığı halde Kwak’ın bir Mann hayranı olduğunu da düşünebiliriz. İyi ve kötünün benzersiz mücadelesinin sergilendiği Heat'de, Pacino ve De Niro’nun Kuzey-Güney kadar farklı yerlerde durdukları halde yaşadıkları çekim, Kang Se-jong ve Sin’in çekimine çok benziyor. Ama Kwak tam bu noktada sinemacı (Taepung) ve sinemasever (Heat) çelişkisine kurban gidiyor. İyi-kötü arasında yaşanabilecek o enfes çekimi, çok sağlam bir siyasi altyapısı olduğu halde tekrar yaşatmada güçlük çekiyor. Heat'deki sinema tarihinin en anlamlı sahnelerinden biri olan De Niro ve Pacino’nun kafede karşılıklı sohbet ettikleri sahne, koskoca filmde ikilinin karşılıklı konuştuğu tek sahneydi. Taepung’da da bir minibüs sahnesi var. Kafede konuşulanlar Heat'in sonrasına bakışımızı ne kadar etkilediyse, minibüste konuşulanlar Taepung'un devamına bakışımızı o kadar etkilemiyor nedense. Kwak, ayağına gelen fırsatı tepiyor. Aynı ırka mensup, fakat birbirine düşman bu iki insanın birbirine söyleyecek ne çok şeyi var. Tabi ki sinema tarihine damgasını vuracak bir sahne yaratmayacak ama Heat'in daha gürültülü versiyonuna sahip teke tek finali bu sayede daha samimi gözükecek. O sahnede Sin, hasmına cümle kurmayacak. Heat finalindeki gibi her şeyi sessizlik anlatacak.. Kwak bir sinemacı olarak gereğini yapıyor, ama bir sinemasever olarak fazla duygusal davranıyor.



Ataları da yine bu politik güç dengelerinin kurbanı olmuş iki kardeş ülkenin bu iki ferdi, insani yönden birbirine yakınlık duyuyorsa, bu bizim için olmasa da, Koreliler için daha bir anlamlı. Sin’in korsan oluş ve Kuzey-Güney’i sıra dışı bir yöntemle yok etme girişimi sürecinde yaşadığı trajedi, filmin dramatik zirvesi olan küçükken kaybettiği ablasıyla karşılaşma sahnesi, bahsedilen hoşgörünün etkili yansımaları. Filmin finalinde Sin’in aslında ne yaptığını Kang-Se Jong’un kafa sesinden duymamız da Kwak’ın acemiliklerinden biri sayılabilir. Ama Taepung, her iki tarafın siyasetine, kendi sinemasının siyasetiyle bakmayı becerebilmiş başarılı bir yapım.

1 Mayıs 2007 Salı

London (2005)


Yönetmen: Hunter Richards
Oyuncular: Chris Evans, Jessica Biel, Jason Statham, Joy Bryant, Kelli Garner, Isla Fisher, Dane Cook, Paula Patton
Senaryo: Hunter Richards
Müzik: Gerry Cueller, Greg Danylyshyn

Syd (Chris Evans) eski kız arkadaşı London'ın (Jessica Biel) ondan habersiz New York'dan ayrılacağını öğrendiğinde davetsiz bir şekilde onun veda partisine katılır. Orada bulunarak onunla yüzleşmek yerine partinin yapıldığı evde pek de iyi tanımadığı bir İngiliz Bateman (Jason Statham) ile kendisini banyoya kapayarak uyuşturucu kullanmayı tercih eder. Uyuşturucunun etkisinde bir sohbete dalan ikili hayatın anlamını bile tartışmaya kalkarlar, bu arada Syd de çok geç olmadan London ile konuşacak gücü toplamaya çalışır.

Amerikan yapımı London, sanıldığının aksine şehir olarak değil, yakın zamanda "yaşayan en seksi kadın" seçilen Jessica Biel'in filmdeki adı. Yarıdan çoğunun genişçe bir lavaboda geçtiği, uyuşturucu ve alkolden kafası bulanmış bir grup karakterin çakırkeyif sohbetlerinden mülhem filmin geneli sıkıcı. Çünkü London'dan yeni ayrılmış Syd'in, yanına memur tipli bir Jason Statham'ı da alarak London'un veda partisine katılması ve önüne gelene mızmızlanmasında hiç bir ilginçlik bulunmuyor. Ama yine de bu uzun sohbetler esnasında geçen bazı konuşmaların, zaman zaman filme büyük gelen insan tabiatı üzerine tespitleri az da olsa ilginçlik yaratabiliyor. Bildik romantik komedilerin romantik tarafını almış olan finalinden sonra geriye bu tespitler, Biel'in ekranı kaplayan güzelliği ve aksiyon filmlerinin en kuvvetli veliahtı olan Statham'ın alakasız ve üzerinde komik durmasına karşın bence fazla sırıtmayan kompozisyonunun dışında birşey kalmıyor.