1998 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1998 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2021 Perşembe

La vie rêvée des anges (1998)


Yönetmen: Erick Zonca
Oyuncular: Élodie Bouchez, Natacha Régnier, Grégoire Colin, Patrick Mercado, Jo Prestia
Senaryo: Erick Zonca, Roger Bohbot, Pierre Chosson
Müzik: Yann Tiersen

İşi ve kalacak yeri olmayan Isabelle, şansı yaver gidip bir dikiş fabrikasında iş bulur ve orada tanıştığı Marie ile arkadaş olur. Kaza geçirip komaya girmiş bir anne-kızın evinde tek başına kalmakta olan Marie, Isa’yı da yanına alır. Isa ve Marie zamanla birbirlerine temiz bir dostlukla bağlanmaya başlarlar. Geçici işlerde çalışan ve evlerinde kaldığı komadaki genç kızın günlüğünü okuyan Isa ile, gönlünü zengin bir playboya kaptıran Marie’yi hem bireysel yönden, hem de dostlukları açısından zorlu sınavlar beklemektedir. 90’ların Fransız sinemasının yüzaklarından La Vie rêvée des anges (Meleklerin Düş Yaşamı), sadeliği, samimiliği, doğallığı ve hepsini kanatları altına almış hüznü ile harika bir kent dramı. Dostluğu merkez edinen konusu, aşk, bağlılık, ölüm gibi dallara ayrılıyor, ama o dalları da gövdenin güçlü bir parçası haline getiriyor. Pek çok saygın festivalden çeşitli ödül ve adaylıklar kazanmış filmin içten diyalogları, gidişatı bir dakika bile ağırlaştırmayan kurgu akıcılığı, doğaçlamaya izin veren, bu sayede hayatın içinden birçok ayrıntıyı sinema perdesine asla yabancılaştırmayan, gereksiz müdahalelerde bulunmadığını hissettiren oyuncu yönetimi gerçekten çok güçlü.

Tabi Erick Zonca yönetiminin etkileri yanında film içinde hiç vakit kaybetmeden benimsediğimiz iki kadın oyuncudan Élodie Bouchez’in özgürce hayatın akışına kendini bırakmış, fakat sevgiye, dostluğa, dürüstlüğe bağımlı Isa rolü ile, Natacha Régnier’ın sert mizacından gerçek aşk arayışı uğruna feragat eden, tutkuları gözünü kör eden Marie performansı birinci sınıf. Bu yüzden her ikisinin de 1998 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülmeleri çok yerinde bir karardı. Yürek burkan sonu ve “her hayat ayrı bir dram ve o hayatlar her şeye rağmen bir şekilde sürüyor” dercesine düşündüren, etkileyen, üzen ilginç final sekansı ile söyleyeceklerini insanın boğazına düğümleyen La Vie rêvée des anges, her sinemaseverin varsa çeşitli ülke sinemalarına yönelik önyargılarını bir kenara bırakıp, hayatında bir kez de olsa şans vermesi gereken özel filmlerden.

6 Temmuz 2014 Pazar

The Negotiator (1998)


Yönetmen: F. Gary Gray
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Kevin Spacey, David Morse, Ron Rifkin, J.T. Walsh, Paul Giamatti, John Spencer, Siobhan Fallon, Nathan Roenick, Regina Taylor, Michael Cudlitz, Nestor Serrano, Carlos Gómez, Stephen Lee, Tim Kelleher
Senaryo: James DeMonaco, Kevin Fox
Müzik: Graeme Revell

Rehine kurtarma timinin başındaki Danny Roman (Samuel L. Jackson), son kurtarma operasyonundan sonra hem polis teşkilatında, hem de medyada popülarite kazanmış başarılı bir polistir. Birgün arkadaşı Nate, emeklilik fonunda yolsuzluk yapan polislerle ilgili edindiği bilgileri onunla paylaşır. Nate'e göre bu polisler çok yakınındadır. Fakat bu skandalın ortaya çıkmasını engellemek isteyenler Nate'i öldürürler. Danny, meslektaşlarının kurduğu bir komplo sonucu işlemediği bir cinayet ve zimmetine para geçirme suçlamasıyla karşı karşıya kalır. Şehrin merkezinde, içinde Chicago polisinin iç ilişkiler bürosunun da bulunduğu bir ofis binasının 20. katına çıkan Danny, burada bulunanları rehin alır. Rehineler pazarlığı hakkında herşeyi bilen ve kendi ekibinden kimseye güvenemeyen Danny, başka bir birimden meslektaşı olan Chris Sabian'dan (Kevin Spacey) arabuluculuk yapmasını ister. Bundan sonra, şehrin merkezindeki gökdelende gerilim dolu bir pazarlık başlar.

Yönetmenliğini F. Gary Gray'in yaptığı The Negotiator, iki usta başrol oyuncusu ve onları ekonomik biçimde çok iyi kullanan polisiye gerilim senaryosuyla 90'ların en sürükleyici Hollywood maceralarından biri. Usta bir arabulucu olan, ama uğradığı komplo yüzünden masumiyetini ispat etmek için tek çıkar yol olarak rehine almaktan başka çözüm yolu bulamayan Danny'nin, bu vesileyle arabuluculuk yapmaya çalıştığı kişilerin konumuna geçmesi filmin Samuel L. Jackson kanadını oluşturuyor. Başına gelenlerden dolayı arkadaşı diyebileceği çok yakınındaki kişilere bile güvenemeyeceği için rehine sahibi biri olarak kendisiyle pazarlık yapması için seçtiği Chris Sabian, yani Kevin Spacey ise filmin diğer mühim kanadı. Zaten filmin en can alıcı cümlesi de "arkadaşların ihanet edince güvenilecek tek kişi yabancılardır" şeklinde ortaya çıkıyor. Danny'nin rehine kurtarma operasyonlarının tüm ayrıntılarını bilen kurt bir polis olması, emir komuta zincirinden sapmayan prosedür yüzünden Danny'yi yakalamaya yönelik çabaların teşkilattaki çürük yumurta polisleri uzun süre başarıyla gizlemesi, tüm bunların ortasına düşmüş bir yabancı olarak Chris'in haklı tarafı bulma gayreti filmin tansiyonunu hep yüksek tutuyor.


Rehine kurtarma işinin pek çok inceliğini senaryosuna katık edebilen film, işinin ehli iki arabulucunun farklı saflarda sürdürdüğü mücadelesini kolayca ortak paydada buluşturmayı seçmeyerek doğru bir iş yapıyor. Danny'nin bir komplo kurbanı olduğunu bilen bizler, bunu bilmemize rağmen Chris'in bundan emin olmayan şüpheciliğine ikna oluyor, olaylara Chris tarafsızlığıyla yaklaşmaya çalışıyoruz çoğu kez. Yani hem Danny'nin hem de Chris'in tarafında olarak onların temsil ettiği dürüstlüğü ve gerçeği arayışı farklı saflarda görmenin macerasını yaşıyoruz. Teşkilattaki hangi polis veya polislerin bu işin içinde olduğuna yönelik bilinmezler film boyunca gerilimi taze tutan bir yapıda olduğundan, karakter bolluğunun da etkisiyle Danny ve Chris'in tam olarak kimlerle mücadele ettiğinin anlaşılamaması da bu macerayı cazip kılıyor. Sürpriz sayılabilecek gerçekler ve polis teşkilatlarında yaşanan türlü yolsuzluğa bir örnek teşkil eden cesur yaklaşım, her ne kadar Hollywood'un klasik kahraman yaratma yöntemlerinden şaşmasa da, kesinlikle boş sayılmayacak bir aksiyon dramı perdeye taşıyor.

David Morse, J.T. Walsh (ki kendisi filmin post prodüksyon aşamasında kalp krizinden ölmüş ve film ona ithaf edilmiş), Paul Giamatti gibi kuvvetli yan performansların dramatik dengelerle çok iyi oynadığı filmin iki ası kendilerinden bekleneni veriyor. Yine de Samuel L. Jackson ve Kevin Spacey'nin gerek telefonda, gerekse karşılıklı sahnelerinde klaslarını konuşturdukları film, onlarca benzerine rastladığımız, ancak kalite olarak dibe vurmuş bu tip klas ikililerin performans güçlerine bel bağlanmayan bir yapıda. Benzer bir filmin kendi sınırları içinde seyreden senaryo, kurgu, yönetim ve diğer unsurları yerli yerinde olunca hangi klas ikili gelse alır götürürdü belki de. Jackson ve Spacey gibi oyuncular, birlikteliklerinden sağlam bir kimya yaratmayı bilen kalibrede adamlar. Ama The Negotiator, dediğimiz gibi nice kalibresi güçlü ikililerin silinip gittiği zayıf senaryoların, sıkıcı aksiyonların birkaç gömlek üstünde bir macera.

3 Temmuz 2011 Pazar

Six-String Samurai (1998)


Yönetmen: Lance Mungia
Oyuncular: Jeffrey Falcon, Justin McGuire, Kim De Angelo, Stephane Gauger, Clifford Hugo
Senaryo: Jeffrey Falcon, Lance Mungia
Müzik: The Red Elvises, Brian Tyler

Six-String Samurai, genel olarak kült tuhaflık komedisi şeklinde anılıyor. Kahkahalar attırmasa da tebessüm ettirebilen film, günümüz post küresel ısınma senaryolarının yarattığı etkiye benzer çocuksu hüznü, ergensi hamleleri, yetişkin anlayışıyla bir kenara atılmış B sınıfı “kötü” bir film. Buna rağmen hakaretamiz ifadeleri hak etmeyecek ölçüde “iyi”likleri de barındıran post-apokaliptik bir yol filmi. Fakat ne Waterworld gibi sırılsıklam bir Mad Max taklidi, ne de Postman gibi milliyetçilik tozuna bulanmış bir ucuzluk. Ne kadar kötü de olsa, Kevin Costner’ın bu iki kötüsünü toplasak bir Six-String Samurai etmez kanımca. Yönetmen Lance Mungia, tüm iyi niyetiyle sevimli bir frekans tutturmuş, sinemasal açıdan kimi yerlerde boyundan büyük görsel ışıltılar yakalamaya çalışmış. Güzel resimler çekmeyi başarmış.


Başroldeki Buddy (Jeffrey Falcon), Buddy Holly ile olan fiziksel benzerliğini, Elvis’in tahtına oynayarak rock’n roll alternatifliğiyle de tescilliyor. Kendisi Rusların kazandığı nükleer savaş sonrası Amerika’nın ayakta kalan tek parçası Las Vegas’a doğru yeni kral olmak için yola çıkıyor. Elvis ölmüş, Vegas kralsız kalmış. Radyoda sürekli kral olmak isteyenlere duyurular yapılıyor. Adı Lost Vegas olarak değişen Vegas yolunda Buddy, kendilerine Pinballs diyen üç keltoş bowling oyuncusuyla, yamyamlaşmaya başlamış ideal bir post-apokaliptik aileyle, yıllardır kurşunsuz kalmış Rus askerleriyle, astronota benzeyen değirmen insanlarıyla, yer altı yaratıklarıyla ve en önemlisi elinde rock gitarı, yanında yarım akıllı üç okçusuyla gezen “Ölüm” ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu yolculukta kendisine, annesi Ölüm ve adamları tarafından katledilen “Çocuk” eşlik ediyor. İkisi arasındaki kavgalı ilişkinin zamanla samimiyete dönüşmesi klişesini de yanlarına alarak matrak ve amaçlı bir yolculuğa çıkıyorlar. Amaç, Vegas’ın yeni rock’n roll kralı olmak. Tabi heavy metal müzik yapan Ölüm engel olmazsa.

Oyuncu Jeffrey Falcon, epey bir Hong Kong aksiyonunda rol aldıktan sonra, o filmlerden kazandıklarıyla Six-String Samurai’ye para koymuş, yönetmen Lance Mungia ile senaryoyu yazmış ve başrolü oynamış. Kimsenin kendisinden o reklam panosu gibi gözlüklerinin arkasında bir Shakespeare performansı beklemediği üzere, anti-karizmatik ses tonu, samuray kılıcı, takım elbiseli pejmürdeliği, yırtık pırtık şemsiyesi ve tabiki gitarı ile hoş bir çizgi roman kahramanı görünümünde. Çoğu zaman çizgi film tadında, kendi liginde üst sıralara oynayan bir film olarak Six-String Samurai'yi başta özen gösterilmiş B filmlere ilgi duyanlar olmak üzere, ciddi anlamda post-apokaliptik yapımlar izlemeyi seven sinemaseverlere önerebiliriz. Filmde kısa birer rolü de olan Rus kökenli Amerikalı grup The Red Elvises'ın şahane müzikleri de yanınıza kâr kalır.

6 Mayıs 2010 Perşembe

The Avengers (1998)


Yönetmen: Jeremiah S. Chechik
Oyuncular: Ralph Fiennes, Uma Thurman, Sean Connery, Jim Broadbent, Fiona Shaw, Eddie Izzard, Eileen Atkins, Keeley Hawes, Shaun Ryder
Senaryo: Don MacPherson
Müzik: Joel McNeely

The Avengers kötü bir film. Ama bu onun suçu değil. Daha kişisel bir yorumla, diziden film olmaz! Bugüne kadar dizisinden film yapılmış hiçbir işi beğenmedim. O dizinin tek bir bölümünü izlememiş dahi olsam, sinema filmine istemeden, önleyemediğim bir önyargıyla yaklaşıyorum. Zaten dizinin olayı başka. Tutun ki Lost, Prison Break, 24 vs. bu saatten sonra tek atışlık bir film yapılsın. Çekicilik, gizem, büyü, karizma adına ne varsa sıfıra iner gözümde. “En heyecanlı yerinde bitme” kavramını hayatımıza sokan, haftalık sohbet kapasitemizin hatırı sayılır bir bölümünü işgal eden, bir haftanın 7 koca günden oluştuğunu hatırlatan, uzun soluklu istihdama katkıda bulunan, karakterlerini ailemizin bireyleri haline getirmeyi başarabilen bir olgudan söz ediyoruz.

Haberlerle birlikte, TV’nin en etkili silahlarından olan dizilerin, tamamen ticari kaygılarla uzun metraja dönüşümü kadar saçma bir yönelmeyi, sırf diziye olan esas duruşunu göstermek için yaptığını söyleyen yalancı zihniyete ne demeli? Geçmişin malı da ne denizmiş ki, sömür sömür bitmiyor. Usta oyuncuları, çocukluk kahramanlarını beyazperdede canlandırma fırsatını elde edeceklerini söyleyerek kandıran yapımcıların ve lekesiz bir mirasın üzerine çöreklenerek ceplerini doldurmaya hazır yönetmenlerin ürünü bu filmler, neyse ki önemli bir yüzdeyle tepe üstü çakılmışlardır. 60’lardan 70’lere kadar olan bir dönem içinde kelimenin tam anlamıyla moda olmuş, bizde Tatlı Sert adıyla gösterilen The Avengers dizisi, 70’lerden 80’lere uzanan döneme de damgasını vurmuş, flu çocukluk anıları arasındaki belli belirsiz yerini almıştı. Patrick Macnee’nin canlandırdığı John Steed, Diana Rigg’in oynadığı Emma Peel arasındaki müthiş kimyanın, İngiliz polisiye-mizah anlayışı ile birleşiminden ortaya çıkan dizi, TV’nin aptal kutusu etiketini hak etmediği zamanlar da olduğunu (tıpkı tutkunu olduğumuz günümüz dizilerinin de mesajı olduğu üzere) bize hatırlatmakta.


Zaten bu yeniden çevrim, veya alafranga tabirle remake hususu pek bir karışık. Bazı çok eski filmlerin yeniden yorumlanması, iyi ellerden çıktığı vakit tadından yenmezken, bazısı da resmen vakit, para, emek kaybı. Yaratıcılığın tıkanması mıdır, paraya sıkışma mıdır, saygı duruşu mudur (yeniden çekerek saygı nasıl oluyorsa artık), yeni nesile daha cilalı şekilde o filmi/diziyi tanıtım amaçlı mıdır nedir? Geçenlerde okumuştum. Bir aklı evvel yönetmen Rüzgar Gibi Geçti’yi “cover”layacak diye. Bu ne şimdi? Bunu yapacak adamı iyice dövmek lazım. Hadi şarkı coverlasan neyse. Bazı şarkıların coverları orjinallerini bile söğüt gölgesinde bırakabiliyor. Şarkıdaki yorumu hızlandırır, yavaşlatır, keman veya darbuka eklersin, heyecan verici bir yenilik yakalarsın. Rüzgar Gibi Geçti’yi nasıl coverlayacaksın? Baz Luhrmann’ın Romeo & Juliet’i gibi bir gudubet midir arayışın? O güzelim Tatlı Sert’in (bu arada Avengers kelimesini de bu şekilde çeviren muhtemel TRT görevlisinin tam bu ismi bulduğu an aklından neler geçiyordu acaba) The Avengers 98’e dönüşü de tam böyle bir şey işte. İngilizlerin dizi kültürlerine hayran biri olarak köklerin sağlamlığına iyi bir işarettir The Avengers.

İngiliz dizi kültürü demişken, BBC klasikleri, Emret Bakanım gibi nice örnekleri barındıran bu kültürün macera kanadı The Avengers ile kalmıyordu. 80’lerin ortalarında esen Dempsey & Makepeace fırtınasından da söz etmek iyi olur. Amerika’nın Mavi Ay’ına İngiltere’den rakip olan dizinin iki ortak polisi olan James Dempsey (Michael Brandon) ve Harry Makepeace (Glynis Barber) arasındaki itişmeli çekişmeli elektrik, David-Maddie ikilisinin ilişkilerine benzemekle birlikte, daha bir esrarengizlik barındırıyordu sanki. Steed-Peel kimyasının ultra gizemli mesafesinden farklı olarak, Dempsey & Makepeace’in ilişkileri alttan alta ılık bir romantizm içeriyordu ve bu durum feci şekilde çekiciydi. Macera yönü de o derece kuvvetli ve zekice olan dizinin ömrü Mavi Ay kadar olmasa da, yaratılan bu iki karakter kolay unutulmadı.


İngiliz dizi kültürü ve macera demişken de 77-83 yılları arasında sadece İngiltere’yi değil, gösterildiği tüm ülkeleri kasmadan kavurmuş, aralarında Johnny Depp, Guy Ritchie, Keifer Sutherland, Noel Gallagher, The Chemical Brothers, Robert Carlyle, Beastie Boys gibi isimlerin de bulunduğu milyonlardan oluşan hayran kitlesine sahip olan The Professionals’dan bahsetmemek ayıp olur. Aynı zamanda The Avengers’ın yaratıcısı olan Brian Clemens’in yapımcılığında, döneme göre sert, zeki ve son derece karizmatik bir prodüksyondu. CI5 (Criminal Intelligent 5) anti-terör birimine bağlı Ajan Doyle (Martin Shaw) ve Ajan Bodie (Lewis Collins)’nin kapıp götüren maceralarını izlemeden uyuduğum 1-2 gecenin acısını hala yüreğimde duyuyorum. Bu olağanüstü ikilinin şefleri George Cowley rolündeki rahmetli usta aktör Gordon Jackson ise, dizide kahramanlarımızın arkasını sağlama alan ve bu sayede izleyene güven veren bir babacanlığa sahipti. Bu kusursuz dizinin senaryo, oyunculuk, yönetim özellikleri kolay kolay unutulacak cinsten değildi.


Evet The Avengers kötü bir film. Sırf dizinin sırtından rant kazanma niyetinde olması yönünden değil. Tatlı Sert’ten haberi olmayan kesimi bile tavlayamamış derecede klişe bir dünyayı kurtarma hadisesini yavan bir şekilde işlediği için. Hem de üç güçlü oyuncusuna rağmen. Ralph Fiennes’i melon ve tonton insan Patrick Mcnee’nin oynadığı Steed rolünde yadırgamamak elde değil. Tepeden tırnağa deri giysiler içinde gördüğümüz, değil sarı eşorfman, patates çuvalı bile giyse çok iyi taşıyacağına inandığım Uma Thurman dahi 98 model Emma Peel olarak sırıtıyor. Sean Connery’den zaten kötü adam olmaz. Efektler pahalı, prodüksyon pahalı ama hiç tadı tuzu yok. Sıfırdan Steed-Peel ikilisi dizayn edilseydi böyle bir filmle ziyan edilir miydi bilinmez. Fiennes-Thurman ikilisinin yaydığı cinsel elektrik karşı konulamaz gelebilir ama aklımızın bir kenarında Mcnee-Rigg varken konsantre olamak zor. “Stylish” bir karizma ortaya çıkaran köstümler ve onları taşıyan bedenler kusursuz. Lakin vitrinin bir mağazaya çok para ve itibar getireceği yanılgısının güzel bir örneği The Avengers 98...

23 Eylül 2009 Çarşamba

The Acid House (1998)


Yönetmen: Paul McGuigan
Oyuncular: Stephen McCole, Maurice Roëves, Garry Sweeney, Jenny McCrindle, Kevin McKidd, Michelle Gomez, Tam Dean Burn
Senaryo: Irvine Welsh
Müzik: Dan Mudford

Acid kültürü, sağlıksız akımlar yaratmayı, onları tüm dünyaya yaymayı, sonra da buruşturup çöpe atmayı, hatta kendi yaratığıyla dalga geçmeyi çok iyi becermiş İngiltere’nin dünyaya yeni bir oyunuydu. Onca akım arasında sıkı sıkıya bağlandığı, üstüne üstlük ritüel hale getirdiği de yok değildi. 80’lerdeki Acid fırtınasını ülkemize kadar yamamaya çalışan Ömer Karacan’ın TRT’deki Number One programında salyangoz satmaya başlaması, bizim gariban gençliğimizde tamiri imkansız yaralara yol açtı. Neyse ki bu yara Smiley çıkartmaları ve Pump Up The Jam’den öte gidemedi. Fakat modayı her haliyle takip etmeyi erdem sayan hali vakti yerinde ailelerin çocukları acid triplerini yaşamayı da ihmal etmedi. İngilizin, midesi eczaneye dönmüş gençliğinden geri kalınacak değildi ya! Zamanla önüne geçilmez bir hal alan uyuşturucu çılgınlığı, bizim harçlıklarıyla Smiley ürünleri alan kuşağımıza Blue Jean ve Ahu Tuğba’lı, Nuri Alço’lu filmler vasıtasıyla sirayet etti.

Tıpkı futbol gibi acid de sıkı sıkı bağlanılan, ritüelleşen, kültürleşen bir boyut kazandı. Müzik sertleşti, beat artık breakbeat oluverdi. The Chemical Brothers, Fatboy Slim, Prodigy gibi klüplerde, konserlerde trip (uyuşturucunun bünyeye halüsinasyon, orgazm, bulantı, kusma, sıyırma şeklinde geri dönüşümü) seansları düzenleyen, DJ geleneğine sıkı sıkıya bağlı işinin ehli gruplar belirdi. Evet biz kafayı buluyoruz ama bu, mesihi olunacak bir meret değil de diyebiliyorlar en azından. Onların tek derdi müzik olduğu için severim. 90’larda kendimizi de içinde bulduğumuz X Kuşağı’nın Grunge ile birlikte en radikal sözcüleri olmuşlardır. Lakin müzik tarağına bez uydurmaya çalışan DJ bozuntuları yüzyılımızda da iş başındalar. Müzik piyasasında tutunamayanlar, acid piyasasında, bu işin mafyasının en has adamı konumuna geçtiler.


Irvine Welsh - Paul McGuigan

Bu akımı salt müzik bazında düşünmek, güçlü akımların doğasına aykırı. İskoç yazar Irvine Welsh, Trainspotting romanıyla gerçek bir alternatif edebiyat diline imza attı. Bu o kadar güçlü bir dildi ki, Manchester’lı Danny Boyle, romanın filmini çektiğinde muhtemelen bunun bir devrim yaratacağını tahmin etmiyordu. Edemezdi çünkü hem X Kuşağını anlatan, hem de X Kuşağını yere seren bir filmin, başta X Kuşağı tarafından sahiplenileceği kimin aklına gelirdi ki! Trainspotting’in dili o zamanlar yenir yutulur cinsten değildi. Welsh’in X Kuşağı manifestosu sadece ezik İskoç’un değil, işçi sınıfı İngiliz’in, 90’ların Grunge çocuğu Amerikalı’nın, eğitim ve sınav sisteminde boğulmuş, aşırı nüfusta kaybolmuş Türk’ün ölçü ölçü tercümanı oldu. Peşindeki kitle haliyle tüm kitaplarını yalayıp yuttu. Edebi yönden çok tartışılsa da, Welsh’in getirdiği soluk, Charles Bukowski kadar olmasa da, onun belirlediği güzergaha uğramamazlık edemiyordu. Sonraki kitaplarının Trainspotting etkisi uyandırması beklenemezdi. O bir kere olur! Bir sürü kitabı mevcut.

İskoç Paul McGuigan’ın Welsh’in üç hikayesinden kotardığı The Acid House, pek tabi ikinci bir Trainspotting vakası değil. Her ne kadar onun dalgacı taraflarından bolca beslense de, bırakın eline su dökmeyi, suyu bile bulamaz. Aslında bulmaya da çalışmıyor. Küfür, seks, futbol, evlilik üzerine bir “trip”. Üzerinde ciddi ciddi düşünülecek sözlere de sahip, gülüp geçilecek derece sululuğa da. Sıradan gidelim:

The Granton Star Cause

Oynadığı mahalle futbol takımından kötü futbolu sebebiyle atılan, sonradan manyak olduklarını anlayacağımız anne-babası tarafından 18’ine gelmesi sebebiyle evden ayrılması istenen, kız arkadaşı tarafından “gerçek bir erkek” olmadığı için terk edilen, patronu tarafından tasarruf nedeniyle işten çıkarılan Boab, gittiği barda Tanrı ile karşılaşır. Tanrı, Boab’un işe yaramaz bir budala olması sebebiyle onu bir sineğe çevirir. Boab insan iken yapamadığını, sinek olarak yapabilecek midir? İnsan veya sinek olmanın bedeli nedir?

Boab’un Tanrı ile yaptığı sohbet gerçekten olağanüstü. Welsh, bir baltaya sahip olamamış herhangi birinin Tanrı’ya sorabileceği ne varsa soruyor. Sigaranın, biranın, küfürün gözüne vuran Tanrı’nın cevapları da bir o kadar tanrısal. “Tanrı, onu görmek istediğin bedende sana kendini gösterir”... Boab gibi birini yarattığı için kendine kızan Tanrı’nın, “size kullanmanız için akıl verdim” demesi belki de Welsh’in inanç rengini ele veren bir ipucu sayılabilir, bilemiyorum. Çünkü söyledikleri gerçekten Welsh’i edepsiz bir disipline sokmuş görünüyor. Nasıl geçtiğini anlamadığım bir bölüm. Kafkaesk. Ayrıca Welsh’in söyleyeceklerini kelimelerle söylediği tek bölüm. Bu bölümün oyuncusu Maurice Roëves. Bu bölümün sahnesi tabiki pub bölümü ve pek tavsiye edilemeyecek ebeveyn sekansı.

A Soft Touch

Johnny ve hamile Catriona evlenirler. Düğünde Tanrı’yı da görürüz. Catriona hakkında ileri geri konuşan bir genci pataklayan kızın abisine övgü dolu sözler söyler. Sonradan anlarız ki Catriona sahiden ileri geri konuşulacak kadar mayası bozuk bir kadındır. Gece dışarı çıkar, eve parayla döner. Tüm bunlar olurken Johnny evde bebekleri Chantal ile ilgilenmektedir. Oturdukları izbe binaya taşınan, mayası ve sütü bozuk olduğu her halinden belli Larry ile karısının ilişkisine karşı çıkamayacak kadar sünepe Johnny’nin yaptığı tek radikal hareket oldukça komiktir. Belki de esas sinek olması gereken Johnny’dir.


Üç bölüm arasında en serti budur. Tabi buradaki sertlikten ne anladığınıza bağlı. Welsh’in Trainspotting’den de aşina olduğumuz bebek saplantısını burada da görmekteyiz. Bu saplantı ne ile ilişkilendirilir sahiden bilmiyorum. Welsh’in özeline ya da çocukluğuna inmek şeklinde bir geyiğe ihtiyaç duyulabilir. Başka türlü söyleyebileceğimiz şey, “bebekler bu kirli dünyanın saf ve temiz kalmış yegane varlıklarıdır”dan öte gitmeyecek bir anlayıştır ki, bu da Welsh’in hiç tarzı değil. Sabır sınırlarını zorlayan bir bölüm. İşte bu tam Welsh tarzı. Şahsen ben, uzun zamandır hiçbir filmde bu derece teste tabi tutulduğumu hissetmemiştim. İnsanlıktan nasibini almamış üç karakter etrafında gelişen bu mini hikayedeki atmosfer, hiçbir ülkenin “işte benim sinemam” diye övünebileceği türden değil. Belki de sırf bu yüzden Welsh ile birlikte McGuigan’ı cesaretlerinden ötürü kutlamak, ya da manyak bu herifler deyip geçmek gerek. Bölüm oyuncusu banko Catriona rolündeki Michelle Gomez. Bölüm sahnesi de tabiki sondaki bilardo salonu sahnesi.

The Acid House

Futbol fanatiği Colin “Coco” Bryce, dünya tatlısı nişanlısı Kirsty ile bir klüpte asitlendikten sonra kendini dışarı atar. Klüpte nişanlısına bebekleri sevmediğini kendi üslubuyla anlattığı için mi bilinmez, o civarda bir ambülansta doğum yapan Rory-Jenny çiftinin bebekleriyle, bir yıldırım çarpması sonrası ruhları yer değiştirir. Coco, çiftin bebeği, bebek de edepsiz Coco olmuştur.


Üç bölümün en komiği bu olsa gerek. Coco’da başka bir sinek adayı. Tanrı’yı bu son bölümde, Coco’nun asit sonrası tribinde hayal ettiği, klisede ağıza ekmek koyma ritüelinde görüyoruz. Tabi ekmek yerine asit var. Bu sahne birçok Hristiyan için Welsh’in çizgiyi aşması demekti, o yüzden oldukça tepki aldı. Ama Welsh gibi bir deli çizgiyi aşmış aşmamış kimin umurunda ki! İskoç Ewen Bremmer, Coco rolüyle harika. Zaten Trainspotting’in Spud’ı olduktan sonra bir dünya starı oluverdi. Snatch, Black Hawk Down gibi yapımlarda gözüktü. En son Woody Allen’in Match Point’inde Dedektif Dowd olarak kısa bir rolde izledim. Welsh ve McGuigan bu bölümde bize gerçek bir trip yaşatıyor. Özellikle The Chemical Brothers eşliğinde izlediğimiz Coco’nun anne-babasının gözüktüğü sahnenin de dahil olduğu bu tecrübe, beni asit atmış kadar etti desem yeridir. Yine Welsh’in bebek takıntısı, ama bu kez bebek Coco olduğu için yine bir edepsizlik sınavı yaşıyoruz. Coco bebeğin etrafında uçan sineğe “bu kesin Boab salağıdır” demesi de ilk bölüme gönderme yapan komik bir ayrıntıydı. En azından bir önceki bölüme göre çok eğlenceliydi. Bölüm oyuncusu açık ara Ewen Bremmer. Bölüm sahnesi de Coco’nun asitinden sonraki uzun gösteri olsa gerek.

Sonuç olarak, bu filmi size öneren insanlardan uzak durun. Irvine Welsh bence her şeyden önce okunması gereken bir yazar. Her ne kadar “fokin”e boğulduysak, o tuhaf ötesi İskoç aksanı beynimizi sulandırdıysa da hikaye anlatımı sıra dışı insanların söyledikleri bir başka oluyor. Trainspotting’i hala izlemeyen varsa hiç bulaşmayın. Bu filmden de en azından onun kadar yere sağlam basan bir film beklemesin. Extreme sporlara vaktiniz yoksa oturduğunuz yerden The Acid House deneyin. Hatta siz kendi başınıza tecrübe ettikten sonra, içinde sansür canavarı taşımayan, ama bu denli rahatsız ediciliklere bulaştığında size komik gelen insanlarla bir defa daha izleyin. Onların tepkilerini izleyin. İçinizdeki Welsh’in ortaya çıkışını görün. Aynı zevki vermedi mi? O zaman biraz para harcamanız gerekecek. Ben öyle abuk sabuk yerlere para harcamam mı diyorsunuz? O zaman soundtrackini bulun, puzzle yapın, balkonda çay için, sevdiklerinizle kırlara çıkın, film izleyin. The Acid House’ı izleyin mesela!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

The Thin Red Line (1998)


Yönetmen: Terrence Malick
Oyuncular: Sean Penn, James Caviezel, John Cusack, Nick Nolte, Ben Chaplin, Woody Harrelson, Adrien Brody, Elias Koteas, George Clooney, Thomas Jane, John Travolta, Jared Leto, Tim Blake Nelson, Miranda Otto, Nick Stahl, John C. Reilly
Senaryo: James Jones, Terrence Malick
Müzik:  Hans Zimmer

İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin stratejik öneme sahip Guadalcanal üzerindeki bir adayı Japonlardan alma çabasını, bir grup askerin psikolojik iç hesaplaşmaları ve hayatın anlamı sorgularıyla birlikte götüren The Thin Red Line'ı, gölgesine sığınıp, gövdesine sıtrımızı verip, yapraklarının arasından güneş ışığını yakalamaya çalıştığımız halde bunu bize göstermeyen asırlık bir ağaç gibi görürüm. O güneş ışığı umuttur, sevgidir. Ağaç bunu bize göstermez, çünkü savaşın içindesindir, insanları öldürüyorsundur. Dolayısıyla o umudu hak etmiyorsundur. Ama ağacın ihtişamı öyle büyüktür ki, içinde sevgi, aşk, dostluk, ümit ve güzellik adına ne varsa mevcuttur. Ama bu güzellikleri bize sadece gösterdiği ile kalır film. Savaşın dışında kalan hemen hemen herşey o büyük ruhun bir parçasıdır. Sizi bir ölüm makinesine dönüştüren savaş, o ruhun parçalarına sadece teğet geçer. Geçerken içindeki özlediğiniz veya hiç tatmadığınız dünyevi zevklerin esiri olmaya can atarsınız. Sadece gösterir, tattırmaz, dokundurmaz, yedirmez, öptürmez. İnsan nedir, doğa nedir, savaş neden var? Mesele bunlara cevap bulmak değil. Bazı sorular içinde şifreler barındırır. Ama The Thin Red Line anahtarla, şifreyle uğraşan bir film de değil. Aslında The Thin Red Line bir film değil. Bir kayboluş, teslimiyet, arınma, huzur, maneviyat manifestosu.

Ben Chaplin'in canlandırdığı er Bell'in sevgilisi ile olan flashbacklerindeki estetik, iç seslerin, benzersiz John Toll görüntüleri ile dans ettiği planlar, insanın acımasız bir savaş sahnesinden nasıl tarifsiz zevkler alabileceğini kanıtlayan olağanüstü dramatik kamp baskını, Bazı Hollywood yüzlerine düşmüş yersiz yurtsuz keder ifadeleri, Nick Nolte'un askerlere yaptığı diriliş konuşması, sadece tek bir sahnesi olan George Clooney'nin askerlere yaptığı çıkmaz sokak konuşması, Sean Penn, Adrien Brody, John Cusack ve onlarca başrol oyuncusuna değişmeyeceğim Elias Koteas... Fakat Terrence Malick'in özellikle üzerine düştüğü bir rol var ki, dedikodusu bile yapıldı. Mel Gibson, James Caviezel'e The Passion Of The Christ filminde İsa rolünü vermesinde The Thin Red Line'ın büyük etkisi olduğunu söylemiş. İsa'yı bilemem ama filmdeki er Witt, izlediğimiz savaş filmlerindeki hiçbir askere benzemiyor. Onun meleksi duruşu, dünyanın tüm hüznünü omuzlarında taşıyan yüz ifadesine rağmen inadına ümit besleyen hümanist asker tiplemesi sinema tarihine kazınmalı.
 
James Jones romanını okumadım ama ona duyduğum saygı ve sevginin çok daha fazlasını Malick'e duyuyorum. Böyle bir film de var dünyamızda. Tuhaf biçimde bu filmi izlemiş olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Sadece izleyici olarak kendimi şanslı görüyorum. Hala da elimin altında duruyor. İzlemek, evet... Ama maneviyatına, felsefesine vakıf olmak mümkün değil sahiden. Defalarca izleyerek bunu sağlayabileceğinizi düşünebilirsiniz belki. Her izleyiş size yine aynı, belki de daha farklı duyguları yaşatacak ama o sırrı asla vermeyecek inanın.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Following (1998)


Yönetmen: Christopher Nolan
Oyuncular: Jeremy Theobald, Alex Haw, Lucy Russell, Dick Bradsell, Gillian El-Kadi, Brendan Nolan
Senaryo: Christopher Nolan 
Müzik: David Julyan

Tarafsız olamayacağımız bazı durumlar vardır. Mesela bir REM albümünü tek nota bile duymadan gözü kapalı alırım. Ama son albümü beğenmedim. Birkaç şarkıcı/grup için de öyle oldu. Guy Richie örneğinde de objektif olamayacağımı düşünüyordum. Son iki filmini izleyene kadar.. Tabi herkesten sürekli başyapıt üretmesi beklenmiyor ama belli bir flört döneminden sonra aşık oluyorsunuz ve hoop!, bunu bana nasıl yaparsın kısmı başlıyor. Belki bak açıklayabilirim kısmını dinlemek gerek. Yükselen çıtayı, zevkler, anlayışlar değiştikçe, bazen de kırışıklıklar arttıkça aynı seviyede bulamıyoruz. Eskilerle yetinmeyi tercih edenleri anlamak için eskimek gerekiyor. Kaldı ki yeniler bile eskiyi taklit ediyor veya yeniden yorumluyorlar. Paniklesek mi? Malzeme bitti mi yoksa? Filmler, kitaplar, albümler hep eskiyi işaret eder oldu. Tarihe olan ilgi arttı. Eserlerde her zaman eski referanslar işaret edilirdi, şimdilerde daha da fazlalaştı.

Ancak kimi eskilerin büyüsü eski olmasında değil, ilk olmasında. Yoksa eskilerde hiç mi kötü örnek yok! İlk kez denenmiş, hep kendinden sonrakilere örnek gösterilmiş yada eskinin yenisi bir sentezden melez ortaya çıkarabilmiş eserler hep “kullanma kılavuzu” olmuşlardır. Klasik kavramı günümüz kulağına pek lezzetli gelmese de işin sırrı orada.. Klasiğin, eskimesi beklenen bir başyapıt olması gerekiyor şarap misali. Eskidikçe tatlanıyor. Klasikler de şarap gibi farklı damak tatlarına hitap ediyor aynı zamanda. Klasik bulduğumuza toz kondurmuyor, bulmadığımıza toz yutturuyoruz. Bizim için başucu bir esere başkası abuk sabuk yorum yaptığında da – haklı olarak- kızıyoruz. Bilgimizin olmadığı konuda fikir beyan etme özgürlüğü adına, şapşallığımızı ayan beyan ortaya koyuyoruz.

Tüm bu gereksiz girişi Following için yaptım. Yani Christpher Nolan’ın Memento efsanesinden iki yıl önce yine yazıp yönettiği film için. Memento erken bir klasik. Nedeni ise, akademik senaryo-kurgu dersi gibi olması. (Zaten sonradan gibisi kalmadı, ders de oldu yanılmıyorsam). Memento’yu sırf anlamadığı için kötüleyen insanlara karşı tek taraflı düşünüyorum. (Böylece yaptığım giriş de gereksiz olmamış oldu). 98 yılı filmi Following, yazımı, yönetimi, düşük bütçesi ve çıkmaz sokak atmosferiyle “Memento’ya Hazırlık” kursu tadında, esas yemek öncesi iştah açan bir çorba.. Tanınmamış oyuncular ve çekim ekibi, esas işlerinden kalan hafta sonlarında, bu bir saatten biraz fazla süren bağımsız, ucuz ama lezzetli çorbaya tuz atmışlar. Zaten topu topu 3 ana karekter var. (Bill’i sorgulayan polis rolündeki yönetmen Nolan’ın amcası John Nolan’ı da sayarsak dört). Kısacık süresine sığdırdığı ilginçlikler, entrikalar ve siyah-beyaz, üstüne üstlük bu iki rengin solgun haliyle çekilmiş modern bir kara film. Bir ortadan, bir sondan, bir baştan izlediğimiz kurgu, sapasağlam bir metin, tıpkı Memento’daki gibi izleyiciyi dikkat kesilmek zorunda bırakarak, kahramanına yüklediği istisnai özelliklerden çıkmazlar yaratarak sinsice ilerliyor. Memento’yu kaç kez izlediysem her seferinde farklı bir duruma uyanmış olan ben, onun kadar kompleks gibi görünmüyor olsa da bu sebepten Following’i de elimi attığımda bulabileceğim bir uzaklıkta tutuyorum.


Jeremy Theobald
’ın oynadığı sözde yazar Bill, kalabalıktan seçtiği kadın-erkek bir kişiyi takip etme işini kendine iş edinmiş, normal bir adam. Bu anlamda Leonard Shelby’nin sağlıklı hali de denebilir. Bu takip işinde prensip sahibidir aynı zamanda. Mesela dar sokaklarda kadınlar takip edilmeyecek vs.. Fakat yine kendi kuralı olan asla aynı kişiyi iki kez takip etmeyi çiğnediğinde, kendisi kadar ilginç, prensip sahibi ve gizemli hırsız Cobb ile tanışır. Cobb evlere girip, eşyalardan karakter analizleri yapan, genelde değersiz eşyalar çalan, bazen de onların yerini değiştiren bir karizma. Sırf evdekilere konuşacak konu olsun diye.. Bu iki “normal” adamın buluşup ilk işlerine çıkmaları bile seyirciyi avucunun içine almayı başarabilir. Bill’in zararsız takip işiyle, Cobb’un zararsız hırsızlığı, 30’lu 40’lı yıllardan fırlamış gizemli bir sarışının da işin içine girmesiyle, zaten sürekli değişim halindeki olayları değiştirir.

Christopher Nolan, Following ve iki yıl sonra Memento ile ne kadar zeki ve sinema için ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu kanıtladı. Hollywood’da Batman Begins’e terfi etmesi bana The Usual Suspects yönetmeni Brian Singer’ın X-Men terfisini çağrıştırdı fena halde. Ama bu terfilerin, modern klasikler üreten taze beyinleri acımasız çarklarda öğüteceğinden endişeliyim. Gerçi Nolan’ın da senaryosuna katkıda bulunduğu Batman Begins, tüm zamanların en iyi Batman senaryosuna sahip. Ama ne gerek var bu “öz, hakiki Batman” numaralarına. X-Men hadisesi benim için zaten gıcıklıklar komedisi. Singer’ın ayakları yere basan, süper olmayan kahramanları daha iyi anlattığı malum. Tesellim şimdilik The Usual Suspects senaristi Christopher McQuarrie’ın bu tip superhero öğütücüler için düşünülmemesi. O da McQuairre’ın tembelliğinden olsa gerek.

Şimdi bu yazının bir Best Of’unu yapalım: Following, sinema tarihinin en iyi filmlerinden Memento’nun öncesinde, onun ayak seslerini bize duyururcasına bunalımlı, çorba, çıkmaz, normal, gizemli, sapasağlam, sinsi, istisnai, siyah-beyaz, kara bir film. Bill ve Leonard, Nolan’ın üstü başı kostümü paramparça, ama gerçek anti-süper kahramanları olarak çok görkemliler.

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Hurlyburly (1998)


Yönetmen: Anthony Drazan
Oyuncular: Sean Penn, Kevin Spacey, Robin Wright Penn, Chazz Palminteri, Garry Shandling, Anna Paquin, Meg Ryan
Senaryo: David Rabe
Müzik: David Baerwald, Petra Haden, Steve Lindsey

Oldukça tanınmış bir casting yönetmeni olan Eddie, iş ortağı Mickey ile aynı evde yaşamaktadır. Mickey karısı ve çocuklarıyla birlikte süren yaşantısına bir ara vermiştir. Bir oyuncu olan Artie ve aktör adayı olan Phil ile birlikte bu dörtlü yaşamlarını yolundan çıkmış bir şekilde sürdürmektedir. Bu dört erkeğin yaşamlarına birbirine benzemeyen üç kadının girmesi ile olaylar hiç beklenmedik bir yöne sürüklenir.
 
David Rabe’in tiyatro oyunundan, yine Rabe tarafından senaryolaştırılıp Anthony Drazan tarafından çekilen Hurlyburly'nin 1984’deki Chicago prömiyerindeki kadroda William Hurt, Christopher Walken, Sigourney Weaver, Harvey Keitel gibi elit oyuncular bulunuyordu. Oyun hala çeşitli dönemlerde farklı oyuncular tarafından sahnelenmekte. Filmdeki elit oyuncu kadrosu da en az oyundaki kadar muhteşem. Zaten oyundan uyarlanan sanaryonun kolay yenilir yutulur cinsten olmayan fevkalade komplike cümleler sağanağına hakim olmak için direksiyon kabiliyeti kuvvetli oyunculara ihtiyaç duyulması kaçınılmaz.


Hurlyburly her şeyden önce bir kara-komedi. Ama iki başrolün meslekleri gereği oyuncu avcısı olmaları ve sinema sektöründe söz sahibi olmalarının getirdiği Hollywood taşlamasından ziyade, insan ilişkilerinin sosyal, cinsel, ahlaki ve felsefi yönleriyle ilgilenen, bunu yaparken de hızını alamayıp sık sık boyut değiştiren bir film. Senaryonun çetrefilli bünyesi, irili ufaklı 7 ana karakterin farklı kişilikleri üzerine çeşitli başlıklarda oldukça derin analizler ve ruh çözümlemelerinden oluşuyor.

Önce oyunculardan bahsedersek bir önem sırası oluşturmak gerekebilir. Sean Penn’in canlandırdığı Eddie, gerek senaryodaki kendine ait bölümlerden de anlaşılacağı üzere akıl fikir yönünden çok zor bir karakter. Umursamaz tavrının ardına sakladığı, aslında yaşadığı hayatın her ayrıntısında bir anlam arayan, genelde bulamayan, ama bulduğunda bile mutsuz olmayı başarabilen manik depresif bir karakter. Penn bu rolüyle belki de kariyerinin en müthiş performanslarından birini sunuyor. Öyle ki bu rolüyle Venedik Film Festivali’nde En İyi Aktör ödülü alan oyuncunun gözüktüğü her sahne, farklı ruh hallerinden oluşan çok geniş bir yelpazede seyrediyor. Eddie’nin partneri Mickey rolüyle Kevin Spacey ise o malum soğukkanlı karizmasına gizlediği usta manevralarını ve şeytani dokunuşlarını bol bol sergiliyor. İkilinin uyumuna hayran kalmamak elde değil. Aktör-komedyen-şovmen Garry Shandling’in pek fazla derinliği olmayan Artie performansı ile birlikte, bu filmden üç yıl önceki The Usual Suspects'te yine Spacey ile beraber oynayan ve yine “soğuktan sıcak” aktörlük niteliklerine sahip Chazz Palminteri’yi Phil rolüyle izlemek çok keyifli. Kaba ve dengesiz Phil’in şiddete meyilli bir maganda ile şefkatli eş-baba arasında gidiş gelişleri çarpıcı olduğu kadar kara komedinin yapıtaşlarına da sonuna kadar uyan bir eğlencelik barındırıyor.

Bu dört erkeğin erkeksi, ama aynı zamanda zayıf noktalarını görüyoruz. Bu zayıflıkların birçok sebebi olduğu gibi, basit meselelerden de çok derin çıkarımlarda bulunmaya hazır bu insanların hayatlarına bir yerlerden giren üç kadın için de onlar kadar ilginç demek doğrudur. Artie’nin asansörde bulduğu ve bu dört erkek tarafından bir eşya veya evcil hayvanmış gibi komik yorumlara mahzar olan Donna (Anna Paquin), Eddie ve Mickey’in sürekli tartışmasına sebebiyet veren, Eddie gibi bir çılgının sevgilisi olmanın bedelleriyle boğuşan Darlene (Robin Wright Penn) ve kimi filmlerin vazgeçilmezi olan altın kalpli fahişe tiplemesinin Hollywood tepeleri versiyonu Bonnie (Meg Ryan), filmin diğer çekici unsurlarını oluşturuyor.

 
Elinizde böyle bir kadro varsa, oyuncu yönetimi ile ilgili çok fazla çaba sarfetmeniz gerekmeyebilir. Kimi zaman senaristten, yönetmenden hatta bazen oyunculardan çıkıp bir canavara dönüşen deneysel senaryonun ayaklarını yere sağlam bastıran ve onun dizginlerini ellerinde tutmaya özen gösteren başta Penn, Spacey ve Palminteri olmak üzere, uzadıkça uzayan repliklerini vücut ve mimiklerle dengelemeyi çok iyi beceriyorlar. Her ne kadar Hollywood standartları çerçevesinde “rol” kesiyor olsalar da, artık bir yerden sonra senaryoda kendi paylarına düşen o bitmek bilmez cümlelerin de etkisiyle spontane anlar yaşıyorlar.

Sürekli bahsettiğimiz senaryonun içerisinde “hepimiz sadece diğerlerimizin arka fonlarıyız”, “ben kendimin en büyük çelişkisiyim”, "her şey beni diğer her şeyden vazgeçiriyor”, ben ikiniz arasında olabilecek tehditkar bir bağlantının geçerli bir sapmasıydım” türünden binlerce cümle var. Bu cümlelerin kuruluş ve yan yana getirilişinin ardında bir tiyatro oyunu olması gerçeği, oyunun filme dönüşümü esnasında yaşanabilecek dezavantajları da beraberinde getirmiyor değil. Oyunculukta bir türlü tutunamamış kaba saba Phil’in “bizde farkındalık dışı içsel bölgenin sonuçları olan kör noktalar var” demesinin inandırıcılık seviyesinden ziyade komik duruşuna tav oluyoruz. Felsefi alt okumaların yoğunluğu filmi rutinleştirme tehlikesi barındırıyor.


Ama metin, düpedüz felsefi olmaktan uzak durma iyi niyetine de sahip. Kendisini arabadan atan Phil için “bu adam iyi sosyal değerlerden tamamen yoksun” diyen fahişe Bonnie’nin ironik komikliği veya Eddie’nin “Phil’i tanımaya çalışsaydın severdin” dediği Mickey’nin cevap olarak “zevk sahibi olmam beni birçok şeyden alıkoydu” demesindeki ince mizah anlayışı gibi bir sürü örneğin cirit attığı, sık sık karmaşık felsefi ifadeleri günlük konuşmalara uygulamaya çalışan gayet güzel bir yazım örneği. Hatta o taş gibi sağlam yapısına rağmen kimi yerlerde aralara serpiştirilen “bla bla” ve benzeri kaçışlarla da bir denge tutturmaya çalışıyor. Oyunun adının da “Confusion” gibi daha ciddi bir isim yerine Hurlyburly olarak düşünülmesi belki de bu dengesel tavrın bir ürünüdür. “Karışıklık” yerine “Harala Gürele” gibi bir yaklaşım, sıkıcılık tehditine karşılık psikolojik anlamda daha sıcak bir intiba uyandıracaktır.
 
İhanet, arkadaşlık, ölüm, evlilik, seks, şiddet gibi daha sıralanabilecek pek çok kavramı kendi yağında kavuran Hurlyburly, durmadan uyuşturucu alan karakterlerinin o etki altında yaptıkları tartışmalardan, konuşmalardan beslenen, belli bir konu veya amaç etrafında dönmeyen, insan yapıları ve onlar hakkında binbir türlü teorisi olan çok farklı bir film. Başta Eddie’nin ve başta Sean Penn’in olmak üzere hemen hemen tüm karakterler üzerine soyut/somut çeşitlemelerin yoğunlukta olduğu iki saatlik bir beyin faaliyeti.

8 Şubat 2007 Perşembe

Resurrection Man (1998)


Yönetmen: Marc Evans
Oyuncular: Stuart Townsend, James Nesbitt, John Hannah, Brenda Fricker
Senaryo: Eoin McNamee
Müzik: Gary Burns, David Holmes, Keith Tenniswood
 
Acımasız katil Victor Kelly bir suç çetesinin başıdır. Kendisine Cagner ve Dillinger'ı örnek alan Kelly, zalimliği ve şiddete aşırı düşkünlüğü nedeniyle korkulan ve nefret edilen bir efsaneye dönüşür. Şiddet ve intikamın politik bir araç olmaktan çıkıp alışkanlık haline geldiği bir şehirde bile Kelly'nin işlediği cinayetler korkutucudur. Ryan isimli bir gazeteci yaşamını riske atmak pahasına bu cinayetler üzerindeki esrar perdesini kaldırmaya kararlıdır. Victor'un düşünceleri netleşmeye başladığında, kendisi bile başkalarının yönettiği ve şekillendirdiği bir savaşın kurbanı olur.

Prison Break sezon 1 bitince hızımı alamayıp vakit bulduğum anlarda adrenalini düşürmeyecek film arayışımı, ucuz VCD reyonundan sağlamaya kalkarsam olacağı budur. Üniversite yıllarımdan Sinema dergisinde vizyon olarak gördüğüm bu filmi izlemek için bilinçaltımda bir yere atmışım demek ki. Herhalde VCD izlemeyeli bir 10 sene olmuştur. James Nesbitt'i de pek severim. Ama filmin şiddet anlayışı şimdilerde alıştığımız 2000'ler estetiğinden o kadar yoksun ki.. 98 yapımı bir filmden 2000 estetiği beklemekten öte, kendimizi bu tip yavanlıklara fena kapatmışız belli ki. Demek ki ucuzluğa düştüğünde bir illet varmış. Halbuki kapak arkasında şiddet, kan, gövde, kalbi olanlar öte gitsin, şiddet sevenler beri gelsin falan yazıyordu.
 
Yükselen genç bir mafya kişisi olan Victor Kelly (Stuart Townsend) üzerine söylemek istediği ne varsa söyleyen, ama söyleyeceği bundan ibaret mi dedirten boş bir film. Sonuna kadar izlememin iki sebebi var: İlki, üniversite yıllarım sonrası sinemanın şiddet zevkimden neler götürüp, neler getirdiğini görmek, ikincisi de boş çıkan Nesbitt ümidimin Townsend'in karizmasına kaymış olması. "Charlize Theron bu adamda ne buluyor canım" diyenlere izlettirilmesi gerekebilecek bir karizma çiziyor kendisi. Böyle bir filmle aynı karizmayı çiziyor, o ayrı. Lakin iş karizmayla bitmiyor. Filmde usta oyuncu Brenda Fricker da var. Böyle bir filmde ne işi varsa artık.