30 Aralık 2014 Salı

The Drop (2014)


Yönetmen: Michaël R. Roskam
Oyuncular: Tom Hardy, James Gandolfini, Noomi Rapace, Matthias Schoenaerts, John Ortiz, Michael Aronov, Michael Esper, Ann Dowd, James Frecheville, Elizabeth Rodriguez
Senaryo: Dennis Lehane
Müzik: Marco Beltrami, Raf Keunen

Sinemaya uyarlanıp başarılar kazanmış Mystic River, Gone Baby Gone, Shutter Island romanlarının yazarı Dennis Lehane'ın kısa hikayesi Animal Rescue'yu yine kendisinin uzatıp senaryolaştırdığı, adını da The Drop koyduğu film, Brooklyn'de yıllar önce Çeçen mafyasına sattıkları barı işletmeye devam eden Marv ve Bob kuzenlerin bir gece iki maskeli adam tarafından soyulmaları sonrası yaşananları konu alıyor. "Drop Bar", yani o gece yüklü bir mafya hasılatının toplanacağı, önceden belirlenmiş ve gizli tutulmuş mekan olma yolundaki kuzenlerin Super Bowl öncesi soyulmaları aslında bir provadır. Soygun sonrası Çeçenlerin çalınan paraları için sıkıştırmaları, soygunculardan birinin kimliği belirsiz biçimde öldürülmesi, dedektif Torres'in olayı çözme çabaları, Bob'a musallat olan ve etrafta nam salmaya çalışan bir serseri, onun eski sevgilisi Nadia derken ortalık epey karışık gözüküyor.

Ama Belçikalı yönetmen Michaël R. Roskam, tüm bu karışıklık ortamını sade bir anlatımla gerilim yaratarak betimlemeye çalışıyor. Nefes aldırmayan bir aksiyon yerine daha çok karakter odaklı bu anlatım, filmi daha ciddi bir zemine oturtmayı başarıp inandırıcılığını arttırıyor. Ancak öte yandan bazı anlarda fazla sade kalıp iletmesi gerekenleri yeterince iletemediği için güçsüz kalıyor. Yani belli bir denge tutturamadığı için final yolunda tansiyonu biraz yüksek tutsa da finalde bana göre çok etkili olamıyor. Filmi sıradan olmaktan kurturan özellikleri bir süre sonra onu sıradanlaştırabiliyor. Bob, Nadia ve yavru köpek Rocco arasındaki bağlar iyi kurulsa da sanki sadece Bob'un yalnızlığını daha keskinleştirmek için varlar. Filmin gerilimini hafifletecek Bob ve Nadia ilişkisi de Nadia'nın eski erkek arkadaşı Eric sayesinde bu gerilimin içine çekiliyor. Bu söylediklerim de ortalama bir yapımda hep olan şeyler. Ancak Roskam, gösterişsiz bir anlatımla, sıkıcı olma riskini de göze alarak (ve bence bu riski alıp sıkıcı olmayarak) tüm sorunları çözüyor.

Fırsatı olduğu halde yükselmeler yaşamayan naif Bob Saginowski ile Tom Hardy, kariyerinin son filminde izlediğimiz, onu çok özlediğimizi hatırlatan karizmasıyla usta aktör James Gandolfini ve diğer rollerde Noomi Rapace ve Matthias Schoenaerts filmde tuttukları köşelerin hakkını veriyorlar. 2012 Oscar ödüllerinde En İyi Yabancı Film kategorisine aday olan Rundskop ile tanıdığımız Michaël R. Roskam, Hollywood'a transfer olan bazı Avrupalı meslektaşları gibi gereksiz yere coşmadan, şımarmadan, elindeki değerli malzemeyi ziyan etmeden, henüz ikinci filmini Amerika'da çekme fırsatı elde etmiş bir yönetmende fazla rastlanmayan bir olgunlukla hareket ediyor. Ortaya çok üstün bir film çıkmasa da, The Drop hayalkırıklığı yaratmayan iyi bir suç filmi. Belki de tek hayalkırıklığı, biraz daha kanlı canlı gişe canavarı ön izlenimi vermesinden kaynaklı bir aldatmacanın yol açacağı hayalkırıklığı olsa gerek.

26 Aralık 2014 Cuma

Predestination (2014)


Yönetmen: Michael Spierig, Peter Spierig
Oyuncular: Sarah Snook, Ethan Hawke, Noah Taylor, Freya Stafford, Christopher Kirby
Senaryo: Michael Spierig, Peter Spierig, Robert A. Heinlein
Müzik: Peter Spierig

Robert A. Heinlein'ın All You Zombies adlı hikayesinden Michael ve Peter Spierig kardeşlerin uyarlayıp yönettikleri Predestination, hakkında çok fazla detay vererek keyfinin kaçırılmaması gereken son yılların kaliteli bilim kurgu polisiye örneklerinden biri. Gerçi onlardan fazla yok. Spierig kardeşlerin bilim kurgu sularına yelken açtığı, o sularda beyin fırtınalarına yakalandığı film, akıllara ilk elden Memento, Triangle, Looper gibi filmlerin kısır döngünde seyreden hikayesini geliştirmeye çalışan filmlerden. Hareketli açılış sekansından hiçbir şey anlamadan, ama ilerde ya da finalde taşları yerine oturtarak o anı bir kez daha izleyeceğimizden emin bir şekilde başladığımız film, başarılı kurgusu sayesinde meselesinin çözümünü filmin geneline ustalıkla yaymış denebilir. Gizli bir teşkilat bünyesinde zamanda yolculuk yapabilen isimsiz ajanımızı (Ethan Hawke), bir dizi bombalama eylemiyle New York'a korku salan, 112 kişinin ölmesine sebep olan "Fiyasko Bombacısı"nı önleme amaçlı gizli görevi için gönderildiği 1970 yılında barmen olarak izliyoruz. Film ne şekilde hareketlenecek diye beklerken bara gelen erkek görünümlü bir kadının barmen ajan ile adım adım geliştirdiği sohbete tanık oluyoruz. Açıkçası soğukkanlı görünümünün altına gizlediği bazı şüpheli halleriyle bombacının o olduğunu düşünebiliyoruz. Hayat hikayesini anlatmaya başlayan ve adının Jane olduğunu öğrendiğimiz bu kadının flashbackleri sayesinde sanki film içinde ilginç bir film daha başlıyor.

Filmin suç önleme amaçlı zamanda yolculuk temasına ne zaman ve nasıl destek vereceğini, hatta destek verip vermeyeceğini merak ettiğimiz bu yan hikaye uzadıkça ve kendine bağladıkça bir yan hikaye olmaktan çıkıp filmin gizemli bilim kurgu gövdesine güçlü bir dram takviyesi yapıyor. Bu merakımız ne yönde olursa olsun filmin itinayla korumaya çalıştığı sürprizleri yavaş yavaş açığa çıktıkça kendi kurduğumuz mantıkla filmin iyice karmaşıklaşan kronolojisi arasında bir mücadele yaşanıyor. Öte yandan film kendini bir çelişkiler yumağı haline getirmekten imtina edercesine karakter odaklı akıcı üslubunu sürekli geliştirmeye çalışıyor Spierig biraderler kendi benimsettikleri anlatım disiplini içinde bazı tutarsızlıklara, hadi söyleyelim, mantık hatalarına yol açması kaçınılmaz bir yola giriyorlar. Zaman yolculuğuyla suç önleme temalı bir filmde mantık hataları olduğunu dile getirmenin mantıksızlığı bir yana, bu fantastik atmosfer dahilinde kendi zeki düzeneğini kurmuş bir filmin yine de görmezden gelindiğinde kayıp yaratmayacak tercihleri seyircinin matematiğine ya da beklentilerine göre tasarlama mecburiyeti yok. Bu duruşunu hissettiğim Predestination da benim için yeterince iyi bir film.


Philip K. Dick'in kısa hikayesinden uyarlanan Steven Spielberg'in yönettiği Minority Report'ta bir benzerini gördüğümüz suç öncesi müdahale amaçlı bir teşkilatı anlatırken etrafa bir sürü ekmek kırıntısı bırakan, bunları detaylandırmaktan kaçınarak hem zamandan kazanan, hem gizemli yönünü palazlayan, hem de karakterlerine ve onların şekillendireceği zincirleme olay örgüsüne odaklanan film, Fiyasko Bombacısı'nı ararken Jane'in içine düştüğü döngüyü de dengelemeye çalışan ajanın nereye varmaya çalıştığını filmin son düzlüğüne kadar gizlemeyi başarıyor. O düzlükte işler öyle bir hal alıyor ki, açığa çıkan her gerçek, hatta söylenen her cümle yeni soruları da beraberinde getiriyor. Yapısı gereği kozlarını biriktirip şok bir final yapacak bir film olmadığından, o kozları zamanlaması iyi ayarlanmış biçimde geneline serpiştiriyor. Yüzlerce farklı sonla bitebilecek bir kıvama sahip olduğundan bu ihtimaller zincirinden bir halka seçerek, bunun yanında inkar edemeyeceği döngüye sadakat göstererek kapılarını yüzümüze kapatmıyor, kapatamıyor.

Yaşlandıkça değerlenen ve artık oturmuş performansıyla yönetmenleri rahatlatan Ethan Hawke'ın güven verici duruşu zaten malum. Benim için asıl sürpriz, çok dengeli, pürüzsüz ve etkileyici bir oyunculuk sergileyen, ilk kez izlediğim Sarah Snook'un farklı gelgitleri olan rolüne hakimiyeti oldu. Avustralya dışına pek çıkmamış oyuncunun bu filmle Avustralya Film Enstitüsü Ödülleri AACTA dışında hiçbir yerde aday adayı bile gösterilmemesini, filmin tanıtım eksikliğine bağlamak doğru olabilir. 2015'te dağıtılacak AACTA ödüllerinde En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Sinematografi olmak üzere dört dalda aday olan Predestination, Toronto After Dark Film Festivali'nde ise En İyi Bilim Kurgu ve En İyi Senaryo ödüllerini kazandı. Final yapsa bile aslında bir şekilde kendini farklı formlarda yenileyebilecek karakterde bir bilim kurgu, beraberinde buna başarıyla adapte olmuş bir dram izlemek, sonrasında da uzun süre fikir cimnastiği yapmak isteyenler için iyi bir fırsat.

24 Aralık 2014 Çarşamba

À l'intérieur (2007)


Yönetmen: Alexandre Bustillo, Julien Maury
Oyuncular: Alysson Paradis, Béatrice Dalle, Nathalie Roussel, François-Régis Marchasson, Jean-Baptiste Tabourin
Senaryo: Alexandre Bustillo
Müzik: François Eudes

Hamileliği sırasında geçirdiği trafik kazasında eşini yitiren Sarah, henüz kocasının yasını tutmaktadır. Doğumuna bir gün kala kendisini tanıyan gizemli bir kadın ansızın kapısında belirir. Sarah’dan ne istediği belirsiz olan bu kadının ortaya çıkmasıyla kâbus dolu anlar başlar.

Yüzde 90’ı tek bir evde geçmesine rağmen, bunun dezavantajını avantaj haline getirebilmiş, her türlü kesici aletin, haliyle her türlü kan akışının bol olduğu, hatta gore sınırında bir Fransız gerilimi. Bu gore sınırı nerede başlar, nerede biter bilmem. O yüzden sınırı aşmış mı, yoksa geri mi kalmış konunun uzmanları daha iyi bilir. Yalnız şu var ki, çok kanlı olmasına rağmen À l'intérieur’u sırf iş olsun kabilinden Hostel mantığıyla bir tutmak da yanlış. Gayet estetiğe önem veren bir film aslında. Sadece film olma yolunda özgün bir konu sıkıntısı var. Filmin iki yönetmeni Alexandre Bustillo ve Julien Maury, başrolümüze dadanan, amacına ulaşmak adına yoluna çıkan herkesi harcayan, sonunda da bu yaptıklarını (kendince) makul bir gerekçeye dayayan sapık tiplemesi iş görür şeklinde bir inanışa sahip anlaşılan. Fakat son zamanlarda gördüğümüz birtakım Fransız gerilimlerinin farklı bir yanı da var. O da üslup.

Her ne kadar hareket noktaları klişe olsa da. Gayet şık ışık/gölge oyunları, kanın neredeyse bir oyuncu gibi kullanımı, hele de tadı hala damağımda olan o fotoğraf makinesinin flaşı ile katili arama sahnesi gibi yaratıcı çabalardan söz ediyorum. Üstelik yıllandıkça vahşi cazibesi artan (ya da bana öyle gelen) Béatrice Dalle’i Uzakdoğu korkularındaki ürkünç kız çocuklarının büyümüş versiyonu şeklinde resmetmek de çok orijinal bir yaklaşım. Yoksa kim takar finalin tesadüfün iğne deliği bir intikama dayandırılan saçmalığını. Hoş, bu tip çıkışı olmayan finallere de sempatim vardır ama neticede çok gereksiz bir tesadüf yaratma çabası olarak gördüm. Keşke kadının amacını hiç açık etmeden öylece bitseymiş. Bu sayede üslup olarak klasını, konu ve final olarak da perçinlermiş bana göre.

19 Aralık 2014 Cuma

The Homesman (2014)


Yönetmen: Tommy Lee Jones
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Hilary Swank, Miranda Otto, Sonja Richter, Grace Gummer, John Lithgow, Meryl Streep, James Spader, William Fichtner, Jesse Plemons, David Dencik, Tim Blake Nelson, Hailee Steinfeld
Senaryo: Tommy Lee Jones, Kieran Fitzgerald, Wesley A. Oliver, Glendon Swarthout
Müzik: Marco Beltrami

1800'lerin ikinci yarısında Nebraska'nın bir kasabasında akli dengelerini yitirerek tuhaf davranışlar sergileyen üç evli kadının Iowa'daki Metodist kilisesine götürülmesi gerektiğine karar verilir. Peder Dowd (John Lithgow), bu görevi kadınların kocalarından birine vermek istemektedir. Ancak onlar da ürünlerini ve çocuklarını bırakamayacakları için haftalar sürecek bu yolculuğa yanaşmazlar. Yine de Peder'in çektiği kurada çıkan kocalardan biri gitmeye yanaşmayınca, kasabada yaşayan 31 yaşındaki bekar toprak sahibi Mary Bee Cuddy (Hilary Swank) gitmeye gönüllü olur. Yolculuk hazırlıkları sürerken Cuddy, tesadüfen tam idam edilmek üzere ölüme terkedilen George Briggs'e (Tommy Lee Jones) rastlar ve onu kendisine yolculukta eşlik etmesi şartıyla kurtarır. Cuddy ve Briggs, birbirleri ve kendileri için tehlike arz eden bu üç kadınla birlikte zorlu bir yolculuğa çıkarlar.

Glendon Swarthout'un romanından Wesley A. Oliver, Kieran Fitzgerald ve Tommy Lee Jones'un uyarladığı, Tommy Lee Jones'un 2005 tarihli The Three Burials Of Melquiades Estrada'dan sonra ikinci kez bir uzun metraj için kamera arkasına geçtiği The Homesman, eksileri artılarından biraz fazla gibi görünen bir western. En başta konu olarak sıradışı bir yol filmi için gerekli olan unsurlar biraraya getirilmiş olsa da, bu kadınların neden Iowa Metodist Kilisesi'ne gönderildiklerine dair gerekçeler, üzerinde fazla durulmadığı için tam oturmamış, sanki sadece yolculuğun kendisine ve içinde yaşanacaklara odaklanılması gerektiği dayatılmış bir tutum var. Üç genç kadının delirme sebeplerini ortak bir yere bağlayacağına dair gizem yaratıp sonra da hiçbir yere bağlamamanın adı olsa olsa aldatmacadır. Keşke işi baştan sıkı tutup bu ilginç durumu "şeytanın esiri olma" halinden daha farklı bir zemine taşısaydı diyebileceğimiz film, bu mühim aksaklığı görmezden geldiğimiz vakit büyük oranda  Cuddy ve Briggs arasındaki çekişmelerden, itişmelerden ve yakınlaşmalardan beslenen yolculuğa adapte olmaya çalışıyor. Bu noktada fena sayılmayacak bir yol filmine de dönüşüyor. Ancak en ilginç ve dramatik karakter olan Mary Bee Cuddy'nin filmin bütün yükünü omuzlaması ve sürpriz bir kırılma noktası sonrası var olan tuz biber de ortadan kalkıyor.

Filmin yapımcıları arasında Luc Besson'un da olmasını neye yormalı bilemiyorum ama The Homesman, yönetmeni ve başrol oyuncusu ortak The Three Burials Of Melquiades Estrada ile karşılaştırıldığında onun yanında çok zayıf kalan bir film. Tommy Lee Jones, Amores Perros, 21 Grams, Frida, Babel, Biutiful, Lust Caution, Argo gibi filmlerin görüntü yönetmenliğini yapmış Meksikalı Rodrigo Prieto ile çalışarak Melquiades Estrada'nın güçlü western atmosferine benzer bir karakter oluşturmaya çalışmış. Çeşitli anlarıyla bunda başarılı da olmuş. Ancak film, yolculuk boyunca robot gibi tepkisiz üç kadının yükselişler göstermeyişiyle, kaçan Arabella'yı alıkoyan serseriyle, yolda karşılaştıkları Pawneelerle, konaklamalarına izin verilmeyen otel sahibine Briggs'in tepkisiyle eline geçen fırsatları işlemekte yetersiz kalan bir senaryoya sahip. (Burada Luc Besson'un günahı olduğunu pek sanmıyorum.) Oysa Cuddy, üç kadına yetecek kadar iniş çıkışlara, dramatik köşelere, kadın ruhunun derinlik içeren analizlerine muktedir bir karakter. Hilary Swank da zaten bu rollerin oyuncusu ve çok hakim bir performans gösteriyor. Ama bir tek onunla olmayacak kadar kuru kalabalık içeren The Homesman, bu kalabalığın şişirdiği irili ufaklı sahnelerle, kendi öz meselesini hakkıyla baştan sona elde tutamamasıyla, hele de resmen uzatılmış gibi duran son 10 dakikasıyla güçsüz bir yapım. Keşke şu kadroyla ve görüntü yönetmeniyle Guillermo Arriaga'nın özgün bir senaryosunu izleseydik.

14 Aralık 2014 Pazar

Lucy (2014)


Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Scarlett Johansson, Morgan Freeman, Min-sik Choi, Amr Waked, Pilou Asbæk
Senaryo: Luc Besson
Müzik: Eric Serra

Luc Besson bitmiyor! Bir ara artık film çekmeyeceğini, sadece yapımcılık yapacağını söylediğini hatırlıyorum. Ama sadece yapımcı olarak kalmanın onu kesmeyeceği aşikar. Gerçi az film çekiyor ama bir önceki The Family faciasını ve şimdi de Lucy'yi görünce tez elden yönetmenlikten emekli olma zamanının geldiğini birilerinin söylemesi lazım diye düşünmeden edemiyoruz. Zamanında 2005 yapımı Angel-A için hiç iyi şeyler hissetmemiştim. Ama şu Lucy'yi görünce o filme bile haksızlık etmişim. Beyin kapasitesinin sadece %10'unu kullanabilen biz fanilerden biri birgün bu kapasiteyi %100'e çıkarırsa ne olur sorusunun Besson tarafından yanıtlanışı da ancak Lucy gibi çapsız bir filmle olurdu herhalde. Bu çapsızlığı Scarlett Johansson faktörü ile aşmaya çalışan, aralara boyundan büyük tespitler sıkıştıran, Morgan Freeman ve Min-sik Choi gibi iki klas karakter oyuncusunu da ne yazık ki buna alet eden Besson, %100 performans sonra olacakların kendince yorumunu çizgi film kolaycılığıyla ele almış. Çizgi filmlere hakaret niteliğinde anlaşılmasın ama "ben yaptım oldu" mantığıyla özel efekt süslemelerinin üzerini örtmeye çalıştığı bilimsel dayanakların sanki bu filmin ön planındaymış gibi gösterilmesi bile tam bir aymazlık.

Lucy'yi berbat bulmamda sorun bende mi değil mi emin değilim. Aynı meseleyi işleyen Alan Glynn romanından uyarlanan 2011 filmi Limitless'den bile tam anlamıyla tatmin olmadığım, bu beyin kapasitesinin %100'ünü kullanma mevzusuna sahip bir sinema filminden beklentilerimi epeyce yüksek tuttuğum için büyük ihtimalle sorun bende. Ancak Limitless bile bu mevzuyu daha derli toplu ve çoğu kez izlemesi keyifli anlarla renklendirmeyi başarmış bir filmdi. Olayın dramatik tarafını da unutmamıştı, işi desteksiz atılan bir bilimkurguya da çevirmemişti. Besson'un renklendirme yöntemleri Scarlett Johansson, abuk sabuk aksiyon numaraları, her türlü filmde kullanımı yasaklanması gereken French hip-hop türünde bir şarkı eşliğinde bir adet olmazsa olmaz şehir içinde araba takibi sahnesi ve devam filmine yeşil ışık yakacak final şeklinde sıralanıyor. Malum, Besson'un en önemli geçim kaynağını Transporter, Taxi, Taken gibi seriye bağlanmış filmler oluşturuyor.

Kısacası, beyin kapasitemizin %100'ünü kullandığımız vakit her türlü bilgiyi su gibi içebileceğimize, zekamızı sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda evrimleşebilecek derecede iyi kullanabileceğimize değil de, düşünce gücüyle insanları havada asılı tutabileceğimize ya da bayıltabileceğimize, bir USB içine depolayabileceğimiz bu bilgilerle aydınlandıktan sonra bir robot gibi ruhsuzlaşabileceğimize, nihayetinde acayip bir bilim kurgu garibesine dönüşebileceğimize inanan sığ bir film Lucy... Bir Limitless değil. Lucy - Leeloo çağrışımı yapılırsa bir The Fifth Element hiç değil.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Gone Girl (2014)


Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Ben Affleck, Rosamund Pike, Carrie Coon, Tyler Perry, Neil Patrick Harris, Kim Dickens, Patrick Fugit, David Clennon, Lisa Banes, Missi Pyle, Emily Ratajkowski, Sela Ward
Senaryo: Gillian Flynn
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross

En baştan söyleyelim, Gone Girl ile ilgili bu yazı spoiler içermez. Böyle bir uyarıyı bazı filmlerin eleştirilerinin ilk cümlesinde yapmak çok önemli. Çünkü o filmi izlememiş ama hakkında olumlu ya da olumsuz yorumlar okuduktan sonra kararını verecek olanlar için "sürprizbozan" içeren yazılara genelde pek rağbet edilmez. İsteyen, filmi gördükten sonra bu yazılara geri döner. Eleştiri okumakla işi yoksa film sonrası eş dostla kritiğini yapar, sürprizleri tartışır, finali yorumlar, sonra unutur gider. Ama eleştiri yazısının belli sorumlulukları vardır (ya da olmalıdır.) Hiçbir yazının, filmin tadını kaçırmaya hakkı yoktur. Spoiler içerikli yazıların kendilerine açtıkları geniş alanların, sağladıkları avantajların sadece filmi görmüş olanları ilgilendirmesine rağmen, ser verip sır vermeyen yazılar filmi görsün ya da görmesin herkese hitap edebilir.

Bu sürprizbozan meselesi eleştirinin şeklini şemalini de etkiliyor. Bazı yazılar itinayla sürprizleri açık etmeden merakı daha da körüklerken, spoiler içerikli yazılar, (kişi eğer izlemeden sürprizleri öğrenmeyi dert etmiyorsa) film sonrası kafa karışıklığını gidermek, ilgili referansları öğrenmek veya farklı bir bakış açısı elde etmek için okunuyor. Ama bence en güzeli, nasıl ki beğendiğimiz bir filmi sürprizleri bozmadan başkasına tavsiye edip aynı keyfi onların da almasını istiyorsak o haliyle bırakmak. The Sixth Sense, The Usual Suspects, Fight Club, The Others, Saw gibi filmler hiçbir zaman ilk izlendikleri anda bıraktıkları etkiyi bırakmayacaklar. Onları henüz izlememiş olanlara verilebilecek tavsiyelerde ya da eleştiri yazılarında alınması gereken bir sorumluluk var. David Fincher'ın son filmi Gone Girl, her ne kadar "şok" tabir edilen tek bir finale bel bağlamasa da, özellikle ortalarından itibaren ne yöne evrileceği kestirilemeyen psikolojik gerilim ağırlığını olay örgüsüyle çok iyi dengelemiş filmlerden biri. Onun hakkında yapılacak yorumlarda tansiyonu düşürebilecek açıklar verme tehlikesi mevcut. Üstelik bana göre David Fincher'ın Oscar kurnazı The Curious Case Of Benjamin Button, The Social Network, The Girl With The Dragon Tattoo üçlüsünden sonra hakkını verdiği gizemli gerilimlerine geri dönüş sinyali.

Gone Girl, bir dönem magazin yazarlığı yapmış ama işini kaybetmiş Nick Dunne ve "Amazing Amy" adındaki popüler çocuk kitaplarının yazarı Amy Dunne'ın 5. evlilik yıldönümleri sabahı başlıyor. O sabah ikiz kızkardeşi Margo'nun işlettiği bara giden Nick, bir süre sohbet ettikten sonra (ki bu sohbetten Margo'nun Amy'den pek hoşlanmadığını anlıyoruz) komşularından birinin onu araması üzerine eve döndüğünde evine girildiğine dair bariz belirtiler görüyor. Soğukkanlı biçimde karısı Amy'nin kaçırılmış olabileceğini düşünerek polisi arıyor. Bu andan itibaren çeşitli nedenlerle bu kayıp olayında tek somut şüphelinin Nick'in kendisi olduğuna dair bir sürecin içine çekiliyoruz. Çeşitli yerlerden çıkan ve üzerinde "ipucu" yazan zarflar, Nick'in Amy'nin kaybolmasına beklenen tepkileri vermeyişi, medyanın bu olaya fena halde abanması, olayı araştıran şüpheci dedektifler Boney ve Gilpin'in sıkıştırmaları, Amy'nin kayıp günlüğünün bulunması, olaya dahil olan başkaları, Nick'in hapse atılıp kefaletle serbest kalması ve nihayet Nick - Amy çiftinin öyle rüya gibi bir evliliğe sahip olmadıklarının anlaşılması Gone Girl için sadece bir girizgah olarak yazılabilir. Geri kalanı filmin kendisine bırakılmalı. Amy'ye ne olduğu sorusu da bir yazıda fazla kurcalanmamalı.


Gone Girl, hem kendi şimdiki zamanıyla, hem de geri dönüşleriyle evlilik kurumu üzerine Nick ve Amy üzerinden etkili bindirmeler yaptığı gibi, bunu kendi psikolojik gerilim ağından koparmadan gerçekleştirdiği için grafiğini aşama aşama yükselten bir film. Gillian Flynn'in kendi romanından senaryolaştırdığı filmin romana ne ölçüde sadık kaldığını ancak okuyanlar bilir. Ancak usta bir yönetmen olarak David Fincher'ın gerekli tüm önlemleri almış olmasıyla senaryonun roman kıvamını bozmadığı da söylenebilir. Amy'nin kaybolmasından itibaren hem bu polisiye olayın gidişatından, hem de bir evliliğin anatomisinden derlenen titiz bir kurgu söz konusu. Normalde birarada yürütülmesi zor sayılabilecek bu derlemenin üzerine bir de olaya dahil olan yoğun medya ilgisinin eklenmesi adeta bir meydan okumaya dönüşüyor. Üstelik filmin bu medya ayağı, alışık olduğumuz düz bir eleştirel tavırdan ziyade, daha detaylı boyutlarla filmin doğasına ortak olan gerçekçi bir medya psikolojisi sunuyor. Habercilerin bu evliliği didik didik eden, edemediği anlarda da kendi senaryolarını devreye sokan vicdansızlığına zaten hiçbirimiz yabancı değiliz.

Filmdeki Ellen Abbott ve Sharon Schieber adında tam iki adet "anchorwoman" profili, kayıp olduğu için mağdur pozisyonunda olan Amy'nin tarafından olaya bakarak rating usüllerine uygun biçimde Nick'e saldırmaya başlıyorlar. Nick de karısının kaybolmasına beklenen tepkileri vermediği, hatta kayıp fotoğrafının yanında gülümseyerek poz verdiği için onların ekmeğine yağ sürüyor. Kamuoyunu bilinçlendirmek adı altında kamuoyunun yatkın olduğu tarafı açıkça kollayan, karşı tarafı da türlü yöntemlerle infaza çalışan, ama hepsinin temelinde tek umursadığı izlenme oranları olan bu programcılar, kadın olmalarının da verdiği itici ikna gücüne sahipler. Ama ne zaman ki infaz etmeye çalıştıkları kişi kendilerine konuk olunca anlaşılması güç bir ikiyüzlülükle (veya yüzsüzlükle) olaya bu defa açık hedef gösterdikleri kişinin gözünden bakmaya başlayabiliyorlar. Nick'in ilk defa televizyona çıkacağı programdan önce avukatıyla pratik yaptığı sahne gibi her türlü mimik ve vücut dilinin dikkatle analiz edileceği, kurnaz sorulardan kıvrak biçimde sıyrılmanın kamuoyunun fikirlerini doğrudan etkileyeceği medya taktikleri de bu kaybolma hikayesinin önemli bir parçası olmayı başarıyor.


Kendi hayatında olamadığı ve gerçekleştiremediği herşeyi kendi yarattığı kitap personası Amazing Amy'ye yükleyen Amy ile, istediğini elde edene kadar romantik, sonrasında tipik maço kimliğini su yüzüne çıkaran Nick arasındaki tutkulu bir flörtten monoton bir evliliğe dönüşen ilişki didiklenmeye başlayınca filmin sırları yavaş yavaş açığa çıkıyor. Bu noktada filme dahil olan kişi ve olaylar, artık ulusal bir mesele haline gelen Amy'nin kaybolmasını yoğun ve acımasız bir mesaiyle takip eden medya sayesinde tek bir çatı altında toplanabiliyor. Filme omurga oluşturan bu birlik, her ne kadar bir Fincher yapımı özellikleri sergilemese de merak unsurunun altı hep ateşte tutuluyor. Final de etkileyici olunca, kazana konulan malzemelerden ortaya iyi bir yemek çıkıyor.

Oyunculuğu çoğu zaman sıkıntı olan Ben Affleck, canlandırdığı Nick'in şaşkınlık, tepkisizlik ve bu yüzden tekinsizlik duygularıyla uyumlu bir kimya yakalamış görünüyor. Zaten yüz ifadesi de bu hislere yabancı sayılmaz. Filmin en parlak performansı da olması gerektiği gibi İngiliz oyuncu Rosamund Pike'tan geliyor. Yan rollerde Carrie Coon, Tyler Perry ve Neil Patrick Harris de filmin humuruna uygun anlar sunuyorlar. Fight Club efsanesinin gizli kahramanlarından biri olan görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth, daha sade bir işçilik sergiliyor. The Social Network ile Oscar kazanan Trent Reznor ve Atticus Ross ikilisi de filmi izlemeden içine dahil olunması güç bir karanlıkla bezeli müzikleriyle sanki yine aynı ödüle talipmiş gibi duruyorlar. Tartışılası birtakım mantık hatalarına karşın Gone Girl, Fincher filmografisi içinde Zodiac'ten sonra gelseydi ne tepki görürdü tartışılır. Ama bundan önceki üç filmi düşünüldüğünde bana "nihayet" dedirten bir yapım.

3 Aralık 2014 Çarşamba

As Above, So Below (2014)


Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Perdita Weeks, Ben Feldman, Edwin Hodge, François Civil, Ali Marhyar, Marion Lambert, Cosme Castro
Senaryo: John Erick Dowdle, Drew Dowdle

John Erick Dowdle'ın Drew Dowdle ile birlikte senaryosunu yazıp yönettiği As Above, So Below, genç ve gözüpek profesör Scarlett liderliğinde bir grup maceraperestin Paris'in metrelerce altında bulunan tarihi toplu mezarları araştırmak için gerekli makamlardan izin almadan gizlice yeraltına inmeleri ve orada başlarına gelen korkunç olaylar şeklinde özetlenebilecek bir film. Dowdle'ın bir İspanyol korku klasiği olan ilk [Rec] filminin kötü Amerikan versiyonu Quarantine'i çeken kişi olması, onun hakkında pek de olumlu şeyler düşündürmüyor. Ama daha çok korku / gerilim filmleri ikinci liginde tutunmaya çalışan Dowdle için As Above, So Below fena bir atak sayılmaz. Konusunun gerektirdiği klostrofobiyi çoğu zaman yansıtabilmesi ve ucuz germe numaralarına fazla abanmaması yüzünden olumlu puanlar toplayabilen Dowdle, ucuz germe numaralarının en sık çevrildiği halüsinasyon kolaycılığına kapıldığı bölümlerle ve hikayeyi çarpıcı bir sona ulaştıramadığı finaliyle maçı berabere bitiriyor. Hatta zamanında birinci ligde üstün bir mücadele sergilemiş The Descent olamayacağı halde, sahip olduğu potansiyelle "ikinci ligden The Descent'e cevap" tadında bir reklam sloganını hak edebilecek iken bu avantajı iyi kullanamamış olmasıyla 1-0 yenik sayılabilir.

Simya biliminin dünyada en önde gelenlerinden biri olan ama pek açıklık getirilmediği üzere intihar eden babasının izinden Felsefe Taşı'nın peşine düşen Scarlett'in bu macera tutkusu, samimiyetine inandırmayı başarıyor. Türkiye'deki bir macerada terk etmek zorunda kaldığı arkadaşı George'u ve üç kişilik bir Fransız araştırma ekibini ikna çabaları ve mağaraya iniş hazırlıkları 88 dakikalık filmin ilk 20 dakikasını aldığı halde bir an önce yeraltına inme isteği duyuyoruz. Bu arada filmin baştan sona çeşitli kameralarla "buluntu film" mantığıyla çekildiğini eklemeyi unutmayalım. Bunu unutma sebebimiz de, artık her çekilen üç gerilim filminden birinin bu yöntemle karşımıza gelmesi olsa gerek. Bu noktada Dowdle'ın bulduğu çözümler ekibin kameramanı Benji'nin el kamerasıyla sınırlı kalmamış, herkesin kafasında küçük kameralar bulunan kasklar sayesinde sanki biraz da [Rec]²'dan esinlenildiği ortaya çıkmış. Tabii kurgunun selameti açısından sahnelere kimin kaskından baktığımızın seçimi yönetmene kalmış. Zaten ilk [Rec]'i orijinal kılan, baştan sona tek bir kameraya sadık kalması iken, [Rec]²'da bulunan bu kasklı çözüm mertliği biraz bozmuştu.

Konuyu fazla dağıtmadan özetlersek As Above, So Below, klostrofobiyi tetikleyen filmleri, found footage türünde çekilmiş filmleri, ekipteki kişilerin birer birer öldürülmeye başlandığı kanlı gizemli filmleri veya bunların hepsini sevenleri memnun edebilecek özelliklere sahip bir yapım. Fakat bu satırlarda adı geçen The Descent veya [Rec] gibi mühim korku filmlerinin derinliğine sahip olmak üzerine bir iddiası yok. Hal böyle olunca suyunun suyu benzeri binlerce korku filminden biri olduğu da söylenebilir. Bunların arasından çeşitli cevherler bulup çıkaran sinefillerin bu filmden pek bir orijinallik bulabileceğini sanmam. Finalde kameranın yere ters konmasıyla elde edilen görüntünün filmin adıyla örtüşen konumu, Perdita Weeks ve Ben Feldman'ın abartısız performansları, kameraman Benji'nin kemikler arasında sürünürken sıkıştığındaki ruh halinin sahiciliği benim aklımda kalanlar. Filmin korkutma yetisi varsa büyük oranda klostrofobi kaynaklıdır, yoksa beklenen ani hamlelerin sağladığı ani korkular iz bırakır türden değil. İran sınırını geçerken otobüste, Paris'te de bir gece kulübünün önünde birkaç saniyeliğine gördüğümüz iki kadının bakışları bile filmin yarısından daha korkunçtu belki.

30 Kasım 2014 Pazar

Walk The Line (2005)


Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Reese Witherspoon, Ginnifer Goodwin, Robert Patrick, Dallas Roberts
Senaryo: James Mangold, Gill Dennis
Müzik: T-Bone Burnett

Country müziğin efsanevi ismi Johnny Cash'in hayat hikayesi 1944'de başlar. Kardeşi Jack'in bir kazada ölmesi sonucu, babası Ray bunun sorumlusunun Johnny olduğunu söyleyince, bu olay küçük çocuğun hayatında büyük iz bırakır. Aradan yıllar geçer. Orduda görev yapan Johnny, eşi Vivian ve çocuğu ile birlikte yaşarken, satıcılık yaparak hayatını kazanmaktadır. Müziğe duyduğu ilgi sonucu uzun uğraşlardan sonra küçük bir müzik stüdyosunun sahibini kendisini denemesi için ikna eder. Kısa zamanda hayatı değişecek olan Johnny, bir süre sonra Elvis Presley ve Jerry Lee Lewis gibi dönemin efsaneleri ile birlikte turnelere katılmaya başlayacaktır.

Müzik dünyasında bir döneme damgasını vurmuş birkaç isimden biri olan country müzisyeni Johnny Cash’in fırtınalı hayatını, müzikten sonraki tek gerçek aşkı yine country şarkıcısı June Carter ile yaşadığı med-cezir ilişkiyi ele alan Walk The Line, tıpkı diğer James Mangold filmleri olan Heavy, Copland, Girl, Interrupted gibi başarılı bir yapım. Gerilim filmi Identity ile türler arası gezintiye de açık olduğunu gösteren James Mangold filmlerinin bu başarısının altında büyük ölçüde, usta işi oyunculukların derli toplu bir sıralama ile buluşması yatıyor. Bazı çevreler bu türe “mainstream”, yani herkesçe bilinen, yaygın akım adını veriyor. Bu durumda bir Mangold tarzından söz etmek ne derece doğru olur bilinmez fakat yine de onun filmlerindeki insancıl öğelerin yoğunluğu bir kısım mainstream tabir edilen filmlerden belli ölçülerde ayrılabiliyor.

Walk The Line, Johnny Cash'in The Man In Black ve Johnny Cash ile Patrick Carr'ın Cash: An Autobiography isimli otobiyografilerden James Mangold ve Gill Dennis tarafından senaryolaştırılmış bir film. Otobiyografilerden veya hayat hikayeleri üzerine yapılan detaylı araştırmalar sonucu yazılan senaryolardan meydana getirilen filmler zaman zaman bu mainstream kalıplara adapte edilirken problemler yaşayabiliyor. Bu sayede inandırıcılık sorunları da baş gösterebiliyor. Ancak Ray ve Walk The Line gibi yakın zamanda yitirilmiş iki efsanevi müzisyenin hayatını konu alan otobiyografik yapımların özenli ve samimi yapısı bu sorunları ortadan kaldırma konusunda çok fazla sorun yaşamıyor.
 
 
Filmde, Johnny Cash’in hayatındaki pek çok değerli unsurdan en değerli ikisi olan müzik ve June Carter’ın, diğer unsurlar olan ağabeyi Jack’den, karısı Vivian ile çocuklarından, anne-babasından biraz baskın bir biçimde yer almasında hiçbir mahsur yok. Mangold, genele yoğun şekilde yaydığı bu iki unsurun aralarına serpiştirdiği diğer karakterleriyle, oynayacağı sahanın çizgilerini net bir şekilde belirliyor. Örneğin büyük kardeş Jack’in küçük Johnny üzerindeki etkisi, baba Ray Cash’in uzlaşmaz tavrı ve severek evlenip çocuk sahibi olduğu Vivian’ın baskısı, hikayeyi alışıldık romantik müzikallerden bir nebze ayırıp, tüm köşe taşlarıyla güçlü bir drama dönüştürüyor.

Müzik ve June Carter, Johnny Cash’in tüm iniş çıkışlarına yarenlik ediyor. Bir yanda arkadaşlıkla başlayan, platonik olarak süren ve karşı konulamaz bir hal alan, Cash’i yücelten ve süründüren June Carter saplantısı, diğer yanda gitmek mi zor, kalmak mı ruh haliyle Cash’e bağlanan, aşk arayışlarında hep hüsrana uğramış bir June Carter portresi.. Bu iki komplike ruh çözümlemesinin üstesinden başarıyla gelenler ise Joaquin Phoenix ve Reese Witherspoon. Şarkıları kendileri seslendirmeleri ve her iki karakteri çok iyi analiz etmiş olmalarıyla tüm övgüleri hak ediyorlar. Her iki oyuncunun ödüllü performanslarının dışında, orjinallerine fiziksel olarak benzerliği biraz yadırgansa da, ikna edici oyunlarıyla bunu görünmez kılabiliyorlar. Baba Ray Cash rolünde usta oyuncu Robert Patrick ile Vivian Cash olarak izlediğimiz Ginnifer Goodwin de filmin ön plana çıkan oyuncuları. Jerry Lee Lewis, Roy Orbison ve Elvis Presley’i canlandıran oyuncuların seçimi ise biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.

Walk The Line, Cash ve Carter’ı tanımayan bilmeyen birinin bile kolayca uyum sağlayacağı, “Ring Of Fire”, “Folsom Prison Blues”, “Get Rhythm”, “Cocaine Blues”, “I Walk The Line” gibi pek çok Cash hitinin resmi geçit yaptığı, iki genç oyuncunun parlak performanslarıyla süslediği, “yanan bir şey” olan aşkın ve hayatın içinden bir film.

28 Kasım 2014 Cuma

V/H/S: Viral (2014)


Yönetmenler: Justin Benson, Gregg Bishop, Aaron Moorhead, Marcel Sarmiento, Nacho Vigalondo
Oyuncular: Justin Welborn, Emmy Argo, Emilia Ares Zoryan, Nick Blanco, Kelly Misek Jr.,
Senaryo: Justin Benson, Gregg Bishop, Aaron Moorhead, Marcel Sarmiento, Nacho Vigalondo, David White
Müzik: Joseph Bishara, Kristopher Carter

V/H/S: Viral ile üçüncü filme ulaşan kısa filmlerden derlenmiş V/H/S serisi, found footage akımının bazı yaratıcı örneklerinin biraraya geldiği 2012 tarihli ilk ayağıyla çıtayı yüksek bir yere koymuştu. Bir yıl sonra V/H/S/2 bu çıtayı aşamamış olmasına karşın, kendini buluntu film disiplinine ait görmek suretiyle ilk filme olan ruhani bağını inkar etmediği için bile şans verilmesi gereken bir yapımdı. Oysa üçüncü ayak V/H/S: Viral, hem içerdiği kısalarla bu çıtanın çok altında kalmasıyla, hem de ilk iki filmin buluntu ruhuyla alakası olmamasıyla çok ama çok kötü bir devam filmi olmuş. En kötüsü de, hiç de buluntu gibi durmayan, tam tersi kurgu masasında uzun vakitler harcandığı, efektlerle süslenerek derlendiği çok belli birkaç kısa filmin uç uca eklenmesiyle bunların found footage olduklarına inanmamızı beklemesi. Serinin ilk iki filminin en vasat sayılabilecek örneklerinde bile buluntu amatörlüğüne ikna sağlayabilecek iyi kötü hamleler vardı. Ama burada V/H/S mantığına oturtulmaya çalışılan sahtelikler var.

Tesadüfen Houdini'nin tuhaf güçlere sahip pelerinini bularak bir kaybedenden ünlü bir sihirbaza dönüşen Dante'yi anlatan Dante The Great, evinin bodrumunda kendi yaptığı garip bir kapıyla paralel evrene yol açan, kapının diğer tarafındaki ikiziyle 15 dakikalığına yer değiştiren adamın hikayesi Parallel Monster, kaykay için gittikleri Tijuana'da bir grup ürkütücü tarikat üyesi ve onların uyandırdığı iskeletlerle kavgaya tutuşan birkaç gencin anlatıldığı Bonestorm, V/H/S: Viral'ın sözde buluntu kısa filmleri. Açılışı ve kapanışı yapan, bu kısa filmlerin arasında da gizemini arttırmaya çalışan Vicious Circles ise kız arkadaşı aniden evden kaçan bir genç adam eşliğinde tüm şehirde panik havası estiren bir dondurma kamyonetinin izini sürdürüyor. Toplamda bu dört kısa filmden sadece Nacho Vigalondo'nun yönettiği Parallel Monster'ın dişe dokunur bir yanı olduğunu söyleyebiliriz. Onun da ne yazık ki acayip finaliyle bir yere varamadığını ekleyebiliriz. Halbuki İspanyol Nacho Vigalondo, 2007'de yazıp yönettiği Los Cronocrímenes ile harika bir bilim kurgu gerilime imza atmıştı. Parallel Monster'da da çok güçlü bir uzun metraj potansiyeli mevcut. Ne var ki bir kısa film olarak tasarlandığından mıdır, Vigalondo bence çok yanlış bir tercihle hikayesini kitsch bir yöne çevirerek o ana dek taşıdığı gizem ve gerilimi buruşturup çöpe atmış adeta.

İlk V/H/S filminden sonra çatı hikayedeki kaset dolu evin gizeminin aydınlatılması serinin sonraki filmlerine bırakılacakmış gibi bir hava yaratılmıştı. Fakat ne ikincide, ne de Viral'de o evin, eve giren serserilerin aradığı o özel kasetin, o kaseti almaları için serserileri oraya gönderenin esamesi okunmadı. Yine de en azından her iki filmde de çatı hikayeler, içerdiği buluntu kasetleri çatısı altında toplamayı başarmış, filmin giriş, kasetler arası geçiş ve sonuç bölümlerinde bir bütünlük sağlamıştı. V/H/S: Viral'ın çatısı olan Vicious Circles, sanki eldeki bu dört kısa filmin arasındaki kura çekimini kazanmış ve kurgu masasında parçalara ayrılarak çatı haline getirilmeye çalışılmış bir görünümde. Başlarda biraz merak uyandırsa da hiçbir yere varmayan hikayesiyle değil çatı, dış kapının mandalı bile olamayacak zayıflıkta. Üstelik bu bölümün yönetmeni, 2008'de çektiği Deadgirl ile ürkütücü bir atmosfere sahip fena sayılmayacak bir film çeken Marcel Sarmiento'ya ait. Neyse ki diğer kısa filmler de kötü olunca fazla göze batmıyor. Böylece ilk V/H/S ile yeşeren ümitler, bu Viral fiyaskosuyla birlikte "artık böyle devam edecekse yeter" dedirtiyor.

22 Kasım 2014 Cumartesi

The Salvation (2014)


Yönetmen: Kristian Levring
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Jeffrey Dean Morgan, Eva Green, Mikael Persbrandt, Eric Cantona, Jonathan Pryce, Douglas Henshall, Alexander Arnold, Nanna Øland Fabricius, Michael Raymond-James, Susan Danford
Senaryo: Anders Thomas Jensen, Kristian Levring
Müzik: Kasper Winding

1864 Savaşı'nda Danimarka yenildikten sonra Jon (Mads Mikkelsen) ve kardeşi Peter (Mikael Persbrandt) Amerika'ya göç edip yerleşmişlerdir. 7 yıl boyunca karısı Marie ve 10 yaşındaki oğlundan ayrı kalan Jon, nihayet onları da yanına alır. Ama tren istasyonunda karşıladığı ailesiyle evlerine gitmek üzere bindiği posta arabasında birlikte yolculuk yaptıkları iki adam Jon'u dışarı atarak ailesini kaçırırlar. Jon, adamların peşlerine takılarak onları öldürür ama ailesi için çok geç kalmıştır. Hayata küsen Jon, toprağını satıp batıya gitmeyi planlarken, öldürdüğü adamlardan birinin, bölgeyi baskıyla himayesinde bulunduran Delarue'nun (Jeffrey Dean Morgan) kardeşi olduğunun öğrenilmesiyle şerif tarafından yakalanır. Belediye başkanından ve şeriften daha güçlü bir konumda olan Delarue, Jon'u işkence ederek öldürmek istemektedir. Ama eski bir asker olan Jon'un pes etmeye niyeti yoktur.

Danimarkalı Kristian Levring'in yine vatandaşı olan Anders Thomas Jensen ile birlikte senaryosunu yazdığı ve kendisinin yönettiği The Salvation, son zamanlarda örneklerine sıkça rastladığımız Avrupa markalı westernlerden biri. Levring, yönetmen olarak daha önce kayda değer bir filme imza atmış sayılmaz. Ancak Elsker dig for evigt (Open Hearts), Brødre (Brothers), Adams æbler (Adam's Apples), Efter Brylluppet (After The Wedding), Mørke (Murk), Hævnen (In A Better World) gibi Danimarka sinemasına uluslararası prestij kazandıran filmlerin senaryosunda imzası bulunan Anders Thomas Jensen'in varlığı filme dayalı beklentileri arttırıyor. Jensen, konu olarak klasik western geleneğinden çıkma "yalnız kovboy, kötüler ordusuna karşı" formülüyle oldukça basit bir intikam hikayesi planlamış. 7 yıldır hasretini çektiği karısı ve oğluyla buluştuğu ilk gün onları vahşice bir saldırıda yitiren Jon'un, mezarcı belediye başkanı Keane ve rahip şerif Mallick'i bile avucunun içinde tutan, kasabayı zulmüyle yıldıran, topraklarına el koyan, hatta gözünü kırpmadan öldüren Delarue ve adamlarıyla mücadelesi, tıpkı Avusturya / Almanya yapımı Das Finstere Tal gibi tasarlanması zor olmayan bir hikaye üzerinden yürüyor.


The Salvation, "western olsun, çamurdan olsun, üzerimize sıçrarsa yıkanırız, sıçramazsa keyfini çıkarırız" diye düşünen benim gibileri memnun edebilecek özelliklere sahip bir film. Fakat 85 dakikalık süresiyle biraz aceleye gelmiş olmasından söz edilebilir. Bu acelecilik, her ne kadar seyirciyi olası fazlalık içeren sahnelerden kurtarıp direk iyi ve kötü arasındaki mücadeleye odaklanmasını kolaylaştırsa da, filmin fazlalık içermeyen sahnelerle vites küçültüp gerilimini, dramını, intikamını daha da sivriltebileceği bir potansiyeli mevcut. Bu senaryo 90'ların başındaki yönetmen Clint Eastwood'un veya çok beğendiğim John Hillcoat'un elinde olsaydı, ağır ama emin adımlarla ilerleyen epik bir western izleyebilirdik. Bu haliyle bazı anlarda hissedilen eksiklikler yüzünden Delarue'ya ve adamlarına duyulan öfke, Jon'un intikam mücadelesi, hele de Jon'un dul bıraktığı dilsiz Madelaine'in vicdanen nerede durduğu ağız tadıyla sindirilemiyor. Görüntü yönetimi açısından da temiz bir iş çıkarılmış olmasına karşın, Güney Afrika'da çekilen filmin girişinde dikkat çeken yapım şirketi Zentropa'nın tekinsizliği yerine daha orta karar bir Hollywood platosu imajı seziliyor.

Mads Mikkelsen, Jeffrey Dean Morgan, Eva Green, Mikael Persbrandt, Eric Cantona, Jonathan Pryce gibi uluslararası bir kadroya sahip The Salvation, bu kadro kalitesini imkanları ve süresi elverdiğince değerlendiriyor denebilir. "Yapışkan sıvı" diye tanımlanan petrolün keşfi arifesinde, 1800'lerdeki arazi mafyasına kişisel nedenlerle karşı durmaya zorlanmış Jon gerçek bir western kahramanı, Delarue ise erken mafya babası olarak ikna olunabilir bir kötü adam şeklinde perdeye yansıyor. Yan karakterler de baskıya boyun eğmiş tipik zulüm mağdurları olarak yerinde konuşlandırılmış. Ama o sözünü ettiğimiz kısa süreye sığdırılmışlık duygusu, filmin havada kalmayan meselelerini bile havada kalmış gibi gösterdiğinden belki tadını damakta bıraktı, belki de intikam arzusuyla yanıp tutuşan western seyircisinin yüreğini soğutmakta yetersiz kaldı. Herşeye rağmen The Salvation iyi bir western. Sadece potansiyelinin altında seyreden bir yapıda.

19 Kasım 2014 Çarşamba

A Hard Day (2014)


Yönetmen: Kim Seong-hoon
Oyuncular: Lee Seon-gyoon,  Jo Jin-woong, Jeong Man-sik, Sin Jeong-geun, Shin Dong-mi
Senaryo: Kim Seong-hoon

Annesinin cenazesinden dönerken bir adama çarparak öldüren dedektif Geon-soo, ölü adamı önce arabasının bagajına koyar. Bir rüşvet davası yüzünden İçişleri tarafından soruşturma geçireceği için arabasının aranacağı duyumunu alınca cesedi uzun uğraşlar sonunda annesinin tabutuna koyar. Birkaç gün sonra, emniyet tarafından acil olarak aranan bir suçlunun resmini gören Geon-soo, bu adamın annesiyle beraber gömülen adam olduğunu fark eder. Emniyet bu kazayı soruşturması için Geon-soo’nun ortağı Choi'yi görevlendirir. Ortağı vakanın ayrıntılarını ortaya çıkardıkça Geon-Soo için çember daralmaya başlar. Bir de üstüne o gece kazaya tanık olan biri Geon-soo'yu tehdit etmeye başlar. Kazanın tüm ayrıntılarını bilen bu kişi, Geon-soo'nun annesiyle beraber gömdürdüğü adamın üzerinde bulunan birşeyin peşindedir.

Yazıp yönettiği ikinci filmi A Hard Day ile Kim Seong-hoon, genel anlamda başarılı bir polisiye gerilime imza atıyor. Mizahi öğeleri filmine başarıyla yediren yönetmen, bu öğelerin üstüne düşmeden doğal akışıyla yansıtıp tadında bırakarak asıl hedefi olan sürükleyici polisiyesine ağırlık veriyor. Film, Geon-soo'nun kaza sonrası yaşadığı telaş üzerine ilerlerken ve dedektif ortağı adım adım onu açığa çıkarmaya başlarken bir kötü adam eksikliği duyuyor. O eksikliği de kazanın tanığını filme dahil ederek gideriyor. Ama bir süre sonra A Hard Day'in birincil hedefinin bu tanık ve Geon-soo arasındaki mücadele olduğu anlaşılıyor. Bu amacın filmin 45. dakikasında belirmesi her ne kadar rating düşmesi sonucu gerçekleştirilen ani bir eklenti gibi görünse de, sonrasında Kim Seong-hoon yine başarılı adaptasyon yeteneğini bu kopuklukta da göstererek tansiyonu diri tutuyor. Her polisiye aksiyonda olmazsa olmaz mantık hataları da seyircinin filme adaptasyonu oranında eriyip gidiyor. Özellikle inceden bir Breaking Bad gerginliği yaşatan bomba sahnesi ve devamında Geon-soo'nun evinde geçen yaklaşık 10 dakikalık kavga bölümü işi daha da kolaylaştırıyor.

Finaliyle de kolaylıkla devam filmi çekilebilecek bir hamle gerçekleştiren Kim Seong-hoon, türe ihanet etmeyen temiz ve sürükleyici bir işçilik sergiliyor. Yine de ne olduğunu tam olarak kestiremediğimiz bir eksiklik hissi uyandıran filmlerden birisi gibi görme ihtimali de var. Bu ihtimale sebebiyet veren unsurlardan biri de başroldeki Geon-soo'nun tasarlanış şekli olabilir. Annesini yeni defnetmiş, kızkardeşiyle kafe açma planları yapan, küçük bir kız çocuğu sahibi dul dedektif olarak gördüğümüz Geon-soo, içine sürüklendiği olaylar dizisi yüzünden bu potansiyel insani verileri bir türlü layığıyla yansıtamıyor sanki. Burada bir sorun varsa bu sorun aktör Lee Seon-gyoon'un değil, yazıp yöneten Kim Seong-hoon'un olsa gerek. Yoksa gerek Lee Seon-gyoon, gerekse kazanın tanığı rolüyle filme fırtına gibi giren Jo Jin-woong'un performansları tatminkar. A Hard Day ise çok büyük bir yapım olmamasına karşın polisiye gerilim ihtiyacını vakit geçirmek amacıyla bütünleştirmek isteyenler için yerinde seçimlerden biri olabilir.

11 Kasım 2014 Salı

Das Finstere Tal (2014)


Yönetmen: Andreas Prochaska
Oyuncular: Sam Riley, Paula Beer, Tobias Moretti, Hans-Michael Rehberg, Thomas Schubert, Helmuth Häusler, Martin Leutgeb, Johannes Nikolussi, Clemens Schick, Florian Brückner, Xenia Assenza
Senaryo: Martin Ambrosch, Andreas Prochaska, Thomas Willmann
Müzik: Matthias Weber

Thomas Willmann'ın romanından Martin Ambrosch ve Andreas Prochaska'nın sinemaya uyarladığı, televizyon ağırlıklı bir kariyeri olan Prochaska'nın yönettiği Das Finstere Tal (The Dark Valley), ilginç bir karışım olarak Alpler'de geçen kasvetli bir western. Bu mekan ve tür birlikteliğine pek rastlamamış olmamıza rağmen, Das Finstere Tal konu olarak western tarihindeki birçok filmden izler taşıyan basit sayılabilecek bir intikam filmi. Kış mevsiminin başlarında Alpler arasındaki küçük bir kasabaya gelen, yanında insanların anlık görüntülerini olduğu gibi kaydeden tuhaf bir makine taşıyan gizemli yabancı Greider ile, geldiği kasabayı türlü zorbalıklarla ellerinde tutan yaşlı Brenner ve onun altı oğlu arasında giderek tırmanan gerilimi işleyen film, bu western aşinalığını çeşitli kollardan güçlendirmesini biliyor. Sadece bir fotoğrafçı olarak zararsız görünen Greider'a Brenner kardeşlerin izin vermesi, sonra onu güzel Luzi ve annesinin yanına yerleştirmesinden bir süre sonra kasabada cinayetler işlenmeye başlar. Brenner baskısı yüzünden sindirilmiş naif kasaba ahalisinden böyle birşey beklenmeyeceği için tek şüpheli Greider'dır. Geri kalanını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Das Finstere Tal, High Noon'dan Unforgiven'a, Il grande silenzio'dan Django'ya uzanan vazgeçilmez bir geleneğin izinden gidiyor. Bir yerleşim birimini baskı altına alıp istediği gibi at oynatan otoriteye karşı tek başına mücadele veren gizemli yabancı figürü her ne kadar sadece western türüne mal edilemese de, o mecrada duruşunu çok daha belirginleştirdiği de kesin. "Vahşi" tabir edilen Batı'dan çıkan bu klasik örneklere karşın o vahşiliğin 1800'lerde Orta Avrupa'da da yatacak yeri olduğuna dair fazla örnekle karşılaşmıyoruz. Das Finstere Tal, konuşulan dil ve bazı sahnelerde kullanılan gereksiz İngilizce şarkılar dışında kökleri eskilere dayanan bu tür ve konuyu yadırgatmadığı gibi, zalim otoriteye karşı sert duruşu sergileme ustalığına da tam manasıyla sahip bir film. Üstelik filmde çeşitli gergin sahnelerle güçlendirilen bu zorbalıklara verilen cevabı kişiselleştirip geçmişten beslenen bir intikamla bütünleştirerek asla eskimeyecek bu temanın çağdaş dokusuna da sahip bir yapım. Gizemli yabancı, karizmatik kötü adam (burada baba Brenner yerine en büyük oğul Hans'tan bahsetmeli), üzerlerindeki baskı yüzünden yıllarca kendilerine yapılanlara sessiz kalmış kasaba halkı, kahramanımızın filmin başlarında bu zulümden payını alması, kanlı final hesaplaşması, bu karlarla kaplı kara western masalını tanıdık kılan özellikler.


Ama gerek bu masalın geçtiği Alpler'in basık lokasyonuyla, gerek konuşulan dille, gerekse bu zulme ortak olan kiliseye gösterdiği tavrıyla çeşitli orijinalliklere sahip film, alışıldık western şablonları üzerinde gösterilecek farklılıkların bu türü nasıl çeşitlendirebildiğine bir örnek. Sorun, bir western'in ne anlattığından ziyade, nasıl anlattığı ise Das Finstere Tal, kendini üste çıkaracak özelliklere sahip filmlerden biri. Western hamurunda bulunan "vahşi" unsurları otorite boşluğundan faydalanan güçlü bir aileyle, hatta tek otorite olan kiliseyle dile getiren, bununla beraber o otoriteye öfke yüklü bir intikam motivasyonu yüklenmiş tek tabanca (daha doğrusu tüfek) kahramanıyla karşılık veren film, bu dişe diş bağlılığıyla western gönüllerini fethetmede hiç zorlanmayacaktır. Brennerlar'ın kasaba halkına olduğu gibi seyirciye verdiği korkunun, Greider'ın seyirciye verdiği güvenle kapışmasını izlemek, buradaki gibi iyi anlatıldığı sürece yıllar geçse de o gönülleri fethetmeye devam edecektir.

Bir roman uyarlaması olarak Das Finstere Tal, bir roman potansiyeline sahip sayılmaz. Ama harika bir western filmi potansiyeli var. Andreas Prochaska da görüntü yönetmeni Thomas W. Kiennast yardımıyla bu potansiyeli çok iyi kullanıyor. Nefis görüntüler sadece masalsı bir hava yaratmak için birer fotoğraf olmanın ötesine geçip, filmin huzur arayan gerilim atmosferine katkı sağlıyor. Avusturya / Almanya ortak yapımı filmin başrolünde İngiliz aktör Sam Riley yer alıyor. Özellikle Joy Division solisti Ian Curtis'i canlandırdığı Control filmiyle hatırlanan oyuncu, uzun cümleler kurmamak suretiyle Almanca konuşmasıyla filme yabancı kalmayıp, Greider'ı olması gerektiği gibi bir western iyi adamı olarak dolduruyor. Onun yanında Hans Brenner rolüyle Avusturyalı tecrübeli aktör Tobias Moretti müthiş bir kötü adam karizması yaratıyor. Genç oyuncu Paula Beer, bu masalın anlatıcısı Luzi olarak filmin erkek egemen yapısında farklı bir alan yaratıyor. Kasabalı halkın portrelerinden derlenen cast akışı da son yılların en yaratıcı bitiş jeneriklerinden birisi. Avusturya'nın 2014 Oscar aday adayı Das Finstere Tal, son yılların western adına yapılmış en iyi filmlerinden biri olduğu kadar, 2014'ün de en iyilerinden biri. Üstelik türü dahilinde çok ayrıksı kalmadan, banal sürprizlerle tribünlere oynamadan, konu sadeliğini biçim estetiği ve western hiddetiyle bütünleştirebildiği için öyle. Anlatıcı Luzi'nin de dediği gibi: "Sonunda her şey olması gerektiği gibiydi."

7 Kasım 2014 Cuma

Into The Storm (2014)


Yönetmen: Steven Quale
Oyuncular: Richard Armitage, Sarah Wayne Callies, Matt Walsh, Max Deacon, Nathan Kress, Alycia Debnam Carey, Arlen Escarpeta, Jeremy Sumpter
Senaryo: John Swetnam
Müzik: Brian Tyler

Ne yazarının (John Swetnam), ne de yönetmeninin (Steven Quale) fazla tanınmadığı felaket filmi Into The Storm, özellikle fragmanıyla heyecan yaratmıştı. Oysa Amerika'nın Silverton kasabasını vurmak üzere olan bir dizi hortum felaketini konu alan film, bazı sahnelere damgasını vurmuş özel efektler dışında (ki çoğu da zaten fragmanda mevcut) en ufak bir orijinallik barındırmıyor. Zaten muadilleri arasında en popülerlerden biri olan 1996 Jan de Bont filmi Twister'ı akıllara getirmesine rağmen (o filmdeki inek sahnesine doğrudan bir gönderme de var), Twister'daki o tutkulu fırtına kovalama duygusu Into The Storm'da pek hissedilmiyor. Zaten orada büyük bir fırtınanın sebep olduğu ve olacağı felaketler yanında, Bill Paxton ve Helen Hunt arasında yaratılan kimya sayesinde işe inceden bir duygusallık boyutu da eklenebilmişti. Burada ise Silverton Lisesi Müdür Yardımcısı Gary ile fırtınanın peşindeki meteoroloji uzmanı Allison arasında böyle bir bağ yaratılmasına gerek görülmemiş bile. Bu durum az da olsa bir eksiklik yaratmış.

Efektler dışında elinde orijinal bir hikayesi olmadığının farkında olan film, Gary'nin büyük oğlu Donnie'nin zaman kapsülü temalı 25 yıl sonrasına mesajlar içeren videolar projesinden filme eklentiler yapmaya çabalıyor. Mesela Donnie'nin hayranı olduğu okulun güzel kızı Kaitlyn ile mahsur kaldığı sahnelerdeki gibi duygusal açıdan zorlama sahnelerle sonuç almaya çalışıyor. Bununla kalmayıp fırtınanın nasıl olduysa teğet geçtiği kiliseye sığınılması, Amerikan bayrağı eşliğinde "herşeyi yeniden inşa edeceğiz" kenetlenmesi, aile fertleri arasında yaşanan kuşak çatışmasının bir felaketle sınanarak bağlılığı güçlendirmesi gibi Hollywood senaryolarının can simidi türlü klişeler, filmdeki hortumlar gibi birbiri ardına sıralanıyor. Yazılması yarım saati almayacak senaryoyu yazan John Swetnam "eskiden 100 yılda bir olan fırtınalar şimdi yılda bir kez olmaya başladı" cümlesini olduğu gibi bırakarak bizi bu konuda bir fikri olup olmadığından bile mahrum bırakıyor. Olaya dümdüz bakıp, insanoğlunun doğaya yaklaşımındaki pozitif veya negatif hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Into The Storm, elindeki en büyük kozu olan özel ses ve görüntü efektleriyle göz kamaştırsa da, felaket filmlerinin olmazsa olmazı "doğanın öfkesi" duygusu yaratmada yetersiz kalıyor bana göre.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Deux jours, une nuit (2014)


Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée, Pili Groyne, Simon Caudry, Timur Magomedgadzhiev, Christelle Cornil, Hicham Slaoui, Batiste Sornin, Serge Koto, Yohan Zimmer
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Luc ve Jean-Pierre Dardenne kardeşlerin, bir şirkette çalışan 17 işçiden biri olan ve işini kaybetmemek için çalışma arkadaşlarını alacakları 1000 euroluk primden vazgeçirmeye çalışan Sandra’yı merkezine alan son filmi Deux jours, une nuit (Two Days, One Night), yine insanı çaresiz bırakan binbir türlü ikilemlerden birini perdeye yansıtan Dardenne sineması örneği. Geçirdiği depresyon sonrası işine bir süre ara vermiş, döndüğünde ise patronunun diğer işçilere "ya Sandra, ya da 1000 euro prim" dayatmasıyla zor durumda kalmış evli ve iki çocuk annesi Sandra'nın mücadelesine Cuma gününden itibaren dahil oluyoruz. Pazartesi yapılacak yeni oylamayla işini kaybetme tehlikesi bulunan Sandra'nın iki gün içinde diğer çalışanları ziyaret ederek onları 1000 euro gibi yüksek bir ikramiyeden caydırmaya çalışması, türlü ikilemleri ve farklı tepkileri de beraberinde getiriyor.

Dardenne kardeşlerin Sandra'yı merkezde tutarak katmanlaştırdıkları bu içinden çıkılması zor durum, işini kaybederek sahip olduğu evin borcunu ödeyememekten korkan bir kadın ile, Sandra'nın kovulması yönünde verecekleri oy sayesinde yüklü bir prime kavuşup türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek çalışanlar arasındaki tüm açmazları göz önüne seriyor. Sandra lehine oy kullanma sözü verenler, onu sevmeyenler, onu sevdikleri halde ailelerini geçindirmek için bu prime ihtiyacı olanlar çeşitli yönleriyle sistemin içinde çaresiz duruma düşmüş çalışan kesimin çarpıcı numuneleri olarak dikkat çekiyor. Burada doğrudan bir sistem isyanı değil, o sistemi kendi keyfi uğruna kullanan işveren kesmin, çalışanlarını cazip primlerle tavlayarak istediği şekilde manipüle etme gücü söz konusu. Böylece sisteme karşı değil, güç sahiplerinin birbirine düşürdüğü işçi sınıfının toplumsal ve vicdani değerlerinin sistemin içinden verdikleri bir mücadeleye tanık oluyoruz. Başlarda dilenci gibi görüneceği için çalışma arkadaşlarının kapılarını çalmayı istemeyen Sandra'nın, kocası Manu'nun da manevi desteğiyle (zira Manu kredi borcu ödeyemeyecek konumda bir çalışan) başladığı ikna turları her seferinde farklı bir sosyal sıkıntıyı deşifre ediyor.


Sandra'yı prime tercih edenler, primi Sandra'ya tercih edenler şeklinde ikiye ayrılır görünseler de, Sandra'nın ikna etmeye çalıştığı iş arkadaşlarının vicdani yelpazesi bir yandan Sandra'nın merkez konumdaki dramını sivriltirken, bir yandan da doğrudan seyirciyle bu yan karakterlerin kısa süreli özdeşlik kurmalarına vesile oluyor. Seyirci Sandra'nın düştüğü duruma düşmek istemezken bir de üstüne "siz olsanız Sandra'ya ne cevap verirdiniz" açmazına sürüklenebiliyor. Tüm bu açmazların gölgesinde, hiç istemediği halde insanlarla kendi geleceği hakkında istekte bulunurken hırpalanan, kendini farklı bir hayat süzgecinden geçerken bulan Sandra'nın yaşadığı farklı süreç de yeşeriyor. Bir kuş kadar dertsiz, tasasız olmak istemekle intihara teşebbüs arasında salınan ruh halini "ben yokum" şeklinde özetlemeye çalışan Sandra'nın geçirdiği depresyon her ne kadar filmde altyapısız görünse de, hayata tutunma yönünde verdiği bu sistem içinde kalma mücadelesi onun varoluşunu ispat için çok önemli.

Pek çoğumuz bu mücadeleyi sevdiklerimiz ve çocuklarımız için verdiğimizi düşünüyoruz. Ancak onlara insanca yaşam şartları sağlayabilmek için önce kendimize sahip çıkmamız gerekliliğini öteliyoruz. İşte Sandra'nın finalde daha da anlamlanan duruşu, bireyin kurtlar sofrasındaki çalışan konumunun insanlığının bile önüne geçemeyeceğine dair ulvi bir gerekçe sunuyor. Aynı işyerinde çalıştığınız Timur gibi biri bu duruşu anlayabilir ama en tehlikelisi yine aynı işyerinde çalıştığınız Nadine gibileridir. Seyirciyi birden fazla kanaldan vicdan muhasebesine soyunduran Dardenne kardeşler, bu varoluş çabasının yoğunluğunu ve yorgunluğunu Sandra'nın kendini arayış yolculuğuyla bütünleştirerek, artık ne yazık ki gerçekçi gelmeyen ulvi tercih ve gerekçelerin ne kadar belirleyici olduklarına, onlara ne kadar ihtiyacımız olduğuna kendi mütevazi üsluplarıyla atıfta bulunuyorlar. Bu yolda ilk defa Oscarlı bir yıldızla çalışan ikili, kendini Hollywood yapımları dışında çok daha iyi ifade eden Marion Cotillard'ın olağanüstü performansıyla çağımızın kapitalist gerçekliğinden doğmuş hikayelerinin gerçekliğini ikiye katlıyorlar. Kendimizi çalıştığımız işle ya da kazandığımız parayla tanımlamamızın ne kadar yanlış olduğunu, sistem dayatmalarının bile dayatamayacağı çizgilerimizin aslen kendimizi tanımladığını iki Dardenne tokadıyla yüzümüze vuruyorlar.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Enduring Love (2004)


Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Daniel Craig, Rhys Ifans, Samantha Morton, Bill Nighy, Lee Sheward
Senaryo: Ian McEwan, Joe Penhall
Müzik: Jeremy Sams
 
Ian McEwan'ın aynı adlı best-seller romanından Changing Lanes, The Mother, Notting Hill ve Venus filmlerinin yönetmeni Roger Michell'in yönettiği film, tuhaf bir balon kazasının ardından yolları kesişen bir yazar / üniversite hocası Joe (Daniel Craig) ile aynı kaza sonrası ona musallat olan garip adam Jed'in (Rhys Ifans) gerilimli hikayesini işliyor. Birkaç şok sahne barındıran film, kitaba ne kadar sadık kalıyor, kitabı okuyana sormalı. Ama anlatımda pek roman tadı yoktu. Kopukluklar yaşanması veya istenilen gerilimi hakkıyla verememesi filmi biraz zayıf göstermiş denebilir. Gizemin tırmandırdığı sürükleyici kalıbı nedeniyle uzunca bir Alacakaranlık Kuşağı tadı da yakalanabilir. Bunun yerine bir roman tadı verilebilecek doneleri de yok değil.
 
Son James Bond, Daniel Craig'in başrolündeki film, kendisinin oyunculuk yeteneği hakkında iyi bir fikir olabilir. Onun yanında Samantha Morton, Rhys Ifans, Bill Nighy gibi çok beğendiğim İngiliz oyunculardan kurulu kadroyu barındıran Enduring Love (bu arada neden Sonsuz Aşk, o da bende tam oturmuş değil!), yine de vasatın üstünde bir film olmuş bana göre. Şimdiye dek çeşitli ödüller kazanmış olan Enduring Love ile London Critics Circle film ödüllerinde Daniel Craig, yılın İngiliz aktörü seçilmiş. Ayrıca filmin başındaki nefis balon kazası sahnesi Empire Ödüllerinde yılın sahnesi ödülü almış. Adı geçen oyuncuları sevenler için atla deve olmasa da, izlendikten sonra geriye girişteki balon kazası ve finaldeki şok sahneler dışında birşeyler bırakmayacak olsa da Enduring Love tümüyle boş bir film de sayılmaz.

18 Ekim 2014 Cumartesi

The Three Burials Of Melquiades Estrada (2005)


Yönetmen: Tommy Lee Jones
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Barry Pepper, Julio Cedillo, Dwight Yoakam, Melissa Leo, January Jones, Levon Helm, Vanessa Bauche
Senaryo: Guillermo Arriaga
Müzik: Marco Beltrami

Teksas'ta büyük bir çiftliğin sorumlusu olan Pete Perkins'in işe aldığı ve zamanla çok iyi dost olduğu kaçak göçmen Melquiades Estrada vurularak öldürülür. Bedeni alelacele defnedilir ve onu bir panik anında öldüren kişi sınır devriyesi Mike olunca olay şerif ve sınır polisi tarafından örtbas edilir. Bunu hazmedemeyen Pete, bir süre sonra izini bulduğu Mike'ı kaçırır ve zorla Melquiades'i gömüldüğü yerden çıkartmasını sağlar. Çünkü Pete, dostu Melquiades'e eğer ölürse onu Meksika'da ailesiyle birlikte yaşadığı kasabaya gömeceğine dair söz vermiştir. Böylece Pete, Mike ve ölü Melquiades, peşlerindeki kanun güçlerinden ve zorlu doğa şartlarından oluşan tehlikelerin gölgesinde bir Meksika yolculuğuna çıkarlar.

Amores Perros, 21 Grams, Babel, The Burning Plain gibi çetin dramların Meksikalı senaristi Guillermo Arriaga'nın yazıp usta aktör Tommy Lee Jones'un yönettiği The Three Burials Of Melquiades Estrada, adı geçen Arriaga filmleriyle ortak özellikler taşıyan güçlü bir modern western örneği. Artık Arriaga'nın karakteristik özelliği haline gelmiş "kesişen hayatlar" tarzının giderek katmanlara ayrılan dramatik yapısı bu filmde de derinden hissedilmekte. Üstelik henüz ilk yönetmenliğiyle Tommy Lee Jones, Arriaga'nın bir dönem kadim ortağı olan Alejandro González Iñárritu'nun stilize anlatımının gerisine düşmeyen bir yönetmenlik becerisi sunuyor. Jones, bu iki Meksikalının ileri geri kurguyla, epik görüntülerle bezeli minimal sahnelerle, hüzün zerk eden dramatik anlarla yarattıkları tarzlarını taklit etmiyor, sadece Arriaga'nın bir romanı andıran yol hikayesinin hakkını vermeye çalışıyor. Zaten bu senaryo alışkanlığı da bir yerde kendi tarzını oluşturmuş durumda. Ancak bu defa Pete ve kaçırdığı Mike'ın omurgasını oluşturduğu hikayenin dışında seyrediyor görünen diğer yan dramlar, bir kavşakta kesişmek yerine ortak bir duygunun özenle seçilmiş karakterler tarafından farklı boyutlarıyla yansıtılmasıyla vücut buluyor. O duygunun adı da yalnızlık!

Daha önce türlü kavramlar üzerine çarpıcı öyküler bütününden ortak paydalar elde eden, hatta bu sebepten bazı filmlerinde dağınık bir görüntü çizen Arriaga, bu defa yalnızlık teması üzerine en güçlü senaryolarından birine imza atıyor. Tabii burada da farklı konumlardaki kahramanların farklı suretlere bürünmüş yalnızlıklarını bu yol hikayesiyle bütünleştiriyor. Fakat bu defa yaşananları geri alıp "olayları bir de öteki karakterlerin gözünden izleyelim" yöntemi yerine insanların kendi doğal yalnızlıklarını ve en önemlisi o yalnızlıkların neden olduğu karmakarışık tercihleri irdeliyor. Geri aldıkları sadece Melquiades'in vurulma anı ve Pete ile Melquiades'in dostluklarının temellerini sağlamlaştırdıkları vatan ve aile özlemi içeren kısa sohbetler. Bu geri sarımların filmin yol filmi olma motivasyonunu adım adım güçlendirmesi de seyirci olarak edindiğimiz bir Arriaga senaryosu alışkanlığı. Kaçak göçmen sorunu, bunu daha büyük bir sorun haline getiren sınır görevlileri ya da bunun bir sorun olmasındaki temel ekonomik sıkıntılar filmin asıl temasından rol çalmaya çalışmıyor. Keza, uğruna yapılan kefaret yolculuğunun ahlaki ve vicdani verileri de öyle. Hiçbiri, binlerce şeklinden filmde sadece birkaçını gördüğümüz yalnızlık kavramının önüne geçmiyor, geçemiyor.


En başta, dostu öldürüldükten sonra boşluğa düşüp, tek amacı katilinin cezalandırılması ve ona verdiği defin sözünü tutmak olan Pete'in yalnızlığı. Adalet yerini bulmayınca ipleri eline almaya karar veren bu yalnızlık, ciddi sadakat sorunları olan evli Rachel'dan medet umacak kadar çaresiz bir durumda. Sonra güzeller güzeli eşi Lou Ann'e rağmen ruhsuz bir cinselliği, hatta erotik dergilerle mastürbasyonu tercih edebilecek kadar bezmiş Mike'ın yalnızlığı. Lise aşkı Mike ile evlenip onun peşinden Teksaslara kadar gelmiş ama umduğu hayatı bulamamış Lou Ann'in eşini aldatarak bile olsa nefes almaya çalışan yalnızlığı. Lisede çok popüler olan Mike - Lou Ann çiftinin artık o günlerden uzakta son şeklini alan evli yalnızlığı. Pete ve Mike'ın yol üstünde uğradıkları köhne bir evde tek başına yaşayan, tek dostu hiçbirşey anlamadığı İspanyolca yayın yapan radyosu olan, artık biri tarafından öldürülmeyi isteyecek derecede hayattan bıkmış kör adamın yalnızlığı. (Kısa rolüyle filmin havasını biraz daha koyultup adeta o süre içinde filmin başrolüne yerleşen, 2012'de hayata veda etmiş country sanatçısı Levon Helm bir harika.) Tüm bunların yanında kocasını hem Pete ile, hem de şerif Belmont ile aldatan garson Rachel'ın yalnız kalmaktan korkan dengesizliği. Ve tabii filme adını veren Meksikalı naif çoban Melquiades'ın ailesinden ve memleketinden uzakta tutunmaya çabalayan yalnızlığı. Ama finale doğru bir büyük sürpriz, tüm bu yalnızlıkları reddedercesine insanın yeri geldiğinde kendini kandırarak bile hayatta kalmak isteyebileceğine dair kusursuz bir yaşam arzusunun var olduğuna ikna ediyor.

Oyunculuk yönünden Tommy Lee Jones ve Barry Pepper'ın sürüklediği The Three Burials Of Melquiades Estrada, teknik açıdan Iñárritu beklentisi içindeki seyirciyi yarı yolda bırakmasa da, sürpriz sonrası şahane biçimde yeni bir bakış açısı elde eden senaryonun bitiş çizgisine çok basit bir tercihle ulaşmasıyla bir parça burukluk hissettirebiliyor. Ama bir avuç insanın farklı yalnızlıklarını ve bu yalnızlıkların sebep olduklarını kendi içlerinde tutarlı, derli toplu, yürek sızlatıcı biçimde kurgulayan Guillermo Arriaga ile, sinemada "karakter oyuncusu" kavramının en güçlü isimlerinden biri olan ve bunun üzerine sanki 40 yıllık yönetmenmiş gibi böyle bir filmi çekip çeviren Tommy Lee Jones ortaklığı çok iyi sonuçlar veriyor. Yalnızlık kelimesini çok kullandık ama film bize kimi zaman korku, kimi zaman huzur, kimi zaman belirsizlik, kimi zaman alışkanlık, kimi zaman reddediş aşılayan bu olgunun türlü hallerini tekrar gösterdiği için değerini daha da arttıran bir dram.

2 Ekim 2014 Perşembe

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Murat Kılıç
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal

Nuri Bilge Ceylan’ın doğallıktan, gerçeklikten, kırsaldan çekip çıkararak çok değerli filmografisine eklediği Bir Zamanlar Anadolu'da, bu büyük auteur’un tekrar Anadolu’nun başka bir coğrafyasındaki hikayelerine görkemli dönüşünü müjdeliyor. Ama bu defa tek bir cümleyle özetlenebilecek polisiye kurmacasının izini sürerek. Biliyoruz ki bu tek cümle hiçbir zaman Ceylan sinemasında tek cümle olarak kalmayacak, açılacak, serpilecek, büyüyecek. Yine biliyoruz ki bu büyüme ve serpilme olağanüstü bir sinema dilinin yarattığı ironiyle içine kapanık bir biçimde kendini ifade edecek. Sessizliğiyle sesler, sabit planlarıyla yerinde duramayan ruhani hareketler bütünü yaratacak. Bu büyük filmde Anadolu’nun, Anadolu insanının ruh sıkıntıları bu defa bir savcı, bir doktor ve bir komiserin bünyesinde “resmi” olandan “insan” olana dair evrilmekte.

Bu memur üçgeninin fotoğrafında bir suçlunun da bulunuyor olması Nuri Bilge Ceylan öykülerinde pek alışık olmadığımız bir durum. Ama Ceylan işin “öykü” kısmıyla “gerçek” kısmını birbirine katarak unutulmaz bir gece yolculuğuna çıkarıyor seyircisini. Ceylan sinemasıyla artık iyice literatüre girerek her eleştiride mutlaka zikredilen karakterlerin iç yolculukları, fiilen bir yolculuğa dönüştüğünde sessizce ve derinden anlatacak daha fazla hikaye ortaya çıkıyor. Hatta bu yolculuğun görev icabı zoraki bir yolculuk olması, zaten sıkıntı ve efkar yüklü Anadolu insanının türlü suretlerini, derinlere saklanmış acılarını, özlemlerini, pişmanlıklarını gömülü oldukları yerden çıkarıyor. Ancak bu gömülü olanın ortaya çıkma hali yine sessiz iç fırtınaların kopmasıyla çoğu zaman detaylandırılmayıp kendi muğlaklığını seyircinin yorumuna teslim ediyor.


Ceylan'ın alışıldık tarzı, polisiye gizeme haiz bir gece yol filmiyle buluştuğunda çeperleri biraz daralıyor. Doğayla baş başa kalmış bireyin yerel iç sıkıntılarının manalı suskunluklarla kutsanışı yine yerini alıyor. Bu suskunluğun, filmde daldan düşen elmanın kendi yolunu çizmesi gibi, gideceği yeri farklı zihinlerde farklı yansımalarla da olsa bilen karakteri yine belirginleşiyor. Köyde, kırsalda, kasabada kalmış, oraya sıkışmış ve buna alışmış hayatların anlam arayışlarında yer bulan eşsiz tevazu yine tüm versiyonlarıyla perdeye yansıyor. Doğallık yine filmin her sahnesinden fışkırıyor. Böylece bu çeper daralması aslında kendi içinde bir genişlemeye sebebiyet veriyor. Karakterler kalıp olarak temsil ettikleri mevki makamın dışına çıkmaya, acılarını, sıkıntılarını, pişmanlıklarını farklı şekillerde dışa vuran ya da fark edilebilecek derecede kendi içlerinde yaşayan birer "insan"a dönüşmeye başlıyorlar.

Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan, Ercan Kesal ve Ebru Ceylan'ın yazdığı, Kırıkkale'nin Keskin ilçesi kırsalında 11 haftada çekilen Bir Zamanlar Anadolu'da, çeşitli kritiklerde Andrey Tarkovski, Dostoyevski, Çehov ve son dönem Rus sinemasının güçlü ismi Andrey Zvyagintsev referanslarıyla övgülere mazhar oldu. Ancak bu kadar filmden sonra Ceylan'ın bu referanslardan bağımsız olarak farklı bileşenlerle kendisine ait bir sinema dili yaratmış olduğundan artık çok daha fazla söz edilmeli. Sinema ve edebiyatın güçlü isimlerinden etkiler taşıyor olsa da, Ceylan'ın Anadolu'ya, Anadolu insanına ya da genel olarak Türkiye sınırlarına dair kesitlerinde yakaladığı yerelliği evrenselliğe dönüştürüşündeki ustalık her yönüyle hayranlık verici. Sinema yaparken beraberinde müthiş bir edebiyat da yaratan Ceylan, Cannes 2011'de Büyük Jüri Ödülü kazanan filmiyle adeta uzun ve çetrefilli bir roman yazıyor. Biz bu romanın cümlelerini o "Ceylan film yapmıyor, fotoğraf çekiyor" diyenlere inat, karakterlerin bakışlarından, kırsalın yalnızlığından esinlenerek kendimiz kuruyoruz. Üstelik o cümleler her izleyişte değişip dönüşebiliyor.

Doktor Cemal, Savcı Nusret ve Komiser Naci üçgeni, görev icabı yerine getirmek zorunda oldukları olay yeri tatbikatı için biraraya geldiklerinde ilk başlarda kişilik özelliklerini mesleki özelliklerinden ayrı tutan bir karakter sergiliyorlar. Cemal, sıra kendine gelene kadar hep gözlemci, ekonomik konuşan ve gizemli bir adam. Nusret, o topluluğun en yetkili kişisi olduğundan mağrur, otoriter ve öfkesini bastırmaya çalışan bir ruh hali içinde. Naci, kolluk ve kontrol gücü olarak işin homurdanma, asabiyet, küfür, dayak kısmını üstlenirken belki de en fazla kontrol edilmesi gereken karakter konumunda. Ama bu üçgenin uçları sık sık açılıp açıları genişletilerek bu kalabalık yolculuğun diğer aktörlerine de kısa bakışlar atılıyor. Şoför Arap'ın sert yapısının altında nedenini tam çözemediğimiz bir hüzün, zanlı Kenan'ın yüzüne yansımış öfke, çaresizlik ve pişmanlık hakim. Bu minimal duruş ve anlamlı bakışlar filmi bir sürü gereksiz cümleden kurtararak büyük bir hafifleme (ve beraberinde huzur) yaratıyor. Karakterler yavaş yavaş temkinli bir şekilde çözülmeye başladıkça bu zoraki yolculuğun sıkıntısı onları havada varoluşçu yanıtlar aramaya itiyor. Nuri Bilge Ceylan, bir cinayetin aydınlatılması ve detayların kayıt altına alınması için yapılan bu yolculuğun amacını değil, kendisini fiziki ve ruhani duraklarıyla incelemeyi daha uygun görüyor.


Bu duraklar, Kenan'ın olay yerinden tam emin olamayışı ile belirsiz bir zaman kaybı yaratırken, gerginliği, yorgunluğu ve tabii başka çözülmeleri de beraberinde getiriyor. Aslında bu kayıplar filme daha da bağlanılmasını sağlıyor. Çünkü bu gizemli, yorgun, hüzünlü yolculuk, yoldakilerin aksine, onları perdede izleyen bizlere tuhaf bir huzur aşılıyor. Nereye varacağı merak edilen ama acele edilmesi de istenmeyen bir yol tecrübesi bu. Ceylan da öyle düşünüyor ki, ekibin yolunu bu soğuk ve yorgun gecede Ceceli Köyü'ne düşürerek bu tecrübeyi daha da pekiştiriyor. Köy muhtarının evine konuk olup, yer sofrasında yemek yedikleri sahneye damgasını vuran ise muhtar rolüyle Ercan Kesal oluyor. Kesal öylesine doğal bir karakter çiziyor, köyün sorunlarını fırsat bu fırsat yemekte ağırladığı "ağır" misafirlerine öylesine yerel bir kibarlıkla dile getiriyor ki, onu tanımayan biri gerçekten o köyün muhtarı olduğunu dahi sanabilir. Ama Ceceli Köyü'nün filme vurduğu damga bununla kalmıyor. Elektrikler kesildikten sonra muhtarın kızı Cemile'nin misafirlere gaz lambasıyla çay servisi yaptığı bölüm unutulmaz bir şiirsellik barındırıyor. Karınları doyup rahatlayan misafirlere birer bardak sıcak çay veren bu meleksi güzelliğin gaz lambası eşliğinde günün gerginliğini ve yorgunluğunu taşıyan yüzlerde yarattığı aydınlanma, "bir zamanlar" diye başlayan bu masalın imgeselliğini kuvvetlendiren unutulmaz anlardan biri.

Nuri Bilge Ceylan, bu gece yolculuğundan önceki sıkıntılı hayatlarını yüzlerinden okuduğumuz karakterleriyle, o sıkıntılı hayatlara dair ipuçlarını da veriyor. Özellikle Cemal ve Nusret'in hayatına girmiş kadınların sebep olduğu sorunlu geçmişler, bu iki adama farklı yansımalar yapmış melankolik tepki / tepkisizlik emareleri taşıyor. Cemal suskunluğu ve huzursuzluğu belli sakinliğiyle, Nusret ise bıkkınlığı ve huzursuzluğu belirsiz savunma mekanizmalarıyla belirginleşiyorlar. Hem sinemayı bir kültürden ziyade bir eğlence aracı olarak algılayan çevrelerce, hem bu eğlence mantığına çanak tutan bazı sözde eleştirmenlerce, hem de taklitçi yönetmenlerce "uzaklara bakan adamlar" şeklinde içi boşaltılan huzursuz ruh hallerinin içini doldurmayı iyi bilen Ceylan, bu sessiz bakışların geçmişten geleceğe uzanan köprülerini kurmayı ihmal etmeyen bir yönetmen. Bu köprüleri bariz kılmadığı, çoğu kez sisler içinde bıraktığı için film içinde tamamlayıcı unsurlar olarak belirlenmiş büyümeye namzet küçük kesitleri (bazen hikayeleri), sözünü ettiğimiz ruh hallerinin önüne geçirmiyor, ustalıkla altyapının harcına katıyor. Böylece karakterler uzaklara bakarak yakınındaki, hatta ta içindeki statik veya dinamik tepkileri iletebilmek için doğru kanalları bulabiliyorlar. Bunları yapan Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış gibi her biri filmdeki karakterlerinin anlamını yüklenebilmiş oyuncular olunca işler daha da kolaylaşıyor.


Bir Zamanlar Anadolu'da'nın bazı Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi tümüyle sessiz sakin bir yoğunluğa kendini teslim etmiş bir film olduğunu söyleyemeyiz. Hiç kimsenin yapmaktan mutlu olmadığı bu resmi görevin yarattığı stres, inandırıcılıktan yoksun ağdalı bir dil yerine günlük hayatın sıradanlıklarından dem vuran bir üslupla beliriyor. Hatta bazen kara mizahın acı tebessümlerini yüzümüze koyuyor. Manda yoğurdu, Ceceli Köyü, mücavir alan, Clark Gable, digoksin gibi birbirinden alakasız desenler bu Anadolu masalının kilimlerinde kendine irili ufaklı yerler açıyor. Sessizliğiyle konuşan, konuşmasıyla sessizleşen senaryosu, Anadolu kırsalını noir atmosferle bütünleyen şahane görüntü yönetimi, tecrübenin doğallığını yansıtan performanslar ve hiçbiri diğerinin önüne geçmeyen, sadece bu sancılı yolculuğu katmanlaştıran muğlak dramlar bu büyük filmi bir deneyim haline getiriyor. Hayat, kalanlar için kaldığı yerden devam ediyor. Bir zamanlar Anadolu'da buna benzer şeyler hep yaşandı, yaşanıyor, yaşanacak. Ama bunlar hiçbir zaman "bir zamanlar" diye başlayan bir peri masalı gibi anlatılmadı. Mahkeme dosyalarında, sabıka kayıtlarında, özensiz tutanaklarda, yorgun dimağlarda kayboldu gitti. Gözyaşları hemen kurudu, erkekler sıkıcı işlerine, kadınlar yaralı hayatlarına, çocuklar oyunlarına döndüler. Sonra herşey tekrar başa sarıldı. Bu yüzden Bir Zamanlar Anadolu'da özünde bir sinema filmi değil. Sürekli yaşanacak bir döngüden kesit. Başı sonu olmayan alternatif, çiğ, tozlu, tezekli bir masal. Kaybedenlere, tutunamayanlara ya da tutunduğu yerden kımıldayamayanlara yazılmış bir ağıt. Bir kültür!

28 Eylül 2014 Pazar

Frank (2014)


Yönetmen: Lenny Abrahamson
Oyuncular: Domhnall Gleeson, Michael Fassbender, Maggie Gyllenhaal, Scoot McNairy, François Civil, Carla Azar
Senaryo: Lenny Abrahamson, Peter Straughan
Müzik: Stephen Rennicks

2012'de bol ödüllü What Richard Did filmini yöneten Lenny Abrahamson'ın, senaryosunu Tinker Tailor Soldier Spy uyarlamasında da çalışmış Peter Straughan ile birlikte yazdığı, kendisinin yönettiği yeni filmi Frank, ilginç karakterini gerçek hayattan esinlenerek oluşturmuş başarılı bir dram. Bu esin kaynağı ise 1974 yılında Manchester'da kurulan new wave grubu The Freshies'in multi-enstrümantalist lideri Chris Sievey'in sahne personası Frank Sidebottom. Kafasına taktığı kocaman bir maske, dört kişiden oluşan grubuna koyduğu ilginç kurallar ve bir o kadar tuhaf müzikal fikirleriyle filmin kahramanı Frank ise küçük konserler vermek üzere şehri turlayan deneysel müzik grubu "Soronprfbs"ın lideri. Filmin diğer kahramanı olan Jon, bir ofiste iyi bir işe ve evde iyi bir anne babaya sahip genç bir adam. Müzisyen olmak, iyi şarkılar yazarak efsane olmak arzusunda olan ama bir türlü beceremeyen Jon, birgün kendini denizde boğmak isteyen Soronprfbs grubunun kafayı sıyırmış klavyecisine rastlayınca ve orada bulunan grubun menajeri Don'dan yeni klavyeci olması için teklif alınca hayatı farklı bir yöne doğru yol almaya başlıyor.

Başlangıçta sadece bir haftasonu için gruba katıldığını düşünen Jon, kendini süresi belli olmayan albüm çalışması için bir kır evinde bulunca ilk önce şaşırıyor, ardından hayatında beklediği fırsatı yakaladığını düşünerek ortama uyum sağlamakta gecikmiyor. Bu sayede sıradışı müzisyen Frank ve onun etrafında birer tarikat mensubu gibi hazır bekleyen müzisyenleri daha yakından tanıma fırsatı buluyor. Bizler de seyirci olarak Jon'un gözünden bu ilginç deneyime tanık oluyoruz. Olurken de birbirinden enteresan yöntemlerin Frank tarafından hangi gerekçelerle konduğu belli olmayan deneysel müzik anlayışının yabancılaştırmasına maruz kalıyoruz. Ama bu Frank'i yorumlayabilmek için özellikle gerekli bir yabancılaştırma. Zaten gizem dolu Frank'in kendisi başlıbaşına yabancılaştırılmış bir figür. Şarkıdan ziyade sesler ve onların kombinasyonlarıyla ilgilenen, üzerine rastgele bindirilmiş liriklerle kendine has bir anlam arayışının deneysel labirentlerinde gezinen Frank'in grup tarafından bir deha olarak görülmesi kolay kabul edilebilir bir durum değil. İşte filmin üzerine kafa yorduğu meselelerden biri bu kabul zorluğunun karşısında duran ayrıksılık.


Frank'i sıradışı kılan en belirgin özellik kafasındaki büyük maske gibi görünse de, müziğe ve müzikal etkinliklere (albüm, prova, performans, konser organizasyonları) yaklaşımıyla da bu sıfatı hak ediyor. Kendi deneysel doğrularının kestirilemezliği yüzünden "anlaşılmaz" olmayı erdem gibi gören bazı yaşayan müzisyenleri anımsatan Frank, bir film karakteri olarak potansiyelinin altında seyretme riskini maskesi sayesinde aşıyor. Yani maske faktörü olmasa belki film bu kadar enteresan bulunmayabilirdi gibi basit bir yorum her zaman masanın üzerinde. Filmde sıkça dile getirilen akıl hastalığı durumunun müzikal yansımalarına "delilik ile dahilik arasındaki ilişki" penceresinden bakmak belli bir pratik sağlıyor. Frank de maskesi ve şaşırtıcı özellikleriyle bu pratiği kolaylaştırıyor. Ancak deha bunun neresinde kıvamında olanlar için geriye sadece maskenin gizemi kalıyor. Neyse ki film, sıkıcı hayatında kendi arzuladığı bir dalda dönüm noktasına ulaşmak isteyen Jon temsilciliğinde Frank gibi bir karakterin ve en önemlisi onun maske takma motivasyonunun altını boş bırakmıyor.

Jon'un sözünü ettiği kognitif terapinin birçok kolundan izler taşıyan Frank, korkularının üzerine gitmeye cesareti olmayanların bu cesareti bir olguda (müzik), bir konumda (müzik grubu liderliği) veya bir nesnede (bir enstrüman ya da bir maske) yenmeye çalışmaları (ve hatta yenmeyi başarmaları) üzerine başarılı hamleleri olan bir film. Sadece bazen bunu ana akım yöntemlerle yapamıyor oluşu yüzünden anlaşılmaz damgası yiyebilir. Oysa çok güzel finaliyle hiç de anlaşılmaz bir tarafı yok. Tam tersi, hem Frank, hem de Jon için asıl ve belki de en başta yapılması gerekenleri dile getirdiği için filmin geri kalanını da elinden geldiği kadar anlamlandıran bu güzel bitiş, yaşanan ilginç, komik, dramatik ve travmatik sahneyi bir veya birkaç amaç etrafında toplayabiliyor. Doğrudan ve dolaylı psikolojik alt metinler bir hantallaşma yaratmıyor. Şekerin çayda eridiği gibi filmin doğası içinde eriyip gidiyorlar. Belki farklı damaklara göre o erimenin yol açtığı fazla tatlılık ya da tatsızlıktan söz edilebilir. Domhnall Gleeson, Maggie Gyllenhaal ve maskenin altındaki bir karakteri benimsetmeyi başaran Michael Fassbender performansları filmi daha da yukarılara taşıyor. Lenny Abrahamson ise özellikle What Richard Did'den sonra Frank ile kendini bağımsız sinemanın takip edilesi yönetmenleri arasına sokuyor.