29 Temmuz 2020 Çarşamba

About Elly (2009)


Yönetmen: Asghar Farhadi
Oyuncular: Golshifteh Farahani, Shahab Hosseini, Payman Maadi, Taraneh Alidoosti, Merila Zare'i, Mani Haghighi, Ra'na Azadivar, Ahmad Mehranfar, Saber Abar
Senaryo: Asghar Farhadi, Azad Jafarian
Müzik: Andrea Bauer

Almanya'da yaşadıktan, orada yaptığı mutsuz evlilikten yeni kurtulduktan sonra İran'a dönen Ahmad için eski arkadaşları, onun gelişi onuruna Hazar Gölü kıyısında kiraladıkları bir evde hep birlikte üç gün geçirecekleri bir tatil planlarlar. Tatili organize eden Sepideh, gruptaki arkadaşlarının haberi olmadan kızının anaokulu öğretmeni Elly'yi de davet eder. Amacı, İran'da bir yuva kurmak isteyen Ahmad ile Elly'ye çöpçatanlık yapmaktır. Arkadaş grubu da bu durumu fark etmiştir. Tatilin ikinci gününde, her şey yolundayken birden Elly ortadan kaybolur. Telefonu ve valizi hala göl kıyısındaki evde olan Elly'nin, çocuklardan birini kurtarmak için göle mi girdiği, yoksa gizemli kadının bazı imalı konuşmalardan sonra kimseye haber vermeden orayı terk mi ettiği anlaşılamaz. Kalabalık arkadaş grubunda bir panik başlar. İranlı usta yönetmen Asghar Farhadi'nin yazıp yönettiği Darbareye Elly (About Elly), 2009'da Berlin ve Tribeca başta olmak üzere pek çok festivalden ödülle dönmüş, Farhadi ismini çok daha geniş kitlelere duyurmuş kaliteli bir dram. Kalabalık grubun sağladığı diyalog akışkanlığı başlarda bir miktar kafa şişkinliği yapsa da, kaybolma hadisesinden sonra aynı akışkanlık filmin asıl ritmini bulmasını sağlayan vazgeçilmez bir stile dönüşüyor.

Grup içindeki samimi konuşmalar, şakalaşmalar, yerleşme telaşı ve evdeki eğlenceli dakikalar filmin kendini tam olarak nerede konumlandıracağını belli etmiyor. Film hakkında ön bilgisi olmayan, konusunu bilmeyen bir seyirci rahatlıkla komedi/dram/romantizm ekseninde yürüyeceğini dahi düşünebilir. Grup içindeki tek yabancı olan Elly'nin bir parça gölgeli hali, bu eksenin şaşabileceği sinyallerini veriyor. Nitekim önce çocuklardan Arash'ın boğulma tehlikesi atlatması, hemen akabinde Elly'nin onu kurtarmak için suya girme olasılığı ile birlikte kayboluşunun ardından filmin çehresi bir anda değişip dram üstü gizemli bir süreç başlıyor. İlk yarım saatin bitiminde yaşanan çok iyi çekilmiş bu panik ortamını kayboluş belirsizliğiyle filmin sonuna kadar idareli biçimde yayan Farhadi, filmi bir anda farklı ufuklara çevirmiş olmasının rahatlığını hissettirmeye başlıyor. Elly'nin ilk yarım saatte ne yaptığı, ne söylediği, o kaybolduktan sonra kıymetleniyor. Herkes onun suda mı kaybolduğunu, yoksa orayı acilen terk mi ettiğini anlamak için bildiklerini paylaşmaya başlayınca adeta içinde polis olmayan bir polisiye izlemeye başlıyoruz. Farhadi, Elly'nin göründüğü sahnelere geri dönme isteği uyandıran çeşitli ipuçlarını yorumlama işini karakterlere bırakıyor. Onlar da hatırladıklarını yorumlamaya, bunu yaparken birbirlerini suçlayıp yıpratmaya başlayınca filmin dramatik parametreleri sürekli kendini yeniiyor.

Bu yenilenme, Sepideh'in Elly hakkında sakladığı bir sırrı açıklamak zorunda kalmasıyla, bunun sonrasında filme dışarıdan bir karakterin girmesiyle sürüyor. Ama Farhadi tüm bu zorlamalara rağmen senaryosunun gidişatını uzun süre ustalıkla saklamayı başarıyor. Zaten onu uluslararası bir auteur haline getiren de bu saklama, sürüklendirme, katmanlandırma, geliştirme ve neticelendirme başarısı. Ama bu filmden sonraki Jodaeiye Nader az Simin ve Forushande'de de göreceğimiz üzere, senaryonun en önemli kırılma anını hiç göstermemek suretiyle o ana dair risk almamayı tercih ediyor. Burada da Elly'nin kaybolma anını bizden saklayarak tatilci kahramanlarımızla seviyemizi eşitliyor. Gerçi buna risk almamak yerine, hikayesini sonuna kadar güçlü ve muğlak kılabilme ihtiyacı demek daha doğru. O sahneleri görmüş olsak üzerimizdeki etkisi asla aynı olmazdı. Sadece Farhadi'nin bunu yapış biçimi biraz özensiz gibi. Golshifteh Farahani, Shahab Hosseini, Payman Maadi, Taraneh Alidoosti gibi İran sinemasının en güçlü isimlerini bir araya getirerek hikayesinin sunumunu da güçlendiren Farhadi, Elly kaybolmadan önce Ahmad'in arabada ona söylediği "kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir" sözünü kullanmaktaki amacını da belirginleştiriyor. Hikayenin kadrosunu kalabalık tutarak her kafadan çıkacak farklı ve ortak seslerin, saklanan sırların, açığa çıkan gerçeklerin ışığında insana dair çok şey söylüyor. Sorun varsa zaten vardır, iyi bir insan olmak, iyi niyetlerle hareket etmek hep olumlu sonuçlanmaz demenin farklı yollarını buluyor.

19 Temmuz 2020 Pazar

Deux (2019)


Yönetmen: Filippo Meneghetti
Oyuncular: Barbara Sukowa, Martine Chevallier, Léa Drucker, Jérôme Varanfrain,   Muriel Bénazéraf
Senaryo: Malysone Bovorasmy, Filippo Meneghetti
Müzik: Michele Menini

Malysone Bovorasmy ve Filippo Meneghetti'nin senaryosunu yazdığı, Meneghetti'nin yönettiği Deux, her ikisinin de ilk uzun metraj deneyimi olmasına rağmen yıllarını festivallerde geçirmiş tecrübeli sinemacılardan eksiği olmayan bir işçilik ve duyguyla yoğrulmuş dramlardan. Aynı apartmanda, karşılıklı dairelerde oturan Nina ve Madeline adlı 60'larındaki iki emekli kadın aynı zamanda uzun yıllardır beraber olan iki sevgilidirler. Bu aşkı çocukları dahil herkesten gizlemişlerdir. İki sevgilinin hayali, bu beraberliği kimseden gizlemek zorunda kalmadan özgürce yaşayabilmek için evlerini satıp Roma'ya yerleşmektir. Ama çocukları Anne ve Frédéric ve torunu Théo ile aynı şehirde yaşayan Madeline için ayrılmak o kadar kolay değildir. Kağıt üstünde iki kadın arasında uzun yıllar sürmüş tutkulu bir ilişki tasarlayıp bizi o ilişkinin önemli bir karar aşamasından hemen öncesine götüren ve hikayesine oradan başlayan film, iki kız çocuğunun nehir kenarındaki bir parkta saklambaç oynadıkları sekansla açılıyor. Nina ve Madeline'nin (ya da Nina'nın ona seslendiği şekliyle Mado'nun) birdenbire önümüze konan ve inanmamız beklenen uzun soluklu ilişkisinin inşası, gücünü büyük ölçüde onların anlamlı ve sevimli hatlarından alarak yavaş yavaş yol alıyor.

Mado'nun korumacı kızı Anne ve babasını aldattığı için ona kızgın oğlu Frédéric ile stabil görünmeyen ilişkisi, Nina ile olan uzun süreli gizli ilişkisiyle çatışmaya başlayınca, Roma'ya taşınıp yeni bir hayata başlama hayali üzerinden güçlü bir ikilem oluşuyor. Bu hayal için para biriktiren, planlar yapan, heyecanlanan ikilinin bu samimiyeti seyirciye geçmekte pek de zorlanmıyor. Ancak Mado'nun çocuklarıyla arasındaki dengelerden kaynaklanan sorunların, kendini Mado'ya ve onunla yeni bir hayata başlamaya adamış Nina'nın heyecanıyla karşı karşıya gelmesi filmin en önemli kırılma noktasını oluşturuyor. Çocuklarından dolayı valizini alıp gitmeyi o kadar kolay göremeyen, kendini Nina kadar özgür hissedemeyen, öte yandan çok sevdiği sevgilisinin bu heyecanını söndürmek istemeyen Madeline, bu süreç boyunca Nina'dan daha öncelikli ve derin bir karakter profili çiziyor. Ama onun bu cesaretsizliğinin yarattığı bir başka kırılma noktasıyla birlikte bu kez Madeline geri planda bırakılıyor. Böylece beklenmedik bazı olaylar sonrası aşkı için savaşan, onu geri kazanmayı saplantı haline getiren, bu inadı uğruna her şeyi göze alan bir Nina izlemeye başlıyoruz. Öyle ki, başlarda Madeline'in dramını sivriltmekle görevli olduğunu düşünebileceğimiz Nina ipleri eline alıyor ve belki de bu aşkın inandırıcılığının en güçlü öznesi haline geliyor.


Aynı yaşlarda kapı komşusu olmaları, etrafın onları birer komşu/arkadaş olarak görmeleri konforu sağlasa da, artık birer hayat arkadaşı olmuş iki kadının bu konforun ötesine çoktan geçmiş özgür birer aşık olarak yaşama arzuları, hemen hemen her LGBT filminde olduğu gibi toplumsal engellerle karşılaşıyor. Deux'un bu normlara içten içe isyan eden bir yanı da mevcut. Zaten bu tarzın özünde bu isyan vardır. Ama içine düştüğü zor koşullara rağmen Madeline ve normalin üzerine çıkan inadıyla Nina ilerleyen yaşlarıyla bu engellere olan isyanı çok güçlü biçimde hissettiriyorlar. Kaybedilen yıllar sonrasında bulunmuş aşka sahip çıkma temasını, o aşkın önüne çıkan engeller eşliğinde pek çok filmde gördük. Bu filmlerde genelde yaşlı erkek ve yaşlı kadının önceki hayatlarından kalma tatminsizlikleri, pişmanlıkları, yorgunlukları tipik  ikinci bahar gölgesinde ritmini bulurken, Deux bu ritmi gecikmiş bir ilkbahara yakın bir tutkuyla yoğurup, önceki hayatların tüm olumsuzluklarından bağımsız, kendi zamanına yoğunlaşmayı tercih ederek risk alıyor bir yerde. Buradaki risk, yol üstüne konması gayet basit senaryo engellerine çok fazla paha biçmeyip, kendisi için asıl önemli olanın o engeller karşısında nasıl bir tutum takınacağına dair ısrarcı bir romantizmin peşinden gitmesi. Örneğin Portrait de la jeune fille en feu'da iki genç ve güzel kadının farklı bir zamanda yaşadığı aşktan vücut bulan şiirsellik, Deux'da iki yaşlı ve güzel kadının günümüz şartlarındaki gerçekçi çevre düzeninden farklı bir şiirsellik yakalıyor.

Önce Madeline'in, sonra da Nina'nın dramlarını kendilerine ait alanlarda sağlamlaştıran, özellikle de Nina'nın aşkını ve onunla gerçekleştirmek istediği hayallerini geri kazanmak için göze aldıklarıyla duygusal tonunu koyultan Deux, bu ton dahilinde ince gerilim anları da yaratıyor. Böylece genel anlamda aşkın çeperlerine dair vizyonunu -her ne kadar sonuna kadar kullanmasa da- duygu ve biçim olarak geniş tutuyor. Sadece başlangıçtaki saklambaç sahnesi ve ara ara beliren nehre düşmüş kız çocuğu imgesini ya hiç kullanmasaymış veya daha ilginçleştirip bu kadar işlevsiz kılmasaymış diye düşündürttü. Özellikle ne kadar kullanılsa az gelecek "inat" kavramıyla Madeline - Nina aşkını sürekli bileyleyen film, bu aşkın eski usül melodram ve güncel romantizm arasındaki kıvamını sürekli koruyor, kolluyor. O kıvam, iki aşığı canlandıran oyuncuların meziyetlerinde de açıkça görülüyor. Her ikisi de kariyerine 70'lerde televizyon dizileriyle başlamış Alman oyuncu Barbara Sukowa (kendisi efsane Berlin Alexanderplatz dizisinde de 7 bölüm rol almış) ve Fransız aktris Martine Chevallier gibi iki görkemli kadının bir bakışta, bir duruşta bile görülebilen asaletleri ve tecrübeleri bu özel aşk hikayesine çok şey katıyor. Ayrıca sözünü ettiğimiz engellerden ikisi olan Madeline'in kızı Anne (Léa Drucker) ve bakıcı Muriel'in (Muriel Bénazéraf) yan rollerdeki paylarıı da gayet dengeli. Deux çok iyi bir ilk film olması yanında, son yılların en nitelikli dramlarından da biri.

13 Temmuz 2020 Pazartesi

Periferic (2010)


Yönetmen: Bogdan George Apetri
Oyuncular: Ana Ularu, Andi Vasluianu, Ioana Flora, Mimi Branescu, Ingrid Bisu, Timotei Duma
Senaryo: Bogdan George Apetri, Tudor Voican, Cristian Mungiu, Ioana Uricaru

4 luni, 3 saptamâni si 2 zile, Dupa dealuri, Bacalaureat gibi filmleriyle festivallerin tozunu atmış Romen yönetmen Cristian Mungiu'nun Ioana Uricaru ile birlikte hikayesini, Bogdan George Apetri'nin de bu hikayeden Tudor Voican ile birlikte senaryosunu yazdığı, Apetri'nin yönettiği Periferic, 24 saatlik geçici tahliye izni verilen hapisteki Matilda'nın o bir gününü izlediğimiz bir dram. Sırasıyla "Andrei", "Paul" ve "Toma" adlı üç bölümden oluşan film, Matilda'nın dışarıda geçireceği o bir günün planını yansıtıyor. 24 saatin sonunda hapishaneye tekrar dönmeye niyeti olmayan, içerideyken ülke dışına kaçma planlarını çoktan yapmış olan Matilda, ilk olarak kendisine yardımcı olup olmayacağını bilmediği ağabeyi Andrei'yi, hapisten önce yaptıkları bir işten kalan borcunu almak üzere eski sevgilisi ve çocuğunun babası Paul'ü, son olarak da Paul'ün bir yetimhaneye bıraktığı oğlu Toma'yı ziyaret edecektir. Amacı Toma'yı da yetimhaneden alarak ülke dışına kaçmaktır. Ama zamana karşı bir mücadele içine giren Matilda için işler umduğu gibi gitmez. Aralarında Amerika'dan ve dünyanın çeşitli yerlerinden pek çok örneğin de yer aldığı filmlerde yapımcılar arasında yer alan Bogdan George Apetri'nin bu ilk uzun metrajı, Mungiu'nun da yazım tecrübesiyle sürükleyici, gergin ve umutsuz bir atmosferi hayata geçirmekte hiç zorlanmıyor.

Özellikle 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile ve Dupa dealuri filmlerinde kadın odaklı güçlü hikayeler işlemiş Cristian Mungiu, bu kez işlemesi için o hikayelerden birini Bogdan George Apetri'ye vermiş. Tabii onunla birlikte Ioana Uricaru da bu hikayede pay sahibi. Zaten bu ekip içindeki tek kadın da Uricaru. Apetri ise bir buçuk saat içerisinde o hikayenin kenarlarını, köşelerini, cümleler arasına sıkıştırılmış şekliyle göremediğimiz geçmişini çiğ ama yormayan bir sinema diliyle çekmiş. Matilda'nın önce ağabeyi Andrei'yi ziyaret ettiği bölümde (ki aynı zamanda annesinin defnedileceği gün) aralarında geçen diyaloglardan yavaş yavaş neden hapse düştüğü ve ailenin istenmeyen evladı olduğu anlaşılmaya başlıyor. Bu diyaloglara tam bir Matilda düşmanı olan yengesi Lavinia'nın da dahil olması, seyirciyi Matilda aleyhine çevirme olasılığını güçlendiriyor. Yine de tam olarak detaylara hakim olmamız istenmiyor. Bir yanıyla kardeşinin bu durumundan üzüntü duyan ve yardım etme niyetinde olan Andrei'nin tercihi, Matilda'nın ilk yıkımı oluyor. Arabadaki ve cenaze evindeki diyalog sahneleri, doğallığın sağladığı saf bir gerilimi de beraberinde getiren nitelikte. Aslında bu diyalog becerisinin Romanya Yeni Dalgası’nın en önemli özelliklerinden biri olduğu söylenebilir.

Matilda'nın hapse girmesine neden olan, çocuğunun babası Paul'ü ziyareti de hem yaptıkları işten kalan payını, hem de oğlu Toma'yı yanına almak amaçlı. Bu bölümde zeki senaristlerin başvurduğu bir yöntem olarak, filme dahil edilen bir yan karakter vasıtasıyla inandırıcılıktan uzak açıklayıcı cümlelerin bertaraf edilmesi söz konusu. O karakter, Paul'ün ilişkide olduğu mafyaya pazarlamak için kendine aşık ettiği genç Selena. Bir zamanlar kendi başına gelen ve hapishanede sonlanan olaylar dizisinin başında bu kez Selena'nın olduğunu gören ve onu uyarmaya çalışan Matilda, bu bölümde başrolün karakter olarak nasıl geliştirilebileceğine dair önemli de bir örnek sunuyor. Bu bölümü de dramatik olduğu kadar, bir yanıyla suç filmi oluşunun hakkını da vererek bitiren film, son bölüm olan "Toma"ya geçiyor. Bir annenin hiç görmediği oğluyla yüzleşeceği bu bölüm hakkında fazla detay vermeden, çok güçlü bir final olduğunu söylemekle yetinelim. Üç bölüme adını veren bu üç erkek, Matilda'nın zamanında yaptığı hataların bedelini ödeyeceği üç sembolik figür anlamına geliyor. Tabii o hatalardan ders almış fakat izin süresini kaçmak için kullanacağı için hayatında yeni bir hata sayfası açmak üzere olan Matilda için pişmanlığın, telafinin, umudun da pek bir anlamı kalmıyor. Periferic, önemli sac ayaklarından biri olan güçlü feminist tonları yanında, bu bir kadın veya erkek olmaktan ziyade, bir birey olarak hatalar zincirindeki yerini istikrarla koruyanlar için parlak bir gelecek olmadığının acı gerçekliğine yaslanan bir film. Matilda rolüyle Romanya Film Yapımcıları Birliği, Varşova, Locarno ve Thessaloniki festivallerinden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alan Ana Ularu'nun performansıyla gücüne güç katan Periferic, pek fazla ses getirmese de Romanya sinemasının mütevazi olduğu kadar önemli yapımlarından biri.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Knives Out (2019)


Yönetmen: Rian Johnson
Oyuncular: Daniel Craig, Chris Evans, Ana de Armas, Christopher Plummer, Jamie Lee Curtis, Michael Shannon, Don Johnson, Toni Collette, LaKeith Stanfield, Katherine Langford, Jaeden Martel, Edi Patterson, Noah Segan, Marlene Forte
Senaryo: Rian Johnson
Müzik: Nathan Johnson

Ünlü suç romanları yazarı Harlan Trombley, 85. doğum gününde malikanesindeki odasında boğazı kesilmiş olarak bulunur. Tüm kanıtlar intihar ettiğini göstermektedir. Öldüğü gece evindeki doğum günü partisinde çocukları, eşleri, torunları ve çalışanlar vardır. Davayı soruşturan Teğmen Elliot'un sorgusuna, ün yapmış özel dedektif Benoit Blanc da katılır. Blanc, kendisinin bile bilmediği biri tarafından bu davayı araştırması için tutulmuştur ve türlü arızalara sahip Trombley ahalisini tekrar sorgulayarak şüpheleri cinayet üzerine yoğunlaştırır. Rian Johnson, yazıp yönettiği 5. uzun metrajı ile kariyerinde türler arası gezintiyi sürdürüyor. Özellikle Brick (2005) ve Looper (2012) filmleriyle polisiye yapımlara duyduğu ilgiyi uzun bir aradan sonra Knives Out ile tekrar canlandırıyor. Konusuyla akıllara direkt Agatha Christie romanlarını getiren Knives Out, bu ilhamı kabul eden Johnson'ın ellerinde o geleneklere bağlı ama onları ters yüz etmeye de oynayan modern kaçamaklar yapan bir film. İntihar ile cinayet arasında gidip gelen bir gizem, hepsine uygun motivasyonlar verilmiş kalabalık şüpheli grubu ve karizmatik dedektif klasik üçgenini oluşturduktan sonra geriye kalan detayları da özenle işleyen Johnson, dinamik diyalog sahnelerini ve flashbacklerle desteklenen kurgunun eşlik ettiği sorgu sahnelerini uç uca ekleyerek söz konusu polisiye romanları andıran güçlü bir metin oluşturuyor.

Bir noktadan sonra bu klasik anlatımı değiştirmek isteyen Rian Johnson, filmin ortalarında Harlan Trombley'nin akıbetini hınzır bir kurguyla açık ederek en büyük gizemini kendi elleriyle çözüyor. Ama bu twist ile başka soru işaretleri de ortaya çıkarıp "yoksa öyle değil miydi" diyerek şüpheleri tekrar tazeliyor. Üstelik tek kozunun Trombley olmadığını gösteriyor. Miras meselesi, Trombley'nin hemşiresi Brezilyalı Marta ve ailesi sayesinde şöyle bir uğranılan göçmenlik meselesi, aile bireyleri arasındaki çıkar ilişkilerine dayalı güven/güvensizlik meseleleri derken Agatha Christie gösterip sol vuran Johnson, böylece farklı beklentiler içindeki seyircilerin bir kısmını memnun ederken, bir kısmından da o beklentileri değiştirmesini talep ediyor. Aslında Trombley'nin ölümünü erkenden aydınlatmış gibi yaparak hikayenin malikanenin dışına çıkmasını sağlıyor. Dışarı çıkınca da Marta'nın merkezde yer alan konumu daha da güçleniyor, başka suçlar için ortam ve entrika ağı genişliyor, bir malikaneye hapsolacağını düşündüğümüz hikaye sahaya inme fırsatı elde ediyor. Ama önemli kilit noktaların malikanede yaşanmış olması, finalde klasik Agatha "Katil Kim" Christie anlatımına dönüş yapılmasını sağlıyor. Tabii bu dönüşün Benoit Blanc şovuna dönüşmesi de o klasik anlatıma dahil bir özellik.


Bir Rian Johnson tasarımı olarak Benoit Blanc, bir Agatha Christie tasarımı olan Belçikalı dedektif Hercule Poirot'nun modern versiyonu şeklinde düşünüldüğünü belli eden ama Poirot kadar eksantrik olmayan bir karakter. Karizmasına Poirot kadar mizah katamasa ve bazı detaylara nasıl vakıf olabildiğini sorgulatsa da iyi senaryonun kendine biçtiği ağırlığın altından kalkıyor. Nezaketi, gözlemciliği ve şüpheciliğiyle beyaz perdede hayat bulmuş tüm Poirot aktörlerinin (en çok da Peter Ustinov ve David Suchet'in) o nefesini ensemizde hissettiren zekası, her rolünde aynı fiziksel görünümüyle karşımıza çıkan Daniel Craig bünyesinde Benoit Blanc'i bir marka haline getiremiyor. James Bond imajından hareketle Blanc için sakallı ve biraz da ukala bir Pierce Brosnan bu karaktere seviye atlatabilirdi. Tabii ki Craig iyi bir aktör. Özellikle finalde Blanc'i dolduruş çabası takdire değer. Ne var ki şimdilik Rian Johnson'ın onu tasarlayış biçiminin dışına fazla çıkmış görünmüyor. Şimdilik diyoruz çünkü duyurulan devam filmiyle başka bir cinayet davasında Blanc/Craig tekrar karşımızda olacak. Fakat bu devam filmi Benoit Blanc markası oluşmasından ziyade, eski usül katil kim hikayelerine dönüşün başka zeki senaryolarla karşımıza gelecek olmasıyla önemli.

Güçlü oyuncu kadrosuna rağmen Daniel Craig, Ana de Armas ve göründüğü sahnelerde Christopher Plummer dışında sivrilen ya da sivriltilen karakter yok gibi. Zaten bu tip suç hikayelerinde de olması gereken genelde budur. Şüpheli ve motivasyon sayısının çokluğu, aynı zamanda bu motivasyonların kendi minik yan hikayelerini yaratarak ana gövdeyle kurdukları bağlantıların çeşitliliği, tutarlılığı, enteresanlığı da çok önemli. Esasen Knives Out'un başarılı olduğu kalemlerin tepesinde Rian Johnson senaryosu duruyor. Twistler, seyirciye gösterilmeyip finalde geri dönüşlerle açık edilen sürpriz sahneler, satranç tahtasındaki taşlar gibi kullanılan yan karakterler, hep gölgede kalıp suçlu olduğunu gizlemeyi başaran malum taş derken çekilen bu bıçakların kalabalığını organize etmek hayati bir meseleye dönüşüyor. Küçük kelime oyunlarından, ufak yanlış anlamalardan, zekice kurulmuş komplolardan ve onların bir adım önünde giden başka komplolardan, kimi zaman karikatürize olmaktan çekinmeyen bir mizahtan, yalan söyleyince kusmak gibi ne zaman karşımıza çıkacağı kestirilemeyen fikirlerden ve iyi bir insan olmak üzerine film boyunca altı çok iyi doldurulmuş mesajından inşa edilmiş bu senaryo Knives Out'u son yılların değerli suç filmleri arasına koyuyor.

5 Temmuz 2020 Pazar

Il capitale umano (2013)


Yönetmen: Paolo Virzì
Oyuncular: Fabrizio Bentivoglio, Valeria Bruni Tedeschi, Matilde Gioli, Valeria Golino, Fabrizio Gifuni, Guglielmo Pinelli, Luigi Lo Cascio, Giovanni Anzaldo
Senaryo: Stephen Amidon, Paolo Virzì, Francesco Bruni, Francesco Piccolo
Müzik: Carlo Virzì

Stephen Amidon'un romanını Paolo Virzì, Francesco Bruni ve Francesco Piccolo'dan oluşan ekibin senaryolaştırdığı, İtalyan sinemasının tecrübeli senarist/yönetmenlerinden Paolo Virzì'nin yönettiği Il capitale umano (Human Capital), başta kurgusal olmak üzere pek çok seviyede ustalık kokan bir dram. "Dino", "Carla", "Serena" ve son bir final bölümüyle birlikte dört bölümden oluşan film, bir etkinlikteki görevi bittikten sonra bisikletiyle gece evine dönerken bir cipin çarpması sonucu ağır yaralanan garsonun geçirdiği bu kazayla başlıyor. Daha sonra bu kazanın 6 ay öncesindeki bir güne dönüp, üç bölüme de aynı gün ile başlıyoruz. İlk bölümde hırslı bir emlakçı olan Dino Ossola, kızı Serena ve sonradan evlendiği psikolog eşi Roberta'yı izliyoruz. Lombardia bölgesinin nüfuzlu yatırımcılarından Giovanni Bernaschi'nin görkemli malikanesine kızını bırakmaya gittiğinde girişkenliği sayesinde kendini bir anda zengin iş adamlarıyla tenis oynarken bulan Dino, oradaki sohbetlerin gazıyla kısa sürede kar edeceğini düşünerek Bernaschi Yatırım Fonu almaya karar verir. İyi bir yatırım yaptığından emin bir şekilde kendini Bernaschi ve ortakları gibi elit kesimden biri gibi görmeye başlar. Ama kendi parasının üzerine kar vaadiyle piyasadan topladıklarını da ekleyerek fon işine giren Dino için işler umduğu gibi gitmez. Üstüne eşi Roberta'nın hamile olduğunu öğrenir.

Dino ve Serena'nın malikaneye geldiği günün sabahına geri döndüğümüzde bu kez aynı günü Giovanni Bernaschi'nin eşi Carla'nın tarafında yaşıyoruz. Sanatla olan geçmişine rağmen işkolik eşinin gölgesinde tipik bir sıkılgan zengin eş profili çizen Carla, şehir merkezindeki eski bir tiyatroyu restore etmek, yeni oyunlarla tekrar halka açmak istemektedir. Bunun için konunun uzmanlarıyla bir komisyon kurar, komisyondaki oyun yazarı Donato ile yakınlaşır. Fakat restorasyon için Carla'ya söz veren, daha sonra tiyatroyu bir iş merkezi yapmak için sözünden dönen Giovanni ile ters düşer. Çok üzülüp öfkelense de kendisine lüks bir hayat sunan Giovanni'den ayrılamaz. Tekrar aynı günün sabahına gideriz ve bu kez Dino'nun kızı Serena açısından filme başlarız. Bernaschilerin uçarı oğlu Massimiliano ile arkadaş olduğu için serbestçe malikaneye girip çıkan Serena'yı herkes onunla sevgili sansa da, o aslında bir uyuşturucu meselesi yüzünden okulda dışlanmış olan Luca'ya ilgi duymaktadır. Okulun ödül gecesinde biraraya gelen Ossola ve Bernaschi ailelerinin, Bernaschilere ait cipin o gece orada çalışan garson Fabrizio'ya iş çıkışı çarpıp ağır yaralamasıyla yaşadıkları olayları üç perdeye ve bir final bölümüne ayıran film, hem başroldeki bu üç karakteri farklı açılarla derinleştiriyor, hem de bu kazanın gizemi etrafında kendini sürekli yenileyen güçlü bir dram ağı kuruyor.


Bu şekilde üç karakter üzerinden aynı zaman dilimini izlediğimiz filmlerin çoğunda rastladığımız üzere birbirine soru sorup, sonra birbirine cevap veren sistemi uygulayan bu üç bölüm bir yandan farklı açılardan ilerleyip kendi olay örgüsünü kurarken, diğer yandan ortak kesişme noktalarıyla da birbirlerine destek çıkıyor. Birilerinin aceleyle nereye gittiğini, neden ağladığını, neden telaşlı olduğunu vs. birbirlerine paslayarak adım adım cevaplandırıyor, kronoloji jimnastiği yaptırıyorlar. Fakat bununla birlikte üç bölümün de odağını oluşturan kazadaki gizemi açık etmeyip son bölüme kadar sahip çıkıyorlar. Bu hınzır senaryo biçimini kurgusal olarak da pelikülde zinde bir biçimle tek vücut haline getiren film, her şeyi kitabına uygun yapıyor. Her bölüm, adını aldığı karakteri merkeze koyarken diğerlerinin vasıflarını flu bırakarak, bir sonraki bölüme kadar kendi işine bakıyor. Giovanni, Roberta, Massimiliano ve Luca gibi yan karakterler de üç bölümdeki tamamlayıcı özellikleriyle sanki filme kendi isimlerinin verilebileceği ekstra bölümlerle katılabilirlermiş gibi işlevli görülüyorlar. Yine de bu rollerden en ağırlıklı ve olayla doğrudan ilgili olan üç tanesinin seçilmiş olması, hikayeyi olası bir hantallıktan kurtarıyor. Ayrıca "Dino", "Carla", "Serena" sıralaması da olay örgüsüne bakıldığında tam olması gerektiği gibi.

Il capitale umano, farklı sınıflara ait iki ailenin bir kaza öncesi ve sonrası yaşadıkları üzerine uzaklı yakınlı bağlantılar kuran, bu sınıfsal eşitsizliği yedekte bekletip doğru anlarda sık sık oyuna sokan bir dram. Ama en doğru zaman da final oluyor ki, hayatın bazıları için en tatlı haliyle kaldığı yerden devam edip, bazıları için ise kapanması zor yaralar açtığı gerçeğinin altı çok iyi çiziliyor. Kapitalist sistemin yara açmak kadar kapatmakta da üstüne olmadığını, para olduğu sürece ortadan kaldırılabilecek sorun çeşitliliğinin sınırlarını bir de bu hikaye üzerinden tecrübe ediyoruz. Kendi menfaatlerini her şeyden önde tutan sigorta şirketlerinin, kişinin tahmini ömrü, normal kazanç kapasitesi, duygusal bağlarının niceliği ve niteliği gibi bazı parametreler üzerinden hesapladığı ve "beşeri sermaye" olarak adlandırılan meblağlardan ibaret gördüğü hayatlarımızın nasıl bir güvence altında olduğunu bir kez daha görüyoruz. Dev şirketler, onları koruyan avukatlık şirketleri, muhasebe şirketleri, sigorta şirketleri derken insan olarak ederimizin parametrelerle ölçülmesi bizi karmakarışık duygulara sürüklüyor. Filmin beşeri sermayeleri olan Fabrizio Bentivoglio (Dino), Valeria Bruni Tedeschi (Carla) ve Matilde Gioli (Serena) ise performanslarıyla kendi bölümlerinin yıldızı olmayı başarıyor. 90'larda başlayan yönetmenlik kariyeriyle adım adım yükselen Paolo Virzì'nin karışık, hassas, tıkır tıkır işlemesi gereken bir kurguyu ustalıkla yoluna koyması, roman matematiğini perdeye aktarmanın dezavantajlarından pek etkilenmediğini gösteriyor.