30 Kasım 2018 Cuma

Searching (2018)


Yönetmen: Aneesh Chaganty
Oyuncular: John Cho, Michelle La, Debra Messing, Joseph Lee, Sara Sohn
Senaryo: Aneesh Chaganty, Sev Ohanian
Müzik: Torin Borrowdale

Kız arkadaşında kalmaya giden 16 yaşındaki kızı Margot'dan bir daha haber alınmayınca onu bulmak için bilgisayar üzerinden araştırmaya başlayan David Kim'in bu sürecini konu alan Searching, senaryosunu Aneesh Chaganty ve Sev Ohanian'ın yazdığı, Aneesh Chaganty'nin yönettiği enteresan bir film. Öncesinde sadece kısa filmlerle uğraşan Chaganty, bu ilk uzun metrajında adeta bir meydan okuma gösterisi olarak sadece hayatımızı sarıp sarmalamış teknolojik araç gereçlerin gözünden bir polisiye tasarlamış. Süresi olan 1 saat 40 dakika boyunca her anı çeşitli dijital ekranlardan izlediğimiz Searching, sıkça dile getirildiği gibi uzun bir Black Mirror bölümüne benzese de, o serinin kendi kalite sıralamasında ortalarda yer bulacak bir bölümü andırıyor. Neden üst sıralarda değil de ortalarda bulunması gerektiğinin nedenlerinden en önemlisi, Black Mirror'da insanlık için kabusa dönüşen teknolojik tabanlı gelecek senaryoları yerine, halen içinde bulunduğumuz, aktif biçimde kullandığımız, farklı biçimlerde her gün soluduğumuz sanal atmosferden faydalanıyor, yeni birşeyler söylemiyor olması.

Filmleri sırf yeni birşeyler duymak için izlemiyoruz elbette. Ama Searching, kendisini bu şekilde bir kısıtlamaya tabi tutarak mühim bir cesaret örneği gösteriyor. Aksadığı yönlere rağmen şık bir "deneme" olarak bile görülmeyi hak ediyor. Fakat yine bu deneysel yönüyle dijital ambiyanstan mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışan veya güncel uygulamalara, programlara, araç gereçlere mesafeli (ya da onlardan bihaber) insanlar için eziyete dönüşebilecek bir yapısı da var. Facebook, Twitter, Instagram ve daha birçok sosyal medya sitesi, sohbet programları, internet siteleri, telefon ve bilgisayar aplikasyonları, TV görüntüleri, gizli kameralar derken Chaganty bizi bir an bile bu dijital ortamdan dışarı çıkarmıyor. Bir anlamda tek mekan filmi çekiyor. Ama bu tek mekanın kendi içindeki sınırsız genişliğinin farkındalığını da tüm yönleriyle gösteriyor. Yarattığı kayboluş gizemini baba David aracılığıyla aktarırken, onu sanki bir dijital ekran dedektifi gibi konumlandırarak, filmin dışarıdan verdiği sentetik yapıyı sağaltmaya çalışıyor. Güney Kore'de doğmuş ancak çocukluğundan beri Amerika'da yaşayan John Cho sayesinde bunu başarıyor da.


Chaganty, bu masabaşı araştırma sürecinde elinden geldiğince her yere bakmaya, hiç bir detayı atlamamaya, sanal alemde karşılaşılabilecek hilelere, tuzaklara, tehlikelere çentik atmaya çalışıyor. Margot'nun evde bıraktığı laptopuna giriş yapmamızın hissettirdiği şekliyle, başkalarının dosyalarını karıştırmaktan, sosyal medya hesaplarında gezinmekten alacağımız suçlu zevke de dokundurmadan edemiyor. Tabii David bunu kızının izini bulabilmek adına yapıyor. Ama Chaganty muhtemelen bilerek ve isteyerek biz seyircileri böyle bir pozisyona sokmak suretiyle bir taşla iki kuş vurabiliyor. Hatta kimi zaman ekrandaki mouse imlecini bir oyuncu gibi kullanıyor. Bu biçimsel yeniliği tek başına bırakmayıp bir yandan da hikayesini ilerletmek, boyutlandırmak, hedef saptırmak adına da boş durmuyor. İşin içine, olayı sahada araştıran ödüllü polis dedektifi Vick'i, David'in kardeşi Peter'ı, gizemli bir sosyal medya hesabını, Margot'nun takipçi listesinden birkaç kişiyi, hatta ne idüğü belirsiz bir seri katili de dahil ederek ters köşeler belirlemeye çalışıyor.

Ne var ki, yapmaya çalıştığı pekçok şey rayına oturmuşken yavaş yavaş ulaşılan final yolunda benzini tükenmeye başlıyor. Margot'nun akıbeti konusunda Black Mirror yaratıcısı Charlie Brooker ne düşünürdü veya bu filme nasıl bir son tasarlardı çok merak ediyorum. Ama onun tasarlayacağı sonun Chaganty'nin tasarladığı gibi olmayacağına neredeyse eminim. Bu açıdan Searching, finali ile hayalkırıklıkları yaratma olasılığı yüksek bir film. Sürpriz sonundaki gedikleri aşmanın zorluğu, "aile her şeyden önce gelir" mesajının arkasına saklanıyor. Ama Searching gibi yaratıcı bir fikrin çok daha zeki alternatif sonlar üretmesi, muhafazakar Amerikan seyircisinden ürkmemesi, Charlie Brooker kafasında takılması gerekirdi. Tabii bunlar şahsi düşüncelere giriyor. Sır saklamanın zorlaştığı, insanların farklı kullanıcı adlarıyla günlük yaşamlarından farklı kişilermiş gibi yeni kimliklerle cirit attığı, ama bunu yaparken bile fark etmeden ekmek kırıntıları bıraktıklarını devasa bir alemden, o alemi ayaklarımızın altına seren aygıtlardan söz ederken şahsi düşüncelerin tek tip kalması düşünülemez. İşte Searching, tüm o alem ve aygıtların en yakınımızdaki kişiyi bile tanıyamayacağımız bir başka kişiye dönüştürebileceğini, iletişimi kolaylaştırması gerekirken güçleştireceğini, aynı zamanda bu iletişimde eskiden olduğu gibi daha insani yöntemler izlememiz gerektiğini vurgulayan bir film.

22 Kasım 2018 Perşembe

Asura: The City Of Madness (2016)


Yönetmen: Kim Seong-su
Oyuncular: Jung Woo-sung, Hwang Jung-min, Joo Ji-hoon, Kwak Do-won, Jung Man-sik, Yoon Ji-hye, Kim Hae-gon, Kim Won-hae, Oh Yeon-ah, Kim Jong-soo
Senaryo: Kim Seong-su
Müzik: Lee Jae-jin

Kentsel dönüşüm ve yeniden yapılandırma sürecindeki 480 bin nüfuslu Annam şehri, yozlaşmış belediye başkanı Park Seong-bae'nin hakimiyetindedir. Hakkında açılan yolsuzluk davasındaki savcılığın tek tanığını son anda şantajla tanıklık yapmaktan caydırır ve davadan yırtar. Bunu sağlayan ise, güçlünün yanında yer almayı şiar edinmiş Dedektif Han Do-kyeong'dur. Do-kyeong kendi tabiriyle belediye başkanının şahsi av köpeği gibi onun kirli işlerinden sorumludur. Aynı zamanda başkanın kızkardeşi ile evli olan Do-kyeong, karısının son evre kanser yüzünden gördüğü tedavi masraflarının karşılanması nedeniyle sorgusuz sualsiz eniştesinin emrinden çıkmamaktadır. Do-kyeong, savcılığın tanığını tehdit ederken kendisine yardımcı olan uyuşturucu müptelası serseriyi izleyen bir başka polisin ölümüne sebep olunca savcılığın radarına girer. Do-kyeong'un bu cinayetini yakalayan bölge savcısı Kim Cha-in, soruşturma açılmaması karşılığında Do-kyeong'dan belediye başkanına karşı kendileriyle işbirliğine girmesini şart koşar. Hem belediye başkanı Park Seong-bae, hem de bölge savcısı Kim Cha-in tarafından sıkıştırılan Do-kyeong, çift taraflı oynamak durumunda kalır.

Kim Seong-su'nun yazıp yönettiği 4. uzun metraj olan Asura: The City Of Madness, zekice kurgulanmış polisiye olay örgüsü, bu örgüye ustalıkla eklenmiş politik gerilimi ve çok güçlü performanslarıyla Güney Kore sinemasının başarılı örneklerinden biri. Ülke kültürünün getirisi olan ve artık kanıksanmış birtakım abartılarına rağmen, klişelere yüz vermemeye gayret eden, bu gayretinden çoğu zaman galip çıkan Asura, sinema tarihinin politik soslu polisiye yapımlarından ufak miraslar taşıyor. Özellikle birbirine düşman iki major gücün arasına sıkışmış, ikisine de aynı anda esir düşmüş yoz polis figürünün merkezde yer aldığı nitelikli suç filmleri arasında gösterilmeyi hak ediyor. Bu hak belki uzun vadede daha ciddi şekilde kendisine teslim edilir mi bilinmez. Ama teslim edilmezse de muhtemelen birazdan değineceğimiz finali yüzünden fırsatı kaçırmış bir film olarak anılacak. Bu iki güç arasında kaldığı süre boyunca yemediği dayak, işitmediği hakaret, yaşamadığı talihsizlik kalmayan Do-kyeong karakteri o kadar bilinçli işlenmiş ki, suni vicdan gelgitlerinden, basmakalıp kahramanlıklardan, şov amaçlı zeka gösterilerinden arındırılarak, hatalarıyla, köşeye sıkışmış çaresizliğiyle tam bir kaybeden olarak tasarlanmış.


Ama Do-kyeong, bu kayboluşun, bu çift taraflı sıkışmışlığın içinde kendi çıkışını bulmanın yolunu ararken bir sinema karakteri olarak gücüne güç katıyor. Kim Seong-su, zaman zaman politik skandallarını duyduğumuz Güney Kore siyasetindeki yolsuzluk haberlerinden bir benzerini kaleme alırken tek boyutlu düşünmeyip, adalet mekanizmasındaki yolsuzlukları da buna paralel hale getiriyor. Yozlaşmanın iki yüzünü birden bu paralellikte ele alırken, hemen her milletin aşina olduğu geniş tabanlı bir çürümeye dikkat çekiyor. Bu hengamede direksiyonu Do-kyeong gibi bir karaktere vererek politika ve adalet eleştirilerinin yavan biçimde sloganlaşmasının önüne geçiyor. Eleştirel bazda tansiyonun düşmesine izin vermediği gibi, gereksiz aksiyon numaralarıyla ortalığı canlı tutma ihtiyacı da duymuyor. Ama istediği zaman aksiyonun da hakkını vereceğini gösteriyor. Örneğin çok iyi çekilmiş yağmurdaki araba takip sahnesi, bu bünyede sakil durmadığı gibi, filmin kapasitesinin aksiyonu da kapsadığını, ama kesinlikle ona bel bağlamadığını belli ediyor. Üstelik yine bu hengamede Do-kyeong'un genç ortağı Moon Seon-mo'nun yükseliş ve çöküş yan öyküsü de filme kendisini dahil etmeyi biliyor. Her şey tadında, kıvamında, yolunda. Ta ki malum finale kadar.

Do-kyeong'un seyirci dahil kimselere açık etmediği planı dahilinde finale doğru yaşanan düşman tarafların buluşması, çok iyi başlamasına rağmen filmin genel kıvamına ihanet edercesine yavaş yavaş kanlı ve kolaya kaçan bir kontrolden çıkışa doğru evrilince, keşke o açık edilmeyen planın başka aşamaları da olsaydı diye hayıflanmak kuvvetle muhtemel. Kesinlikle filme uyumlu bir final değil bu. Filmin nasıl bu aşamaya getirildiğine çok bilinçli bir şekilde anlam verebilirken, kendini bir anda basit bir aksiyon gibi konumlandırmasına anlam vermek için uğraşmak gerekebiliyor. Fakat bu bile Asura'nın genelini zedeleyemiyor kanımca. Çünkü o ana dek ne yapmak istiyorsa neredeyse hepsini doğru yapıyor. Do-kyeong'u çok iyi tanımlayıp bir nevi bu görevini tamamlamış oluyor. Jung Woo-sung, Hwang Jung-min ve Kwak Do-won gibi Güney Kore sinemasının üç güçlü isminin güven veren performansları, göründükleri her anı taşımakta hiç teklemiyor. Cesur, gerçekçi, bir şekilde kolayı tercih etmeyip (final haricinde tabii) sürekli başka yollar arama eğilimindeki akıcı senaryo Asura'yı bu türün dikkate değer filmleri arasına koyuyor.

12 Kasım 2018 Pazartesi

1945 (2017)


Yönetmen: Ferenc Török
Oyuncular: Péter Rudolf, Eszter Nagy-Kálózy, Bence Tasnádi, Dóra Sztarenki, Tamás Szabó Kimmel, Iván Angelusz, Marcell Nagy, József Szarvas, Ági Szirtes
Senaryo: Gábor T. Szántó, Ferenc Török
Müzik: Tibor Szemzö

Tarih 12 Ağustos 1945. Yer II. Dünya Savaşı sonrası küçük bir Macar kasabası. Yıllar önce kasabada yaşayan Yahudi komşularının gönderilmesinden sonra onların her türlü mülklerini sahiplenmiş olan halk, sicil memuru ve kasabanın en yetkilisi konumundaki István'ın oğlu Árpád ve güzel Kisrózsi'nin düğün hazırlıkları ile meşguldür. Komşularının geri döneceğini hiç düşünmeyen kasabalılar, kendilerine emanet edilmiş veya kaos sonrası üzerine konulmuş taşınır/taşınmaz mallarla kendi düzenlerini kurmuşlardır. Ancak 12 Ağustos günü biri yaşlı diğeri genç, siyahlar giymiş iki adam trenle kasabaya gelirler. Yanlarında içinde parfüm olduğu söylenen iki büyük sandık vardır. Bir at arabası kiralayarak sandıkları kasabada bilinmeyen bir yere götürmeye koyulurlar. Küçük kasabada hemen yayılan bu haber sonrası başta István olmak üzere halk panik havasına bürünür.

Senaryosunu Gábor T. Szántó ve Ferenc Török'ün yazdığı, televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Török'ün yönettiği 1945, savaş sonrası onlarca hikaye arasından çok fazla işlenmemiş, en azından üzerine bu kadar yoğunlaşılmamış bir tanesini küçük bir Macar kasabası fonunda perdeye aktaran başarılı bir dram. Aslında buna benzer çok fazla hikaye, farklı türlerle ele alınmış, ait olduğu türün dışında başka bir türde de anlatılabileceğini hissettirmişti. Örneğin 1998 tarihli Fransa/Almanya ortak yapımı Radu Mihaileanu filmi Train de vie, nazi istilasından kaçmak için bir Orta Avrupa Yahudi kasabası halkının müthiş planını konu edinmişti ve 1941'de geçiyordu. İşte o yıllardaki istilalardan kaçamayanların geride bıraktıklarını sahiplenen Macar kasabası halkı bu defa bambaşka bir hikayenin merkezine oturuyor. Komedi ve dramın harikulade bir buluşması olarak tanımlayabileceğimiz Train de vie, sadece koyu bir dram ile yapılsa şu anki lezzetini taşır mıydı tartışılır. İstenilse 1945 de dram ve mizah karışımı bir tonla yazılabilirdi. Oysa filmde mizahın "m"si yok. Ama bu durum filmin meramını anlatmasına engel değil. Hatta herhangi bir mizahi hamle filmde çok sakil bile durabilirdi.

İhanet teması üzerine yoğunlaşan 1945, bu kavramı hem evlenmek üzere olan Árpád ve Kisrózsi açısından (ki bu açı daha çok filmi finale doğru kızıştırmak için tasarlanmış), en çok da akıbeti bilinmeyen Yahudi komşularının emanetlerine hıyanet eden veya yeltenen kasaba halkı üzerinden tanımlamaya çalışıyor. Finale dek sandık yüklü at arabasının arkasında ketum bir şekilde yürüyen iki adamın gizemini kasabalıların panik halleriyle yorumlamaya çalışırken, o paniği işlevsel hale sokup vicdani hesaplaşmaların, pişmanlıkların, adaletsizliklerin, trajedilerin tetiği haline getiriyor. Savaşın yıkıcılığının savaşsız bir ortamda bıraktığı yaraların izini sürüyor. Başta István rolündeki Péter Rudolf olmak üzere başarılı performanslarıyla, yılların görüntü yönetmeni Elemér Ragályi'nin (kendisi İlyas Salman'ın başrolde yer aldığı Simindis kundzuli (Corn Island) filminin de usta işi sinematografisini üstlenmiş) siyah beyazdan güç alan güçlü görüntüleriyle hem tarihi, hem de dramatik bir ambiyans yakalıyor. Böylelikle II. Dünya Savaşı sonrasına ait yüzlerce film arasında arka sıralarda kendine ait mütevazi bir yer açmayı başarıyor.

4 Kasım 2018 Pazar

Burning (2018)


Yönetmen: Lee Chang-dong
Oyuncular: Yoo Ah-in, Jun Jong-seo, Steven Yeun
Senaryo: Lee Chang-dong, Oh Jung-mi-I
Müzik: Mowg

Part time bir işte çalışan genç Jong-soo, teslimat yaptığı mağazada liseden arkadaşı Hae-mi ile karşılaşır. Jong-soo onu ilk başta tanımasa da kısa sürede aralarında bir ilişki başlar. Afrika'ya seyahate gideceğini söyleyen Hae-mi, yokluğunda Jong-soo'dan kedisi Buhar'a bakmasını ister. Jong-soo her gün Hae-mi'nin evine giderek kediye yiyeceğini verir. Ama kediyi bir türlü göremez. Bir süre sonra Hae-mi Afrika'dan döner. Ama yanında Ben adlı yakışıklı ve gizemli bir adam vardır. Hae-mi ile bir ilişkiye yelken açacağını düşünen Jong-soo, karşısında yeni bir ilişkiye yelken açmış Hae-mi - Ben çiftini bulur. Çaresizce kaderine razı olur. Ama bu çift sürekli Jong-soo'yu da gittikleri yerlere götürmek, onu evinde ziyaret etmek ister. Uçarı bir karaktere sahip Hae-mi, ne iş yaptığı belirsiz lüks bir yaşam süren 30'larındaki Ben ve öfke kontrolü yüzünden gözaltındaki çiftçi babasının köhne evinde kalan Jong-soo kendilerini tuhaf bir aşk üçgeni içinde bulurlar.

Sadece Güney Kore'nin değil, artık dünya sinemasının en güçlü auteurlarından biri olan Lee Chang-dong imzalı Burning, Haruki Murakami'nin ilk kez The New Yorker'ın 1992 baskısında yayınlanmış "Barn Burning" adlı kısa hikayesinden Lee Chang-dong ve Oh Jung-mi-I ortak senaryosu olarak perdeye uyarlanmış bir yapım. 1997 tarihli ilk filmi Green Fish haricinde senaryo yardımı almayıp tüm filmlerini kendisi yazıp yöneten Chang-dong, kendine özgü anlatımından milim oynamamış vaziyette bu kısa hikayeyi kendi içinde katmanlandırarak modern bir epiğe dönüştürüyor. Fakat epik kelimesinin bilinen anlamına henüz ad konmamış alternatif bir anlam çatısı altında Burning de bütün Chang-dong filmlerinin sade, akıcı, muğlak ve bağlayıcı özelliklerini yoğun biçimde taşıyan bir film. Bugüne kadar aşk, yalnızlık, ümitsizlik, inanç, geçmişin yükleri gibi daha da sayabileceğimiz onlarca hassas duyguya yaptığı yolculuklarla sinema sanatına benzersiz filmler katmış Chang-dong, bunların hiçbirinde sabit bir temaya takılıp kalmamış, onları adeta bir nehrin doğal akışına bırakmışçasına serbest, öte yandan ne zaman yüzeye çıkacaklarını, ne zaman boğulacaklarını da ustalıkla tasarlamış bir yönetmen.


Bu noktada Burning de diğer Lee Chang-dong filmlerinden farklı sayılmaz. Burning için "tuhaf bir aşk üçgeni" tanımlaması kimi yönleriyle uygun düşse de, bir yandan buna bir aşk üçgeni denmesinin önünde ciddi engeller de mevcut. Hae-mi, Jong-soo ve Ben ayrı ayrı üzerine analizler yapılabilecek karakterler. Ama bu onları çok ayrıksı, görülmemiş veya beyaz perde için dizayn edilmiş sunilikte karakterler yapmıyor. Tam tersi, onlar bir barda şuh kahkahasını duyduğumuz, spor bir araba içinde görüp gıcık olduğumuz ya da asık suratıyla sokakta yanımızdan geçip giden insanlar. Onları analize değer kılan, kendi arzuları içinde veya dışında kurulan denklemdeki rolleri. İçimizden birileri oldukları için, her gün gördüğümüz veya hakkında konuştuğumuz insanlar oldukları için, kısacası aslında birer film karakteri olmayacak kadar gerçek oldukları için analiz etmemiz çok daha kolay. Chang-dong'un bütün kahramanları tam da bu insanlar. Gerçeklikleri yüzünden kestirilemeyenler. Bir aşk üçgeni klişesini garipleştirecek farklı ruh hallerinin biraraya getirilmiş, bu sayede olağanüstü bir duygusal gerilim atmosferi kurulmuş mayın tarlasına Burning diyoruz.

Fakat burada mayın tarlası yerine sera metaforu var. Artık kullanılmayan, işe yaramaz seraların yakılıp yok olmasını isteyen Ben'in bir "sera seri katili" olduğu bilgisi bizzat bu güvenilmez adam tarafından bize verildiğinde önce bununla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Çünkü film bizi sürekli güvenilmez bilgilerle dolduruyor. Bir pandomim etkinliğine gittiğini öğrendiğimiz Hae-mi'nin olmayan bir portakalı soyup yemesiyle başlayan bu süreç, Jong-soo'nun Hae-mi'ye ait küçücük evde bir türlü göremediği kedi, yine Jong-soo'nun çocukluğuna dair bir türlü hatırlayamadığı bir kuyu, geceleri Jong-soo'ya gelen sessiz aramalar, Jong-soo'nun Muhteşem Gatsby benzetmesi yaptığı, ne iş yaptığı bilinmeyen genç zengin Ben diye sürüp gidiyor. Kayboluşlar, ortaya çıkışlar, üst üste bindirme yapan gizemler, başta bize gösterildikten sonra tekrar karşımıza çıkan, bu defa hiç fark etmeden onlara birer fonksiyon yüklendiğini anladığımız objeler birer puzzle parçaları gibi önümüze yığılıyor. Bu paranoya hali, yazar olmak isteyen ama bir türlü yazamayan Jong-soo'nun en sevdiği yazar olan William Faulkner'ın hangi eserlerinin Burning bünyesine nasıl yansıdığını merak ettiğimiz referanslar bilinmezliğiyle sürüp gidiyor. Çiçek gibi açılan, ama açıldıkça yeni açılımlar gerektiren olay örgüsü, cevapsız sorular, sorularının nasıl sorulacağı kestirilemeyen, yeni sorular yaratan cevaplar, birbiriyle organik bağlar kurmayı başaran alakasızlıklar... Gerçek bir senaryo şöleni.


Gerek doğal tasarımları, gerekse geçmişleri ve akıbetleriyle üçü de birbirinden esrarengiz karakterlerin her birine gereken itina gösterilmiş olsa da, biz Burning'i baştan sona Jong-soo'nun peşinde izliyoruz. Böylece Chang-dong, kendi geleneğini bozmayıp tek bir karakter üzerinden koskoca bir filmi boyutlandırma ustalığını yine tekrarlıyor. Yeri geliyor kendi filmini tek kelime etmeden kendi sekanslarıyla yorumluyor. Herkes kendi işine geldiği, kendi ruhunu doyurduğu veya aç bıraktığı ölçülerde bu sekansları elden geçiriyor. Bu sekanslar seyircilere, yorumculara, eleştirmenlere bambaşka kapılar açıyor. Daha önce izlediğimiz bir Lee Chang-dong filmi bittiğinde o kapıları sonsuza dek kapatabildik mi burası göreceli. Ama Burning bittiğinde o kapıları kapatmak her zamankinden çok daha zor hale gelecek. Bunu en iyi Chang-dong ile çok fazla vakit geçirmiş seyirci kitlesi anlayacaktır. Vladimir Nabokov'un artık bir klişeye dönmüş olan "bir romanda asıl olaylar karakterler arasında değil, romanı yazanla okuyan arasında geçer" sözü milyonlarca nitelikli filmde kendine karşılık bulabilir. Chang-dong filmlerinde ise tek bir karakterin odağından yansıyan olaylar filmin kendisiyle seyircisi arasında geçer her zaman.

Lee Chang-dong'un oyuncuları genellikle gösterişsizdir. Film başlar, gelişir, biter. Bir de bakmışızdır ki o oyuncular, canlandırdıkları karakterden sıyrılmadan, sadece o filmin sınırları dahilinde asıl gösterişlerini sergilemişlerdir. Geçmişte yaşadıkları, şimdide hissettikleri, finalde yaptıkları hakkında ser verip sır vermeyen, ama öte yandan filmin taşıdığı türlü ruh halini onun gözünden, zihninden, ketum vücut dilinden yaşadığımız Jong-soo'yu Yoo Ah-in canlandırıyor. Hae-mi rolüyle henüz ilk filminde rol alan Jun Jong-seo, iki erkek arasındaki elektriği kızıştıracak bir arzu nesnesi olmaktan uzak sade güzelliği yanında, kafasına göre kıta değiştiren, dans eden, soyunan, uyuyan tuhaf enerjisiyle filme farklı duygular katıyor. Chang-dong, onu gösterdiği sahneler kadar göstermediği sahnelerle de yaşatan bir auraya buluyor adeta. Ben rolünün gösterişli olması gerekliliğinin bilinciyle seçilmiş Steven Yeun, yakışıklılığı, karizması, film boyunca yüzünden eksilmeyen sinir bozucu gülümsemesi ve neye yorulacağı bilinmeyen gizemiyle üçgeni tamamlıyor. Fakat bu o kadar orantısız bir üçgen ki, hiçbirinin birbirine uzaklığı, yakınlığı, kurduğu açı yüzde yüz belli değil. Evet, Burning'in bir finali var. Hem de yıllarca unutulmayacak, yıllandıkça demlenecek, yıllar içinde aynı zihinde farklı biçimlerde yorumlanabilecek, aslında bitmemiş bir final bu. Filmin kendisi zaten bitmemiş, hayatın ortasında bir yerden başlamış, belki de o hayatlara iz bırakmış iki buçuk saatlik bir finalden ibaret. Her izlendiğinde bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek bir film Burning.