2015 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2015 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2022 Perşembe

Liza, a rókatündér (2015)

 
Yönetmen: Károly Ujj Mészáros
Oyuncular: Mónika Balsai, Szabolcs Bede Fazekas, David Sakurai, Antal Cserna, Piroska Molnár, Gábor Reviczky, Mariann Kocsis, Ági Gubík, Lehel Kovács
Senaryo: Bálint Hegedûs, Károly Ujj Mészáros
Müzik: Dániel Csengery, Ambrus Tövisházi

Bálint Hegedûs ve Károly Ujj Mészáros'un senaryosunu yazdığı, kısa filmlerin ardından Mészáros'un yönettiği ilk uzun metraj olan Liza, a rókatündér (Liza The Fox-Fairy), Japon konsolosunun dul eşinin bakımını yapan 30 yaşındaki Liza'nın modern masalını anlatıyor. Bir yandan sıkıcı hayatına mülayim bir şekilde katlanırken, gerçek aşkı bulma hayalleri kuran Liza'nın tek arkadaşı, bakıcılık yaptığı evde sadece onun gorebildiği, uzun zaman önce ölmüş Japon pop yıldızı Tomy Tani'nin hayaletidir. Liza'yı kıskanan Tomy'nin yaptığı büyü yüzünden etrafındaki bazı insanlar, özellikle de onu arzulayan erkekler birer birer ölmeye başlayınca, evde bulduğu eski bir Japon müze broşüründe okuduğu Tilki Peri Lanetine sahip olduğunu düşünmeye başlar. İnsanların ölmesini engellemek ve hayallerine kavuşmak için bu laneti bozmanın yollarını arar. Renk paletleri, mekan seçimleri, şık kadrajları, masalsı ve modern öğeleri buluşturan anlatımıyla stilize bir romantik-kara-komedi olan Liza The Fox-Fairy, birçok uluslararası ve fantastik film festivallerinden haklı ödül ve adaylıklar aldı. Modern bir masal olarak nitelendirilebilecek filmin bu karışımı zaman zaman Wes Anderson veya Jean-Pierre Jeunet referansları taşısa da, metin ve anlatı olarak çok daha sade, özüne sadık, hikaye dengesini koruyan bir yapıda. Absürt dokunuşlarını bu dengeli duruşuna sakil durmayacak şekilde entegre etmesi, başka bir deyişle gerçeküstülüğünü romantik komedi anlayışıyla bütünleştirmesi filmin çıtasını yükseltiyor.

Çin ve Doğu Asya mitolojilerinde "Tilki Ruhu" olarak bilinen bu efsaneyi filmden dinlediğimiz şekliyle kabullenip Liza'nın üzerindeki bu tuhaf laneti kabaca kabullendiğimizde film kendi kara mizah dinamiklerini oluşturmuş oluyor. Efsaneye göre Nasu ormanında yalnız yaşamakla cezalandırılmış lanetli şeytanlar olduğuna inanılan tilki perilere aşık olanlar ölmek zorunda. Liza'ya saplanıp kalan bu lanet, sadece tilki periyi başına gelecekleri bile bile saf bir şekilde seven birisi tarafından bozulabilir. Bu folklorik kalıp modernize edilirken senaristler Hegedûs ve Mészáros hem güncel detaylarla, hem de retro havası veren nostaljik sadeliklerle güçlü bir çevre düzeni kurmuşlar. Rahatsız etmeyen absürtlükler filmin doğal akışında çok iyi durmuş. Birbirinden tuhaf izdivaç kurbanlarını saymazsak, biri hayalet olmak üzere üç erkek tarafından bir aşk çemberine alınan, saflığı ve güzelliğiyle büyüleyen Liza, bir romantik komedi için çok doğru bir odak noktası. Hem sevimli, hem de seksi bir kadın olarak kendini sadece gerçek aşkı bulmaya adamış olmanın saflığıyla burnunun ucundaki gerçek aşkı göremeyişinin gülümseten anları, onu modern bir zamanda yaşayan romantik komedi kraliçesi yapmakta zorlanmıyor. Zeki ve ketum polis Zoltán da tam ona göre bir partner. Liza'yı canlandıran Mónika Balsai ve Zoltán rolündeki Szabolcs Bede Fazekas bu yüzden tam da filmin ihtiyacı olan masalsı mütevaziliği ve dingin tutkuyu vücuda getiren oyuncular. En son ülkesi Macaristan'da 2019'da çektiği 8 bölümlük Alvilág dizisinden beri yeni işi olmayan Károly Ujj Mészáros, daha fazla film yapması gereken yönetmenlerden.

30 Haziran 2022 Perşembe

Le tout nouveau testament (2015)

 
Yönetmen: Jaco Van Dormael
Oyuncular: Pili Groyne, Benoît Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau, Laura Verlinden, Serge Larivière, Didier De Neck, Marco Lorenzini, Romain Gelin, Johan Heldenbergh
Senaryo: Thomas Gunzig, Jaco Van Dormael
Müzik: An Pierlé

Senaryosu Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael'e ait olan, Jaco Van Dormael'in yönettiği Le tout nouveau testament (The Brand New Testament) adlı filmde Tanrı erkek suretinde, Brüksel'de eşi ve kızı Ea ile yaşıyor. Eşi ve çocuğuna çok kötü davranıyor, odasındaki bilgisayarla insanların hayatını acımasızca kontrol ediyor. Karısını sürekli aşağılayıp, odasına girdi diye Ea'yı dövüyor. Kaba, ilgisiz, huysuz, ruhsuz babasının davranış bozukluklarından bunalan Ea, bir gün onun odasının anahtarını alıp bilgisayarını karıştırıp insanların ölecekleri günleri cep telefonlarına göndererek ifşa ediyor. Evi terk etmeye karar veren Ea, babasının odasındaki bir çekmeceden seçtiği 6 kişiyi kendine havari yapmak için çamaşır makinesindeki gizli geçitten geçerek bu insanları ziyaret etmeye başlıyor. Bu absürt konuyu alegorik bir zeminde, sık sık Jean-Pierre Jeunet'nin Amélie'si tadında işleyen Dormael, başlangıçta derme çatma, takibi zor bir üslup benimsemiş gibi görünse de, zamanla hem kendini toparlayıp yumuşatıyor, hem de bu üslubu zenginleştirerek seyirciyi alıştırıyor. Ea'nın rastgele seçtiği 6 havari adayının sırayla tanıtılmaya başlanmasıyla ritmini ve tonunu kontrol altına alan film, bu farklı hikayeler bünyesinde söyleyeceklerini, mesajlarını, eleştirilerini ustalıkla yerleştirebileceği özgür alanlar yaratıyor.

Küçükken metroda geçirdiği kazada sol kolunu kaybeden güzeller güzeli Aurélie, sıkıcı işlerde çalışmaktan yorulmuş, hayatında yeni bir anlam isteyen ve bu anlamı parktaki bir kuşun peşine takılarak bulmaya çalışan 60'ına merdiven dayamış Jean-Claude, küçükken gördüğü bir Alman kızdan çok etkilenip hayatı boyunca kadın bedenine zararsız bir tutkuyla hayranlık duyan Marc, hem hayat sigortası satan, hem de bir suikastçi olan François, varlıklı hayatından, ilgisiz kocasından sıkılan ve bir sirkte gördüğü dev gorile aşık olan Martine ve son olarak 54 günlük ömrü kaldığını öğrenince kız olmak isteyen ortaokul öğrencisi Willy, Ea'nın rastgele seçtiği havariler. Dünyaya indiğinde ilk karşılaştığı yaşlı evsiz Victor'ı da Yeni Ahit'i yazması için ikna eden Ea, bu insanları tek tek ziyaret ederek onları tanımaya çalışıyor. Doğduğundan beri Tanrı babası ve annesinden başka kimseyi görmediğinden onlara ölümlü yaşamla ilgili masum sorular soruyor, kulağını onların bedenlerine koyarak bu insanların "müziklerini" duyuyor, bazılarına rüyalar hazırlıyor vs... Hristiyan öğretilerinden, İncil'deki hikayelerden hareketle böylesi fantastik bir dünya, birbirinden ilginç karakterler ve onların mizahla karışık melodramlarından katmanlı bir senaryo yaratan Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael, beklenmedik bir Tanrı, Tanrıça, (kısa bir sahne de olsa oğulları İsa) ve en önemlisi zoraki de olsa bir aydınlanma/aydınlatma yolculuğuna çıkan kızları Ea tasarımlarıyla eğlenceli olduğu kadar güçlü alt metinler barındıran bir filme imza atıyorlar.


Yaşam, ölüm, yalnızlık, iletişimsizlik, aile, gerçek aşk, cinsel kimlik gibi pek çok konuya irili ufaklı dokunuşlar yapan film, saçma sapan bir Tanrı tarafından dışarısıyla fiziksel bağlantısı kopuk bir apartman dairesinden idare edilen dünya tasviriyle başlayıp, evden kaçarak dünyaya inen Ea ve onu geri götürmek için peşinden gelen Tanrı arasındaki mücadeleyle sürüyor. Aslında bu mücadele, havariler konusu sebebiyle ikinci planda kalıyor. Belki sadece baba - kız arasındaki kovalamacayla da bambaşka bir senaryo ortaya çıkabilirdi. Fakat Ea'nın rastgele seçtiği, tüm insanlar gibi kendi ölüm tarihlerini öğrenmiş olan 6 havarinin teker teker ele alınmasıyla yolunu çizen film, mizah ve dram arasında kurduğu güçlü dengeyle asıl kimliğini buluyor. Aslında karakter bolluğu sebebiyle kolayca dağılabilecek bu yapı, kurgu becerisinin de katkısıyla ortak bir rota üzerinde kalmasını biliyor. Bu kararlılığın en belirgin özelliği filmin tonu. Mizahın hep bir adım geriden geldiği, ama melankolinin hep bir adım önde olduğu bu ton, ölüm tarihini önceden bilmenin hüznünü çok iyi yansıtan bir ton. Yine de bu melankoli bile filmin ciddiyete olan uzaklığıyla arasındaki mesafeyi hep koruyarak kendini bu fantastik kurguya ezdirmiyor. Mesela yaşayan efsane Catherine Deneuve'ün canlandırdığı Martine'in çaresiz yalnızlığındaki gerçeklik ile, onun dev bir gorilde bulduğu aşkın absürtlüğü birlikte gayet iyi geçiniyor. 

Bağımsızlığını ilan ederek teker teker havarilerini toplayan (işini gücünü bırakıp kuş sürülerinin götürdüğü yere giden Jean-Claude hariç), bir yandan da Victor'a "Yepyeni Ahit"i yazdıran Ea, ölümlü dünyaya karşı donanımsızlığıyla, insan yaşamına dair sevimli cehaletiyle, çocuk kalbiyle bile bize anlatılmış tüm peygamberlerden daha ideal bir duruşa sahip. Mesela İsa'nın annesine karşı kabalığı, havarilerinin ailelerini terk edip kendisini izlemelerini istediği bilinir. "Kim ailesinden, hatta kendisinden nefret etmiyorsa, o benim havarim olamaz" demiştir. Yeni Ahit'in ahlaki öğretileri, tam bir zalimlik abidesi olan Eski Ahit'e göre daha iyiydi. Ama "İlk Günah" (yasak elmanın yenmesi sonrası cennetten kovulma ve ömür boyu cezalandırılma) ve "Kefaret" (buradaki "ödeme" işkence ve infaz görmek suretiyle Tanrı'ya yapılan ödemedir) görüşleri Eski Ahit'i bile gölgede bırakacak zalimlikler taşır. Film doğrudan bir din eleştirisinde bulunmuyor görünse de, esasen tüm duruşu septik bir gövdeden ibaret. Babası olan Tanrı'nın evinden kaçıp dünyaya gelmesi, peşinden gelen Tanrı'nın güçlerinin bu dünyada kaybolması, kader denilen ve asla değişmediği kabul edilen alın yazılarının aslında değiştirilebileceği gibi serbest uyarlamalar, yüzyıllar içinde dini kaidelerin, kutsal kitapların da insan elinde bu tür serbest uyarlamalara maruz kaldığının bir yansıması adeta. Ne var ki bu film, kendi uyarlamasıyla bir sanat formu olarak seyircisine iyi vakit geçirtmek gibi basit ve zararsız bir misyon üstlenirken, din tüm insanlığı günahlarla, yasaklarla terbiye etme densizliğini yüzyıllardır ulvi bir misyon gibi göstermeye çalışan (ve bunda başarılı olan) bir uyarlamalar yığını.


Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael'in alterrnatif yeni ahit yolculuğu, sadece yolculuktan ibaret olsaydı belki yol almakta bazı sıkıntılar çekebilirdi. Oysa havariler ve onların ne zaman öleceklerini öğrenmelerinden, Ea'nın onları ziyaret etmesinden itibaren çok daha genişleyen, çiçek gibi açılan bir senaryoyla karşılaşıyoruz. Her biri birer film veya dizi potansiyeli taşıyan 6 havarinin teker teker tanıtılması, filme karakterini veren o mizahi melankolinin yavaşça pişmesini, olgunlaşmasını sağlıyor. Bu karakter bolluğunu gayet iyi idare eden senaryo, her karaktere kendi alanlarını açıp gereken önemi verdiği için, zaman zaman karışık kurguyla tekrar her birine geri döndüğünde onlara karşı bir yabancılık hissettirmiyor. Bütün gün evindeki özel odasında bulunan bilgisayarda kullarının kaderlerini tayin eden, "Evrensel Istırap Kanunları" yazan, türlü felaketler tasarlayan, ama Ea'yı bulmak için dünyaya gittiğinde tüm güçlerini kaybedip sıradan bir ölümlüye dönüşen, Benoît Poelvoorde'nin başarıyla canlandırdığı karikatürize Tanrı'dan da anlaşılacağı üzere, Gunzig ve Van Dormael'in senaryosu da asırlar önce yazılmış olsa pekala kutsal kitap hikayelerinden biri olabilecek kadar absürt ve masalsı. Benoît Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau gibi tecrübeli isimlerin yer aldığı oyuncu kadrosu, parlak senaryo sayesinde başrolün üstesinden gelen sevimli Pili Groyne etrafında kenar süsü değil, filmin önemli parçaları haline geliyorlar. Fantastik fikirlere düşkün Jaco Van Dormael kariyerinde Mr. Nobody ile birlikte önemli bir yere sahip Le tout nouveau testament, kabaca Tanrı ve din temelli bir konu üzerinde şekillense de, özünde insan olmanın ve hayatının önemine dair farklı suretler sunarak ve onları yorumlayarak yükselen bir film.

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Tetarti 04:45 (2015)

 
Yönetmen: Alexis Alexiou
Oyuncular: Stelios Mainas, Dimitris Tzoumakis, Adam Bousdoukos, Giorgos Symeonidis, Mimi Branescu, Maria Nafpliotou, Christian Sanfira
Senaryo: Alexis Alexiou
Müzik: Yannis Veslemes

Atina'da bir caz kulübü işleten Stelios, ülkedeki mali kriz yüzünden iflasın eşiğine gelince birkaç yıl önce Romen tefeciden aldığı borcu ödeyemez hale gelir. Tefeci parasını geri istediğinde ise tüm borcu ödemek için sadece bir günü vardır. Stelios bir yandan para bulmaya çalışırken, bir yandan da tehlikeli tefecinin kendisine verdiği birtakım ayak işlerini yapmak zorunda kalır. Alexis Alexiou'nun yazıp yönettiği 2. uzun metraj olan Tetarti 04:45 (Wednesday 04:45), Yunan sinemasının Yunan Yeni Dalgası'na ait arthouse örnekleri dışına da çıkabileceğini gösteren başarılı bir kara film örneği. Alışılmış suç kalıplarının dışında olmayan ama ana karakterinin etrafına iyi bir çember çizip o çemberi ufak ufak daraltarak basit yapısını diri tutan Alexiou, aile babası ve caz kulübü işletmecisi Stelios merkezli hikayesini gün, saat vererek ve içindeki diyaloglarda geçen bazı cümlelerle isimlendirilmiş bölümlere ayırarak kendine has bir geriye sayımla anlatıyor. Tefeciden borç alıp ödemeyen, kokain çeken, karısını aldatan, çocuklarını ihmal eden geçmişi karanlık bir adam olarak resmettiği Stelios'u seyirciye karşı belli ölçülerde mesafeli hale getirdiği gibi, onu borcunu ödemesi gereken sınırlı zamana hapsedip türlü olaylarla empati yaratarak o mesafeyi fazla uzun tutmuyor.

Para bekleyen bir tefeci, ilgi bekleyen bir aile, kriz ortasında finansal destek bekleyen bir caz kulübü arasında kalan Stelios'u öznesi olarak cepte tutan Alexiou, bu özneye es vererek kısa süreliğine striptiz kulübü işletmecisi Arnavut göçmeni Omer'i öne çıkarıyor. Stelios'un borçlu olduğu tefeciye de borcu olan Omer'in bir göçmen olarak yıllar önce Atina'ya gelip kendi işini kurmasından, Yunanca'yı bir Yunan kadar iyi konuşabilmesinden, oğluyla olan baskıcı ilişkisinden dem vuran Alexiou, her iki işletmeci üzerinden girişimcileri tefecilere muhtaç eden ekonomik düzene isyanını dile getiriyor. Aynı zamanda Stelios ve Omer'in oğlu arasında bağlanmamış bağcıklar aracılığıyla dramatik bir bağ da kuruyor. Gerek bu bağcıklar sayesinde çocukluğuna, gerekse Romen tefeci hesabına çalışan ve tercümanlık yapan eski dostu Vassos sayesinde geçmişine dair muğlak ipuçları taşıyan Stelios, kendini tümüyle açıklamayan bir karakter olarak tasarlanmış. Gün ve gece boyunca yaşadıklarına istinaden kendi sıkışmışlığının muhasebesini yapan, bu fiziksel ve ruhsal çıkışsızlığından kurtulmak için kendi çıkış planını yapan Stelios, tümüyle olmasa da bazı yönleriyle Coen karakterlerini andırıyor.

Yunanistan'ın içinde bulunduğu ekonomik krizi, emniyet güçlerindeki yozlaşmayı, toplumsal çürümeyi, milliyetçiliği azar azar filmine sızdıran Alexis Alexiou'nun bu farkındalık duruşu, hikayesinin elverdiği üzere abartılı veya didaktik ölçeklerde seyretmiyor. Karakterler, onların geçmişleri, şimdiki zamana biriken sıkıntıları bazen satır aralarında, bazen de sadece topu seyirciye atıp hissettirerek kendini konumlandırıyor. Kara komediye ya da aksiyona bile uyarlanabilecek bir suç hikayesini doğru bir tercih olarak kara film sularında gezdiren Alexiou'nun sinema dili, yer yer şiddeti estetize etmekten de kaçınmıyor. Yunan sinemasının iki tecrübeli aktörü Stelios Mainas (Stelios) ve Dimitris Tzoumakis (Vassos) ile birlikte Omer'i canlandıran Giorgos Symeonidis'in performansları da filmin ruhuyla ahenk içinde. Ayrıca Romen tefeci rolünde Moartea domnului Lãzãrescu, Pozitia copilului, Portretul luptãtorului la tinerete, Sieranevada, Periferic gibi Romanya sinemasının önemli filmlerinde bulunmuş Mimi Branescu'yu görmek mümkün. Tetarti 04:45, Avrupa menşeli kara film izlemek isteyenler için saklı kalmış yapımlardan biri.

16 Ekim 2020 Cuma

Where To Invade Next (2015)


Yönetmen: Michael Moore
Senaryo: Michael Moore

Muhalif belgeselci Michael Moore, tüm Amerikan askeri kuvvetlerinin Pentagon'daki toplantısına davet ediliyor. "Biz tüm savaşları elimize yüzümüze bulaştırdık, bize yardım et" diye Moore'dan yardım istiyorlar. O da, "madem biz Amerikalılar işgal etmeyi alışkanlık haline getirdik, o halde Avrupa´yı da işgal edip oradaki güzel şeyleri de sahiplenelim" diyor. Buna göre Moore tek kişilik bir ordu olarak Avrupa´ya yapacağı çıkarmalarda kimseye ateş etmeyecek, petrol yağmalamayacak ve tüm Amerikalıların yararına bir şeyle geri dönecek. Ne yazık ki gerçek olmayan bu sevimli kurguyla, yanına aldığı Amerikan bayrağıyla yola çıkan Moore, seyahatine önce hızlı bir tempoyla ilk beş dakikada mükemmel bir Amerika yozlaşmasının özetini çıkararak ve bu "istila"ya ne kadar ihtiyaç olduğunun altını çizerek başlıyor. Böylece İtalya´daki işçilerin çalışma saatleri, Fransa´da okullarda servis edilen sağlıklı yemekler, Finlandiya'daki eğitim sistemi, Norveç´te suçluların nasıl topluma kazandırıldığı, İzlanda´da siyaset alanında gözetilen cinsiyet eşitliği gibi sosyal meselelerin keşfedildiği çok acayip bir Avrupa seyahati başlıyor. Elbette her ülkenin kendine göre sorunları var. Ama Moore özellikle insana, emeğe, sağlığa, eğitime, mutluluğa, huzura verilen önemi öne çıkararak, bu uygulamaları Amerika'dakilerle mukayese ederek farklı Avrupa ülkelerindeki sosyal ve ekonomik bilinci gözler önüne seriyor.

İstila yolculuğuna İtalya'dan başlayan Michael Moore, yaklaşık 8 hafta ücretli izin kullanabilen, Aralık ayında hiç çalışmadıkları halde fazladan tam bir maaş olarak verilen "13. ay" maaşı alabilen, 15 günlük balayı ve resmi tatillerle tüm dünyayı gezebilen biri polis, diğeri bir mağaza tedarikçisi olan normal bir çifti ziyaret ediyor. Çalışanlarına bu ödemeleri yapan şirketlerin nasıl para kazandığını merak eden Moore, rotasını bu kez Dolce & Gabbana, Versace gibi dünyaca ünlü markalarla çalışan İtalya'nın önemli hazır giyim firmalarından Lardini Company'nin yöneticilerine çeviriyor. Oradan "biz güzel bir tatil yapabiliyorsak, çalışanlarımız da yapabilmeli, işe dinlenmiş ve mutlu bir şekilde dönmeliler" gibi Amerika için bile ütopik olan bir cevap alıyor. Ducati motosiklet şirketinin CEO'sunun kurduğu "şirketin karlılığıyla insanların refahı arasında bir tezat yok" cümlesi birçok şeyi özetliyor. Oradan Fransa'ya, Normandiya kırsalında bir köydeki okul yemekhanesine giden Moore, buradaki yemek alışkanlıklarını, çalışanların ve sorumluların iş ciddiyetlerini görüntülüyor. Fast food ve kola alışkanlığı olmayan çocukların sağlıklı öğle yemekleriyle beslendikleri bu okulun sorumluluk bilincinden Fransa'nın vergi düzenine, okullardaki cinsel eğitim derslerine yumuşak geçişler yapan Moore, Amerika ile yaptığı kıyaslamalar sayesinde ortaya çok çarpıcı tablolar çıkarıyor.


Okul ve eğitim demişken Fransa'dan dünyanın en iyi eğitimin verildiği Finlandiya'ya geçen, oradaki bir okulun yöneticilerini, öğretmenlerini, öğrencilerini karşısına alan Moore, yoğun ve gereksiz ders programlarına, çoktan seçmeli sınav sistemine, baskıcı okul disiplinine alışmış ülkelere inanılmaz gelecek bu eğitim düzeninin kodlarını yerinde öğreniyor. Özetle öncelikle çocuk olmanın, genç olmanın, mutlu bir birey olmanın ön plana alındığı bir eğitim sistemiyle amaca ulaşılabileceğinin, özel okul, nitelikli/niteliksiz okul, dersane, kurs gibi kavramlar olmadan da çok faydalı bir eğitim verilebileceğinin şifrelerini öğreniyor. Slovenya'da ücretsiz eğitim gören üniversite öğrencilerini, Nuremberg/Almanya'da bulunan Faber-Castell kalem fabrikasını (fabrika dediğimize bakmayın, pencereleri bile var!) ve her türlü sosyal güvencesi, kaliteli çalışma şartları sağlanmış çalışanlarını, Portekiz'de uyuşturucu taşımak ve kullanmaktan dolayı kimseyi suçlu bulup tutuklamayan emniyet kurumunu, Norveç'te bulunan Bastoy Hapisanesi'nde tamamen insanı şartlarda yaşayan mahkumları ve gardiyanları, baskıcı ve gerici kanun tasarılarına karşı ayaklanıp haklarını söke söke alan Tunuslu kadınları, İzlanda'daki banka krizinden sonra bankacıları soruşturup yargılayan savcı Thor Hauksson'u, yine İzlanda'da siyaset ve ekonomiyi iyileştiren kadınları ziyaret ederek şaşırtan, aslında şaşırtmaması gereken bir sürü çağdaş uygulamayı, cesur girişimi, insanlık onurunu temel alan düzenlemeleri gözler önüne seriyor.

Belgeselin finalini her şeyin değişebileceğine dair sembolik bir anlam taşıyan Berlin Duvarı'nın önünde yapan Michael Moore, kendi jenerasyonunun Amerika'da üniversiteyi ücretsiz okuduğunu, Finlandiyalı bir öğretmenin eğitimle ilgili fikirlerini Amerika'dan aldıklarını söylediğini, Avrupa'da coşkuyla kutlanan ve işçi haklarını koruyan 1 Mayıs düzenlemelerinin ilk kez 1800'lerin sonunda Amerikan sendikalarından çıktığını, Eşit Haklar Tasarısı için mücadelenin İzlanda'dan çok önce Amerika'da başladığını, hapishanelerde insanlık dışı uygulamaların yapılamayacağını ilk ortaya atan ülkenin Amerika olduğunu, idam cezasının ilk kez Michigan'da kaldırıldığını, ekonomik kriz sonrası suçlu bankaların soruşturulduğu ve yargılandığı cesur sistemin ilk defa 80'lerde Amerika'daki girişimlerden esinlendiğini hatırlatarak ironiye dikkat çekiyor. Amerikan Rüyasının Amerika dışında her yerde canlı olduğunu dile getirerek buruk bir vatanseverlik yaşıyor. Moore muhalif olduğu kadar ülkesini de seven bir adam. Ama ülkesindeki çarpık uygulamalardan, ırkçılıktan, önyargılardan, faşizmden, gelir adaletsizliklerinden şikayet ettiği kadar, bu şikayetlerini tüm dünyayla paylaşmaktan çekinmeyen bir belgeselci. Avrupa'daki bu yenilikçi insani uygulamalar zaten zamanında Amerika'nın fikirleriydi derken, bunların neden ülkesinde sistematik biçimde kalıcı hale getirilmediğinin üzüntüsünü yaşıyor. Esprili tarzını diri kurgusuyla bütünleştirerek sadece Amerikalıları değil, dünyadaki bu geri kafalılıkları, zulümleri, adaletsizlikleri yaşamak zorunda kalmış tüm seyircileri kıskandıracak refah yansımaları sunuyor. Bunların bir ülkeyi işgal etmeden de gerçekleştirilebileceği, her ülkenin kendi sistemine entegre edebileceği, entegre etmesi gereken değerler olduğunu hatırlatıyor.

16 Eylül 2020 Çarşamba

Bound To Vengeance (2015)


Yönetmen: José Manuel Cravioto
Oyuncular: Tina Ivlev, Richard Tyson, Bianca Malinowski, Kristoffer Kjornes, Dustin Quick, Vivan Dugré, Dylan C. Thomas
Senaryo: Rock Shaink Jr., Keith Kjornes
Müzik: Simon Boswell

Senaryosu Rock Shaink Jr. ve Keith Kjornes adlı tanınmamış, geçmişte de önemli başarıları olmamış iki senariste, yönetmenliği ise kısa filmler ardından ilk yönetmenlik denemesine imza atan Meksikalı José Manuel Cravioto'ya ait Bound To Vengeance, düşük bütçeli korku/gerilim/slasher endüstrisinin az da olsa fark yaratabilmiş örneklerinden biri. Artık başı sonu belli konulardan, klişe olay örgülerinden sıkılan bazı genç yönetmen ve senaristlerin farklı yöntemler denemek istemeleri sonucu ortaya bu tip yapımlar çıkabiliyor. Bound To Vengeance'ın farkı, taciz, kaçırma, işkence temalı hikayeleri en başından ters çevirip yola öyle çıkması. Uzun süredir bir bodruma zincirlenmiş şekilde alıkonan Eve adındaki 21 yaşındaki genç kızın, kendisini tutsak olarak tutan Phil'den kurtulup onu zincirlemesini daha filmin ilk beş dakikasında görüyoruz. Issız bir yerde yardım bulamayan ve tekrar bodrumunda tutulduğu eve dönerek odaları araştıran Eve, kaçırılan tek kızın kendisi olmadığını anlayacağı fotoğraflar ve kasetler bulur. Daha sonra Phil'i kontrol altında tutabileceği bir tasma yaparak diğer kızları kurtarmak üzere onunla birlikte yola koyulur. Pek de yenilikçi, fark yaratan bir senaryo gibi durmuyor. En önemli soru da, Eve neden kontrolü eline almışken diğer kızları bulmak için polise gitmiyor oluyor. Elbette kendisini esir alan adamla direkt polise gitmiş olsa böyle bir film izlemezdik. Gerçi Eve'in buna dair pek tatmin etmeyen bir açıklaması da var. Ama en azından daha en başta bu esaretten kurtulmuş bir kurbanın avcıya dönüştüğü bir film izliyor olma farkı yaşıyoruz.

Phil'in farklı izbe evlerde esir tuttuğu kızları kurtarmaya gidildiğinde yaşanan ilginç olaylar filmin gerilim ve aksiyon seviyesini yükselttikçe, özellikle de Phil'in bu işte yalnız olmadığı ortaya çıkmaya başladıkça, klişelerden pek şikayetçi olunmuyor. Eve'in kurtulduktan sonra giriştiği kurtarma gecesi, başka bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Sürprizlerle, kanlı aksiyon sahneleriyle, Phil'in başka sırlarıyla iyice artan tansiyon, Eve'in sık sık kaybolmadan önce erkek arkadaşı ve başka bir kızla olan mutlu kamera görüntülerine dönüşler yapılmasıyla birleştirmek istediği parçalar olduğunu seyirciye unutturmuyor. Başarılı bir kurguyla filme serpiştirilen bu görüntüler, finale doğru matruşka misali iç içe geçmiş sürprizlerle anlamını buluyor. Son beş dakikaya yayılan bu başarılı kurgunun yükselttiği final, Bound To Vengeance'ı onlarca muadilinden 1-2 gömlek ileri taşıyan bir karakter katıyor. Çok bilinmeyen çeşitli TV dizilerinde birer bölümlük roller almış genç oyuncu Tina Ivlev ile, 80'lerin ikinci yarısından beri yine çok bilinmeyen B tipi filmlerde (arada önemsiz rollerle Black Hawk Down gibi önemli filmlerde) görülen Richard Tyson'ın başrolleri paylaştığı Bound To Vengeance, pek çok filmde gördüğümüz kaçırma ve istismar konulu senaryoları daha en baştan kahraman lehine çevirip tüm sorunlarını oradan tekrar inşa etmeye çalışan bir yapım. Nerelerde başarısız olduğu tartışılsa da, bu inşayı başarmış bir film.

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Les Cowboys (2015)


Yönetmen: Thomas Bidegain
Oyuncular: François Damiens, Finnegan Oldfield, Agathe Dronne, Ellora Torchia, Antoine Chappey, John C. Reilly, Mounir Margoum, Iliana Zabeth, Maxim Driesen, Jean-Louis Coulloc'h
Senaryo: Thomas Bidegain, Noé Debré
Müzik: Raphaël Haroche, Moritz Reich

Thomas Bidegain ve Noé Debré'nin senaryosunu yazdığı, Bidegain'in ilk yönetmenliği olan Fransa/Belçika ortak yapımı Les Cowboys, uzun yıllara yayılan bir kayıp öyküsü. Un prophète (2009), De rouille et d'os (2012), Dheepan (2015) gibi önemli yapımların senaryo ekiplerinde yer almış olan Bidegain, bazı "ilk" olmanın eksikliklerine rağmen içten içe dramatik bir tutkuyla hikayesine sarılan bir film çekmiş. 1994 Ekim'inde dört kişilik bir ailenin bölgedeki country - western fuarına katılmasıyla başlıyor. Eski bir country müzisyeni olması sebebiyle çevresinde sevilen Alain, fuarda ailesiyle hoş vakit geçirir. Bir ara sahneye çıkıp Tennessee Waltz'i söyler, kızı Kelly ile dans eder. Ne var ki günün sonunda 16 yaşındaki Kelly hiç bir iz bırakmadan kaybolur. Alain polise gider, odasını karıştırır, arkadaşlarıyla görüşür. Onlardan Ahmed adlı müslüman bir erkek arkadaşı olduğunu öğrenir. Üstüne bir ulusal güvenlik görevlisi evlerine gelip sorular sorunca aklına radikal islamcı gruplar tarafından kaçırılmış olabileceği gelir. Zaman geçtikçe hiç bir sonuç alamayan, yetkililerden ümidi kesen Alain, kendi gayretleriyle günler, aylar, yıllar sürecek bir arayışa başlar. Küçük oğlu Kid de büyüyünce babasıyla bu arayışa dahil olur. Bidegain, filmin ilk yarısını bu kaybolma gizeminin her an çözülebileceğiyle, yıllar geçse de çözülemeyeceği arasında tekinsiz bir yerde tutmayı başarıyor. Bazı bağlantıları sayesinde kızı hakkında tüyolar alıp, farklı ülkelerde bu tüyoların peşine düşen Alain'in bu kaybı kabullenemeyişi ilk yarıya çok sade ve gerçekçi yansıyor.

Ancak Bidegain, yıllar süren bu iz sürümünü betimlerken o yılların nasıl geçtiğini kesin çizgilerle belirtmek istemiyor. Hangi yılda olduklarını, arada geçen zamanda neler yaptıklarını vurgulamadan filmi normal akışında götürüyor. Bu kurgulama şekli bir yandan zamanda fazla sıçramalar yapıldığı için derme çatma, fakat diğer yandan doğal akışı değiştirmeyip sadece Kelly'nin izine en fazla yaklaşıldığı zaman ve mekanlara götürüldüğü için gerekli bir hale bürünüyor. Bu ilk yarıdaki takip sürecinde kızının nerede olduğunu bir türlü öğrenemeyen Alain'in bunu saplantı haline getirişi, başka hiç bir şey düşünüp hissedemez oluşu, sanki uyuşturucu bulamayan bir bağımlıya dönüşmeye başlaması çok iyi çiziliyor. İkinci yarıda ise bu kurgu biçimi fazla bozulmadan adeta başka bir filme geçiyoruz. Burada kendisine Kid diye hitap edilen Alain'in oğlu Georges öne çıkıyor. Tüm girişimlerden ve ihbarlardan bir sonuç alamadıkları için kayıp ablasından giderek ümidini kesen, bu kaybı babası kadar saplantı haline getirmeyip kendi yolunu çizmiş Georges'u farklı bir coğrafyada buluyoruz. Ama bu coğrafya, orada tanıştığı insan tüccarı bir Amerikalı'nın da ümit verişiyle ona Kelly'ye çok yakın olduğu hissiyatını veriyor. Bu vesileyle babasıyla olan iz sürme geçmişinin de etkisiyle Kelly'nin kayboluşunu onun da aşamadığını, bu aşılmazlığın da tehlikeli sularda nasıl bir kaosa sebep olabileceğini yaşayarak öğreniyor. Fazla detaya girmeden, genel olarak bir kayıp üzerinden yıllara yayılan belirsizliğin insan zihninde yol açtığı hazımsızlık ve psikolojik yıpranmışlığı kendi çapında iyi etüd etmiş bir dramla karşı karşıya olduğumuzu söyleyelim.

İkinci yarıda da yılların ve olayların hızlı gelişmesine rağmen bunu dingin bir anlatımla başarabilen Bidegain, kilit sahnelerle bu yılların özetini çıkarabiliyor. Tarzına yakışır şekilde dingin ama çok dokunaklı bir finalle belirsizliğine nokta koymasını da biliyor. Kaçırılma mı, yoksa kendi rızasıyla terk etme mi gibi belirsizliklerin bu finalle pek bir önemi de kalmıyor aslında. Geçmişi sorgulamak yerine o final anının hüzün dolu tonuyla ilgileniyor. Sıkıntılarla dolu geçmişin götürdüklerini, yıprattığı psikolojileri ardında bırakmış, kendini zamanın akışına ve o akışın değiştirdiklerine bırakmış tuhaf bir rahatlama hissiyle bu uzun macera sona eriyor. Baba-oğulu canlandıran François Damiens ve Finnegan Oldfield, film nasılsa ona uygun bir performans gösteriyorlar. Yani abartısız, ama kendi içinde bu belirsizliğin yarattığı fırtınalarla boğuşan, uç noktalara çekildiğinde de patlamasını bilen gerçekçilikte. Filmin adına istinaden, country kültürüne yakın bir toplulukta yaşayan Alain ve Georges'un şartlar gereği iz süren birer kovboya dönmelerinin western janrındaki karşılıklarını hem pastoral, hem de kentsel boyutlarda görmekteyiz. Her ne kadar yolculuğun getirdiklerini uzun bir yayılma sürecinde zamanda sıçramalarla izlesek de, Les Cowboys için kapsamlı bir neo-western yol filmi demek de mümkün. İspanya'nın Almería şehrine ait Almería Western Film Festivali adında mütevazi bir ödül organizasyonu olduğunu fark etmemizi sağlayan, bu festivalin 2016 ayağında En İyi Neowestern Jüri Özel Ödülü'nü kazanan Les Cowboys, içine girmesi kolay da, zor da olsa, girildiği vakit tortu bırakabilecek filmlerden.

31 Mart 2020 Salı

The Assassination (2015)


Yönetmen: Choi Dong-hoon
Oyuncular: Jun Ji-hyun, Lee Jung-jae, Ha Jung-woo, Oh Dal-soo, Cho Jin-woong, Lee Kyung-young, Choi Deok-moon, Park Byung-eun, Kim Eui-sung, Kim Hong-pa
Senaryo: Choi Dong-hoon, Lee Gi-cheol
Müzik: Dalpalan, Jang Young-gyu

1911 yılında Japon işgali altındaki Seul'de bir otelde Koreli iş adamı Kang In-gook, altın cevheri madenciliği haklarını alabilmek için Japon genel valisiyle buluşur. Ama direnişçi Yem Sek-jin'in başarısızlıkla sonuçlanan suikast girişimi sonucu görüşme yarım kalır. Kang In-gook valiyi kurtarır, Yem ise yaralı olarak kaçmayı başarır. Kang In-gook'un karısı da bu suikast organizasyonunun bir parçası olduğu için Yem onun evinde saklanmıştır. Kadın, ikiz kız bebeklerini ve kılık değiştiren Yem'i de yanını alarak bir bahaneyle evden ayrılır. Ama Kang In-gook, adamlarına karısı dahil kafiledeki herkesi öldürüp bebekleri kendisine getirmesini emreder. Yolda peşindeki adamlar fark edilince bebekler ayrı yönlere götürülür. Çıkan çatışmada bebeklerden biri alınır, kadın öldürülür, Yem ise yaralı olarak ele geçirilir. Yıllar sonra 1933'te işgal devam ederken pek çok direniş savaşçısı sürgüne gittikleri Çin'de mücadelelerini uzaktan organize etmek zorunda kalmışlardır. Merkez Polis Karakolu'ndan kaçmayı başaran ilk kişi olarak efsane olan Yem, Mançurya'ya gitmiştir. Direniş örgütünün başında bulunan Kim Koo, Yem'i ajan yapmış, onu sağ kolu haline getirmiştir.

Kim Koo ve örgütü, Japon ordusunun en yüksek rütbeli askerinin Kore'yi ziyaret edeceğini öğrenince riske girip suikast düzenlemeyi planlar. Ancak silahı kullanacak tek keskin nişancı Şanghay hapishanesinde yatan Ahn Ok-yun'dur. Ayrıca direniş eğitimi almış Rapid-fire ve hücre arkadaşı da bu ekibe dahil edilir. Direniş ajanı Yem'in Ahn Ok-yun'u ve bu iki direnişçiyi hapisten çıkarıp direnişe katmak istediği bilgisi grup içindeki bir hain tarafından Japonlara sızdırılır. Bu hain Yem'in ta kendisidir. 1911'de yakalanıp işkence gördüğü için taraf değiştirmiş, bir Japon ajanı olmuştur. Yem bu suikast ekibini kurduktan sonra aynı ekibi yok etmesi için bu defa kiralık katil Hawaii Pistol ve yardımcısıyla anlaşma yapar. Artık Ok- yun ve arkadaşları sadece Çin'deki hapishaneden kaçmak zorunda değil, Japon ordusu ve onu öldürmeye çalışan kiralık katilden de kaçmak zorundadır. Bu uzun konudan da anlaşılacağı üzere güçlü bir omurgaya oturtulan The Assassination, senaryosunu Choi Dong-hoon ve Lee Gi-cheol'un yazdığı, Choi Dong-hoon'un yönettiği etkileyici bir tarihi dram, aksiyon, gerilim yapımı. Bu türlerin hepsinin hakkını dozunda veren, özellikle etkileyici sanat yönetimiyle oluşturduğu güçlü fonunda istediği gibi hareket eden, ama disiplinini de hiç bozmayan bir yapım.


Yem'in çok kritik bir suikasti gerçekleştirecek olan ekibi kurması, aynı zamanda kendini gizleme çabaları, üç kişilik suikast ekibinin hazırlık aşamaları, o ekibi çökertmek için kiralanan Hawaii Pistol ve yancısının çalışmaları, kesişen yollar, kaçışlar, kovalamacalar, hafiften filizlenen bir aşk, entrikalar, pusular, giderek yükselen tansiyon ve kaliteli bir aksiyon. Tüm bu kanalları idare etmek bir yönetmen için kolay değil. Choi Dong-hoon, biri animasyon olmak üzere bu 6. filminde tecrübesini ortaya koyup ince işçiliklerle, düşmeyen bir tempoyla, usta kurgu hamleleriyle bu kalemlerin hepsine gereken özeni gösteren bir orkestra şefi gibi adeta. Bazen temposunu hızlandırarak takibi güçleştirse veya sindirimi zorlaştırsa da benzer durumlarda vites küçültüp hantallaşan filmleri düşününce bu tercih anlaşılabiliyor. Zaten Güney Kore sinemasına has tempo akışına alışkın seyirciler için bu bir eksi sayılmaz. Filmin dozu giderek artan tehdit kozu olan Yem'in kullanılışı, Hawaii Pistol ve Ahn Ok-yun arasında girişi, gelişmesi ve sonucu çok dengeli ayarlanmış duygusallığın gidişatı, ikiz kardeş mevzusunun dramatik kırılmalara olan etkisi gibi daha çoğaltılabilecek parçaların biraraya getirilişi, filmin karakter yapılanması ve boyutlanmasında önemli yer tutuyor. Bunun yanında filmin sırf yapmış olmak için yapılmamış güçlü bir aksiyon anlayışı da var ki, özellikle benzin istasyonu ve düğün bölümleri, artık oturmuş karakterleri dışlamayan, onların filmdeki dramatik duruşlarını, haliyle oyuncuların performanslarını da bu aksiyona dahil eden bir anlayış bu.

Belki tüm bu unsurlara daha önce başka filmlere de rastladık. Ama The Assassination, o başka filmler arasında gerçekten iyi olanlardan biri. Güney Kore sineması yakın ve uzak tarihine önem veren, yaşanmış olaylardan beslenerek kendi kurgusunu oluşturan bir sinema. İster istemez yeni nesle o tarihi hissettirebilmek için didaktik kaçtığı da olmuyor değil. Öte yandan bu filmde olduğu gibi dönemin Japonya hegemonyasındaki Kore'nin hainlerinin ve kahramanlarının resmedilişindeki evrensellik sadece Kore tarihine özgü olmadığından, günümüze yansımalarından da dersler çıkarabiliyoruz. O hainler ve kahramanlar her ülkenin tarihinde vardı, hala varlar ve olacaklar. 1-2 önemli figüre suikast düzenlediğinizde savaşı kazanmış olmuyorsunuz belki. Ama en azından duruşunuz, isyanınız, direnişiniz, tarafınız belirginleşiyor. Seçilen tarafların sonuçlarını görme açısından bu tip filmler, The Assassination gibi işlendiğinde su gibi yolunu buluyor. Bu işlenme teknik ve sanat yönetiminden müziklerine kadar her birime olumlu yansırsa iz bırakıyor. Tabii Jun Ji-hyun (Il Mare, My Sassy Girl, Winstruck, Daisy, A Man Who Was Superman), Lee Jung-jae (Il Mare, Typhoon, The New World), Ha Jung-woo (Time, Breath, The Chaser, The Yellow Sea, Nameless Gangster), Cho Jin-woong (The Front Line, Nameless Gangster, A Hard Day) gibi güçlü oyunculara da sahipseniz işiniz daha kolay ve nitelikli hale geliyor. Choi Dong-hoon, The Assassination'da üst düzey bir yazım ve yönetimle bu tarih bilincine etkileyici bir eklemede bulunuyor.

14 Haziran 2019 Cuma

Mon roi (2015)


Yönetmen: Maïwenn
Oyuncular: Emmanuelle Bercot, Vincent Cassel, Louis Garrel, Isild Le Besco, Chrystèle Saint Louis Augustin, Félix Bossuet
Senaryo: Etienne Comar, Maïwenn
Müzik: Stephen Warbeck

Fransız oyuncu, aynı zamanda kendi yazıp yönettiği dört filmi bulunan Maïwenn'in dördüncü filmi olan Mon roi, avukat olan Marie-Antoinette (filmde kısaca Tony deniyor) ve bir restoran sahibi, karizmatik çapkın Georgio arasındaki uzun soluklu, bol gelgitli, tutkulu olduğu kadar yıpratıcı ilişkiyi tüm yönleriyle ameliyat masasına yatıran bir film. Aşk, nefret, öfke, mutluluk, kıskançlık, sorumsuzluk, sırlar, özgürlük, eski ilişkiler, pişmanlık, ebeveynlik gibi başlıkların hangisini alırsak alalım, Tony - Georgio ilişkisinde karşılığı olmayan yok. Yıllardır bu kavramların birini, birkaçını, hepsini konu alan yüzlerce film çekiliyor. Ama hepsinin altına girebilen, bunları tek bir çift üzerinden okuyabilen, yaptıklarıyla / yapmadıklarıyla herkesin kendinden çok fazla şey bulabileceği bir senaryoyu öyle her zaman bulamıyoruz. Etienne Comar ile birlikte senaryoyu yazan Maïwenn'in her yönüyle yansıtmak istediği bu arızalı ilişki, tüm temiz ve kirli çamaşırları ortaya döken türden. Sanki senaryoyu yazarken hissedilen özgürlük filmin biçiminde de hissedilsin dercesine çekilmiş ve ortaya bu ilişkinin yükselen, alçalan, kırılan, patlayan noktalarından meydana gelen tempolu bir kolaj çıkmış. Maïwenn, kolajın kronolojisini Tony'nin yaşadığı kayak kazası sonrası tedavi gördüğü ortopedi merkezinde yaşadıklarıyla esleyip, hem zamanda sıçramaları daha makul hale getirmiş, hem de bu karışık kurgu sayesinde bu denge problemli ilişkinin gidişatını daha gizemli hale getirmiş.

Bir eğlence yerinde tanışan Tony ve Georgio, her ilişkinin başlangıcında olduğu gibi heyecan ve tutkuyla yola çıkıyorlar. Bu heyacanın etkisiyle birbirlerini tanıdıklarını düşünüp beraber yaşamaya, evliliğe, çocuk sahibi olmaya yelken açıyorlar. Ama eski sevgilisi olan ve Tony ile birlikteliğini kabullenemeyen Agnès'in intihara teşebbüsü sonrası Georgio'nun vicdanen huzursuz olup Agnès ile ilgilenmeye başlaması, açığa çıkmayı bekleyen sorunların fitilini ateşliyor. Bağlılıklar sorumlulukları, sorumluluklar sorunları beraberinde getiriyor. Ayrılıklar, tekrar birleşmeler, başka sorunlar durmak bilmiyor. Özgür ruhlu bir adam olan Georgio'nun, Tony hamileyken onun psikolojisi evliliklerini ve doğacak bebeklerini etkilemesin diye ayrı eve çıkmak istemesi, uyuşturucu bağımlılığını gizlemesi, Tony'yi güvenli alanı olarak gördüğü için ayrılmaya yanaşmaması, öte yandan Tony'nin Georgio'yu evlilik bağı ile değiştirebileceğini sanması, haklı biçimde onu eski sevgilisine gösterdiği aşırı ilgi yüzünden kıskanması, her ayrılık sonrası geri dönmek için Georgio'nun yaptığı kurlar neticesinde yelkenleri suya indirmesi, ilişkiyi tuhaf ama bir o kadar da tanıdık bir döngüye sokuyor.

Maïwenn filme genelde Tony tarafından baksa da, karşısına koyduğu Georgio gibi zor bir adamın temsil ettiği erkek davranışlarına da çok hakim bir yol izliyor. Georgio'nun cazibesi, eğlenmeyi, mutlu etmeyi, gönül almayı çok iyi bilmesi, "benimle barda tanıştın, kütüphanede değil" demesi gibi ilişkinin/evliliğin sorumluluklarını kendine göre esnetip, yaptığı tutarsızlıkları dürüstlüğe vurarak savunabilmesi, filmin karakter tasarımında ne kadar derine nüfuz edebildiğini gösteriyor. Tony cephesinde ise, daha çok bu zor adamı taşıma çabalarının yarattığı psikolojik yüklerle mücadele söz konusu. Beyaz atlı prens algısının gerçek hayatta rastlanan eğreti duruşunu kabullenemeyen Tony'nin sürekli yeniden yazılan ve bozulan ezberler arasında kalışını izliyoruz. Geçmişe sünger çekip, sonra tekrar bir şekilde aynı tutku girdabına kapılması, karşısındaki istikrarsız adamın istikrarsızlıklarına bir türlü ayak uyduramadığı için doğru bildiklerinin yanlış çıkmasıyla sürekli yıpranması Tony'yi sürekli boyutlandırıyor. Georgio'nun özgürlüğü ve Tony'ye bağlılığı arasında yaşadığı bu istikrarsızlık da eklenince, her ikisi için "ne onunla, ne de onsuz" bir çıkmaz yaratıyor.


Mon roi'yı analiz etmek hem kolay, hem de zor. Bir kadın ve bir erkek öznesinden çıkarılabilecek en basit ve en zor unsurları çarpıştırıp, hem rüya gibi bir aşk hikayesi, hem de kabusa dönüşen açmazlar döngüsü içinden daha pekçok farklı okuma yapılabilir. Tony'nin kaza sonrası tedavi süreci, kaza öncesi de Georgio ile yaşadıkları, zamanlaması iyi ayarlanmış usta kurgu hamleleriyle birbirine bağlanıyor. Böylece huzurlu ve gergin anlar uç uca eklenip birbirine yaklaştırılarak, bir evlilik içinde her an her türlü duygunun yaşanabileceğine dair tekinsiz bir ortam yaratılıyor. Bir yandan bu ilişkiyi sürekli detaylandırıp boyut kazandıran skeçler, bir yandan da giderek nasıl sonuçlanacağı merak uyandıran uzun soluklu ve gergin bir bütünlük izliyoruz. Sonlara doğru geçmiş ve şimdiki zamanın birleşmesiyle tamamlandığı sanılan döngü, aslında ikisi arasındaki ilişkinin başka bir boyutuna temas eden bir finalle nihayetleniyor. Sürekli gelgitlerin yaşandığı bir evliliğe de böylesi nokta gibi görünen virgüller yakışırdı.

Mon roi, çok farklı bir konu veya benzerine rastlanmamış karakterler içermemesine rağmen, o konudan ve Tony - Georgio çiftinden zengin içerikler, romantik ve psikolojik gerilim anları üretmeyi başarıyor. Her daim karizmatik ve ikna edici Vincent Cassel ile, Tony rolüyle 2015 Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Emmanuelle Bercot uyumu şahane. Belki aralarında bir kimya yok ama bu ilişkinin anatomisi onu hemen bertaraf ediyor. Özellikle filmin duygu ve mantık ikilemi arasındaki tüm yükü sırtlanmış olan Bercot'un performansı harikulade. Onu gülerken, öfkeden deliye dönerken, acı çekerken, sarhoş olup ortalığı karıştırırken, sevdiği adama aşkla bakarken izlemek büyük keyif. Maïwenn'in bu hikayeyi, Tony'yi, onun mevsimleri andıran bu duygu değişimlerini çok iyi analiz edip filme aktarması, üstelik karşısına Georgio gibi çok zor bir erkeği dümdüz işlemeden koyması, bir kadın dokunuşundan çok daha fazlasını işaret ediyor. Peri masalından insani arızalara uzanan bir yelpazenin tüm renklerini, evliliğin mi aşkı öldürdüğünü, yoksa aşkın ömrünün zaten kısa olduğunu mu, ne isterseniz düşünmenizi sağlayacak geniş çaplı bir ilişki analizi sizi bekliyor.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Hrútar (Rams) (2015)


Yönetmen: Grímur Hákonarson
Oyuncular: Sigurður Sigurjónsson, Theodór Júlíusson, Charlotte Bøving, Jón Benónýsson, Gunnar Jónsson, Sveinn Ólafur Gunnarsson, Þorleifur Einarsson
Senaryo: Grímur Hákonarson
Müzik: Atli Örvarsson

Gummi ve Kiddi, İzlanda kırsalındaki geniş bir vadide yan yana evlerde yaşayan yaşlı iki kardeştir. Babadan kalma meslekleri olan koç yetiştiriciliği ile uğraşmakta ve ülkenin en iyi koçlarını yetiştirmektedirler. Ama her sene kasabada düzenlenen bir Gummi'nin, bir Kiddi'nin kazandığı en iyi koç yarışmasında büyük ödülü almak için mücadele eden ve tek hayatları koçları olan bu iki kardeş, birbirleri ile 40 yıldır konuşmamaktadırlar. Bir gün Kiddi'nin koçu bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığa yakalanır. Yetkililer tüm kasabayı boşaltıp, tüm hayvanların da itlaf edilmesinin en uygun çözüm olduğunda ısrarcıdır. Bu durum kardeşlerin ilişkisine yeni bir yön çizecektir. Zira ikisinin de bu hastalık yüzünden kolayca pes etmeye, koçlarını kaybetmeye gönlü yoktur. Grímur Hákonarson'un yazıp yönettiği Hrútar (Rams), keçi gibi iki inatçı koç yetiştiricisi kardeşin beklenmedik bir hastalık yüzünden evlatları gibi sevdikleri bu hayvanları koruma / kurtarma çabalarını, birbirleriyle olan küslüklerine paralel bir anlatımla götüren, gücünü sadeliğinden, doğallığından, soğukluğundan devşiren bir dram. Buradaki soğukluğun hem hava şartlarının insanın içine işleyen gerçekliğiyle, hem de yaşlı Gummi ve Kiddi kardeşler arasında süren 40 yıllık küslüğün yarattığı mesafeyle ilgisi var.

İzlanda sinemasının genel karakteri içinde yer alan bu soğukluk, belki de bu sinemanın en çekici yanı. Çünkü bu fiziki ve duygusal iklim sayesinde hikayenin ve karakterlerin saflıkları, gerçeklikle olan bağları daha net görülebiliyor. Karlarla kaplı bir alanın üzerinde hiç kimsenin, hiçbir şeyin beyaz kalmaması gibi, Gummi ve Kiddi'nin rutinlerini, sessizliklerini, kendilerini koçlarına adamışlıklarını, yalnızlıklarını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Bu da filmin içine girmeyi, orada yaşamayı kolaylaştırıyor. Bazen "hiçbir şey olmuyor" diye şikayet edilen bir filmde aslında o kadar çok şey oluyor ki, bazı seyircinin sadece filmdeki bu beyaz zemini algıladığını anlıyoruz. Bu yalnızlıktan duyduğumuz huzur karışımlı hüznü her karesine nakış gibi işleyen film, doğal atmosferinde kendi yolunu kolayca bulacak hikayesini de aynı titizlikle anlatıyor. Yer yer gülümseten, bazen kızdıran, çoğunlukla üzen bu hikaye sanki dedelerin kış gecesi soba başında torunlarına anlattıklarına benziyor. Tabii biz bunu Hákonarson'un ellerinde şiirsel olmayan, lakin kendi edebi atmosferini sade ve doğal yollardan oluşturuş biçimiyle izliyoruz.


Haklarında fazla şey bilmediğimiz Gummi ve Kiddi hakkında filme dahil olduğumuz andan itibaren öğrenmeye başladıklarımız, onların hayatlarının doğal akışına yedirilmiş şekilde karşımıza çıkıyor. Ağır bir tempoda ilerlemesine rağmen bir süre sonra kendi ritmini bulan ya da baştan beri o bulunmuş ritme seyircisini alıştıran film, salgın hastalık formülüyle hem iki kardeşin aşkla bağlı oldukları mesleklerini, hem de birbirleriyle onca yıl iletişimsiz kalmış ilişkilerini sınıyor. 40 sene konuşmayan iki kardeşin küslük sebebini merak ettiğimiz kadar, onların bu trajik salgın sonrası nasıl etkileşime geçeceklerini de merak ediyoruz. Kardeşliğin çok başka bir duygu olması, onların küslüklerinin de çok başka bir duygu olması demek. Barışmak o kadar kolay olamayabiliyor. Gummi ve Kiddi'nin uzun yıllara yayılan dargınlıklarının zamanla güçlü bir rekabete ve inatlaşmaya dönüşmesi anlaşılabilir bir durum. Öte yandan, bu rekabet ve inatlaşmanın gerisinde, koçların onlar için duygusal önemini saymazsak hayatta birbirlerinden başka kimse kalmamış iki yaşlı adamın hep birbirlerine yakın şekilde bir yaşam sürmeleri gerçeği var. Küs olsalar da birbirlerinden nefret etmedikleri, hatta birbirlerine komşu evlerde olmakla birbirlerini kontrol altında tuttukları, varlıklarından hoşnut oldukları hissediliyor.

Biraz kaba saba Kiddi'ye nazaran, naif ve uzlaşmacı bir yapıya sahip Gummi'yi daha yakından gözlemleyen Hákonarson, onun gerek koçları, gerekse Kiddi ile ilişkilerine biraz daha yakından bakarak filmine derinlik kazandırıyor. Çünkü yaşananlara tepkisini sessiz ama çok güçlü şekillerde sezebildiğimiz bir karakter olarak Gummi'nin filmi yönlendirişi çok önemli. Salgından sonra duygusal motivasyonlarla trajik, tehlikeli ve tabii ki inatçı tercihlerde bulunması Gummi'yi çok boyutlu ve özel bir karakter haline getiriyor. Onu canlandıran tecrübeli aktör Sigurður Sigurjónsson'un anlamlı yüz ifadesi ve performansından güç alan Gummi, Kiddi ile ilişkisinde de baskın ve etkili bir rol üstleniyor. Bu rolün inceliğini mükemmel finalde daha kuvvetli ve yürek parçalayan biçimde fark ediyoruz. 2015 yapımı 138 dakikalık tek çekim Victoria'nın da görüntü yönetmenliğini yapmış Sturla Brandth Grøvlen'in sinematografisi ve İzlanda sinemasının gelecek vaat eden isimlerinden biri olarak haklı övgüler alan, 2015 Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış ödülünü kazanan Grímur Hákonarson'ın yoğurduğu Hrútar, her şeyiyle yaşayan, ekran karşısındakine de nefes aldıran, hatta nefes verdirdiğinde ağzından buhar çıkarttıran bir yapım.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

What Happened, Miss Simone? (2015)


Yönetmen: Liz Garbus

Belgesel yapımcısı ve yönetmeni Liz Garbus'un, 1933-2003 yılları arasında yaşamış Amerikalı piyanist, şarkıcı, aktivist Nina Simone'un çalkantılı hayatını incelediği What Happened, Miss Simone?, Amerikan müzik tarihine sessiz sedasız damgasını vurmuş bir kadının bilinmeyen dramına ışık tutan bir belgesel. Henüz 3-4 yaşlarında piyano çalmaya başlamış, kilise korosunda çalarken Bayan Mazzanovich adlı bir müzik eğitmeni tarafından keşfedilen Eunice Kathleen Waymon'ın Nina Simone olmaya doğru giden süreçte yaşadıkları, müzikal, kişisel, ailevi ve toplumsal dinamiklerle ele alınıyor. Bu dinamikleri başlık başlık değil, birbirinin içine geçirerek, böylece hepsinin yakın ilişkisini vurgulayarak kurgulayan Garbus, arşiv görüntüleriyle, Nina Simone'un ses kayıtları ve röportajlarıyla, kızı Lisa Simone Kelly, kocası ve aynı zamanda menajeri Andy Stroud, uzun süre gitaristliğini yapmış arkadaşı Al Schackman, müzik yazarları ve aktivistlerin yorumlarıyla, tabii ki tarihe bırakılmış birbirinden güçlü Nina Simone şarkılarıyla kaliteli bir film ortaya koyuyor.

Bayan Mazzanovich'ten aldığı dersler ve onun yardımıyla kurulan "Eunice Waymon Fonu" sayesinde birçok resital veren, Bach, Beethoven, Debussy, Brahms çalan, Amerika'nın ilk siyahi klasik müzik piyanisti olma hayali kuran Nina Simone, yoğun çalışma temposu yüzünden çocukluğunu izole bir biçimde geçiriyor. Ailesi de onu ırkçılık yönünden bilinçlendirmiyor. Siyah olması yüzünden başvurduğu müzik okullarına kabul edilmemesini anlamlandıramayışı, bu izole oluş ve bilinçsizlikten kaynaklanıyor. Garbus'un bu noktaya temas edişi çok yerinde. Çünkü bu kafa karışıklığı, Nina Simone'un hayatında önemli bir rol teşkil ediyor, seçimlerini etkiliyor. Klasik müzik hayalini gerçekleştiremeyince ailesini geçindirmek için cüzi ücretlerle sahneye çıkan, mekan sahipleri tarafından piyano çalması yanında şarkı da söylemesi istenen, bu yüzden mecburen blues ve caza yönelen Eunice için Nina Simone sayfası açılıyor. Bir partide tanışıp aşık olduğu polis memuru Andy Stroud ile evlenmesi, Andy'nin işinden ayrılıp onun menajeri olması, kızı Lisa'nın doğumu, üstün yetenekleri sayesinde giderek ünlenmesi onun hayatına yeni sayfalar ekliyor.


Kocası ve menajeri Andy Stroud'un fiziksel şiddete varan baskıları ve yoğun çalışma temposu sonucunda üzerinde şöhretin baskısını daha çok hissetmeye başlaması Nina Simone'u bunalıma sürüklüyor. Dönemin ırkçılık karşıtı sivil hareketlerinden etkilenmesi, politik bir donanımı olmamasına rağmen kariyerini umursamadan bu hareket içinde yer almak istemesi, bu yüzden iş kaybına uğraması sonucu bu bunalım gittikçe şiddetleniyor. Doğruluğuna inandığı şeyler ile müzikal dehası arasında sıkışması, aynı zamanda Amerika'daki ırkçılık ile baş edemeyeceğini iyice anlaması sonucu huzur bulmak için Straud'dan boşanıp Liberya'ya gitmesi de onun şan şöhret peşinde koşan bir karakterde olmadığını gösteriyor. Ama geçimini sağlamak için müziğe dönmesi kaçınılmaz olduğundan İsviçre'ye Montreux Caz Festivali'ne katılarak eski günlerine dair nabız yokluyor. Oradan iyi reaksiyon almasına karşın Paris'e gittiğinde geceliği 300 dolardan sahneye çıkmak zorunda kalan düşmüş bir müzisyene dönüştüğünü fark ediyor. Psikolojik sorunları, çevresi ve hayranlarıyla olan ilişkilerini de etkiliyor. Ancak müzisyen dostlarının da yardımıyla küllerinden doğma anı onu bekliyor. Çünkü onun gibi müzikal dehaların yok olması çok zor.

Hayatı boyunca hep içinde kalmış olan klasik müzik piyanisti olma hayalini gerçekleştirse, tüm dünyanın tanıdığı Nina Simone olur muydu bilinmez. Fakat karşımızda evliliğe, şöhrete, ırkçılığa, politikaya karşı donanımsız bir kadın olduğu gerçeği var. Bu onu kesinlikle zayıf göstermiyor. Karşılaştığı bu anormal durumlara karşı ne kadar insan kalabildiğine işaret ediyor. Üstün müzik yeteneği sayesinde milyonlarca hayran edinmiş bir kadının hala "kendim olmakla yaşamak zorundayım" diyebildiğine tanık oluyoruz. Kendi sesinden duyduklarımız kadar, hayatının çeşitli dönemlerinin ve olaylarının sözcülüğünü yapmış Little Girl Blue, I Loves You Porgy, My Baby Just Cares For Me, Mississippi Goddam, Ain't Got No - I Got Life, To Be Young Gifted and Black gibi şarkılarla tanışıyor, zaten tanıyorsak onları daha da anlamlandırıyoruz. Belki de bir klasik müzik piyanisti olsa, Nina Simone olmayacaktı. Daha sınırlı bir kitle tarafından tanınacaktı. Bu güzel pop caz, soul, R&B şarkıları yazmayacak, onları seslendirip o güzel sesinden mahrum bırakacaktı. Ama en azından yapmaktan mutlu olduğu şeyi yapacaktı. Nina Simone olmaktan mutsuz olduğu dönemlere rağmen, öyle ya da böyle müzik yapıyor olması, onun içindeki yaşam sevincini, hüznünü, öfkesini insanlara geçirebilmesi açısından çok önemli.

20 Nisan 2017 Perşembe

Truman (2015)


Yönetmen: Cesc Gay
Oyuncular: Ricardo Darín, Javier Cámara, Dolores Fonzi, Oriol Pla, Eduard Fernández
Senaryo: Cesc Gay, Tomàs Aragay
Müzik: Nico Cota, Toti Soler

Uzun süre gördüğü kanser tedavisinden ilerleme kaydedemediği için yorulan aktör Julián (Ricardo Darin), kemoterapiden vazgeçme kararı alır. Sadık köpeği Truman ile birlikte yaşayan Julián'ı Kanada'da yaşayan arkadaşı Tomás (Javier Cámara) 4 günlüğüne ziyaret eder. Tomás'ın gelme nedeni Julián'ı bu kararından vazgeçirmektir. Ama Julián'ın pozitif ve alaycı tutumu nedeniyle buna bir türlü fırsat bulamaz. İki eski dost, Truman'ı sahiplenecek bir aile ararlar. Julián'ın üniversitede okuyan oğlu Nico'yu ziyaret etmek için Amsterdam'a giderler. Bir yandan da bu kaçınılmaz sona kendilerini hazırlamaya çalışırlar. Birlikte hayatın, dostluğun, ebeveyn olmanın değerinin anlaşılacağı 4 gün geçirirler.

En son 2012'de çektiği Una pistola en cada mano ile izlediğimiz Cesc Gay'in senaryosunu yine Tomàs Aragay ile birlikte yazıp kendisinin yönettiği Truman, sıcak, samimi, hüzünlü, huzurlu, mizahi özellikler taşıyan bir film. Ölüm temasına tezat oluşturmasına rağmen hissedilen bu samimiyet ve huzur, Julián'ın ölümü kabullenmişliği sayesinde filme çok daha yoğun biçimde sirayet edebiliyor. Karşımızda bunalımlı, nemrut, dengesiz bir rol olsaydı hem seyircinin içini şişirecek klişelere boğulmuş bir karakter izleyecektik, hem de ölümün kasveti çökmüş bir senaryonun ağırlığıyla gerilip ruhsuz bir efkara hapsolacaktık. Oysa Cesc Gay bunların olmasına izin vermiyor. Julián'ı ölecek olan birinden ziyade, geride bıraktıklarını bir daha görmeyeceği bir yolculuğa çıkacakmış gibi tasarlamış. Tabii yapılanların ve diyalogların çoğunda ölüm kavramı direk zikredilmese de, varlığı hep eşikte bekliyor. Temelli gidiyor olmanın acısına teslim olmadan, oğluyla, evladı gibi gördüğü köpeği Truman ile, kuzeni Paula ile ve bazı arkadaşlarıyla vedalaşmak istiyor.


Aslında vedalaşmayı sevmeyen Julián'ın bu vedalaşma konusunda yaşadıkları da filmin hüzün dozunu iyi ayarlayan nitelikte. Örneğin kendisini görmezden gelen bazı iş arkadaşlarıyla vedalaşmayı beklemesi, kendisine bir ölü gibi bakılmasını hazmedememesinden kaynaklanıyor. Fakat bu defa evliliğinin bitmesine sebep olduğu için kendisinin görmek istemediği, ama beklemediği biçimde ona selam verip durumunu soran bir başka arkadaşının tavrıyla rahatlama hissediyor. Filmin temelini oluşturan Julián - Tomás dostluğu ise iki yıllanmış arkadaşın bağlılığı ile karı koca huysuzluğu arasında gidip gelen sevimli bir tonda ilerliyor. Belki finalin biraz daha uzatılması gerektiğini, daha dokunaklı bir veda sahnesini hak ettiğini düşünenler olabilir. Sevimli Truman'ın da filme adını vermiş olmasının hakkı tam verilmemiş de olabilir. Ama Hollywood buna benzer konuları The Bucket List olarak allayıp pullarken, Avrupa ana akımındaki karşılıkları Truman gibi mütevazi dramlar oluyor ve onları çoğu zaman oldukları gibi kabul edebiliyoruz.

Ricardo Darín ve Javier Cámara gibi latin sinemasının iki tecrübeli oyuncusuyla zaten 1-0 önde başlayan Truman, süresi dahilinde kalesinde birkaç gol görse de, maçı farklı kazanmasını bilen bir film. Dikkat çeken bir başka unsur da, mekan tasarımları. Sahneler için seçilen açık ve kapalı nezih mekanlar, izleyenin içini açtığı gibi, oyuncuları daha sivriltip, zaman zaman onlardan rol çalma cüreti bile gösteriyorlar. 2016 Goya ödüllerinde En İyi Film, Yönetmen, Orijinal Senaryo, Erkek Oyuncu (Darín), Yardımcı Erkek Oyuncu (Cámara) gibi ana ödülleri kazanan film, çoğunluğu latin festivallerinden olmak üzere dünya çapında 30 civarında ödüle, bir o kadar da adaylığa layık görüldü. Cesc Gay ise her filminin üstüne sessiz sakin birşeyler koyarak ilerlediği fark edilince takip edenleri çoğalan yönetmenlerden biri haline gelmeye başladı.

30 Mart 2017 Perşembe

Schneider vs. Bax (2015)


Yönetmen: Alex van Warmerdam
Oyuncular: Alex van Warmerdam, Tom Dewispelaere, Maria Kraakman, Gene Bervoets, Annet Malherbe, Henri Garcin, Eva van de Wijdeven, Loes Haverkort
Senaryo: Alex van Warmerdam
Müzik: Alex van Warmerdam

Evli ve iki kız çocuk sahibi Schneider, profesyonel bir tetikçidir. Doğum gününde müşterisi Mertens'ten bitirilmesi gereken bir iş alır. Görevi, göl kenarındaki bir evde tek başına yaşayan yazar Ramon Bax'ı öldürmektir. Başta görevi almak istemese de, Mertens onu ikna eder. İşi hemen bitirip akşam yemek davetine katılmayı planlayan Schneider için işler umduğu gibi gitmez. Önce Bax'in patlamaya hazır bir bombayı andıran depresyondaki kızı Francisca, bir yıl aranın ardından babasını ziyarete gelir. Schneider ise gizli deposuna gelen zor durumdaki fahişe Gina'yı bazı aksilikler sonucu yanına almak zorunda kalır. İki adam için de aksiliklerin ardı arkası kesilmez. Ama en önemlisi, kolay hedef konumundaki Bax görüldüğü gibi biri değildir.

Hollanda sinemasına oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı olarak hizmet veren 1952 doğumlu Alex van Warmerdam'ın yazıp yönettiği Schneider vs. Bax, kara mizahın kontrolden çıkan bir suç hikayesiyle buluştuğu sürükleyici bir yapım. Bu tanımın en önemli muhatabı olan Coen kardeşlerin üslubuna hiç de uzak durmayan Warmerdam için, bu üslubu biraz daha tempolu hale getirmiş diyebiliriz. Basit gibi görünen bir infazın türlü aksiliklerle, açığa çıkan sırlarla ve olayla alakası olmayan tuhaf yan karakterlerle zora girmesi, seyirciyi avucunun içine almakta fazla zorlanmayacak yapıda. Filmin tamamının Schneider'in doğum günü olan bir Salı günü, büyük bir bölümünün de Bax'ın göl kenarındaki evi ile civarındaki bataklık arasında geçmesi belli bir tempoyu gerektiriyor. Tüm bu kısıtlı mekan, tek bir gün ve sürekli giriş çıkış halindeki karakter nüfusu birleştiğinde seyircide kimi zaman farklı bir vodvil izlediği düşüncesi bile oluşabiliyor. Böylece mizahi, aynı zamanda güvensiz bir ortam yaratan Warmerdam, elinden geldiğince klişelere bulaşmıyor. Bu konuda elinden gelenler de bir hayli fazla.


Görünürde iyi bir aile babası olan, ama o aileden gizli biçimde bazı prensiplere sahip bir kiralık katil olan Schneider, kendisiyle ve etrafındakilerle sorunlarını uyuşturucu ile çözmeye çalışan, bir torbacı gibi önüne gelene speed dağıtan bezgin Bax, karşı safları temsil etmek için gayet iyi tasarlanmış karakterler. Bunu anlamanın en iyi yollarından biri, özellikle filmin ortalarında karşılaştığımız sürprizden sonra ikisi arasında taraf tutarken gelgitler yaşamamız olabilir. Bir diğer yol da, yan karakterlerin kattığı dinamizm. Başta Bax'in sorunlu kızı Francisca olmak üzere, öfkeli bir sevgili ve onun sözde fedaisi, sapık dede ve onun genç sevgilisi, orta yaşlı fahişe Gina ve onun pezevengi, bir de tüm bu kesişmelere sebep olan Mertens, açık havada geçen bu pastoral kara komediye kan, öfke, mizah katan unsurlar.

Filmde Bax'i canlandıran yönetmen ve senarist Alex van Warmerdam (hatta müzikleri bile o yapmış), bazı devamlılık hatalarına rağmen akıcı, sert, aynı zamanda eğlenceli bir suç filmine dört koldan adını yazdırıyor. Performans olarak ise genel başarı bir yana, Francisca rolüyle izlediğimiz Maria Kraakman'ı en başa yazabiliriz. Filmin adı Schneider vs. Bax ama Francisca'nın da kilit konumunda bir rolü var. Büyük bir bölümün geçtiği bembeyaz göl evinin huzurlu ortamını, zincirleme karmaşanın açık ettiği küçük bir sır ve suç mabedi halindeki zıtlığıyla dengeleyen Alex van Warmerdam, yazıp yönettiği 9. filmiyle en iyilerinden birini ortaya koyuyor. Temposunu çok iyi ayarlayan, nasıl çözeceğini kestiremediğimiz işleri çok iyi karıştıran, karakterlerini basmakalıp olmaktan uzak tutmaya çalışan, beklenen final kapışmasıyla da klişeleri yerle bir eden bir film çıkarıyor.

23 Mart 2017 Perşembe

Demon (2015)


Yönetmen: Marcin Wrona
Oyuncular: Itay Tiran, Agnieszka Zulewska, Andrzej Grabowski, Tomasz Schuchardt, Adam Woronowicz, Wlodzimierz Press, Katarzyna Gniewkowska, Tomasz Zietek, Cezary Kosinski, Katarzyna Herman
Senaryo: Pawel Maslona, Marcin Wrona
Müzik: Marcin Macuk, Krzysztof Penderecki

2014'te filminin yarıştığı Gdynia Film Festivali sırasında kaldığı otel odasında intihar eden Polonyalı yönetmen Marcin Wrona'nın son filmi Demon, Piotr isimli genç bir adamın, bir arkadaşının kız kardeşi olan Zaneta ile evlenmek üzere Londra'dan memleketi Polonya´ya dönmesiyle başlıyor. Zaneta'nın ailesine ait terk edilmiş bir eve yerleşen Piotr, daha ilk günden garip sesler duyuyor, kepçe ile bahçeyi kazarken insan kemikleri buluyor, gelinlikli bir kadının hayalini görüyor ve yağmurlu bir gecede (hayal olup olmadığını anlayamadığımız biçimde) çamur bataklığına batıyor. Ertesi gün bu evin bahçesinde gerçekleşen düğün ise Piotr'ın başı çektiği tuhaf olaylarla adım adım bir kabusa dönüşüyor. Senaryoyu Pawel Maslona ile birlikte yazan Marcin Wrona, gerilim ve kara mizah arasında gidip gelen tarzıyla filme olan ilgiyi sonuna kadar diri tutmayı başarıyor.

Her ne kadar artık suyu çıkmış "ruh tarafından ele geçirilme" hikayesi işlese de, bunu belli bir Avrupai estetik kaygıyla, %90'ı bir kır düğününde geçen set kurulumuyla ve yer yer klişelerle oynamayı seven kurgusuyla fark yaratabiliyor. Türlü sahnelerde hissedilen ciddiyet ve mizah arasına kesin çizgiler çizmeden seyircinin de bu gel-gitlerden etkilenmesini sağlıyor. Evet belki çok katı bir ciddiyet ya da keskin zekalı bir mizah göremiyoruz. Ancak filmin hayalet, vücut istilası, şeytan çıkarma gibi gerilim alt türleriyle harmanladığı karanlık tarafının, votkanın su gibi aktığı düğün cümbüşüyle yarattığı tezatlıktan ortaya çıkan uyum hem gerilime, hem de suratlara tuhaf bir gülümseme koyan komikliklere sebep oluyor. Ama yine de sonlara doğru dizginleri bir parça daha fazla ele alan gizem ve gerilim, kendisine yumuşak geçiş kolaylığı sağlayan bu yapısı sayesinde etkileyici bir final yapıyor.

Sessiz sakin gerçekleşen bu final, ardında bıraktığı sorular ve onlara hemen hemen her seyircinin kendine göre verebileceği cevaplarla daha da ilginçleşiyor. Özellikle gelin ve damadı canlandıran Itay Tiran ile Agnieszka Zulewska'nın performansları çok iyi. Renkli yan karakterler de zenginlik katıyor. Fakat filmin en trajik yanı, kısa film ve TV dizileriyle işe başlayıp, üçüncü uzun metrajı Demon'ın yerel festivalde gösterilmesinin hemen ardından otel odasının banyosunda kendini asan 42 yaşındaki yönetmen Marcin Wrona olsa gerek. Alkol, depresyon ve Demon'ın o festivalden ödül alamamış olması gibi sebeplerle ilişkilendirilen bu intihar, özellikle Demon ile festival tevazusu içeren bağımsız Avrupa filmleri adına gelecek için ümit saçan bir yönetmenin kaybına sebep oldu. Austin ve Haifa festivallerinden ödül kazanan Demon, biten bu ümidin bir kanıtı olarak da özel bir film olarak kalacak.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Listen To Me Marlon (2015)


Yönetmen: Stevan Riley

Marlon Brando'nun ikon haline gelmiş filmlerinden, çeşitli yerlerde yayınlanmış, aynı zamanda daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış arşiv görüntülerinden, en önemlisi de yüzlerce saatlik ses kayıtlarından Stevan Riley'nin kurguladığı Listen To Me Marlon, aktör hakkında bilgisi olan olmayan herkesin mutlaka görmesi gereken bir belgesel. Standart biyografik içerikli bu tip belgesellerden farklı olarak, aktör hakkında yakınları veya iş arkadaşlarını konuşan kafalar şeklinde montajlayan anlayıştan uzak bir anlatım mevcut. Çünkü hali hazırda Brando'nun kendi sesinden olağanüstü bir samimiyet, şiirsellik, dürüstlük, keder taşıyan duygularını bu görüntülerin fonunda dinliyoruz. Yıllara yayılmış bu ses kayıtları sayesinde bir anlatıcıya gerek duyulmayan muhteşem bir otobiyografi izliyoruz. Aktörün son yıllarında yaşadığı aile trajedisiyle başlayan film, oraya daha sonra tekrar dönmek üzere kronolojik bir anlatımla yola koyuluyor. Çocukluğunu, ailesini, New York'a gelişini, oyunculuğa başlamasını kendi ağzından dökülen edebi, felsefi, naif ve içten cümlelerle duyuyor, film kareleri ve fotoğraflar eşliğinde de görüyoruz.

Birgün bu belgeselin çekileceğini biliyormuş gibi hayatından pasajları aktaran Brando'nun çok yetenekli, yakışıklı, çapkın bir film yıldızı olmasının ötesinde yaşadıkları ve hissettikleri çok önemli. Kendi hayatını kendi sesiyle yorumlayan bu büyük efsanenin derinlerinde nelerin yattığını psikolojik, felsefi ve edebi ifadelerle duymak, ironik biçimde en ufak bir yabancılaşma yaratmıyor. Herkesin onu tanıdığı A Streetcar Named Desire, Viva Zapata!, Julius Caesar, On The Waterfront, The Godfather, Last Tango In Paris, Apocalypse Now gibi sembol olmuş yapıtlar sayesinde efsane statüsünde bir aktör olması, onu duyarsız, vicdansız, şımarık, kadın düşkünü bir züppe yapmıyor. Moskova Sanat Tiyatrosu'nun kurucusu ve sanat yönetmeni Konstantin Stanislavski'nin oyunculuk tekniklerini Amerika'da yaygınlaştıran oyuncu ve tiyatro eğitmeni Stella Adler'ın hocalığında kendini geliştiren Brando'nun oyunculuk sanatına bakışındaki ilginç ama gerçekçi tutumu da onu salt bir oyuncu olarak görmemizi sorgulatıyor. Zaten o da kendini sadece bir oyuncu olarak tanımlamıyor. Adler'in Brando'da gördüğü ışık, dönemin sinema dünyasını kısa sürede aydınlatıyor.


Rol yapmanın, yalan söylemenin hayatın bir parçası olduğunu, "rol yapmak, hayatta kalmaktır" veya "hepimiz rol yaparız, kimileri bundan para kazanır" cümleleri ile dile getiren Brando'nun aktörlük hakkındaki fikirleri, tıpkı başka konularda olduğu gibi hassas, samimi ve derin. Hatta yönetmenlerin oyuncuları gerçek anlamda yönetmediklerini, yönetemeyeceklerini iddia ediyor. Hem rol yapma işini bu denli içselleştirdiği, hem de özgürlüğüne düşkünlüğü sebebiyle zaman zaman yönetmenlerle ters düştüğü, çekimleri aksattığı, senaryoya müdahale ettiği yönünde de kendisinin kabul etmediği bir şöhreti var. Bu yüzden iki önemli filmde çalıştığı Francis Ford Coppola ile arasının kötü olması bir referans olarak aksettirilmiştir. Tabii Brando'nun hayatında karanlıkta kalmış bazı kişi ve olaylara belgeselde rastlamıyoruz. Ama bu durum gidişat yönünden akış değiştiren veya aktörün efsanesine gölge düşüren nitelikte olmadığı için sıkıntı yaratmıyor. Çünkü Marlon Brando dendiği zaman güçlü bir oyunculuk kadar başka unsurlar da hep işin içine giriyor.

Hayatın içinde üstlendiği farklı rollere de tanık olarak Brando'nun insani meziyetlerinin farkına varmamızı sağlayan belgesel, onun 70'li yılların hararetli ırkçılık ortamında Kara Panter hareketini, Martin Luther King'i desteklemesine de değinmekte. O dönem bu tavır inanılmaz bir cesaret örneği olarak görülüyor. Ama cesaret dediğimiz şey, onun insanca yaşama hakkına göstermiş olduğu ve her sanatçının göstermesi gereken doğal bir duruştu. Kızılderili halkına yapılanlara tepki olarak The Godfather ile kazandığı, her oyuncunun rüyalarını süsleyen Oscar'ı reddetmesi de öyle. "İnsanlar oğullarının Vietnam'da ölmesinden gurur duyduklarını anlatıyorlar. Ebeveynler öyle boş ki, inanç sistemlerini değiştirmek yerine çocuklarını öldürüyorlar. Mitlere ihtiyacımız var. Mitlerle yaşıyor, mitler için ölüyoruz" cümleleriyle Vietnam savaşı özelinde savaş karşıtlığını, tarihin her döneminde hep bir silah, koz, kılıf olarak kullanılmış inanç sistemi ile birlikte eleştirerek geniş bakış açısını yansıtıyor. Bu geniş perspektif sayesinde tüm bu başlıkları özümsenebilir bir edebi yoğunluk, aynı zamanda somut bir gerçeklikle aktaran belgesel, evlat, sanatçı, aşık, aktivist, baba, dede, en önemlisi de insan olarak Marlon Brando portrelerini onun sesinin sıcaklığıyla yaşama olanağı tanıdığı için çok önemli ve benzersiz bir yapım.

24 Aralık 2016 Cumartesi

Racing Extinction (2015)


Yönetmen: Louie Psihoyos
Müzik: J. Ralph

Japonya'nın Taiji bölgesinde süregelen yunus katliamlarını konu alan The Cove belgeseli ile 2010 yılında Oscar kazanan yönetmen Louie Psihoyos, bu kez tek bir hedefe odaklanmayıp, nesli tükenmekte olan bazı canlı türlerini korumaya çalışan bir grup gönüllü ve aktivisti ziyaret ediyor. Kimi zaman onlardan bu canlılarla ilgili çok ilginç bilgiler topluyor, kimi zaman The Cove'da olduğu gibi aktif biçimde onlarla sahaya iniyor, gerilla yöntemlerle yine tüyler ürperten gerçeklere tanık oluyor. Bu insanlar arasında parlak şirket kariyerini bırakıp kendini sualtı canlılarını araştırmaya, korumaya adayan fotoğrafçı, sinematograf, profesyonel dalgıç Shawn Heinrichs, elektrikli araçları yaygınlaştırma çalışmalarında bulunan Tesla Motors CEO'su Elon Musk, bu araçlarla yarışlara katılan yarışçı ve çevreci Leilani Munter, primatolog Jane Goodall, yeryüzündeki sesleri kaydeden Biyoakustik Araştırma Programı uzmanlarından biyolog Christopher W. Clark, dijital sanatlar uzmanı Travis Threlkel, National Geographic fotoğrafçıları, çevre araştırmacıları ve yazarlar bulunuyor. Psihoyos, bu insanlarla beraber kitlesel yok oluşa bakarken, sadece nesli tükenen hayvanları mercek altına almıyor. Halen olmakta ve olacak bazı çevre felaketleriyle sıranın insanlara gelmeye başladığını bilimsel verilerle vurguluyor.

"Dünya tarihinde beş kitlesel yok oluş gerçekleşmiştir: Ordovizyen, Devonyen, Permiyen, Triyas-jura ve dinozorları yok eden K-T. Bu kadar uzak tarihi algılayabilmek çok zor. 4.6 milyarlık dünya tarihinden bahsediyoruz. Dünya tarihini 24 saat gibi düşünelim. İnsanlık bu sürenin ne kadarlık kısmına denk gelir? Gece yarısından birkaç saniye öncesi, hepsi bu. Biz mahalleye yeni taşınmış çocuklarız." Belgeselin ilk 10 dakikasından sonra duyduğumuz bu cümleler, nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu biraz belli ediyor. Yeryüzündeki altıncı kitlesel yok oluşun tek nedeninin insan olacağı iddiası çok güçlü biçimde filmde yer alıyor. Üstelik bunun sadece bir iddia olmadığı, birşeyler değişmezse adım adım yok oluşa gittiğimiz gerçeği çok kritik örneklerle destekleniyor. Birbirine zincirleme bağlı olan etkenler, insanoğlunu felakete biraz daha yakınlaştırıyor. Örneğin doğal yaşam alanlarını yok ederek veya bu alanları ekilebilir arazilere çevirerek et, süt ve yumurtaya daha bağımlı hale geliyoruz. Bu da karbondioksit ve metan salınımını daha da arttırıyor. Artan karbondioksitin havaya etkisi sonucu oksijenin %80'ini üreten okyanuslar asit havuzuna dönüşüyor, okyanus canlı türleri birer birer yok oluyor, buzullar eriyor, buzulların altında bir canavar gibi yatan metan gazı canımıza okumayı bekliyor. O metan ki, iklim değiştirmeye etkisi karbondioksite göre 22 kat daha güçlü.


Louie Psihoyos, çevre duyarlılığına sahip bu bir grup insanla konuşurken veya onlarla birlikte belgesele materyal toplarken dünyanın farklı coğrafyalarından nesli tükenmekte olan canlılara ait dehşet verici, öfkelendirici, kahredici gerçeklere ulaşıyor. The Cove'da anlattıklarının kat be kat fazlasını izliyoruz. Hong Kong'daki bir terasta, okyanus dibinde bir kayalıkta, gece çökünce kepenkleri indirilen, içi kafeslenmiş canlı hayvanlarla dolu depolarda, tuhaf deniz ürünleri servis eden popüler bir restoranda, adında bir Endonezya köyünde hergün korkunç şeyler yaşanıyor. Ama bunların bir kısmını durdurmayı başaran bu insanları gördükçe hala umut olduğunu görüyor, onlardan biri olabilmek istediğimizi, olabileceğimizi farkediyoruz. Biraraya toplanıp dünyayı kötü güçlerden kurtaran süper kahramanların gerçek hayattaki süretleri olduklarını düşünebiliyoruz. Sosyal medyada kuru kuruya sıkça paylaşılan "karanlığa lanet etmektense bir mum yakmak yeğdir" sözü, farkındalık yaratmak için bütün kozlarını ortaya koyan böylesine mükemmel bir film ile paylaşıldığında gerçek anlamını buluyor.

Çevre duyarlılığı söz konusu olduğunda insanları bilinçlendirmek, bireysel ve kolektif bir farkındalık yaratabilmek için Racing Extinction gibi yapımları izlemek, izletmek önemli. Ama kesinlikle yeterli değil. Öyle ki, bu tip belgeselleri bile izleyip unutmaya meyilliyiz. Ederinin on katı fazla para ile satılan betonlar içinde, ironik biçimde bizi hızlandırmasını isterken aslında bizi hareketsiz bırakan araçlarla yaşıyoruz. Günde 207 litrelik çöp poşeti kadar metan üreten 1.5 milyar inekle aynı gezegeni paylaşıyoruz. Geçimini köpekbalığı veya vatoz öldürmekle sağlayan, üreme konusunda gösterdiği çabayı başka kaynaklar bulma konusunda göstermeyen cahil ve cani insanlar her yerde. Tüm çevresel yıkımlara, ihmallere, hukuksuzluklara seyirci kalıyoruz. Finaldeki görkemli görsel şov gibi sadece izliyor, heyecanlanıyor, üzülüyor, fotoğrafını çekiyor, sonra da yolumuza devam ediyoruz. Mum yakmıyor, şarkı söyleyen dünyayı dinlemiyoruz. Çünkü önceliklerimiz başka. Psihoyos, Heinrichs veya çevre protestolarında şimdiye kadar hayatını kaybetmiş yüzlerce insan zaten bizim yerimize birşeyler yapıyor. Yapanların sayısı yeterli gelmeyince ise, hiç gelmeyecek dişisine şarkı söyleyen O'o kuşu, yüzgeçleri kesildikten sonra suya bırakılan köpekbalığı (ki o köpekbalıkları dört kitlesel yok oluştan kurtulmuşlardı), yeryüzünde bir tane kalmış Toghie adlı ağaç kurbağası, artık bir tane bile kalmayan Çin nehir yunusu, korunması için 1.3 milyon dolar ödenek tahsis edilen Florida çekirge serçesi, geçim kaynağı niyetine acımasızca katledilen manta vatozları birer birer yok oluyor. Antropojen (insan çağı), içinde bulunduğumuz 6. yok oluşa adını vermek için bekliyor. Şayet birer mum yakmazsak...