31 Temmuz 2015 Cuma

Who Am I - Kein System ist sicher (2014)


Yönetmen: Baran bo Odar
Oyuncular: Tom Schilling, Elyas M'Barek, Wotan Wilke Möhring, Antoine Monot Jr., Trine Dyrholm, Hannah Herzsprung, Stephan Kampwirth
Senaryo: Jantje Friese, Baran bo Odar
Müzik: Michael Kamm

25 yaşındaki Benjamin, alzheimer hastası büyükannesiyle birlikte yaşayan, kendi düzenini kuramamış asosyal bir gençtir. Bu yüzden bilgisayar ve hackerlık konusunda kendisini geliştirmiştir. Hoşlandığı Marie'nin dikkatini çekmek amacıyla onun gireceği sınav sorularını çalmaya çalıştığı sırada yakalanan Benjamin, sosyal hizmet cezasına çarptırılır ve aynı cezayı alan bir başka hacker olan Max ile tanışır. Arkadaşları Stephan ve Paul ile küçük korsanlık işleri yapan Max, Benjamin'i de bu gruba dahil etmek ister. Amacı, yeraltı dünyasında bir efsaneye dönüşmüş hacker MRX'in dikkatini çekmektir. Kendilerine CLAY adını veren grup, ne yaparsa yapsın MRX onlarla ilgilenmez. Ama Almanya Federal Haberalma Teşkilatı BND, Avrupa Polis Birliği Europol ve kendilerine rakip olarak gördükleri için Ruslarla bağlantısı olduğu düşünülen gizli bir hacker grubu onların peşine düşer.

En son başarılı gerilim filmi Das letzte Schweigen ile adını duyuran Baran bo Odar'ın, Jantje Friese adında henüz ilk senaryosunu yazan (muhtemelen bu hackerlık işleri hakkında bilgi sahibi) biriyle yazdığı, kendisinin üçüncü defa yönetmen koltuğuna oturduğu Who Am I - Kein System ist sicher, koskoca Michael Mann'ın Blackhat ile beceremediği türden başarılı bir siber suç filmi. Sonlarına doğru yaşananlardan başlayıp geri dönüşle izlemeye başladığımız film, bu bilinen kurgu yöntemini iyi kullanarak seyirciyi kısa sürede etki alanına almayı bilen bir yapıda. Yani filmin sonlarına doğru neler olduğunu fazla ipucu vermeden gösterip, sonra başa dönerek Benjamin'in polis sorgusu eşliğinde hacker arkadaşlarıyla nasıl tanıştığını, birlikte neler yaptıklarını, siber alemde yükselişlerini, kendi iç hesaplaşmalarını ve tabii Benjamin'in güzel Marie ile ilişkisini izlemeye başlıyoruz.

Tempolu anlatım, artık kabullenilmiş birtakım mantık hatalarıyla beraber filme sürükleyici bir kimlik kazandırıyor. Odar'ın Fight Club ve The Usual Suspects'ten fazlaca etkilendiği aşikar. Zaten zaman zaman David Fincher frekansları hissediliyor. Lakin Odar bu frekansları bir Avrupa filmi konumuna getirmekte bazen zorlanıyor. Sonlara doğru artan gerilimi ve panik havasını iyi yansıtan film, twist üstüne twist yöntemiyle iyi bir kapanış gerçekleştiriyor. Oyuncu kadrosu da üzerlerine düşen görevleri layığıyla yerine getirince ortaya iyi fakat etkilendiği filmlerin gölgesinde kalan bir film çıkıyor.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

20 Feet From Stardom (2013)


Yönetmen: Morgan Neville

2014 yılı Oscar Ödüllerinde En İyi Belgesel seçilen, bunun dışında birçok festivalden ödül ve adaylıklarla dönen Morgan Neville belgeseli 20 Feet From Stardom, büyük yıldızların gölgesinde kalmış, ama yaptıkları işin önemini kavradığımızda değerlerini daha iyi anlayabileceğimiz isimsiz şarkıcılara, yani geri vokallere mercek tutan etkileyici bir yapım. Sayıları o kadar fazla ki, hepsiyle birden röportaj yapma olanağı olmadığı için Neville, özellikle Darlene Love, Lisa Fischer, Merry Clayton, Claudia Lennear, Táta Vega gibi hayatları mütevazi birer roman olabilecek şahane sesleri seçmiş. Bu isimlerle çalışmış Mick Jagger, Bruce Springsteen, Sting, Stevie Wonder gibi dev müzisyenlerin anılarıyla, geri vokal görevinin önemini ifade eden yorumlarıyla zenginleşen belgeselde ayrıca müzik yazarları, yapımcılar ve tanınmamış başka geri vokallerin yerinde müdahaleleriyle, bu basit gibi görünen performans türünün doğuşu, gelişimi ve ne yazık ki unutulmaya yüz tutuşu inceleniyor.

Bir geri vokal klişesi olarak çoğunluğu siyah olan, babaları rahip olan ve küçük yaşta kilise korosunda şarkı söyleyerek müziğe başlayan bu insanlar tabii ki uzun süre geri vokal olarak kalmak istemiyorlar. Hemen hepsinin kendi solo albümlerini çıkarmak, solo konserler vermek, kaliteli bir yaşam sürmek gibi hayalleri bulunuyor. Belgeselde 1960'larda The Blossoms adıyla ilk defa siyah üç kızdan kurulu grubuyla müzik dünyasında çok önemli bir siyah / kadın hareketinin parçası olup birçok hite imza atan Darlene Love var. Sting'in "o bir yıldız" dediği, 90'ların başında yaptığı "How Can I Ease The Pain" şarkısıyla Grammy kazanmış ama günümüzde hiç de öyle yıldız gibi bir hayat sürmeyen, uzun süre The Rolling Stones, Luther Vandross, Sting, Tina Turner isimleriyle çalışmış Lisa Fischer var. Yine The Rolling Stones'un efsane "Gimme Shelter" ve Lynyrd Skynyrd'ın "Sweet Home Alabama" şarkılarının unutulmaz geri vokallerine imza atmış (ki filmde bunlar hakkında hikayeler de mevcut), vokal yaptığı isimler arasında Burt Bacharach, Tom Jones, Joe Cocker, Linda Ronstadt, Carole King de olan, 5 kaliteli solo albüm yapmasına rağmen bir türlü star olamamış Merry Clayton var. Sesi ve güzelliğiyle The Rolling Stones'un "Brown Sugar", David Bowie'nin "Lady Grinning Soul" şarkılarına ilham vermiş Claudia Lennear var. Elbette onların geçmişleriyle şimdiki halleri arasında gördüğümüz farklılıkların nedenleri ve sonuçları var.


Filmde gerçek birer yıldız sesine sahip olmalarına karşın bu insanların neden kendi isimleriyle anılmayıp şan, şöhret, kariyer, zenginlik sahibi olamamaları üzerine kafa da yoruluyor. Olağanüstü yıldızlarla çalışmalarına, zaman geçtikçe kendi solo çalışmalarını yapma fırsatı bulmalarına rağmen, kah bazı yapımcı şanssızlıkları, kah acımasız müzik pazarı için yeterince hırslı ve hazırlıklı olmayışları, kah onları yıldızlaştıracak şarkı / albüm çıkışları sağlayamamaları yüzünden hep gölgede kalmaları çok hüzünlü. Neden hak ettikleri patlamayı yapamadıkları, farklı çevrelerce, farklı gerekçelerle irdeleniyor ki, bazı yapımcı ve eleştirmenlerin çok güzel tespitleri mevcut. "Olmayınca olmuyor" sözü biraz da bu müthiş seslerin sahip oldukları solo karizmayla, yoğun pazarlama faaliyetleriyle, eldeki materyallerle, yapımcı tercihleriyle alakalı. Örneğin çoğu için müzik dışı faaliyetlerin çok yıpratıcı olması, aile yaşantıları, geçim derdi gibi çeşitli nedenler onların bir müzik yıldızı olma yolundaki engellerden olmuş. Günümüz teknolojilerinin artık geri vokal ihtiyacını makinelerden karşılayabilmesi, o makinelerin günümüzün sürüsüne bereket kötü sesli şarkıcılarını bile kolay yoldan yıldız yapabildiği gerçeği de ayrıca çok acı.

Özellikle 90'larda "How Can I Ease The Pain" ile hayal meyal hatırladığım genç kızın şimdiki haliyle Lisa Fischer olduğunu öğrenmek beni çok şaşırttı. Şimdiki halinden çok etkilendiğim Fischer'ı caz vokal denemelerinde dinlemek, Sting'in bir konserinde "Hounds Of Winter" şarkısındaki solo performansını görmek, şarkı söylemenin kendisi için nasıl bir duygu olduğunu tarif edişine tanık olmak hayranlık vericiydi. Bolca makyajla, birkaç hit şarkıyla, kadını metalaştırmaya hevesli milyoner yapımcılarla, iyisi kötüsü olmayan reklamlarla, suni polemiklerle, bolca magazinle bir Rihanna olabiliyorsunuz. Bir Lisa Fischer olabilmek için ise doğuştan sizde olan tek bir şeye ihtiyacınız var: İyi bir sese! İşte bu yüzden kocaman bir villa yerine içine zor sığdığı bir dairede yaşayıp, bir zamanlar Grammy kazandığınız müzik sektörüne tekrar geri vokal olarak dönmek zorunda kalabiliyorsunuz. Şov yapacağım diye sahnede neredeyse bütün şarkıyı geri vokallere söyleten şimdinin karton starlarının yanında bu emektar seslerin yaşadıkları hayatın hiç de adil olmadığını açıkça dile getirmeden gösteren belgesel, müzik dolu enfes kurgusuyla hüznünü ve coşkusunu derinden hissettiren bir yapım.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Free Angela and All Political Prisoners (2012)


Yönetmen: Shola Lynch
Müzik: Vernon Reid

1960'lı yılların ikinci yarısından başlayarak ırkçılık karşıtı ve politik tutukluların hakları hareketininin sembolü olan akademisyen filozof ve yazar Angela Davis'in mücadele yıllarını anlatan Shola Lynch belgeseli Free Angela and All Political Prisoners, bu önemli figürü her yönüyle ele alan başarılı bir biyografi olarak karşımıza çıkıyor. Afro-Amerikan toplumunun özgürlük mücadelesini ve o yılların tartışmalı oluşumu Black Panther Party'yi de destekleklemiş olan Davis, ABD Komünist Partisi'nin üyesi olduğu için California Üniversitesi'ndeki görevinden atılıyor. Ama onun uluslararası bir özgürlük sembolü olmasını sağlayan süreç, Black Panther Party üyesi olan ve 18 yaşından bu yana hapis yatan George Jackson'a destek vermesiyle başlıyor. Basit bir suç yüzünden girdiği hapishanede çok zor koşullarda kendini geliştirip yaşadıklarını yazması yönünde Davis'ten destek gören Jackson, "Soledad Brother: The Prison Letters Of George Jackson" kitabını yazıyor. Davis ve Jackson, bu paylaşım yanında duygusal bir yakınlaşma da yaşıyorlar. Fakat Ağustos 1970'de Jackson'ın kardeşi Jonathan, abisini kurtarmak için mahkeme salonuna silahlı bir saldırıda bulunup, aralarında bir hakimin de bulunduğu 4 kişinin ölümüne sebep olunca ve bu silahların Angela Davis adına satın alındığı tespit edilince zor günler başlıyor.

Bir anda FBI'ın "Amerika'nın En Çok Aranan On Tehlikeli Suçlusu" listesine giren Davis'in kaçış ve yakalanış sürecini, macera filmlerini aratmayan bir kurguyla anlatan Shola Lynch, terörizme destek verdiği suçlaması ile hakkında idam cezası istenen Davis'in mahkeme sürecini de birinci ağızlardan derlenen röportajlar, arşiv görüntüleri ve mahkemede çizilen resimlerle aynı sürükleyicilikle yansıtıyor. Amerika'nın başına gelmiş en kötü şeylerden biri olan 37. ABD başkanı Richard Nixon döneminde, sırf güçlü bir politik figür olduğu için doğrudan ilişkisi kanıtlanmamış bir suç yüzünden idama mahkum edilmek istenen Davis'in özgürlük mücadelesi, sadece Amerikan siyahlarının veya Amerika'nın değil, adım adım tüm dünyanın duyarlılık gösterdiği bir protesto patlamasının fitilini ateşliyor. Toplumlar kadar, müzik, sinema ve edebiyat dünyasının bir özgürlük ikonu haline gelen Angela Davis'in yargılanma süreci de kendisi, ailesi, dostları, avukatları sayesinde tüm çarpıcı ayrıntılarıyla ekrana yansıyor. Tabi bu süreçte yaşanan bazı trajik gelişmelerle birlikte.


FBI'ın kurucusu J. Edgar Hoover'ın Nixon direktifleriyle cadı avı başlattığı döneme Clint Eastwood, Oliver Stone gibi kurnaz milliyetçilerden daha güçlü şekilde ışık tutan filmde, ırkçılığın ve ayrımcılığın en etkili olduğu dönemlerden birinde Avrupa'da eğitim görmüş Davis'in bu olumsuzlukları kendi toplumu içinde de değerlendiren geniş bakış açısı göze çarpıyor. Mesela siyah ayrımcılığa karşı mücadele sergileyen kendi toplumundaki kadın ayrımcılığını görebiliyor. Bir siyah olarak, bir komünist partisi üyesi olarak ve bir kadın olarak üç farklı konumundaki duruşundan taviz vermeyen Davis, tarihte bireyselden evrensele uzanan bir özgürlük, adalet, eşitlik, insan hakları mücadelesinin örnek sembollerinden biri. Mahkeme kararının bir insanlık dersi niteliğindeki kararının ardından mücadeleci hayatına geri dönen, sayısız organizasyondan ödüller alan, dünyanın çeşitli ülkelerinde sayısız konferanslar veren, ırkçılık, kadın ve insan hakları, demokrasi, adil yargılanma, hapishane şartları, ölüm cezası içeriklerine sahip birçok kitap yazan, çeşitli sivil toplum kampanyalarının sözcülüğünü yapan Angela Davis'in farkına varmak için yetkin bir belgesel.

10 Temmuz 2015 Cuma

Phoenix (2014)


Yönetmen: Christian Petzold
Oyuncular: Nina Hoss, Ronald Zehrfeld, Nina Kunzendorf, Michael Maertens, Imogen Kogge
Senaryo: Christian Petzold, Harun Farocki, Hubert Monteilhet
Müzik: Stefan Will

Alman senarist / yönetmen Christian Petzold'un Fransız yazar Hubert Monteilhet romanı Le Retour des cendres'dan uyarladığı Phoenix, 2. Dünya Savaşı sonunda esir olduğu toplama kampından kurtulan şarkıcı Nelly Lenz'in, aldığı kurşun yarası sonucu zorunlu olarak geçirdiği estetik ameliyat sonrasında kendisinin bir benzerine dönüşmesi ve çok sevdiği kocası Johnny'yi bulmaya çalışmasını anlatan bir dram. Herkesin öldüğünü düşündüğü Nelly kurtulduktan sonra arkadaşı Lene'nin himayesinde kendini toparlamaya çalışıyor. Nelly iyileşince Johnny'yi buluyor ama Johnny onu tanımıyor. Ne var ki öldüğüne emin olduğu karısına çok benzettiği için, mirasını alabilmek amacıyla onu yaşıyor göstermek isteyen Johnny, yaşadığını eşinden saklamaya karar veren Nelly'yi eğitmeye başlıyor. Sırf bu sıradışı konu sayesinde bile izlenmeyi hak eden Phoenix'in ağzıyla kuş tutması bekleniyor haliyle. Ama film o kuşu tutmasa da, pencere önüne bıraktığı yiyeceklerle onu besliyor. Hitchcock üzerinden güncellenen diken üstü Polanski geriliminin kıyısından dönen film, Petzold'un daha mütevazi tercihleri neticesinde sert olmaktan imtina eden bir yapıda. Bu tevazu filme irtifa kaybettirmiyor fakat kimi anlarda beklentileri karşılamıyor. Yine de başka sömürü ustaları akla gelince bu üslubun, bu hikayeyi anlatmak için en uygun üsluplardan biri olabileceği açığa çıkıyor.

Phoenix, yaşadığı korkunç olaylardan sağ çıkmış bir kadının yeni yüzüyle kendi kimliğini yeniden kazanma arzusuyla, karısının mirasını elde edebilmek için ona çok benzeyen bu kadını, olmadığı sandığı birine dönüştürme arzusunun çatışması. Ama Petzold bunu bir çatışma gibi değil, savaş sonrasının yorgun ve yaraları taze naifliğiyle işliyor. Yükselmeyi, hiddeti ve hüznü usta bir süzgeçten geçirerek gerilim yaratıyor. Kocasına kendini Esther (Kadın) olarak tanıtan Nelly, bu isim tercihiyle bile kendini kadın hissettiği dönemlere olan özlemini dile getirmiş oluyor. Esther'in aslında Nelly olduğunu, Johnny'nin ise Nelly'yi Esther sandığını bilen seyircinin, filmin cazibesine kapılmaması çok güç. Bu yüzden kendine bağlamayı bilen senaryo hiç sağa sola sapmadan, nereye yöneleceğinin sırrını da müthiş finaline kadar saklayarak bu cazibeyi boş çıkarmıyor.


Psikolojik gerilimin kıyılarında gezinen, suya dalmak yerine o kıyılarda yürümeyi tercih eden Petzold, Nelly'nin tutuklanmasından önce ve sonra Johnny'nin yaptıklarını muallakta bırakarak şüphe tohumları ekmeyi başarıyor. Bu belirsizlikleri temposu bünyesinde yavaş yavaş aydınlatmayı istemesi de bakış açısına göre olumlu veya olumsuz biçimde algılanmaya açık. Petzold'un herhangi bir flashback kullanmaması, herşeyi filmin kendi zamanı içinde yaşama arzusu, dağınıklığa yol açmadığı için gayet olumlu. Mesela Spielberg veya başka bir Yahudi kökenli Amerikalı yönetmenin elinde Nelly'nin tutuklanma süreci, kampta yaşadığı insanlık dramı, oradan kurtuluşu vs. tüm detaycı sömürü aygıtlarla birlikte filmi bambaşka yönlere çekebilir, bize daha önce izlemediğimiz birşey sunma kaygısı gütmeyebilirdi. Oysa Christian Petzold, filmin sahip olduğu potansiyelin bu yöntemlerle hırpalanmasına izin vermiyor.

Filmin çok çarpıcı finali de, genel üsluba tencere kapak kadar uyumlu. "Phoenix" isminin sadece Nelly'nin Johnny'yi bulduğu gece kulübünün adından gelmediğini biliyoruz. Küllerinden doğan bir kadının, yaşadığı tüm acıların gölgesinde başka bir yüzle yeniden varoluşunu tüm gerçekliği ve şiirselliğiyle ama buna rağmen ağırbaşlılığını koruyarak ifade eden bir final bu. Petzold'un fetiş oyuncusu Nina Hoss ve Ronald Zehrfeld (bu ikili yönetmenin Barbara filminde de birlikteydi) çok iyi performans gösteriyorlar. Özellikle Nina Hoss, Nelly'nin tüm duygularını, çektiği acıları, yeni biri olmanın şaşkınlığını ve tedirginliğini sadece gözleriyle bile anlatmayı başaran güçlü bir oyun ortaya koyuyor. Yine Petzold'un kadrolu görüntü yönetmeni Hans Fromm ve müzisyeni Stefan Will, artık bu film için slogan haline getirdiğimiz tevazu durumuna gölge düşürecek en ufak bir adım atmıyorlar. Fakat bu gösterişsizlik ve ağır tempo, filmin kendi içindeki ritmini ve görkemini fark etmek için engel değil. Christian Petzold, kadın ve aşk temalı filmlerini bir Woody Allen, bir Pedro Almodóvar popülerliğiyle ele almasa da, şekil değiştirmiş sessiz çığlıkları betimlemede ne kadar yetkin olduğunu Phoenix ile güçlü biçimde kanıtlıyor.

7 Temmuz 2015 Salı

Snowpiercer (2013)


Yönetmen: Joon-ho Bong
Oyuncular: Chris Evans, Kang-ho Song, Tilda Swinton, Jamie Bell, John Hurt, Octavia Spencer, Luke Pasqualino, Ewen Bremner, Vlad Ivanov, Alison Pill, Ed Harris
Senaryo: Joon-ho Bong, Kelly Masterson, Jacques Lob, Benjamin Legrand, Jean-Marc Rochette
Müzik: Marco Beltrami

2014 yılında küresel ısınmanın zararlarını önlemek için atmosfere yapay soğutucu materyali olan CW7 adlı gazın salımı yapılır. Ama beklenenin tersine dünya buz tutar ve yaşam yok olmaya başlar. Bu felaketten kurtulmayı başaranlar Wilford'un yapmış olduğu devasa hızlı trende yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu trende dünyadaki hayatlarını her türlü imkana sahip biçimde kaldıkları yerden sürdüren şanslı azınlık yanında, trenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere arka vagona hapsedilmiş ve katı kurallarla ezilen yoksul halk da vardır. Arka vagondakiler için her geçen gün yaşam koşulları zorlaşır ve bu düzene dur demeye karar verirler. Böylece 2031 yılında 17 yıllık esaret hayatına isyan eden Curtis önderliğindeki arka vagon halkı için var olma savaşı başlar.

Jacques Lob, Benjamin Legrand ve Jean-Marc Rochette'in çizgi romanı "Le Transperceneige"den Joon-ho Bong ve Kelly Masterson'ın senaryosunu oluşturdukları Snowpiercer, Güney Kore'li usta sinemacı Joon-ho Bong'un ülkesi dışında yönettiği ilk film. Memories Of Murder, The Host, Mother gibi farklı türlerde iz bırakan filmlere imza atmış yönetmenin hazır sayılabilecek bir materyal üzerinde gerçekleştirdiği Snowpiercer, dram, gerilim, aksiyon ve bilim kurgunun güçlü alt ve üst metinlere hizmet ettiği orijinal bir post-apokaliptik atmosferde geçiyor. Treni bir dünya sembolü olarak ele alan, vagonları da sınıfsal farklılıklarla özdeşleştiren film, tabandan zirveye, ezilenden iktidara uzanan devrimci bir isyan sürecini ele alıyor. Trendeki her bir vagon, sistemin farklı dişlilerini oluştururken, Curtis önderliğindeki isyanın bu dişlilerle olan sınavlarını izliyoruz. Gereken mesajlar sert ve doğru biçimde veriliyor. Tabii Joon-ho Bong bu mesajları kendi elit aksiyon fikirlerinin Hollywood standartlarıyla harmanlanmış şekliyle veriyor. Ortaya kimi zaman Hollywood'a birkaç beden büyük gelebilecek sonuçlar çıksa da, bazı ana akım zorlamalar da seziliyor.


Snowpiercer, tren metaforuyla bir yandan sert ve normal şartlarla örtüşen bir sınıfsal sistem eleştirisi yaparken, diğer yandan bu metaforun bu tip bir eleştiriye uygun olup olmadığının sorgusunu da cebinde taşıyor. Film insanoğlunun kendi elleriyle hazırladığı felaketin sonrasında sağ kalanların sığındıkları trende Wilford tarafından kurulan sınıfsal düzen içinde yaşamaya çalışmalarını pekçok yönüyle yansıtmayı, en önemlisi de kurulan bağ neticesinde gerçekliğine ikna etmeyi başarıyor. Ancak bu ikna, beraberinde seyircideki gerçeklik beklentilerini de arttırdığından, metaforun kendisiyle itilaf yaşanmasına, mantıksızlık algısının su yüzüne çıkmasına sebebiyet veriyor. Her ne kadar grafik romana dayalı senaryo olağanüstü bir ray sistemi üzerinde hızla hareket eden bu yeni dünya düzeninin tüm birimlerini günümüz yerleşik sistem dinamiklerine başarıyla uyarlasa, bu hareket halindeki yerleşikliğin kendi klostrofobik iklimini yansıtmayı başarsa da, her bir vagonda kurulan dünyevi rutinlerin uzun yıllar boyunca sürdürülebiliyor oluşu yönünde inandırıcılık problemleri yaşanmaya başlıyor. Bir vagonda okul, bir vagonda kuyruk kısmından gelecek tehditlere karşı tetikte olan acımasız katiller ordusu, diğerinde mutfak, sonrakinde botanik bahçesi, gece kulübü vs. bulunması, bu benzersiz yaşam ortamında sadece işlerin tıpkı normal dünyadaki gibi yürüdüğünü ifade etmeye çalışan yüzeysellikte.

Elbette fantastik yapımlara yönelik hoşgörülerimiz çerçevesinde bu yüzeyselliklerin, filmin asıl amacını gölgelemesini önlersek ortaya gayet güçlü bir post-apokaliptik yapım çıkıyor. Asıl amaç ise bu trende yaşamadığımız halde gözümüzün önünde duruyor. Trende (ve tabii dünyada) sürdürülebilir dengeyi devam ettirebilmek ve bu dengeyi korumak için korkunun, endişenin, kargaşanın ve dehşetin sürmesi gerekiyor. Böyle bir durum yoksa bu bir şekilde yaratmalı. Nasıl ki dünya nüfusu arttıkça kaynak tüketimi, kirlilik, yozlaşma da artıyor, trende de durum farklı değil. Bu yüzden bilinçli ve organize karmaşıklıklar, savaşlar, korkular oluşturulmalı. Dişlilerin dönmesi için birer makine parçası gibi görülen ezilenler, onların umutları, hayalleri kontrollü bir şekilde beslenmeli, zamanı geldiğinde provoke edilerek kargaşalar, isyanlar, savaşlar sayesinde popülasyon dengede tutulmalı. Üstelik bu kaosun, hiç beklenmedik kişiler ve onların ilişkileriyle yaratılması tüm doğrularımızı altüst edecek derecededir. Bu evrensel paranoya hali, hala devam eden şekilde din, politika, spor, eğitim, medya ve daha pekçok başlıkta insanoğlunu kutuplaştırma yönünde istenildiği zaman sahaya sürülebilecek şekilde sürekli canlı tutulmakta. İşte "Büyük Curtis İhtilali" gibi yıllar geçtikçe demlenip efsane haline gelecek kitle hareketlerinin perde arkasını iyi okumak çok önemli.


Gelelim Güney Kore sinemasının "Üç Büyükleri"nin ilk Hollywood maceralarının genel değerlendirmesine. Kanımca en zayıf halka olarak Stoker ile Chan-wook Park seçilmeli. İntikam üçlemesinin sahibine hiç yakışmayan, aldatıcı gösterişteki görüntü işçiliğine rağmen boş bir dram olan Stoker sonrası yönetmen, Fingersmith adlı bir roman uyarlaması ile dram / romantizm formunda ülkesi Güney Kore'ye dönecekmiş gibi görünüyor. Jee-woon Kim, The Last Stand ile Arnold Schwarzenegger faktörünü de arkasına alarak ne uzayan, ne de kısalan, ama keyif de veren bir aksiyonla merhaba dedi. Tabii o da sanki A Bittersweet Life, The Good, The Bad, The Weird, I Saw The Devil üçlüsünün yönetmeni değilmiş gibiydi. Bu üç "ilk film" arasında alt metni en sağlam, oyunculuk performansları en zengin, görselliği en oturmuş olanı Snowpiercer olsa gerek. Chris Evans, Kang-ho Song, Tilda Swinton, John Hurt, Ed Haris, Jamie Bell'den oluşan görkemli kadro, Marco Beltrami'nin tema müzikleri, Kyung-pyo Hong'un (Il Mare, Taegukgi hwinalrimyeo, Typhoon, Mother) görüntü yönetimi filmin fantastik ciddiyetini tamamlayan pozitiflikler. Finaliyle yorumları ikiye bölen (ki favori finallerimin çoğu böyledir) Snowpiercer, biten ama yeniden başlayacak bir yaşamın sıradışı gizemini zihin akışına bırakıyor. "Memories Of Murder'ın yönetmeninden" ziyade, "The Host'un yönetmeninden" sloganına daha uygun bir film Snowpiercer...

2 Temmuz 2015 Perşembe

The Gunman (2015)


Yönetmen: Pierre Morel
Oyuncular: Sean Penn, Jasmine Trinca, Javier Bardem, Ray Winstone, Mark Rylance, Idris Elba, Peter Franzén, Billy Billingham, Daniel Adegboyega
Senaryo: Don MacPherson, Pete Travis, Sean Penn, Jean-Patrick Manchette
Müzik: Marco Beltrami

Kongo'da uluslararası bir organizasyonda paralı askerlik yapan Jim Terrier (Sean Penn), aynı zamanda bu organizasyonun karanlık tarafında görev yapan bir suikastçidir. Bölgedeki bir madencilik bakanını öldürme görevi ona düşer. Açığa çıkmamak için Felix'in (Javier Bardem) organize ettiği suikasti gerçekleştirdikten sonra hem Kongo’yu, hem de doktor sevgilisi Annie’yi (Jasmine Trinca) terk etmek zorundadır. Olayın üzerinden sekiz yıl geçmişken Jim'i vicdanını onarmak için bölgedeki yardım organizasyonlarında çalışmaya devam ederken görürüz. Ama esrarengiz bir örgüt kendisini öldürmeye çalışınca Kongo olayının kapanmadığını anlayan Jim, hem kendi, hem de Felix ile evlenen Annie'nin hayatını korumak için peşindeki örgütle mücadele etmek zorunda kalır.

Fransız yazar Jean-Patrick Manchette'in The Prone Gunman adlı romanından uyarlanan The Gunman, ilk Taken filmi ile dikkatleri çeken Pierre Morel'in yönetiminde vücut bulmuş bir politik aksiyon. Ama bence ne politik, ne de aksiyon tarafına yaranamayan zayıflıklarla dolu bir film. Her ne hikmetse Luc Besson ekolüne dair tüm bileşenler mevcutken senaryo ve de yapımcı künyesinde Besson adı geçmiyor. Buna rağmen The Gunman, bu ekolün vasat örneklerini aratmıyor. Senaryoda da katkısı bulunan Sean Penn'in politik duyarlılığı malum. Afrika'da işleyen derin devlet faaliyetlerini ele alan bir roman üzerinde Penn'in ne derece oynamalar yaptığını, diğer iki vasat senaristi de düşününce pek kestiremiyoruz. Ama Sierra Leone elmasları ve çocuk savaşçılar (Blood Diamond), etnik savaşlar (Hotel Rwanda ve Shooting Dogs), uluslararası ilaç firmalarının ayak oyunları (The Constant Gardener), diktatörlük (The Last King Of Scotland) ve daha pekçok Afrika meselesini konu alan filmin yanında The Gunman çok güdük kalıyor. Zaten bir süre sonra asıl amacın başka olduğu anlaşılıyor. (Gerçi filmin künyesine bakınca bile kolayca anlaşılabilir.) Pierre Morel'in ilk Taken filmi ile adeta yeniden doğan 63 yaşındaki Liam Neeson'ın keşfine benzer yeni bir süreci bu defa 55 yaşındaki Sean Penn ile gerçekleştirmek.

Film kendini ciddi bir politik aksiyon olduğuna inandırdıktan sonra yeni bir söylem veya aksiyon yönünden orijinal anlar geliştirme kaygısı taşımıyor. Çünkü elinde müthiş bir oyuncu kadrosu var ve sırtını onların varlığına dayadığını düşünmenin rahatlığını yaşıyor. Ancak herşey Penn üzerine kurulduğu için kötü adamlığın yakıştığı, lakin İngilizce'nin bir türlü yakışmadığı Javier Bardem, kendine biçilen rol neticesinde özelliksiz bir yancıdan öte gitmeyen Ray Winstone, sonlara doğru şöyle bir uğramış görüntüsü veren Idris Elba resmen ziyan ediliyorlar. İtalyan aktris Jasmine Trinca nispeten ikna edici bir görünüm sergilese de filmin rehin alınan "chick"i olmaktan ilerisini göremiyor. İngiliz Mark Rylance da kötü adam kontenjanına pek uymamış. Kısacası Amerikan, İngiliz, İspanyol, İtalyan, Fransız hepsi biraraya gelmiş, adam gibi bir film ortaya koyamamışlar. Güçlü bir karakter oyuncusu olarak Sean Penn'i kaslarıyla prim yapma sevdasına sürüklemek için ya bol sıfırlı bir kontrat ya da Liam Neeson'a benzer bir karakter tazelemesi / sıçraması vaadi gerekiyor. Penn'in bunlardan hangisine tav olduğunu bilemiyoruz. Ama muhtemelen onun filmde oynayacağını duyan herkes bu projeye dahil olmak istemiştir. Neticede Besson ekolü aksiyona Sean Penn aşısı tutmuyor.