28 Temmuz 2021 Çarşamba

Revanche (2008)


Yönetmen: Götz Spielmann
Oyuncular: Johannes Krisch, Ursula Strauss, Andreas Lust, Irina Potapenko, Johannes Thanheiser
Senaryo: Götz Spielmann
Müzik: Walter W. Cikan

Ukraynalı bir fahişe olan Tamara, Avusturya’da çalıştığı genelevin patronunun adamlarından biri olan Alex ile gizli bir ilişki içindedir. Birbirlerini seven Tamara ve Alex, bu durumu patronlarına sezdirmeden gizli gizli buluşmaktadırlar.Patronunun Tamara’ya yaptığı sınıf atlama teklifinden sonra bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan Alex, bir banka soygunu planlar. Çünkü iki sevgilinin bulundukları hayattan kaçabilmeleri ve hayallerini gerçekleştirebilmeleri için paraya ihtiyaçları vardır. Öte yandan polis memuru Robert ile süpermarket görevlisi Susanne’ın uyumlu evliliklerine rağmen bir türlü çocuk sahibi olamamaları evliliklerini sıkıntıya sokmaktadır. Bu iki alâkasız hayatın kesişmesi ve sonrasında yaşananlar, şehirden kırsala uzanan hata, pişmanlık, ihanet, intikam ve sırlar dizisiyle zorlu bir sınavın çözülmesi güç sorularını oluşturmaktadır.

2008 Oscar’larında En İyi Yabancı Film adaylarından biri olan Avusturya yapımı Revanche, psikolojik dramlara ilgi duyan seyirciyi avucuna almak için gerekli niteliklere sahip bir film. İlk bölümü adım adım suç janrında ilerlerken, kırılma noktasından sonra beklenmedik biçimde sakinleşen, gerilimini bireysel psikolojik açmazlara sabitleyen, naifleşen, esas gücünü de buradan alan omurgalı bir yapım. Şehrin kirlenmişliği ile köyün saflığını belirgin çizgilerle ayırması yanında, birbirinden tamamen kopuk bir devamsızlık da yaşamıyor. Bu yapısıyla karakterlerin ruh hallerinde kademeli bir gelişme / değişme sağlayabilme gücü de oldukça fazla denebilir. Şehir yaşamının aşağılamalarına, riyâkârlığına karşılık saklanmak için seçilen köy atmosferinin huzurlu olduğu kadar sıkıntılı pastoral dokusuna sağlanılan uyum, başlangıçta doğal bir uyum değil, bir mecburiyet gibi görünse de, şehirde adam dövüp silahla banka soyan Alex’in, köyde odun kesip inekleri yemlemesine dönüşen geçişindeki samimiyeti –o gizlenme mecburiyetine rağmen- sezebiliyoruz. Rutin çiftlik işlerinde çalışmanın sağladığı arınma duygusu, üç farklı vicdan muhasebesinin filme kattığı kasvetli havayı hüzünlü bir şekilde dengeliyor, hatta kimi zaman o havayı bir nebze ferahlatıyor.

Karmaşık ilişkilerden kesişmeler yaratmayı, sonra onları çıkmaz sokağa sokmayı seven anlatımıyla Götz Spielmann, sade ama mesafeli yaklaşımından, tempo ayarlayışı ve solgun görünüşünden ötürü İskandinav sinemasına yakınlık hissi uyandırıyor. Tabiî çoğu Avrupa filminde bu havayı solumak mümkündür. Fakat özellikle tempo ve solgunluk yönünden ağır, sıkıcı, seviyesiz bir yapıda olduğu düşünülmesin. Normalde bazı çağdaşları, çektikleri birtakım sahnelere saniyeler, dakikalar boyu kilitlenirken, Spielmann istese rahatlıkla saniyeler, dakikalar boyu kilitleneceği pek çok sahneyi tadında bırakıp, o minimal duyguyu sunmanın yanında filmin ritmini bozmayarak hem olay örgüsüne, hem de ilgili sahnenin iç dinamiğine ilgiyi taze tutuyor. Belki film için getirilebilecek en ilginç eleştiri, içinde insana dair türlü kötü niyetler, ihanetler, zayıflıklar bulundurmasına rağmen, bütünüyle kötü niyetli bir film olmayışı olabilir. Çünkü yapısı itibariyle Avrupa sinemasının besleyip büyüttüğü farklı gerçekçi şiddet gösterilerine son derece müsait olması, fakat bunu daha çok bağlılık ifadesi veya köreltilmesi gereken bir cinselliğe, intikam ateşini yakıp yakmama arasında sıkışıp kalmış vicdan gerekçelerine döndürmesiyle film tam anlamıyla frenlenmiş. Senaryo açısından ilgi canlı tutulsa da, filmin gidip tutunduğu dallar bu sebepten fazla sağlam görünmüyor veya fazla iyi niyet, fazla insanî didaktiklik içeriyor. Yine de bir anlamda böyle filmleri Lars von Trier’in ellerinde hayal ediyor, sonra en iyisi hayal etmemek diye de düşünebiliyorum kendi adıma.

                         

Filmin niyeti konusunu biraz daha iğdiş etmek gerekirse, suç ve ceza konumlandırmaları ışığında seyircinin ekran karşısında dileyebilecekleri ile, kendini akıntıya bırakmışlığı arasında bulduğu çözümlere cevap veriş şekli tartışmaya açık hale getirilmiş. Evet, filmin bir sonu var. Ama son olarak gördüğümüz finallerin aslında bir başlangıç oluşlarına bakış açılarımız o kadar farklı ki, bu anlamda Revanche’ın sonu da, filmin bütünü düşünüldüğünde çetrefilli tartışmalar doğuruyor. Suç filmlerinin çoğunda esas olan şekilde suç sonucu elde edilen ganimetin Revanche’da esamesinin okunmayışı, suç sonrası süreçte filmin tamamen karakter odaklı bir sürece indirgenmesi, aslında hakiki bir yükselme. Çünkü ganimet mevzunun yanında, filmin iki kadın, iki erkek arasında dönüştürdüğü sebep-sonuç ilişkileri didaktik olmayan kurnaz hamleler barındırıyor ki, işte bu anlamda hiç de adil olmayan bir adelet sağlaması bakımından Spielmann’ın çözümleri gayet orijinal ve tatmin edici. Spielmann’ın bir gaf gibi senaryosunda o suç ganimetini unuttuğunu bile düşüneceğimiz bir noktada, aslında kendisinin esas aldığı ganimetin çok başka bir şey oluşuna uyanışımız Revanche’ı daha da anlamlı kılıyor. İşin tuhaf yanı, bu ganimetin insanın insanî yanları kadar, karanlık yönleriyle de çözümler üretebildiği gerçeğinin ele alınış biçimi olarak beliriyor.

Filmin merkezindeki Alex rolüyle Johannes Krisch, olgun ve sert olduğu kadar, o olgunluk ve sertliğin içinde barınan kırılganlığı yansıtmada çok başarılı. Pek çok erkekte görülen, kaba görüntünün gizlemeyi başardığı sevgi ve bağlılığı doğal bir kalıba dökmeyi başarıyor. Revanche için yalnız kalmanın, yalnız bırakılmanın, yalnızlığı tercih etmenin, yalnız kalmayı kabul edememenin filmlerinden biri diyebiliriz. Vicdanın ne derece güçlü, ne derece zayıf suretlerde görünebildiğinin işaret fişeğini yakan filmlerden biri de diyebiliriz. Fakat belki de en önemlisi, hayatın bize tattırdığı yenilgilere karşı sunduğu rövanş şansında bile tuzaklar bulunduğunu fark ettiğimiz filmlerden biri diyebiliriz. Yine de insan olarak işimize geldiği ölçülerde bazen o tuzaklara o kadar hazırlıklıyız ki, hayran olunacak derecede hınzır çözümlerimiz var. Etik açıdan kötü olarak nitelenen çözümlerimizle iyi niyetlerimizi gerçekleştirecek kadar hem de…

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Spy Game (2001)

 
Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Robert Redford, Brad Pitt, Catherine McCormack, Stephen Dillane, Larry Bryggman, Marianne Jean-Baptiste, Amidou, Todd Boyce
Senaryo: Michael Frost Beckner, David Arata
Müzik: Harry Gregson-Williams

CIA'de 30 yıl boyunca başarıyla görev yapan Nathan Muir (Robert Redford), emekli olmadan önceki son iş gününe uyanır. Eşyalarını toplamak ve çıkış işlemlerini yapmak için son kez ofisine gelen Muir, daha önce Vietnam, Berlin ve Beyrut gibi birçok bölgede birlikte çalıştığı Tom Bishop'ın (Brad Pitt) Çinliler tarafından yakalandığını ve 24 saat içinde idam edileceğini kendi kaynaklarından öğrenir. Bishop hakkında bilgi vermek için CIA'in üst düzey yetkilileri ile toplantıya çağrılan Muir, üst yönetimin Bishop'ı harcamaya karar verdiğini anlar. Çin hükümeti ile önemli bir ticari anlaşmanın öncesinde ilişkilerin bozulmaması için bir ajanın hayatı feda edilecektir. Bunun üzerine Muir, yıllarını birlikte geçirdiği ve neredeyse tüm bilgilerini aktardığı öğrencisini kurtarmak için tüm erişimlerinden yoksun biçimde zamana karşı yarış içine girer. Michael Frost Beckner ve David Arata'nın senaryosunu yazdığı, Tony Scott'ın yönettiği Spy Game, Scott kariyerinin en heyecan verici örneklerinden biri olarak yıllandıkça değerlenen bir politik gerilim.

Ajanlar, zamana karşı yarış, politik gerilim gibi bileşenlerin yer aldığı filmlerden çok büyük farklılıklar taşımayan ama kurgu dengesi ve heyecanı diri tutma çabasıyla 2000'lerin başında eski formüllerin başarıyla modifiye edilebileceğini kanıtlayan Spy Game, iki koldan ilerleyen bir film. 30 yıllık CIA kariyerinin son gününde en iyi adamının Çin'de idam edilmesini önleme şansı elde eden Muir, kendisine bilgi vermekten kaçınan, sadece Ajan Bishop ile olan geçmişini araştıran yetkili ekibe bir yandan bilgi verirken, bir yandan da onlara çaktırmadan olayın iç yüzünü anlamaya ve halen elindeki yetkilerle Bishop'ı kurtarmak için girişimlerde bulunuyor. Çoğunluğu CIA merkezindeki toplantı odasında geçen bu kol, tansiyonun yüksek tutulduğu sıkı bir tek mekan gerilimi tonu taşırken, diğer kol ise Muir'in Bishop ile ilk tanışması, ajanlık eğitim süreci ve birlikte giriştikleri önemli operasyonların harmanlandığı geri dönüşlerden oluşuyor. En önemlisi de, 1985 yılında Bishop'ın bir gazeteci kimliğinde Beyrut'ta katıldığı tehlikeli ve çok iyi korunan Şeyh Salameh'e yönelik operasyon. Buradaki uluslararası sağlık örgütünde görevli İngiliz Elizabeth Hadley ile çalışan Dr. Ahmed'in, Şeyh Salameh'in aile doktoru olması sebebiyle Hadley'ye yaklaşan fakat onunla duygusal bir ilişki yaşamaktan kaçamayan Bishop'ı Çin'de tutsak olmaya götüren yol da açılmış oluyor.

Ofis ve saha arasındaki dengeyi çok iyi kuran senaryo, Vietnam, Berlin, Beyrut gibi farklı coğrafyalardaki operasyonlarda, hem bu coğrafyaların kendi askeri ve siyasi dinamiklerini, hem de CIA'nin her şeye burnunu sokma politikalarını kısalı uzunlu mercek altına alıyor. CIA'de sorgu bölümlerinde de merkezi haber alma teşkilatının dış operasyonlarındaki plan, tutum ve önceliklerinin Bishop/Muir özelinde özeti çıkarılıyor. Neticede bir Amerikan filmi olduğu ve tarafsız ya da eleştirel bakışı açısından kendi dengelerine sahip olduğu için, hemen her Tony Scott filminde olduğu gibi gereksiz aksiyona bulanmamış heyecan verici bir maceranın izi sürülüyor. CIA'nin uluslararası çıkarları uğruna personelini harcamaktan çekinmeyeceği, sadece CIA'nin değil, coğrafya gözetmeksizin her türlü mekanizmayı döndüren her çarkın sadece basit bir çark olarak muamele göreceğinin altı çiziliyor. Usta müzisyen Harry Gregson-Williams'ın müzikleriyle, Robert Redford ve Brad Pitt'in görüntü ve performans olarak varlıklarıyla etkisini ikiye katlayan Spy Game, 19 Ağustos 2012'de Vincent Thomas köprüsünden atlayarak intihar eden Tony Scott'ın filmografisinde övgüyle anılmayı hak eden filmlerden biri.

10 Temmuz 2021 Cumartesi

The Little Death (2014)

 
Yönetmen: Josh Lawson
Oyuncular: Bojana Novakovic, Josh Lawson, Damon Herriman, Kate Mulvany, Kate Box, Patrick Brammall, Alan Dukes, Lisa McCune, Erin James, T.J. Power, Kim Gyngell
Senaryo: Josh Lawson
Müzik: Michael Yezerski

* Cinsel Mazoşizm: Aşağılanmaktan, acı ve ıstıraptan haz duyma. (Meave & Paul)
* Rol Yapma Fetişizmi: Başka biri gibi davranmaktan tahrik olma. (Evie & Dan)
* Dacryfili: Ağlayan birini görmekten duyulan cinsel haz. (Rowena & Richard)
* Somnofili: Uyuyan birini seyretmekten tahrik olma. (Maureen & Phil)
* Telefon Sapkınlığı: Yabancılarla yapılan müstehcen telefon konuşmalarından duyulan haz. (Monica & Sam)

Kendi cinsel yaşamlarında bu beş tuhaf fanteziye sahip beş çiftin yaşadıklarını komik, romantik, dramatik açılardan hikayeleştiren The Little Death, Josh Lawson'ın yazıp yönettiği, ayrıca Paul karakterini de canlandırdığı Avustralya yapımı bir film. The Little Death adı ise Fransızcada orgazm anlamına gelen “la petite mort” sözünden esinlenerek konmuş. Tecavüze uğrama fantezisi olan Meave, eşiyle sürekli "roleplay" yoluyla cinsel ilişki yaşamak isteyen Dan, sadece kocasını ağlarken görünce cinsel haz duyup orgazm olabilen Rowena, kendisine soğuk davranan karısını sadece uyurken gördüğünde tahrik olabilen Phil ve işaret dili yoluyla online seks deneyimi yaşamak için işitme engellilere hizmet veren video chat merkezine bağlanan Sam'den oluşan beş karakter ve onların partnerleriyle yaşadıklarını izliyoruz. Josh Lawson, bu hikayeleri sırayla anlatmak yerine, çok doğru bir tercih olarak karışık bir kurguya başvuruyor. Her birinin giriş gelişme ve sonuç kısımlarını filmin ana gövdesine o kadar yerinde dağıtıyor ki, karışık kurguyla hikayeden hikayeye geçiş yaptığımızda dikkatimiz dağılmıyor, ilgimiz kaybolmuyor.

Partnerleriyle daha iyi bir cinsel yaşam, kaliteli orgazm ya da sadece orgazm arayışında olan karakterlerimizden bazıları, sahip oldukları bu fantezileri onlarla paylaşıyor, bazıları da anlaşılmayacakları düşüncesiyle saklamayı tercih ediyor. Paylaşsalar da, saklasalar da başlangıçta her şey yolunda gidiyor ve arzu ettikleri cinsel heyecanı yakalıyorlar. Lawson'ın çiftleri ve onların sorunlarını tasarlayışı romantik komedi sınırlarında teoride ve pratikte o kadar sağlam ki, asıl meselesinin sadece orgazm olmadığını, aşk, evlilik, çocuk sahibi olma, çiftler arası uyum, iletişimsizlik, bencillik, dürüstlük, fedakarlık, güven gibi konuların hepsine temas edebildiğini gösteriyor. Söz konusu fanteziler üzerine iyi kurulmuş çift hikayeleri, önce bu fantezilerin uygulanması sonrasındaki olumlu geri dönüşlerle, sonra da bunların alışkanlık haline gelişleriyle yerlerini iyice sağlamlaştırıyor. İstediklerini alan, bunlara alışan, bazen de yalan yalan üstüne koyarak o tempoyu sürdürmek isteyen kimi karakterler, bu bencilliklerinin bedellerine de hazırlıksız yakalanıyorlar. Fantezilerin hayata geçirilmesiyle cinsel yaşamlarına hakim olmaya başlayan bu bencillik, filmin mükemmel çatışmalarından biri. Her bir çift içinde bazen kadın, bazen erkek bireylerin  kendi cinsel mutlulukları uğruna yaptıkları tercihler ve hatalar, sürekli birbirini tetikleyen ve önüne geçilmesi zorlaşan başka hataları da beraberinde getiriyor. Böylece bu sorunlar yumağı, komedi veya dram tonu fark etmeden kendi sahiciliklerini yaratıyor kendi derinliklerini yakalıyor.


The Little Death'in özellikle Rowena/Richard ve Maureen/Phil çiftleri üzerinden kurduğu "tuhaf cinsel fantezilerimizi partnerimizle paylaşmalı mıyız, yoksa anlaşılamayacağımız ve onu kaybedebileceğimiz korkusuyla bunları kendimize mi saklamalıyız" ikilemi oldukça düşündürücü. "Tuhaf" kelimesinin göreceliği bir yana, tam tersine fantezilerini birbirleriyle paylaşan Meave/Paul ve Evie/Dan çiftlerinin bu defa farklı sorunlarla yüzleşmeleri, sorunun fantezilerde mi, onların cinsel hayata geçiriliş biçiminde mi olduğu ikilemini doğuruyor. Meave/Paul çiftinin hikayesinde, biri tecavüze uğramak istediği anda o eylemin tecavüz olmaktan çıkması yorumunda olduğu gibi, bazı fantezilerin partnerlerle paylaşılmasının onları fantezi olmaktan çıkarması durumu için yapılacak hiçbir şey yok. Mesela Richard ve Maureen eşlerinin fantezilerinden haberdar olsalardı onları cinsel yönden mutlu etmek için ne yapabilirlerdi? Kısacası bazı fantezilerin çaresi varken, bazılarının uygulanabilirliği pek mümkün olmayabiliyor. Öte yandan işin ucunda orgazm olduğu için tuhaf veya değil, bu fantezilerin önünde kimse duramıyor. Lawson, bu fantezi ve fetişlerin önüne, arkasına, arasına ustalıkla farklı ilişki analizleri yerleştirerek basit bir seks komedisinden öte, katmanlı bir romantik komedi dizayn ediyor.

Kimi mutlu sona ulaşan, kimi ulaşamayan, kimi de çok yerinde bir ucu açıklıkla, devamı hakkında düşündürecek ölçüde iz bırakan bir boyutlandırmayla bitirilen hikayeler yer yer ufak kesişmeler yaşasalar da, asıl kesişme noktaları, partnerlerini ya da kendilerini cinsel anlamda mutlu edebilmek için sıra dışı fantezilerini uygulamak isteyen karakterlerin iyi niyetleri ve bunların geri dönüşleri şeklinde özetlenebilir. Sadece Monica ve Sam'in hikayesi diğerlerinden farklı bir tona sahip ve yukarıdaki bazı yorumlardan muaf kalıyor. Ayrıca kahramanlarımızın bulunduğu mahalleye yeni taşınan, onlara tanışma ikramı olarak kendi yaptığı umacı kurabiyeleri hediye eden, hem de federal yasalar gereğince hüküm giymiş bir seks suçlusu olduğunu belirten Steve karakterinin de ufak bir tekinsizlik katma dışında pek bir fonksiyonu yok. Bazı hikayelerin fiziksel olarak kesiştiği final ise filmin kara komedi karakterine ince bir dokunuş sağlıyor. Oyuncu perfomansları da bu komedinin "kara"lığına renk katan hoşluklara sahip. Avustralya sınırlarını aşamamış bir aktör olan Josh Lawson'ın yazarak yönettiği bu ilk uzun metrajı, yüzlerce cinsel fantezi arasından seçilen beş tanesi için planlanmış eğlendiren, düşündüren, kalp kıran, empati yaptıran dengelerle kurulup kurgulanmış iyi bir film. Üstelik o yüzlerce cinsel fantezi arasından seçilecek başkalarıyla kurgulanabilecek devam filmleri potansiyeli bile olan kıvamda.